SULTAN 2. MEHMED (FÂTİH) -3- İSTANBUL'UN FETHİ

Hristiyanların Reformu?


Hristiyan dünyası dünya imtihanını; müslüman olmamak ve Essalat-ü Vesselam Efendimize, intisab etmemek suretiy­le kaybettiği bir vakıadır. Mevlâmızın muradı; onların din-i is-lâmı kabul etmeleri istikametinde olsaydı tabiiki, intisab-ı islâmiye ile şerefleneceklerdi. Nitekim zaman zaman hristiyanların içinden tahkik-i islâmiye veya tasavvuf-u tetkiye sonu­cunda her vasıfta insanın müslümanlıkla şerefyâb olduğunu duyduğumuz gibi, batı dünyasına Anadolu'dan giden işçileri­mizin, 1950'lerde İstanbula geldikleri gibi seccadelerini de beraberinde getirmeleri gibi namazı hristiyan ülkelere taşıdı­lar.
1960 sonralarında da bilhassa Batı Almanya, daha sonra İngiltere, Fransa ve diğer avrupa ülkelerinde din-i islâmı ser­gilediler. Demostrasyon yâni gösterek anlatma şansı gidildiği günden itibaren yapılabilseydi, bugün avrupadaki mevcut müslüman sayısı, çok çok daha fazlave etkili halde olurdu. Almanya'da 2. kuşak, öğrendiği lisanında yardımıyla dinle­rinden sorulduğunda verdikleri cevaplarla cermenleri aydın­latmaya muvaffak oldukları nisbette, müslüman sayısının artmasına vesile oldular.
Bu ahvâl içinde ülkemizde yeniden neşvü nema bulan mil­li görüş'ün avrupada yaşamakta olan insanımızın manevî dünyasını zenginleştirme hizmetine bir veçhe vermesi, avru­pada çaiışan insanımızın sadece dünyevî başarı değil, uhrevî muvaffakiyete yol almasına pusulahk ve dergâhlığı yüklendi­ğini şu satırlarda söylemeyi, kadirbilirlik olarak saymışımdır. Günümüzdeyse, bütün avrupanın müslümanlığa hamile ol­duğunu beyanla, hristiyan dünyasında yapılan rönesansın, dini anlayışda da değişikliklere gidilmesini getirdiğini göz önüne almalıyız.
Nitekim; yukarıdada baş vurduğumuz Fransızların ünlü ansiklopedisi Larus'un Reformla ilgili izahına bir göz atalım böylece istanbul'un fethine avrupanın yardıma gelememesi-ninde sebeblerinden birinin, bu uğraşılar olduğu kanaatini ileri sürenlere bir miktar pay vermiş olalım. Larus'ta şöyleki: Reform düzeltmek, daha iyi duruma getirmek amacıyla yapılan değişikliğe verilen ad. Reforme şekliyle kelimenin mânasını veren Larus Reform olayını şöyle satirlaştırmış: 16. yüzyılda avrupanın büyük bir bölümünü, papa'Iarın hâkimiyetinden çıkaran ve protestan klişelerinin kurulması­na yol açan dinî hareket. Madde yazarı, bu ifadeden sonra hristiyan papazların ve vaizlerin bazıları ahlâki ve dini refor­mun yapılmasını, 1500 yılı öncesinde dillendirmeye başla­mıştı dedikten sonra, Roma'nın otoritesinin sarsılmasına se-beb olacağından hiçbir değişikliğe gitmediğini vurguladıktan sonra, yüksek klişe makamlarına tâyin yapma sisteminde bir değişikliğe de gidilmediğini ve ahalinin bundan da hayli hu­zursuz olduğunu ifade eder.
Rahip Erasmus'un eserleriyle birlikte artık kutsal kitap de­dikleri inciller üzerinde filolojik incelemelerinde başlanıldığını ve akabinde dini inanç ile kurumların tenkidine girişildiğini beyan ediyor, madde yazarı. Peşinden gelen paragrafda ise: <10/kasım/1483'de Saksonyanın Eisleben şehrinde dünya­ya gelen Agustinus rahibi olan Martin Luther uzun süren bir vicdan bunalımından sonra Aziz Paul'usun-Romahlara Mek-tupunda-insanın, manevî kurtuluşunu doğrudan doğruya imân'a bağlayan bir metin buldu. Bu metin bütün protestan klişeleri için, bir ilahiyat, bir ahlâk ve bir mistisizm kaynağı olacaktı. Johanes Tetzel'in yönetimindeki Dominiken rahip­leri Saksonya'da gürültülü bir kampanya ile Papa 10. Leo'-nun San Pietro Klişesinin yeniden yapılması için, gereken maddi imkânları sağlamak Amacıyla satışa çıkardığı endüla-janslara müşteri toplamağa çalışırlarken, Luther Wİthenberg üniversitesinde kendi imân doktrinini okutmağa başlamıştı bile..  Görüldüğü gibi, klişe üstüne kopan kavgada imân meselesi tartışılınca işin yatışacağı artık düşünülemezdi.
Luther'in daha Papa'ya başkaldırmadığı dönem olduğunu hatırlatan madde yazarı daha sonra oluşumu şöyle anlatıyor;
Luther; 1519'da Layipzig'de ilahiyatçı John Ecke karşı, kutsal kitap araştırmalarında tek otoritenin, serbestçe kul­lanılan kişisel yargı olduğunu açıkladı. Luther'in protestosu katolik dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştı..> diyen madde yazan, sözü Luther'in doktrinini ortaya koyduğu üç esere getirir ve derki:
<..1520/haziranıyla, eylül'ü arasında yayımladığı üç baş­lıca eserinde, doktrinini açıkladı. Doktrininin ana hatları şunlardı; evrensel ruhanilik ilkesi, kutsal sırların üçe indiril­mesi, kişi vicdanının hürriyete kavuşması ve aynı zamanda din bütünlüğü, klişe ve siyasi disiplin zorunluğu.
Luther, aralik/1520'de kendisini afaroz eden 10. Leo'nun kararnamesini Wittenberg'de alenen yaktı. Ocak 152Vde imparator tarafından, Worms diyetine çağrıldı ve fikirlerini cesaretle savundu. Saksonya seçicisi kendisine Wartburg'da İnzivaya çekilebileceği bir yer sağladı. Luther orada Refor­mun eline bir silah vermek için kutsal kitabı Almancaya çe­virmeye koyuldu. Luther'in en ateşli taraftan olan Andreas Karlstad, bunun üzerine, rahiplerin yemin mecburiyetini kal­dırdı, din adamlarının evlenebileceğini ilân etti ve kutsal re­simlere tapınmaya son verdi. Missa âyini bir kurban olmak­tan çıktı vede bir anma töreni haline geldi. Wartburg'dan dö­nen Luther, bu oldu bittileri onayladı. Daha o zamandan, doktrinlere sansür koyma fikrini benimsemeğe başlamıştı; nitekim fazla radikal bulduğu Karlstad'ı Saksonya'dan çı­karttı, eyalet içinde, tapınma âyinleri ve papazları olmayan dini topluluklar kurmağa kalkışan Thomas Münzer Mülha-usene sığınmak zorunda kaldı. 1524'den beri Güney Alman­ya'da, Münzer tarafından kışkırtılan, bir köylü ihtilâli gelişi­yordu.
Luther, prensleri bu ihtilâli bastırmağa teşvik etti; o sıralar­da bir -Devlet Klişesi- fikrini benimsemeğe başlamıştı. İmparator ve katoliklerle mücadelesinde prenslerin yardımına muhtaçtı. 1528'den beri devlet adına klişeleri denetleyen-zi-yaretçiler- de çok geçmeden, bir çeşit yeni piskoposluk kur­dular. Karlstadın görüşü, İsviçre'de ve Ren havzasında kabul edilmeğe başlanmışdı. Antik hümanizme bağlı olan vede İs­viçre'den paralı asker alınmasına karşı gelmesiyle tanınan, ülrich Zivingli, Luther'in çağrısına uydu ve tasarladığı re­formlar gereğince 1525'de Zürih'de, 1528'de Bern'de kutsal sırları redetti ve lütirjiyi çok sadeleştirdi.
1529'da Basel'de Oecolampade katolİklere ve hatta Roma'ya sadık kalan Erasmus'a karşı Zwingli mezhebini yaydı. Bu mezhebi, Starsburg'da 1524'de Martin Bucer kabul ettir­miştir. Klişe mülkünün el değiştirmesinde çıkar gören Alman prensleri Luther reformunu destekliyorlardı. şeklinde ifade­leriyle Reformun aynı zamanda mülklerin e! değiştirebilme yönüylede alakalı olduğu hükmünü çıkarmak kabil olur, de-ğilmi efendim. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; Rönesans ve Reform, pozitivist atılımlar yâni deneyci anlayışa gelen ve hristiyanlığın ilmi engelleyen kıstaslarından kurtulan avrupa insanı, papazlardan kurtulurken bir mânada, kendilerini tek­nolojiyi tanrılaştıran kaosun içinde buldular. Aradan geçen altı asır sonrasında da içine düştükleri çukurda debelenip durmaktalar. Ama şunu da ilâve etmeden geçmeyelim ki, teknikleşen avrupa, Kolomb ile bulduğu Amerika'ya insan ihracını yapmağa başladığında, genel olarak adetâ barsak temizlercesine insanların bir haylice serazatlarını yeni kıtaya gönderirken kendileri de içtimai, iktisadî ve askerî alanlarda pozitivist (deneyci) anlayışla atılımın zirvesine doğru uzandı­lar. Harp sanayii ve denizcilik vasıtalarındaki gayretli çalış­maları, bu kıta devletlerinin her birinin birer sömürgeci ülke yaftasına hak kazanmalarını, sağladığı inkâr edilemez.
Belki doydular! Belki de geliştiler! Fakat adaletin yayicısı olma niyeti dahi taşımadıklarından, zâlimler zümresini teşkil ettiler ve de beyaz adam mantığının vahşilik kanadını teşkil ettiler. Afrika, Asya insanları, Amerika kızılderilileri, Çin ve Hindistan bu zalimlikten, üzerlerine düşen ezilen insanlar topluluğu dramını yaşadılar.
Osmanlı'nın avrupayı tokatlamasının bittiği 1683'sonrası, kürre-i arz bu tek dişli medeniyet canavarının tecavüzüne uğradı durdu. Milletleri diplomasi alanında, karşılıklı menfa­atler muvacehesinde kategoriye ayırmak belki gerekir, an­cak ilâhi ikazın -küfür tek millettir- olduğunu millet evlâdının unutmaması farzdır.

Okuma Parçası:

 

İstanbul'un Fethi Üzerine Ecnebi Hezeyanlar!


Hiç şüphe yoktur ki; tatbiki mânada İstanbul'un fethinin Osmanlı padişahı Sultan 2. Mehmed Hân'a müyesser olma­sının ilâhi bir müjde olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Yaratıcımızın, yâni Cenâb-ı Allah'ın muradı dışında bu kâina­tı muazzamada ne gerçekleşebilir? Bu fetih başarısının hristi-yan âleminin mistik bir bağlılık hissettiği İstanbul'un, Bi­zans'ın elinden sökülüp alınması tabiiki ohhh ne iyi oldu diye karşılanacak değildi elbette. İtirazlara, tevillere hâttâ iftiralara kadar varması beklenen vakaa idi. Nitekim avrupa âleminde gerek sözle, gerekse yazı ile bu hususda hayli beyanlarda bulunulmuştur.
Bu hususda en değerli çalışmalardan biri, Fransız akademi âzasından, Güstav Şlomberje'nin, "Türk Muhasarası" adıyla M. Nahid adlı yüksek tahsilini Fransa'da yapmış bir evlâdı vatanın tercümesiyle Osmanlıca olarak ülkemizde yayımlan­mıştır.
Ülkemizde yaşayan ister gayrimüslim olsun, gerekse müs-lim olsun, milletimizin emsalsiz mükemmellikteki târihine düşmanlık besleyenlerin, bu eserin içinden çekip çıkarıp, genç nesillere" bakın İstanbul'un fethinde şöyle olmuş" de­mek suretiyle ehl-i salip zihniyeti sahibi eşhas ve tarihçilerin, iftira ve hezeyanlarını kendi menfur zihniyetlerinin amaçladı­ğı istikametde bir makale, bir hikâye hâttâ bir roman hâlinde takdim ederek, zâten tahsil hayatında hissedilir ağırlıkta ilim tedris olunmayan ülkemizde, târih derslerinin müfredat bakı­mından yeterli olmadığını söylemek hiç de yanlış bir ifâde değildir. Allahımızın kendilerinden razı olmasını temenni etti­ğim, milletimizin geçmişine kemiğinden, iliğine kadar meftun târih öğretmenleri, yazarları ve alaylı tarihçiler dediklerimizin doğaçlama halindeki muhterem ve özel gayretleri olmasa bu ilim dalının anbarlarına girip, oradan dünyaya, hakikatlerle dolu bilgileri aktarmasalardı, bu tür maksadlı yayınların taar­ruzu, târihimizde rahneler, yâni bir hayli yaralar meydana gelmesine sebeb olabilir idi. İşte yukarıda andığımız târihimi­zin alperenleri, olan Osmanlı târih araştırmacılarının ibzal et­tiği gayretler, bu kültürel tecavüzü hayli redde muvaffak ol­muşlardır.
Osmanlı islâm devletinin kuruluşunun 700. senei devriyesi münasebetiyle devletin de azbuçuk himmetiyle yapılan kut­lamalar hayli işe yarayan eserlerin gün yüzüne çıkmasına sebeb olduğu sıralarda, hemence menfi yayınlarda sinsi sinsi piyasaya sürülmeye başlandı. Bilhassa valide hanımsultanlar hakkındaki menfi yayımlarada rastlanıldı.
Günümüzde de böyle olduğunu hatırlattıktan sonra; 1935'lerden sonra ülkemizde M. Nahit tarafından 1914 yılın­da Şlomberje'nin birkaç günde tercüme edilmiş ve Osmanlı­ca olarak basılmış kitabın, münderecatmdan bazı bölümleri latinize ederek, yeni buluşmuş gibi her 29/mayıs yaklaştığın­da gündeme getiren devlet ve millet düşmanı zihniyetin bile­rek veya bilmeyerek kullanmayı sağladığı maşalar, milleti­miz içinde tereddütlere, târihine kuşku ile bakmasına sebeb olmuşlardır. 1950'den sonra Fâtih İmam Hatip lisesinde dersler veren Sultan Selim'li Hafız Ali Rıza Sağman merhu­mun bu fitne çalışmalarını idrak ederek yazmış olduğu: "Fâ­tih İstanbul'u Nasıl Aldı?" adlı eseriyle, Şlumberje'nin yazdığı ve M. Nahid'in tercüme etdiği çalışmayı, yukarıdaki andığı­mız kitabında bir, bir iddiaları inceleyerek lâzım gelen cevap­lan vermiş, böylece de ülkemiz münevverlerinin istifadesine sunduğu çalışmayla târih dünyamıza büyük hizmetde bulun­muştur.
Hemen ilâve edelim ki, 1950'den önce İstanbul valiliği gö­revinde olan Dr. Lütfü Kırdar merhum, bu lâzım gelen kitabın çıkarılması teşebbüsatından haberdar olduğunda târihimize sahipliği, vazifesi içinde gördüğünden, kitabın yazarına imza­layarak verdiği ve kitabın hemen ön sözünün peşine konma­sını istediği ezcümle nakle çalışacağımız şu ifâdeyi kaleme almıştır: "Sayın yazar Ali Rıza Sağman; 'Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?' adlı eserinizin 1. cildi, İstanbul'un 500. yıldönü­mü yaklaşırken neşredildiğini görmek istediğimiz eserlerden biridir." İstanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar. İmzalı bu teşvik ve takdirin ne kadar yerinde olduğu, aşağıda aktarmaya çalışa­cağımız iddiaların çürütülmesi babında istifade olunması, ya­zarın seçimi ve merhum valinin teşvik ve takdiri karşısında isabeti, sizlerde fark edeceksiniz.
Biz; 2001 senesi İstanbul Fethi haftasından dokuz hafta önce, bahse konu, Şlomberje'nin "Türk Muhasarası" adıyla Fransa İçtimaiyat İlimleri (Sosyal ilimler) Akademisini bitir­miş bulunan ve Şlomberje'nin talebesi olan merhum M. Na­hid'in 1330/1914'de yayımlamağa muvaffak olduğu esere zaman zaman müdehale etmiş ve Fransız akademi azası ho­cası Şlomberje'e itirazlarını büyük bir edeb dâhilinde yapa­rak, münevverlerimizin batı hayranlığı hasebiyle bu çürük id­diaları kabul etmeleri endişesini taşıdığından böyle bir gayre­te gelmesini takdirle karşıladığımızı elhak Nahid Bey merhu­mun bir evlâd-ı vatan olduğunu sık sık hatırlatarak, Rad-yo/Çağ-101. 3 adlı radyoda, onsekiz saat süren Metanet Köprüsü adlı programımızda burada yer alan bölümlerin, bir kısmını bahsettiğimiz programda dinleyecilerimize duyur­muş, noktai nazarımızı ileri sürmüş ve bu hassasiyetimizden, programda bizi arayan dinleyenler teşekkürlerini belirtmek için, telefonlarımızın kilitlenmesine sebeb olmuşlardı.
Dinleyicinin fark edipde gösterdiği bu hassasiyeti gözönü-ne alarak, bu kitaptan bazı aktarmalar ve cevaplarını verme­yi, bir târih çalışmasının tabii oiarak kapsaması gerektirdiğini düşündüğümden bu çalışmamızda sayfalarımızı bu mevzu ile süslemeyi vazife saydım.
Güstav Şlomberje Kimdir? Biz bu hususda Şiomberje'nin eserini, tercüme ve yayınlanmasını sağlayan M. Nahid mer­humun kalemine başvuralım. Mütercimimiz diyor ki: "1903 târihinde Sir Edwİn Piyers bu muhasara hakkında İngilizce mükemmel bir kitap neşretti" Bunu belirten Nahid Bey; Mösyö Güstav'ın "İstanbul Muhasarası" adlı çalışmasının medhal yâni giriş bölümünde, 'bana; bu eseri adım adım ta­kip etmek ve parçalar nakletmek kaldı'.. "Dediğini ve şöyle devamını getirdiğini ifade ediyor. "Bu büyük vakayı rnüşaha-dede bulunanlar, hemasırlarının veyahut tamamen aynı dö­nemin insanı değilse bile, bu hususda en fazla malumat sa­hibi tarihçilerin, öndegelenlerinin naklettiklerini iktibas ede­rek, bu müthiş olayın günlüğünü yazmaya önem verdim. Bu eserlerin yazarlarının en büyükleri arasında kabul olunan Venedikli Barboro, Kardinal İzidor, Midillili Piskopos Leonar, Yunanlı Kritivulos gibilerinin eserlerinden nakiller yaptım." Demekte. Ayrıca; Françes, Dukas ve Halkondilas adlı Bi­zans vakanüvİslerinin yazdıklarıyla telif ederek, iki ay süren muhasaranın safahatını ve vakalarının saati saatine takip etmemize imkân sağlamıştır. Türk tarihçilere ve Sloven mü­verrihlere de başvurdum" Diyen; Mösyö Güstav, eserinin ya­pılmış çalışmalar arasında en mühim bilgileri verenin bu eser olduğunu belirtiyor.
Nahid bey merhum ise, mösyö Güstav'ın Akademi Fransez üyesi olduğunu Bizans târihi ve arkeolojisinin kırk yıl tet­kikini yapmış bir ilim adamı olduğunu da belirtmiş bulunu­yor. Tabiiki hayli büyük bir eser olan bu çalışmanın önemlilerin en mühimlerini buraya alarak, okurlarımızın zaman za­man ileriye sürülen iddiaların fantastikliği karşısında şaşırıp, ürpermelerini önlemek için bir takım maksada dönük ortaya atılanlara, hafıza ve bilgilerinin bunlar bizim bildiğimiz yave­lerdir, dedirtme gayesinden başka bir şey değildir burada bu­na dokunmamız. Bahsettiğimiz konularla ilgili nakillere man­tık ve kıymeti yüksek bilim adamlarımızın cevaplarıyla te­mas edeceğiz. İstanbul'un nasıl alındığını anlatmaya çalışan Ali Rıza Sağman merhum, Şlomberje'nin kitabından aldığı bazı iddialara muknîce beyanlarla cevap vermesi ve bunun başında pek mühim bir tesbit olan Kerkoporta Kapısı iddiası­nın mutlaka çürütülmesi gerekiyor görüşüne katılmamak mümkün değil. Çünkü, yeni duyulan ve demiştik yönü bulu­nan iddiaların, az bilgili veya maksat sahiplerinin şaşırması­na ve 2. gurubun ise millet İnançlarının sarsılmasına âmil olacak fırsatları bulabildiğini düşünmek gerek.
Bütün bunların yanında batı dünyasında, var olduğu farze-dilen hürriyetin, şark âleminin, diğer bir tâbirle islâm âlemini ve bunun bin yıldan beri bayraktarlığını yapan müslüman milletimize dâir eserlerin dürüstlükle batı dillerine tercümesi­nin önüne gizli gizli geçildiğini hatırlatmak isterim. Nitekim Biratudİ adlı bir yazar, Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendi­nin muhteşem eseri, târihlerin tacı mânasına gelen "Tacüi. Tevarih"in batı lisanlarından birine tercüme ettiğini ancak bütün mânası ile yanlış yapmıştır, haberini Ali Rıza Sağman merhum bildiriyor.              
Hemen burada, yukarıda adı geçen Kerkoporta kapısı me­selesi olayını bir - iki cümleyle özetleyeyim ve yeri geldiğin-deyse tatminkâr malumatı arz ederiz. Efendim; Kerkoporta Kapısı bir kandırmaca efsanesidir ve Kargayı kanarya yap­ma kudretinin ben-i beşere, yâni insan oğluna verilmemiş ol­masıyla, bu efsaneyi akıl sahiplerine yutturamama arasında bir fark yoktur. Bu Kerkoporta Kapısı, Hepdomon denilen ve Bizans surlarının savunulmasının yapıldığı yerdeki kapılar­dan, bir kapının adıydı. Bu kapı; üzerinde olduğu hendeğin tabanı seviyesinde olup, irtifa bakımından alçak sayılacak bir boyuttaydı. Kostantin'in verdiği bir emirle bu kapıyı açtır­dığını okuyoruz.
Efsaneye göre günün birinde şehri zapt etmeye çalışan kuvvetler, bu kapıdan girmeye muvaffak olacaklardı. Nite­kim; imparatorun emriyle açılan bu kapı bir müfrezenin sa­vunmasına bırakılmıştı.
Aslında Rumların düşüncesi, Türk mevzilerine karşı bir hu­ruç harekâtı yapmak ve ani bir baskın ile Osmanlı birlikleri­ne büyük zayiat vermekti. Yerleşim hasebiyle bu saldın tabi­atıyla Osmanlı sol kanadı üzerine yapılmak mecburiyetindeydi.
Yukarıda vali bey tarafından teşvik ve takdir olunmuş ese­rinden bahsettiğimiz Ali Rıza Sağman merhum, fetih hakkın­da yaptığı geniş araştırma ve bilgilerinin ışığı altında ve vu­kufla "Rumların; böyle ne bir tasarısı nede imkân elde ede­cek halleri olmadığını" ileri sürerek diyorki: "Bu hendek ze­mininden açılan kapı yirmi metre derinliğindeki bir hendeğin zemininde olduğuna göre ve bu alanın ise, deniz suyu ile doldurulmuş olduğunu gözÖnüne aldığımızda huruç harekâtı yapacak Bizans askerleri o suların arasından nasıl çıkacak­tı?" Sorusunu sorduktan sonra yine kendisi: "bütün bu ha­yaller Şedomil Mijatoviç adlı yazarın, hayallerinden ve masa başında yazılmış, diğer hayali çalışmalarının içinden telif edilmiş uydurmalardır" demektedir Venedikli arkadaşlarının yanından hiç ayrılmayan, bu bölgede savunma hâlinde bulu­nanlar arasında yer alan, ünlü tarihçi ve gemi cerrahı Barba-ro, Kerkoporta Kapısı olayı vukubulsaydı şüphesiz ki, en ge­niş safahatıyla ve belki de abartıyla, eserinde bahsedecek kimselerin başında gelenidir. Kerkoporta Kapısının, Osmanlı zaferini küçümseme niyeti ile bir mizansen olarak uydurul­duğunu, neden Kerkoporta Kapısı diye düşünmeye başladı­ğımızda, yukarıda arzettiğimiz maksada dayalı olduğuna ula­şabiliriz.
Şimdi Kerkoporta Kapısı hakkında eski sadrıazamlardan Ahmed Vefik Paşanın yaptırtmış olduğu geniş bir araştırma­nın sonucundan bahsedelim. Sadnazam Paşa maarif nazırı olduğu kabinelerden birinde, Asar-ı Atika'a yâni, eski eserler adlı müze müdürlüğüne Mösyö Detye adlı bir gayrimüslimi getirir. Mösyö Detye; merhum Ali Rıza Sağman'ın nakline göre şu pırlanta değerindeki beyanı yapmıştır:
"Her muharririn sözünü ayn-ı hakikat olarak kabul eden müverrihlerin her biri bu kapıyı bir tarafa götürmüşlerdir. Surların her tarafında da böyle bir çok küçük kapılar ve mahreç (çıkış) mazgalları olduğunu düşünmeyerek mahza (güya) Türklerin muzafferiyetini kolaylıkla kazanılmış bir za­fer suretinde göstermek için, icâd edilen bu bahanelere ma­alesef inanmışlardır."
İşte sevgili okur görülüyor ki batı'lıların ileri sürdükleri yal­nız kalmamıştır. Bunları çürüten veya karşı tezler her zaman ileri sürülmüştür. Bu sebebden okurlarımız, şu gazetenin ve­ya bu derginin veya başka bir kitabın ileri sürdüklerini he­men kabullenmek yerine, masanın hem öte tarafından hem de bu tarafından bakmak icâb eder.

Jan Jüstinyâni


Gayrimüslim tarihçilere göre, Jan Jüstinyâni adlı kahra­manın varlığı muhasaranın uzama sebebi olmuş! Doğru olsa bile neticeye bir te'siri yoktur. Çünkü; Sultan Mehmed büyük bir azim ile gâyei yegânesi olan fetih'i gerçekleştirmek için, en büyük mâni olarak sûr'ları görmüştü. Bütün hazırlıklarını sûrları yıkarak, ufalamayı ve İstanbuta girmeye göre düzen­lemişti bütün hesaplarım.
Nitekim; burçların ve sûrların, devrin en müthiş silahı top­lar karşısında patır patır dökülmesi padişahın gayesine ula­şacağını göstermektedir. Buna; bilmem ne kapısı, ne Jan Jüstinyâni, ne Paîeogoslar ne de bizatihi Kostantin Dragase-zin engel olması kabildi. Nitekim; 28/mayıs/1953 sabahına yakın başlayan büyük yürüyüş ve hücum, İstanbulun batı yönü boyunca uzayıp giden sûrların her tarafından şehre gi­rildi.
Kerkoporta Kapısı, Jüstinyâni'nin yaralanması gibi olaylar savaşın tabii ve beklenen neticelerindendir. Yoksa bunların Osmanlı fethini önleyecek bir güç olmadığını kabullenmek gerekir. Ayrıca bu iradeye karşı koyacak kuvvete ve de yar­dıma sahip değillerdi.
Nitekim; "İstanbul ve Boğaziçi" isimli eserin sahibi Meh-med Ziya Bey merhumun: "Jüstinyâni'nin geri çekilmesi, şehrin sükûtunu getirdi denmesi asla doğru bir söz değildir" demekte olduğunu buraya kaydetmeden geçmeyelim. Zâten Venedikli Barbaro'ya göre Jüstinyâni yaralanmış filânda de­ğildir. Jüstinyâni; Sultan'ın büyük gücünü idrâk etdikten son­ra, düştüğü üzüntü sonunda, bulunduğu yeri terketme karan almıştır. Bu arada da Jüstinyâni'nin durumu hakkında tarih­çiler farklı şeyler söylemektedirler bunlardan Kalkondil; kur­şun ile elinden yaralandı Tetaîdi, ki bu adam Galata'da zabıta müdürü idi bunun beyanı kolvirin adı verilen bir top mermi­siyle yaralandığını söylerken, Kritivulos büyük karabina ile atılmış büyük bir mermi, zırh gömleğini delerek göğsünden girip, sırtından çıkmıştır, derken Rikşeriyo adlı bir târihçiyse bambaşka bir şey İfâde ediyor: "Jüstinyani'yi yaralayan; ne bir Türk askeri, ne de attığı bir şeydir. Onu kendi adamla­rından biri attığı ok ile yaralamıştır. Kritivulos başka bir yerde de, bir Türk askerinin kılıcıyla Jüstinyâni ölmüştür de­mektedir. Bizim kaynaklarımız Ulubadlı Hasan; Jüstinya­ni'yi kılıcıyla karnını deşerek öldürmüştür, dedikten sonra Hasan'ın yürüyüşüne devam ettiğini bildirmektedir az sonra sûr dibinden yukarı çıkmaya başlarken atılan oklar ve taşlar şahadet şerbetini içmesine sebeb olmuştur demektedir.

Bizans'a Yardım


Papa'lığın bu muhasara karşısında Bizansa neden muave­net etmediği sorusu ister istemez akla gelmektedir. Kendi li­manlarının bombardıman edilmesini önleyemeyen Papalık, Bizans kuşatmasına nasıl yardım edebilecekti"? Bu soruya verilecek cevap, avrupanın o sırada önemli bir kavşaktan geçmekte olduğu kendi keline merhem aradığı bir dönemdi ve dinde reform ve hayatda rönesans ile cedelleşiyordu.
Papalık bu değişimin neresindeydiyİ sorarsak alacağımız cevap, statükoyu muhafaza etmek üzere kendini düzenle­mişti. Dolayısıyla kendi hengâmeleri Bizans'ın yardımına ko­şacak ne imkân ne de takat bırakmıştı. İşin bir başka tarafı vardı ki, o da Osmanlı taht'ına bu sefer, kafi olarak çıkmış bulunan yirmi yaşındaki genç padişah, barutu kendinden ateşi ruhundan alan bambaşka birşey olduğu gibi yaptığı ha­zırlıkların büyüklüğü Papalığın aldığı malumatın dışında de­ğildi diyebilirizki, papalık bu sefer yapılacak yardım Bizans'ı, akıbetinden uzak tutamayacak, hâttâ avrupanın yardımına rağmen İstanbul'un Sultan tAehmed'e râm olması, hristiyan-lık büyük camiası adına yüz kızartıcı hâl meydana getirecek­ti. İsterseniz şimdi, Papalığı ve Bizansı bir kenara bırakalım, Sultan 2. Murad'ın hayattan ayrılması üzerine bu sefer fetih­ler yapmak üzere tahta çıkan 2. Mehmed'in hazırlıklarına bir atfu nazar edelim.

Edirne'de Olanlar


Sultan 2. Mehmed; 1453'ün mart ayı sonunda İstanbul'u fethetmek için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. Gerek Ana­dolu cihetinde gerekse Rumeli tarafındaki mücahidlerini top­lamaya girişerek gönderdiği haberler davet edilenlere ulaştı­ğında pek kısa sürede mızraklı olarak piyade ve süvariler, ki­mileri ok, yay kimileride sapanlarıyla gelirlerken, bir başka bölümü de zırhlı gömlekler giymişler her biri aşık olunacak bahadırlardı. Bunlara şimdi zırhlı birlikler denirken, o günler­de, katafırakath askerler deniyordu.
Sultan 2. Mehmed'in ordusunun yekûn sayısını, tam bir sıhhatle vermek kabil değildir. Pek çok yazar sayı vermekle beraber, aralarında bir hayli sayı farklılığı mevcuddur. İçlerin­de en fazla itibar olunanı görülen Venedikli Barboro'nun be­yanıdır. Diyorki: "2. Mehmed; Marmara sahili ile Haliç ara­sındaki alana, 160 bin kişiyi yerleştirmişti. Bunlar gerek muntazam kıtalar, gerekse gayri muntazam topluluklardı. Fakat kuvvetlerin tamamının bu olduğunuda söylemek icâb eder" diyor. Filonun mürettebatıysa orta çağda büyük şark ordularının dâimi olarak savaş eri olmayan kişilerdiki bunlar yukarıdaki sayının tabiiki dişindaydı. Başka ve meşhur bir tarihçi olan Netaîdi ise; bu miktardan miktardan farklı bir ra­kam söylememektedir. Bu tarihçinin beyanını özetlersek şu ifadeyle karşılaşırız: "Sultan Mehmed'in İkiyüzbin askeri olup, bunların 30 ilâ 40 bini süvari idi geri kalanı çeşitli meslek sahiplerinin ve bilhassa hizmetinden, zenaatmdan ve ticari kaabiliyetinden istifade edilecek tüccarlar olduğu­dur" Biz hemen şunu söyleyeiimki sevgili okurlarım; Netaldi, Osmanlı süvari askerinin mikdarının 30 ilâ kırkbin olduğunu ifade ederken arada onbin kadar bir sayıyı muhayyer bırakı-yorki bu onbin rakamının, nelere kaadir olabileceğine akilı ermiyor. Halbuki; Osmanlı devleti daha altmış yıllık bir mazi­ye sahipken, Meriç kenarında Hacı îlbey Kumandasındaki 10 bin süvari ile askeri gök yere düşse mızraklarımızla tutarız diyen bir gurur ve kibir ordusunu, ki 200 bine yakın mevcu­du vardı bunu bir gece baskını ile tarumar ettiğini ya bilmi­yor, yahut da ifadesinde bu kıstası atlamış oluyor.
Efendim bir savaşın vukuunda, kuvvet dengeleri ve mevcud sayısı pek önemlidir. Bu bakımdan iki tarafın kuvvetleri­nin doğruya yakın sayıda tesbiti, başarının veya başarısızlı­ğın başka nerelerde aranması gerektiğini ortaya koyar. Güstav Şulomberje'nin eserini tercüme eden Nâhid Bey farklı sa­yılar İfade eden müellifler olduğunu hatırlatıyor.
Meselâ; bizim Hayrullah Efendi, 80 bin kişilik ordu mevcu­dundan kapı açarken, Klelef ve Halkandilas Osmanlı'nın 400 bin mevcudlu ordusundan söz eder, demek suretiyle müter­cim merhumda bu aşırı farklılığı işaret etmekten kendini aia-mamsştır. Öte yandan Françes; Osmanlı kuvvetlerinin 258 bin olduğunu ileri sürerken, Sakızlı Leonardo ise 15 bini ye­niçeri olmak üzere, miktarın 300 bini aştığını, meşhur Dukas ise 100 bin süvari 140 binden fazlasının gemici veyahud ba­şıbozuk olduğunu yekûnun ise 260 bini bulduğunu dillendirir. Monteîdi ise; karacı ve denizci sayısının yekûn olmak üzere 240 bini bulduğunu beyan eder. Böylece; hakikate yakın rakkam Venedikli M; Barboro'nun söylediği 160 bin sayısıdır.
Muhterem okuyucularım; mösyö Güstav Şulomberje, Os­manlı ordusu târihin bu döneminde, askerlik ilminin terekki-yatına ayağını uydurmuş olduğu için en güçlü ordu olmayı yakalamıştı, demeyi esirgemiyor. Şulomberje; yeniçerilerin, hristiyanlıktan devşirme olduğunu ileri sürerek, Osmanlıları daha önceki zaferlerinde, Varna'da Jan Hünyad'ın feci mağ­lubiyetinde, Kosova sahrasındaki hristiyan âleminin uğradığı bariz mağlubiyetde, en mühim rolü oynayan gücün, devşirilmiş ve Osmanlı'lar tarafından yeniçeri askeri diye anılan hrîstiyan çocukları olduğunu görüyoruz demekte.
Halbuki; insanoğlu hür ve günahsız doğar. Onu istikamet-(endiren bir ailesi, yok bakıcısı, mürebbiyesi vardır. Çünkü ademoğlunun hayvanlardan farklı yaratılışının göstergelerin­den biride belli bir yaşa kadar, ihtiyacatını kendi kendine gi-derememesidir. Bu bakımdan insanoğlunun velâdetinden, yâni doğumunun peşinden kendisine bakanlar tarafından, aynı zamanda inanç bakımından da yönlendirilir. Mösyö Güstav'ın; burada hristiyan çocukları idi bu muzaffer müslü-man ordusunun yeniçerileri, demesi, bu hakikati anlamazlık­tan gelme olup, hristiyanlığmın icabâtındandır. Çünkü; çok kişi bilmektedir ki bir çok gayri müslim, devşirme toplanma işinde çocuklarını verecek ailelerin rızası alındığı gibi genel­likle aileler (şüphesizki ekonomik zorlukları olanlarıydı.) Ev-iâdiarını bu organizasyona vererek onların istikbâllerinin iyi olmasını düşünüyorlardı. Ayrıca mensubu olduğumuz islâm dini itikadında insan mükellef çağına girince dinin emirlerine muhatap olur. Yeniçeri alınma çağı, insanın mükellefiyatının başlamasından bir hayli zaman önce gerçekleştiğinden o, hristiyan olmamış bir çocuk olarak kabul edilir. Aiie efradı o yavruyu vaftiz ettirmiş olsalar bile, bu anne ve babasının ter­cihleri olup bu hususda İslama göre bâtıl bir adet'in kiymet-i harbiyyesi yoktur. Tâki müslümanlar; inançlara asla karış­madıklarından, vaftiz gibi hristiyan âdetlerine dil uzatmaya da teşebbüs etmezler.
Güstav Şulomberje demekte ki; "bineceği bir beygiri dahi olmayan nice fakir ve bir çok gayri muntazam tâbir-i diğerle başıbozuk denilen kişilerin hayliydi sayıları ve de bunlar ga­nimet ve yağma ümid edenlerin arasında, bir çok hristiyan-da vardı." Bu itirafda göstermektedir, ki Bizans devleti avru-pahların yardımından mahrum kalmakla birlikte, kendi dindaşlarının bir bölümünün hem de ganimet ve yağma ümidiy­le, üzerine yüründüğünü görünce, meşhur Sezar'ın, evlâtlığı Brütüs'ü kendini öldürmeye kalkışanların arasında, hançeri­nin parlayan ışığında yüzünü gördüğünde herkesçe bilinen sözünü "Sendemi? Brütüs! Artık öl Sezar" dediği gibi Bi­zans'ında demesi icâb eder, diye düşünüyor insanoğlu. An­cak insan kahramanken, yine insan, hâin de olabiliyor ve kimse hâinlere bakıp da inancından vazgeçmemeli değilmi muhterem okurlarım.
Mösyö Güstav; kitabının 57. sahifesinde şunları ileri sürü­yor "bu ordunun feverân-i hissiyatı görüimeye şayandı. Bu sayısız askerler, asırlardan beri nice müslüman nesillerin aşk ve hararetle tahayyül etmiş oldukları mukaddes bir ese ri sonunda gerçekleştireceklerdi. Peygamber-i Zişân'da bu­nu vaktiyle düşünmüştü. En büyük hükümdar İstanbul'u zapt eden hükümdar olacak, ordusu ise güzel ordu addedi­lecek" dememişmiydi? Sorusunu sorup cevabını Şulomberie şöyle devam etmekte:
"Arab'lar tarafından bîribirini tâkib eden, yedi sefer yapıl­dı. Bunların 3. sündede gençliğinde bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in sancaktarlığım yapmış ve sevdiği yakınlarından olan yaşlı (90 yaşında) Hz. Eyüb'ünde içlerinde bulunma­sıyla ayrıca şÖhretlenmiş, bu muhasaradan beri daha nice kuşatmalara mâruz kalmıştı İstanbul. Hakiki inanç sahiple­ri, müjdeİ peygamberinin gerçekleşeceğine inananlar içle­rinden gelen nâz île birleştirdikleri cennet misâli İstanbula yaklaşıp, vuslata ermelerinin başarısını temin edecek duacı­lar sadece erbâb-ı takva olmayıp, bol miktardaki serve-ti samanı düşünen ve bunları nasıl yağmalayacağını düşünen­lerde bulunuyordu" İfadesini yazmaktan kendini alamamsştır. Yine de son cümleye, bu menfaat gurubunun içine Bi-zans'dan gayri memnun hristiyan unsurları yazmasına, tarafgirliği engel olmuş görülmektedir ve objektif olamadığını tesbit kolaydır.
Ancak yinede diyebilirizki Güstav Şulomberje, bu mesele hakkında en objektif yazanların hemen başında gelir. Padi-şah'ın ordusuna katılmak için, muhasaranın devam ettiği müddetçe, yeni yeni gayri muntazam kuvvetlerde denilebilen yığınların katıldığını beyan eden Mösyö Güstav, bu katılımı yağmacılıkla bağdaştırıyor, ki avrupai mistisizm dahi neticesi itibarıyla materyalist bir görüşle alaşım halindedir. Karışım, demiş olsaydık hata etmiş olurduk, çünkü karışımı meydana gelen kitleden tefrik yâni ayırmak çok daha kolaydır.
Mösyö Güstav Şulomberje; 1389'da Kosova Meydan Mu­harebesinin şehid galibi Sultan 1. Murad-ı Hüdavendigârın ordusunda toplanan Mücahidin-i İslama bir atf-u nazar eyle-se, o ordu içindeki Karamanoğlu askerlerinin bulunduğunu görecekti. Tabüki yazar; Hüdavendigâr unvanının ihtimalki ledünni mânasındakİ müslümanları bir bayrak altında topla-yabilene verilen lâkab olduğunda behre sahibi olmadığından, Sultan Fâtih'in ordusuna fevç, fevç gelenleri, insanın aynaya baktığında kendini görür misâli, kendileri yağma düşüncesi taşıdığından, herkesi aynı kalıp ile değerlendiriyor.
Sultan Mehmed'in ceddi olan 1. Murad'ın ordusuna aman­sız düşmanı Karamanoğlu'nun bile katılması, İslâm ordusu ve müjdelenen Fetih Ordusu olması ihtimalinin en yüksek ol­duğu dönemde, islâmlar tabiatıyla bu orduya katılmazmı? O kutsal gazanın mücâhidi, Gaazisi olmak istemezlermi? Şu-lomberje'nin idrak edemediği husus, yeri geldiğini sandığı­mızdan söylüyoruz: Sultan Fâtih'in; "Bizim hakikat kıldığı­mız yere onların hayalleri dahi ulaşamaz" beyanını ya duy­mamış olabileceğinden veyahut da bitmez tükenmez haçlı zihniyetinin, islâmlar ve şark dünyası ile sıcak veya soğuk savaşından ötürüdür.
Muhterem okurlarım; bahse konu yazar bu çalışmasının 58. sahifesinde, şunları ifâde ederek, elifi elifine olmasa da bizim ifademize hayli yaklaşmış bulunuyor: "İslâm âleminin dindar müridlerinin harb severiiklerini tahrik maksadıyla sa­vaş habercileri, dini misyonerleri göndermişti. Bütün eyalet­lerden bahasus Asya'dan hakikaten oğul ansının koğanı terk etmeleri kabilinden koşuşdular. Bir şark tarihçisine göre ko­şuşan binlerce kimselerin arasında meşhur olanların isimleri şunlardır: Akşemseddin, Karaşemseddin, Molla Senaî, Emir Buharî, Molla Fenârî, Cebâli, Ansar Dede, Molla Gürânî, Şeyh Zindanı, Karamanoğlu ve yedi bin gönüllüsünün ba­şında Aydinoğlu Derebeyi. Bu savaşçı kitlelerin sayısını tan min etmek için akla gelen bütün teşebbüsleri çaresiz kılan şey tekrar ediyorum, muhasaranın son günlerine kadar Ön­lerinde bir alay, dervişler, mollalar, mağribiler, ve mutaas­sıplar bulunduğu halde, Türk Ordugâhına gelen akın akın yeni savaşçıların akması hususu akıl alacak şeylerden de­ğildir" demekten kendini alamamıştır. Bu bakımdan işin onun kısır düşüncesinin değil, islâmi dinamiklerin, iyi öğre-nilmesiyle alakalı olduğunu ifâde edememektedir.
Güstav Şulomberje'nin Tutuculuğu Yazar; eserinin 59. sa­hifesinde, "hristiyanlıkdan dönme birçok hâinlerin safları ya­nında, Türkler tarafından ele geçirilmiş nice ve çeşitli kavim­lerin var olduğu bir orduydu bu ordu dahası, Sırp süvarilerin­den, Sırp olan topçulardan, lâğımcılardan yine, Almanlar ve Macarlardan bu orduya muavenet edildiğini ve ilâve olarak bunlara Rumların, Lâtinlerin, Cermenlerin, Panoniyenlerin, Bohemyalıların, hâsılı bütün hristiyan kavimlerin fertlerinin, Sultan Mehmed'e yardım için, hâinane bir şekilde koşuştuk­larını, Sakızlı Leonardo'nun yazdığını" söyler. Yine Mösyö Mi-catoviç'in eserindeyse: "Padişaha Sırp kralı Jorj Brankoviç tarafından mecburen gönderilmiş olan, Sırp kuvveti hakkında yazılmış gayet faydalı bir sahife vardır" demektedir. Yazari ara başlıkta tutuculukla itham sebebimiz; hristiyaniarın dindaşı oldukları Bizans'ın yardımına koşacakları yerde, üs­tüne yürümelerinin esbab-ı mûcibesini teemmül etmemiş ol­masıdır.
Anadolu topraklarında daha bir aşiret halindeyken, hristi-yan tekfurların tebâlarının gönlünü çelmeyi beceren Kayı bo­yu ve müslümanca tutumlarının, getirdiği adalet ve sevgi do­lu ilişkiler hristiyan insanlarda takdire mazhar oimadımı? Bu­nun sonunda düşünen bir kafa, din değiştirip, hem dünyasını hem de ahiretinin hayırlara dönmesine yarayan bir sonuca varırdı. Hadi diyelimki din değiştirmek aynı topluluk içinde yaşarken zordur ve bilhasa hanımlar, çevremiz ne der İtira­zında bulunacağından müslümanlığa geçiş ertelenebiimiştir fakat adalet içinde emîn olmakla yaşamak, bir tekfurun keyfi idaresine boyun eğmekden daha da efdaldir, diyen insanların bir akıllan olduğunu, İstanbul gibi dünya'nin merkezi bir bel­denin asırlar sonra yepyeni bir medeniyete geçeceğine aklı kestiklerinde, bu işin gerçekleşmesinin kendilerine dünya menfaati bakımından da hayli şeyler kazandıracağını hesap etmelerine niçin kafa yormuyor, ahalinin böyle olmasının müsebbibi, küse ve kraliyet ailesinin, keyfemâyeşa idâresi­nin sonucu olduklarını idrak etmiyorda, Sultan Mehmed'e katılanlara ver yansın ediyor.
İşte biz bunu yazarın tutculuğu diye tavsif ederken, hiç ak­lımızdan çıkarmıyoruz ki, Şulomberje bizim dediğimiz gibi mütalaalarda bulunsaydı, onun hristiyanlığm mütegallibe-lerince ipi çekilirde, ne kendinden ne de çalışmasından dün­ya haberdar olmazdı. Siz bakmayın batı'da hürriyetin bulun­duğunu söyleyenlere; Recâ Bey'in(Roje Garaudy) siyonizmle yahudilik üstüne gitti ve neler çekmekte olduğunu hep bera­ber görüyoruz, 2000 yılında dahi.Şulomberje; kitabında şunları yazıyor: "Bizans imparatoru ve müşavirleri, ellerindeki hiç sayılsa yeri olan vasıtalar ile muazzam beldenin, müdaafasını teşkil etmekle meşgulken. Genç Padişah, Edirne'deki ordugâhında şaşırtıcı bir faaliyet içindeydi, uyku nedir? Bilmiyordu! Bütün geceleri; çalışma ile Bizans'ın şehir plânını tetkikîe ve bu beldenin müdafaasını hakkı ile bilenler ile yaptığı münakaşalarla geçiriyordu.
Bu harikulade hazırlıklar hakkında İstanbul'a kadar dağıl­mış olan şayialar (şunu unutmayalımki istihbarat elemanları­nın Bizans'da kendilerine temin ettiği ajanlarla bu göz korku­tucu, moralleri bozucu, ve İçlerinde çalkantıya sebeb olan ifadeler bir organizasyonla gerçekleştiriliyordu) bu belde'ye dehşet saçıyordu. Toplan döken hâin hristiyaniarın yaptığı silahlar hakkında yayılanların insanların zihinlerini alt-üst et­mekteydi. Top barutunun keşfi, küçük ve büyük çapda silah­ların imâlatı ortaçağ döneminde zamanın şartlarını değiştir­meye, eski usûlleri bozmaya başlıyordu. Sultan 2. Meh-med'in pederi, Sultan 2. Murad'm pek yeni ve müthiş olan bu silahlardan daha önce tedarik etdiğini biliyoruz. Bu hari­kulade teşebbüsler sayesinde, savaş sanayiinin ve harp sa­natının yeni bir devreye başlamasını oğlunun kabiliyetine gü­venerek, bırakmış bulunuyordu."

Çirkin İftira


Mösyö Şulomberje; çalınmasının 60. sahifesinde; "1453 senesi ocak ayındaki ilk haftalarda Rumların başkentinde, çeşitli vasıtalar, ihtimal bilhassa, Zağnos (Mehmed) Paşa hakkında beslediği kin ve garaz saikasıyla padişahına ihanet eden ve hristiyanlara müsaid davranan Sadrıazam Çandarlı Halil Paşa vasıtası sayesinde, Edirne'de <Bombarde> denilen büyük ve müthiş bir topun döküldüğü öğrenildi.
O zamana kadar görülmemiş büyüklükte olan ve akla sığ­ması zor bu topa sahip olan, Türklere ait bahse konu harp âleti için Bizanslı tarihçi; Dukas'ın sözleri şöyle: "1452'nin sonbaharında, Hz. Padişahın huzuruna Osmanlı'ya iltica eden asker kıyafetinde bir firari çıkarıldı. Bu firârî, padi-şah'a İstanbul'un mukavemetine dâir sağlamlığı hakkında hayli değerli bilgiler verdi. Bu adamın adı Urban veya CIrbanî idi. Macar veya Ulahlardandı. Dökümcülükde henüz emsali görülmemiş ustaların arasında gelmekteydi. Daha Önce İs­tanbul savunmasında, görev almak için Kostantin Draga-zes'e kendini takdim etmişti. Hükümdarın kendisine koydu­ğu şartlardan memnun kalmadığı gibi aldığı ücretin çok bü­yük bir kısmını, aracılar ve nüfuzlu kimseler alıyor ve cep doldurucular, bundan hayli istifade ederlerken, maaş sahibi kıt kanaat geçiniyordu. Urban bu tarzın çirkinliğine daha fazla dayanamadı ve gizlice Sultan 2. Mehmed'in hizmetine girmek için, Bizans'tan firar edip, Osmanlıya iltica etdi. Pa­dişah; bu ilticacıya iyi davranarak, kendisini dikkatle dinle­me yolunu seçti. Daha sonra nice hediyeler verdikten başka rütbeler İhsan etti ve bu rütbeleri taşıyan elbisede hediye etdi.
Hele hele bağladığı yüksek maaşın doğrudan eline geçişi CJrban'ı pek sevindiriyordu. Dukas'a göre; Urban bu maaşın kafasından yaptığı hesaba göre dörtte birine razı idi." (Biz burada hemen sormadan edemiyoruz, maaş miktarındaki düşüncesini Dukas'ın, Urban'dan nasıl öğrendiğidir?) ancak Şulomberje devamile diyorki; "Dukas; Sultan Mehmed bü­yük tasavvur sahibi zevatdan olduğundan, Urban'in sanatıy­la meydana gelen böyle kıymetli yardıma sahip olmaktan dolayı saadet havuzu içinde yüzüyordu adetâ ve Urban'a, bu güne kadar hiç teşebbüs edilmemiş büyüklükte bir topun dökümünü yapıp, yapamayacağını sordu: Ürban'sa değil İstanbul surlarını, Bâbil surları kadar metîn inşa olunmuş ol­sa dahi tuz-buz edecek büyüklükteki taş gülleler atmaya muvaffak olacak toplar dökeceğine güvendiğini ifâde etdi. Ancak (günümüzde balistik hesaplan diye bilinen) endaht (patlama) ve menzil meseleleri hakkında fazla bilgisi olma­dığını da itiraf etmekten çekinmedi. Sultan Mehmed; bunla­rı kendisinin halldeceğini ifâde etdi. Yeterki; Urban, Sultan Mehmed'in bitmez bir iştiyakla arzuladığı harp âletini hazır etsin." Mösyö Şulomberje, bizim arabaşlık yaptığımız "hâin mühendis" ifadesiyle Topçu CIrban'ı kastetmekteydi. Çünkü; yazar bu eseri yazarken taraftır. Aslında insanlar taraftır fakat bu taraftarlık hiçbir zaman iftira etmek, hakikatleri ketmet-mek, delilleri yorumlama esnasında adaletden ayrılmamak esas kabul edilmelidir.
Yoksa İnsanların çeşitli sâiklerle, farklı olaylarda farklılık göstermeleri fıtratının icâbıdır. Şulomberje; hâin mühendis (urban), Sultan Mehmed, Mimar Muslihiddin ve Mühendis Sarıca Paşa ile diğer teknik adamlar büyük bir toplantıda iş­leri tartıştılar. Padişah'ın Rumelihisar inşaatını ziyaret ertesin­de yapılmıştı bu ileri dönük meselelerin tartışıldığı bir toplan­tıydı. Bu toplantıda konuşulanlar resmî tarihçilerin ifadeleri Sultan'ın, fetih'den başka bir gayesinin olmadığını önemle belirtmeleriydi. Bu toplantılardan geleceğe aktarılan bir hu-susda Sultan'ın kendi elleriyle çizdiği, o muazzam şehrin ha­ritası üzerinde başarıyla neticelenecek olan hücuma en uy­gun yeri seçmek, sûr'larda gedik açmak, lağım koyabilmek için ideal noktaları tetkik etdikten sonra tesbitini yapıyordu. Bu toplantılarda, ifadeleri, bıkmazhğı ve dikkatinin herkesi kendine hayran kıldığı, bir çok vakanüvisin kaydettiği ortak noktaydı.
Bu toplantıların mühim bir muhalifi vardıki bu hristiyanlar-la savaşa girilmeye karşı çıkan sadrıazam Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat bunun karşısında da Damad Zağnos Paşaki bu adam Arnavut ve hristiyandı, diğeri ise ihtiyar akıncı beyi Turhan Beydi ve bunlar padişahı bütün varlıklarıyla destekle­dikleri gibi teşvikleride hayli müeesir idi. (îstidrat: Mösyö Şu-lomberje'nin; Zağnos Paşa hakkındaki hristiyanlık iddiası ya­kıştırma olmaktan başka bir şey değildir. Zağnos Paşa; Balı­kesir'imizin pek tanınmış ailelerinden birinin ecdadı olduğun­dan, bu ailenin bu hususda yayımladıkları bir kitab ile bu id­dianın nasıl bir iftira ve aslı esası olmayan isnat olduğunu is­patlamışlardır) Biz; Mösyö Şulomberje'nin ifadelerine temasa devam edelim:
Padişah çok dikkatli ve tedbirli olduğundan gözünden bir şey nihan (saklı) kalmıyordu. Hristiyan ülkelerin, bilhassa İtalya vede Macaristan'ın Osmanlıya karşı vaziyet alıp alma­yacaklarını da oralara gönderdiği casuslarıyla kontrol etmek­ten geri durmamaya pek gayret sarfediyordu. Öte yandan da, dökümleri yapılmış gülleleri hazırlanmış ve atış deneme­lerine amade silahlarının denemelerine başlamıştı.

Top Devrinin Milâdı


Top'un müthiş bir tahrip afeti olduğu, bu cesamette topİa-nn imâli, bu devrin doğuşu olarak kabul edilse yeridir. Gerek Şark gerekse Garp dünyasında, Sultan Mehmed'in imâl ettir­diği ve urban ustanın yaptığı kabul edilmiş bulunan topun İmâli topçuluk târihinin, o döneme kadar yapılmış en büyük top olduğunu artan ehemmiyetiyle birlikde kaydeder tarihçi­ler. Buna bir ad olarak vasi'yâni kral lâkabı verildi. (Bizde de hemen ifade etmeliyizki Şahî adı söylenmeye başlanmıştı. Mösyö Güstav Şulomberje, bahse konu topu Dukas'ın ifade­siyle naklediyor:
"Bu top çok gösterişli, korku salan görünüşü müthiş bir harika idi. Bu topun kalıbının yapılması üç ay gibi bir zaman aldı. Yapılan bu kalıbın içine Tunç alaşımını döktü." Bizim sanayii işçisi olmamız ve mesleğimizin dökümcülük olması hasebiyle Tunç hakkında kısa bir malumat arzedelim. Tunç alaşımının halitasında bakır madeninin en büyük payı taşıdı­ğına işaretle yeteri kadar çinko, kalay ile meydana getirilen bir metal alaşımıdır. Dökümün yaklaştığı son safhada da, eri-mİş malzemenin rahat bir akıcılık kazanması için, yeteri ka­dar fosfor katılır. Fosforun katılımı bir hayli dikkat isterki, bu­nun haddi aşılır ise malzemede kırılganlık olma ihtimâli artar. Çünkü, fosfor'un malzemede atomları çeşitli yerlerde fazla sıkıştırmak gibi mütecanis olmayan bir iç yapı kazandırdığı olur. Kullanımda ısınan alet, atomların gayri mütecanis hâli devam etdiği takdirde, aletin ısınma arkasından soğuma za­manlamaları farklı olacağından, gövdede çarpılma, çatlama veya yarılmaya kadar varan mahzuru olur.
Şulomberje'den nakille meşhur tarihçi Françes: "bu topun gövdesinin, rumlara ait bir ölçü olan sipitam ile 12 sipitam, yâni 9 kadem ve de metre cinsinden ifade edersek, 3 met­re, 40 emdir." İngilizlerin de bu konuda kalem oynattıklarını ünlü tarihçileri Mister Piyers; bu topun Edirne'de dökülmedi-ğini Rejiyon'da yapıldığını ileri sürer.

Top'ün Denenmesi


Sultan Mehmed Edirne'de adı Yeni Saray denilen bir me­kân inşa ettirmişti. İşte bu yapılan büyük topu burada dene­meyi kararlaştırmıştı. Ancak; deneme esnasında meydana gelecek sâdayı hafifleticek bir çâre aramanın en pratik yolu­nu, denemenin yapılacağı zamanı ve günü münadilerle ilân ettirmesi ve hamilelerin kendilerini sesin vereceği baskıya hazırlamaları ile ilgili çâreleri aramalarını bildirmiş olması medeniyyet-i insanlığın icabıydı. Dukas'ın ifadesi; "top gür-lediğinde 13 millik mesafeden sesi duyuldu, (karamili 1609 metre olduğuna göre, 21 kilometro, 170 metroya ulaşmış oluyor, topun çıkardığı ses. Bir mukayese yapmak için 1878'de Çatalca'dan top seslerinin İstanbul'da duyulduğunu göz önüne alırsak, 425 sene önce patlatılan yukarıdaki top'un sâdasının 21 km. ye ses duyurması, yüzde yüzün art­tığı bir mesafeyse de, aradaki zaman farkının 425 sene gibi azımsanmmayacak bir zaman olduğu düşünülmelidir. Bu de­neme atışında tarihçinin kimisine göre; 600 kg, 750 kg, taş-gülle atıldığını, 1500 metro mesafeye düşmüş olduğu ve düştüğünde açtığı çukurun üç metroya yakın olduğu ifade edilmektedir. Mösyö Şulomberje şöyle devam etmekte: "Bu gülleler; bu gün bile (1914'de) İstanbul'un bazı mahallelerin­de meselâ Büyük Sûr'un hendeklerinde, Galata surlarının diblerinde, eski sarayın avlularında hatta tersâne'de rastlan­maktadır.
İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu güllelerden iki adetinin öl­çümünü yapmış vardığı netice Midillili başpiskopossun ifade etdiği ölçüyü bulmak suretiyle bir doğruya ulaşmıştır. Ölçüm sonunda çevresi, 88 pûs olan bir değer ortaya çıkmıştır. Bu gülleler granit olup, Karadeniz sahillerinden gelme karataş yahudda aletlerle yuvarlatılarak gülle haline getirilmiş mer­mer kütlesiydi. Koçi Efendi; (Koçi Bey risalesini kastediyor) Sultan Mehmed'in otuz kantar yâni 30 bin kilo miktarında gülle hazırlattığını bahseder." demekte olan Şulomberje kan­tar hesabında bir hata yapmış olmalı biz doğruyu ifadeye gayret edelim. Bizim ülkemizde bir kantar, 56 kg.dır. Dolayı­sıyla; 30x56=1680 kilo ederki, bu da koca İstanbul'un bu kadar az ağırlıkta gülle ile alınabileceğini akılın alması kabi! değildir. Tâa ki metinde geçen 30 kantarın 30 bin kantar ol­ması iktiza ederken baskıda bin yazısının konulmaması vuku bulmuşsa buna mürettip hatası denir amma bu seferde neti­cenin 30bin kilo olmayıp, 30 binx56=l. 680. 000 <birmilyonaltıyüzseksenbin kilodurki> makul görünüyor. Aziz okurla­rım; Şulomberje eserinin 63. sahifesinde "İstanbul'un muha­sarasına iştirak edenlerden biri olan Midillili Piskopos Sakızlı Leonardo; büyük bir Türk topu tarafından fırlatılan surların üstünden aşıp giden bir gülleyi ölçmek merakına düştüm di­yor. 88 pûs çevresi, ağırlığıysa 600 kg. geldi demektedir." di­ye nakilde bulunuyor.

Edirne'den Çıkış


1453 senesi ocak ayı başlarında yola çıkarılan bizim Sahi dediğimiz müthiş büyüklükteki top, İstanbulun önlerine an­cak iki ayda getirilebildi. Karaca Paşa komutasındaki gayri muntazam süvarilerin sayısı onbini buluyorduki topun geçe­ceği yolları düzenliyorlardı.
Koruma görevi de bu birliklerin vazifesiydi. Rivayetlerin en asgarisi 30 çift öküzle başlayan söz konusu topuçekme ame­liyesi için 150 çift öküzün kullanıldığı ileri sürülmektedir. Pek yakın bir zamanda Çar Ferdinand'ın askerlerinin firar eden Türkleri önlerine katarak geçtikleri bu nihayetsiz ve üzüntü verici ovalarda ilerleyen o şâyan-ı temaşa yâni seyre değer alayı göz önüne getirmek kolaydır" Demekte olan Şulomber­je mazide kalmış hristiyanlann galibiyetine atıf yapmakta bu hasretini belirtmesine, eseri tercüme eden, merhum M. Na-hid Bey şu sitemi pek haklı olarak yapmaktan kendini ala­mamış böylecede bu milletin hakikatli bir evladı olduğunu ortaya koymuş bulunuyor, ctemekte ki:
"Şlumberjenin ilmî bir esere, bu gibi hissi ve tarafgirâne fikirleri karışdırması, şayanı teessüfdür." Top'un bindirildiği tekerlekler üzerinde yol almasını tanzime çalışan ikiyüz kişi yan tarafında durdukları halde yola koyulmuşlardı. Başka bir ikiyüz kişilik amele ekibiyse yolun elverişsiz bölümlerini yola benzetmeye çalışıyorlardı. Elli dülger ise her çeşit tamirin hakkından gelmek için kafileyi adım adım takip etmekteydi-ier. Bunlar bilhassa köprüler kurmak suretiyle iniş ve çıkışı kolaylaştıran kestirmelikler temin etmekteydiler. Bazı kay­naklar bu yolculukta kullanılan insan unsurunun ikibin kişiye vardığını da rivayet ederler. Nihayet mart ayı sonunda (Françes nisan'in 2. günü diyor) Allah'a havale edilmiş Bizans surlarının, beş mil uzağına top'u getiren kafile vâsıl oldu.
Yol boyunca bu muhteşem topun geçişini görmüş bulunan insanlar dehşete kapılmışlardı. Gördüğünü hafızası hayli za­man taşıyacaktı. Halk arasında hayli ün sahibi olan urban Topunun, Sultan Mehmed'in bir çok topunun iştirakiyle yapı­lan atışlar sonucundaki tahribini, CJrban'in topu yaptı gibi sanmak veya öyîe göstermeğe çalışmak kadar yanlış bir hu­sus olamaz.
Öte yandan Karacabey'in askerleri geçmiş oldukları Trak­ya sahrasını bir harabeye çevirdiler. Ayastefenos (Yeşilköy)'u bastılar. Yalnız; Silivri kasabası mukavemete muvaffak oldu. Osmanlı Donanması, bütün tarihçilerin ittifakla söylediği gibi nisan ayının 5. günü İstanbul'un, Marmara Denizine bakan büyük sûr'Iarı önünde görüldü.
Padişah 2. Mehmed'de 23/mart/1453'de İstanbul önlerin­de bulunmaktaydı. "Diye kitabında yer veren mösyö Şulom-berje şu tasvirle bizlere sesleniyor: "Târihin en meşhur sah­nelerinden birini fikren ve tahayyülünüz nisbetinde gözünü­zün önüne getirmenize yarayacak bir tasvir yapalım; seyret­meğe değer çeşitli renkleri kendinde toplamış, yığınlar hâ­linde yırtıcı süvari ve piyade askerlerinden meydana geimiş, fevkalâde cemm-i gafir yâni az rastlanır büyüklükteki kala­balık, bu muazzam şehrin, o ıssız, çorak, düz ve tozlu böl­gelerinde, toz koparan gibi dolanan o parlak ve muntazam taburlar, gayri muntazam hadsiz ve hesabsız suvâri bölükle­ri, insanlar, hayvanlar, ağırlıkların teşkil ettiği o ardı arası gelmeyen kollar gözlenince yüzbinlerce ahalinin müthiş vel­velesi, etrafı kuşatan muzıkaların akseden ahenkleri, tram­petlerin patırdısı, binlerce hayvanın inlemesini bir an için ta­hayyül ediniz. Osmanlı padişahı 2. Mehmed; refakatinde 12 bin yeniçeri olduğu halde ve bir kaçbin sipahiden meydana gelmiş muhafız kuvvetiyle 23/mart/1453'de, Büyük Sûr'da denilen 'Beri' mıntıkasından tahmini birbuçuk mil kadar uzaklıkta bulunan LikÖs, yâni Bayrampaşa deresinin vadi­sinde sol bölümde, tepe üzerinde bir askerî hastane (1914'de) bulunan Maltepe'ye otağını kurdu. Topkapı (Bi­zans dilinde; San-Roman)'nın tam karşısındaydı. Buraya büyük toplan koydu. Zâten bizlerin Topkapı dememizde bu topların buraya konmasıyla alakalıdır.
Miriyandiriyon, yâni Orta kapı, Şarisiyas, yâni Eğri kapı gibi bu üç kapının karşısındaki yerde 1422'de babasının or­dugâhını kurduğu yerde seccadesini seren padişah 2. Meh-med, ilk iş olarak o muazzam ordusuna bir öğle namazı kıl­dırmak yolunu seçti kıbleye yönelerek. Namazın edasından hemen sonra bilfiil muhasara başlamıştı. Bu ordusunun ta­mamına fethin hedef olduğu, muhasaranın başladığını tel­lâllar vasıtasıyla duyurmuştu. Alimler; artık birlikleri tek tek ziyaret ediyorlar, başlamış bulunan mukaddes cihad padişa­hın emrince islâmın askerine anlatılıyordu. Hz. Muham-med'in müjdesinin hatırlatılması buna kâfi gelmekteydi. Or­dunun en büyük güç ve kalabalığını teşkil eden Asya veya Anadolu kıtaları, bu geniş mesafeye yayılmıştı. Rumeli kuv­vetleri diye bilinen grup ise Maltepe'nin yâni padişahın ordu­gâhının sağ tarafından itibaren, Marmara sahiline varan arazi üzerine yayılmıştı. Ayrıca Halic'in iç tarafınada yayıl­mışlardı. Bu gösterişli ordunun gökyüzüne akseden velvele­leri üzerine yığıldıkları Bizans halkı için ne müthiş manzara idi.
İstanbul'un bedbaht insanları bu pek geniş alan kum gibi kalabalıkla, sayıya gelmez süvari bölükleriyle dolduran o harikulede ordunun her saat büyüdüğünü, dehşet tesiriyle hadekalanndan fırlamış gözleriyle görüyor ve bu şeytanî manzara bunların ömürlerinin sona erecek olduğu zehabını hissetiriyordu. Kulaklarına ulaşan uğultular, bu talihsiz bel­denin etrafında biraz sonra, hiç bir firarinin geçebilmesine, artık meydan vermeyecek olan o canlı demir ve çelik çenbe-rin böylece oluştuğunu görmek, Bizans insanının pek büyük dehşetle seyrettiği tablodur.
Aynı zamanda; târihde hakikaten ilk Türk donanması ola­rak da kendini gösteren büyük donanma merkezi sayılan Geliboludan hareket ederek yola çıkmıştı. Bu donanma da­ha doğrusu bir Bulgar muhtedisi olan Süleyman Reis yâni Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın Kapdan-ı Deryalığında idi. <Muhterem okurlarımız: bu eserin mütercimi muhterem Na-hid Efendi merhum, koymuş bulundukları dipnotla Baltaoğlu Süleyman Paşanın mühtedi olmadığını ikaz ettiği orjinal kita­bın hemen altında yer almış.
Sultan Mehmed; en azından böyle bir donanmaya sahip olunmaması İstanbul fethini yaşatmayacağını biliyordu. Bu bakımdan gerek avrupa sahillerini doldurduğu donanmasının başına Baltaoğlu Süleyman Paşayı getirdiği gibi donanmanın merkezini teşkil eden Gelibolu Valiliği de bu zâta verilmişti.
"Mösyö Şulomberje; Baltaoğlu Süleyman Paşa'yı ilk kap-tanpaşa olarak gösterirki, bu iddia isabeti olmayan talihsiz bir beyandır. Çünkü; merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un ka­leme almış olduğu" Osmanlı Deniz Harp Târihi ve Cumhuri­yet Donanması" adlı eserinin 1. cildinin, 50. sahifesinde şu ifadeye yer vererek Şulomberje'nin ifadesini çürüten bir mi­sâli zikredelim: "m. 1325 yılında Mudanya'yı, 1326'da Bur-sa'yi fetheden Orhan Gazi, Karasioğlullanndan Aslan Karamürsel Bey'i 24 adet gemisiyle beraber getirerek İzmit kör­fezinde bir mahalde üslendirmiştir. Rivayete göre bu mahal­lin adı Aslan Karamürsel olmuştur. DolaysrylaOsmanlı'nın ilk amirali ve kapdanpaşasi yukarıda adı geçendir ve böyle­ce yazarın bu yanlışını tashih ettikten sonra Şulomberjeye dönelim:
"...Osmanlı donanması büyük surların hizasından sahil bo­yunca yayıldığında, 2 ve 3 katlı olan 30 kadar kadırga önde yol almakta ve 130 parça da küçük gemi veya sanda! irisi denebilecek derecede bir filoydu bu. Bizanslı tarihçi Kritivu-los, bu donanmayı pek müthiş bir donanma sayıyor ve za­vallı Romalılar, ifadesiyle Bizans Rumlarının korkularını belir­tiyordu. Ancak şu da bir vakıa idiki, Bizans bu güne kadar deniz üzerinden de bir muhasaraya mâruz kalmamıştı. De-mekki Sultan Fâtih; o güne kadar kimsenin yapmadığı bir tarzı getirmişti. Evvelâ; Rumelihisarını yaptırıp, ceddi Yıldı­rım Bayezid'in inşa ettirdiği Anadoluhisarı'nin'karşısına koy: muş, böylece de Karadeniz'den gelecek herhangi bir muave­neti (yardımı) durduracak gücü kazandıracak mevzileri kur­muştu.
Ancak; donanmanın hareketini daha mufassal yâni tafsila­tıyla anlatan Venedikli Barboro'ya kulak verelim: <nisan ayı­nın ilk günlerinde hazırlıklarını tamamlamış olan Türk do­nanması, Bizans üzerine yürümeğe hazır haldeydi. Kadırga­lar, fustalar, prandariler ve briyk denilen gemilerden olmak üzere 145 yelkenliden mürekkep donanmanın başına geçen Baltaoğlu, Marmara'dan doğruca pupa-yelken giriyordu. Bu giriş; trampetler, askerî mûsikî aletleri ile büyük debdebe ile sahilin her iki tarafından gelişleri görülmüştü. Marmara sa­hiline toplanmış bulunan hristiyan ahali bu ana kadar islam-lara ait böyle büyük bir donanma görmemiş olduklarından hüzünleri başlarında esen belânın büyüklüğünü aksettiriyor-
Kimileri uzun zamandan beri şehrin kapılarını kapatıp, atıl durmanın yanlışlığını anladılar, Osmanlı donanması Dol-mabahçe'den Beşiktaş ve Ortaköye uzanan cilveli akıntıla­rın girdabında oynaşan sulara yayılıp demir attığında tak­vimler 12/nisan/1953 târihini gösteriyordu.> Artık deniz yolu emniyeti de tesis edilmiş bulunduğundan gerek Karade­niz üzerinden gerekse Marmara cihetinden çeşitli gemiler ge­lip gidiyor, Osmanlı ordusunu ve donanmasının ihtiyacatının bir bölümü, bu deniz yoluyla karşılanıyordu. Bu noktada ta­rihçi Françes; Osmanlı filosunun 480 parça olduğunu ifade ederek herhalde ikmâl vasıtalarını geliş gidişlerini sayarak bunları genel yekûne dâhil etmiş olmalı ki bu mübalağalı rakkamı vermeye mecbur kalmış. Karadeniz cihetinden ge­len gemiler ekseriyetle kereste ve toplarla fırlatılacak taş gül­leler getirmekteydi. Barboro; bu gemiler arasında 300 tonila­toluk büyük bir nakliye gemisinden söz eder. Devrine göre şaşırtıcı bir niteliktir.

Otag-I Hümayün'da Neler Var?


Otağ, etrafına çok derin kazılan hendekle koruma alanı içine almıyordu. Tertibat öyle dizayn olunuyorduki, Silivri çe­şitli zaviyelerden tarassuta alınmış oluyordu. İstanbul'a yar­dıma gelebilecek güçler ancak yardımı Silivri'den görebilir­lerdi.
Bu tedbir, bu yönüyle isabetliydi. 6/nisan/1453'de Türk Ordusu düşman menziline girmemek kaydıyla sûrların he­men hemen bir kilometreden daha yakın bir mesafeye so­kuldular. Çarpışma başlamadan önce, Bizanslı tarihçi Kriti-vulos hakkı teslim ederek şunları söyler: "<Sultan Mehmed; Kur'ân-ı Kerîm'in emrine uygun olarak Bizanslılara son elçi­sini yolladı. Eğer şehir kan akıtılmadan teslim olursa hiçbir kimsenin burnunun kanamayacağını, can, mal, ırzını teminat altına aldığını bildir. Tabiiki cevap umulan şekilde oldu. Teklif red edilmişti. Bunun üzerine fethe giden yolun son resmî geçidi yaptırdı. Bu muazzam ordunun saçmış olduğu mehabet ve gösteriş, Bizans insanlarının yeniden bir ümit­sizlik girdabına yuvarlanmalarına sebeb oldu.> Kritivulos tâ­rihinde şöyle devam etmekte:
<Hz. Padişah; ordusu tarafından işgal edilmiş olan iki sa­hili, biribirine daha çabuk ve emniyetli bir tarzda buluştura-bilmek için, Zağnos Paşaya Halic'in son noktasına bir köp­rü kurmasını emretmiştir.> Hakikaten düşünce plânına alı­nan bu köprü Zağnos Paşanın kuvvetleriyle, son hücuma da­ha çabuk katılmasını sağlayacaktı." Asya cihetinden gelmiş olan askeri birliklerin başında Anadolu Beylerbeyi sıfatıyla bulunan İshak Paşa, Asya Türklerinin imparatorluğunun en kuvvetli bağlılarından olan Mahmud Bey'le birlikte, tecrübe ve cesaretlerini bir merkeze tevhid ederek, gösterdikleri iş­birliği şâyan-ı hayretken, Otağ-ı hümayunun sağından başla­yarak, Topkapı yaldızlı kapıdan, taa Marmara sahiline kadar, yâni şimdiki Yedikule sûrlarının dibine kadar muhasara et­mekle vazifeliydiler. Şeklinde bilgi veren Mösyö Şulomberje şöyle devam etmektedir:
"Bu kuşatmanın en ehemmiyetli bölümünü ise Edirnekapı üe Topkapı arasındaki mahal teşkil eder. Ve buraya düşen görevi, Suitan Mehmed vede sadrıazamı Çandariı Halil Paşa deruhde ediyorlardı. Ancak İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu bölgenin en zayıf yer olduğumu, hâttâ Yunan Mitolojisinde ge­çen Aşil'in topuğuna benzettiğini nakletmekte Mösyö Güstav Şulomberje.

Donanmaya Engel Zincir


Şulomberje bu meseleye de şöyle bakıyor: "Sarayburnu önünden gerilmiş bulunan ve liman girişini tıkayan zincirin bağlı olduğu Tevriyon mevkiine kadar olan bölgeyide Balta-oğlu komutasındaki donanma göz altında tutacaktı.
Sultan Mehmed; zinciri tahrip edip, kıyıya çıkabildikleri takdirde burada bulunan surlardaki kuvvetin yetersiz ve sa­vunmadaki zaafiyetini düşünmüş olduğundan, buradan şid­detli hücumlar tasarlamaktaydı. Meşhur zincir aşılacak gibi olmadığından, donanması burada sadece gözcülük yapma durumunda kalmıştı. Bu bakımdan Sultan Mehmed şehri an­cak iki cepheden zorlamak durumunda kalmıştı.
Şulomberje; çalışmasının 75. ve 76. sahifelerinde, Bi­zans'ın uğradığı eski bir muhasarayı şöyle nakleder: "1204 senesinde haçlı orduları tarafından Bizans muhasaraya ma­ruz kalmıştı. Bu muhasarada Hanri Dandolo, gemileri saye­sinde Haliç tarafından galibiyetle sonuçlanacak bir hücum yapmıştır. Ancak biraz evvel Bizans amirali Mihail Sotirigi-nos, Bizans filosunu satmak suretiyle ihanet etmişti.
Bunun ihanetiyle İtalyan kadırgaları liman girişini tıkayan zinciri çözüp, hiçbir müşkülatla karşılaşmadan Halic'e gire­bilmiştir. Arab'lar gibi,' Türk ırkından olan Avar'larda bundan asırlarca önce sahip oldukları sayısız harp gemilerine rağ­men, gemilerini asla sahile yanaştıramamışlar, buna karşılık, iri Bizans harp gemileri ve Rum âteşi denilen suda dahi sön-miyen müdafaa vasıtaları sayesinde, Marmara sahili tarafın­dan Bizans surlarına ciddi bir hücuma muvaffakiyet bulama­dılar..."
Yazar Mösyö Şulomberje; çalışmasının 85. sahifeşinde Türk top döküm sanayiinin varmış olduğu enteresan merha­leyi anlattığının farkındamı bilmem amma, bu asrın tekniği bile bu safhanın ucunu tutamadı. Düşman hedefleri önünden lâzım gelen tarz silah imâli. İşte bir millet silâh sanayiini milli bir sanayii olarak benimser ve tatbike koyarsa, o millet hiç bir zaman cephane ve silaha muhtaç hâle gelmez. Sultan Fâtih'in 1453'de ki harp sanayii hamlesini 1970'den beri millete ve devlete kabulettirmeye çalışan; Milli Görüş mimarı Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Milli Görüşe gönül vermiş olanlar, Sultan Fâtih şuurunu aziz vatanımızın hayat-ı siya-siyyesinde ve temadi-i ömrüne kazandırmakla, Müslüman Türk milletinin, uydu devlet değil, lider devlet olma mücade­lesini başlattılar ve bu sonunda gerçekleşecektir.
Milletimiz, mirasçısı olduğu ecdadının en güzel taraftarıyla dünyada adaletin temsilcisi olduğu, eski ve şaşaalı günleri yeniden ihya edecektir. Neyse biz şimdi; Sultan Fâtih'in fev­kalâdeliklerini anlatan Kritivulos'u, Şulomberje aracılığıyla dinleyelim: "Ünlü tarihçi Kritivulos Rum olmakla birlikte, Sultan 2. Mehmed'in sâdık bir tebaasıdır. Bahse konu tarihçi 2. Mehmed'in topları için şunları söylüyor:
<Ordusunu İstanbul önlerine en uygun şekilde yerleştirdik­ten sonra, topları dökenleri yanına çağırdı. Onlarla bu silah­ların tahrip gücünü, karşıda duran sûrları yıkıp, yıkamayaca­ğını konuştu. Mühendisler ise; büyük toplara ilâve edilmek üzere burada da aynı veya daha büyüklükte toplar dökülebi-leceğini bunun yapılması hâlinde, sûrların yerle bir edileceği cevabını verdiler. Ancak müthiş denilebilecek bir maddi im­kânı gerektirdiği beyanında da bulundular. Padişah; derhal istenenleri verdiğini söyledi. Bunun üzerine bu mühendisler, insanın kendi gözleri görmese inanamayacağı, hummalı bir çalışma ile dehşet verici büyüklükte toplan imâl etmeye baş­ladılar.
<Kritivulos devamla:<mühendisler son derece yağlı ve ha­fif killi toprağı, içerisine dağılmasın diye keten, kenevir gibi bazı lifleri içine kıyıpda katıyorlardı. Sonra da, günlerce o ku­mu yoğurup kıvamını bulduğuna kanaat getirince kalıp hali­ne getiriyorlardı..> Diyen Kritivulos, kalıbın nasıl yapıldığını anlatmaktan da kendini alamaz. Fakat biz bu top bahsine son vermeden, mübalağa sanatından bir örnek olmak üzere Şuiomberje'nin, İngiliz tarihçi Piyers'den alıntilıdığını nakle­delim ve biraz da, deniz de olmazsa karada yüzen gemiler bölümüne geçerek, bu kıymetli eserden aldıklarımıza gemi­lerle son verelim.
Piyers'in ifadatı: <her İki taraf, Türkler ve Bİzans'iılâr ve bilhassa Türkler o kadar çok çok atışı yapmaktaydı ki bu atışlar esnasında, havada gelen okların yığılması ara sıra gü­neşin ışıklarını göstermeyecek birbulut hâline geliyordu.> Her nekadar mösyö Piyers'in ki bir mübalağaysada ancak dikkat çekmek istediği bana kalırsa, Sultan Mehmed'in ordu­sunun mücahidleri okçuların kudretini işaret ettiğidir.

Haliç Ağzındaki Tedbir!


Muhterem okurlarım; zorluklan aşmaya azmetmiş bir pa­dişahın ve ona büyük itimadı olan ve sevgiyle bağlı ve de müjdei Nebevîye'ye nail olmak arzusu ile yanıp tutuşan, ina­nanlar ordusu karşısında olduklarını unutan Bizans müdaafi-lerini, zincir ve Barboro'nun aşağıya alacağımız tahkimatı zorlayan müslümanların nasıl çâreler bulacağını daha sonra göreceğiz. Şimdi Barboro cerrah'm (o bir savaş cerrahıydı) Ruznâmesinden alıntıların yapılmış olduğu, Mösyö Şulom­berje'nin eserinin 108. sahifesine dalalım:
"Limanda zincirin gerisinde dokuz büyük geminin araların­da üçü Tana'dan gelmiş kadırgalar, iki hafif Venedik kadırga­sı diğerleride Kostantin Dragezesİndi. Silahları alınmış kadır­galar ve diğerleri olmak üzere onyediyi buluyordu. Direkleri çanaklı ihtiyat gemileri vardı. Bunlardan başka içindeki silahları alınmış ve düşmanın (Türklerin) büyük toplarından gelen mermilerden ateş almaları korkusuyla batırılmış bir çok gemilerde vardı. Böyle güçlü bir filonun mâliki olarak, kendimizi gaddar Türklerin hücumundan masun zannediyor­duk! Halic'in İstanbul sahili üzerindeki San-Ojen burcu iie Beyoğlu cihetinin Lakarova burcu, zincir sayesinde araların­da irtibat peyda eden biri medhal yâni girişin sağında, diğeri solunda olan, bu iki burç limanın müdafaasında cidden fay­dalı idiler," Demekte olan Barboro, bir perişanlığı yaşamağa hazırlanan insan haleti ruhiyesiyle yazmış görüntüsü sergili­yor.
Çünkü o müthiş olayı, müslümanların, denizde yüzdürmedikleri gemileri karada pupa yelken uçurduklannı gördük­ten sonra yazılmış bir yazı olduğu hemen anlaşılıyor.

12/Nisan Bombardımanı


Osmanlı kuvvetleri tüm hazırlıkları yapmış mevcut topları­nı Kostantin'in sarayı olan Vlâkerna'nın karşısına 3 top, 3 top da Selimbirya^ kapısına, 2 topun şarisyus kapısına tabya ettirildi atışlar başladığında ise sûrların titremeğe başladığı görüldü merhum mütercim M. Nâhid Bey, Barboro'nun top salvolarının kendisinde tevlid ettiği hâlet-i ruhiye ile Sultan Fâtih hz. lerine, terbiye dışı lâkab ve sözlerle bahsettiğini üzüntüyle ifade eder ve bu memleketin bir evlâdı olarak, ec­dadımıza böyle hakarete âmiz ifadeler kullanan şahsın satır­larını ulvî terbiyesi münasebetiyle tercüme etmemiş olacak ki, bizler Barboro'nun ne söylediğini öğrenememiş olmakla beraber, kötü söz sahibine aiddir darbı meseline yapışmayı tercih ediyoruz.
Bombardımanın bütün ağırlığıyla devam etmesiyle birlikte diğer önemli faaliyet donanmanın şimdiki adı Kabataş olan Çiftesütun'a erkenden gelmesidir... Topların bu 12/nisan gü-
nü endahtı, Bizanslılara her an gelebiliriz mesajı gibi geliyor onları titretiyordu.

Beklenmeyen Elçi


Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaris­tan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedik­ten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücu­muyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandır­maktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaş­maydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb ol­muştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan ku­şatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padi­şah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek iste­miştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunu­yordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukave­mete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasa­rı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:                                                       
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlı­ğından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardık­ları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığı­nı hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzak­lıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar ka­pıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride du­yan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekil­diklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen an­latmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geç­meyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İs­tanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktay­dı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtaları­nın kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmaları­nı yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Sava­şa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler bul­du fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehri­leri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlar­dı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef ol­duğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sor­makla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekle­şen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesi­nin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından,  Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düş­meyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neti­cesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin be­yanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yap­mamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maske­sini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şura­da, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek her­kesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyeti­ni bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Ka­sımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uza­yıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İs­tanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edi­lemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmektey­diler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Mar­mara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına ka­dar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephe­siydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp,  Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cene­vizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Ga­lata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarın­dan taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağ­nos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yı­lı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprü­de kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek ra­hatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephe­nin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Meh­med; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğin­den, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte ta­raftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bi­zanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarih­çiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önle­mek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla ge­mileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözün­den, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsa­tı bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklan­dığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu hari­kulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne al­mak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye gir­mezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edil­diğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, ye­terli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek me­rak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir mik­tar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin ar­ka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sa­hil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanma­sının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yi­ne mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı ki­tabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bu­lunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, servi­ler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntı­ya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üze­rindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde bir­birini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil edi­yordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu pati­ka; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişe­nin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu cad­desinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ ya­macı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, do­nanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütül­mek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de is­ter istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tez­vir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bu­lundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesi­nin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafında­ki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan mak­sadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donan­manın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendi­rilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan ge­milerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemi­lerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gi­bi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısın­da son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almak­tan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Sim­siyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühen­disin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühen­dis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Os­manlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demek­te. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyece­ğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kıs­mını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hare­ket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için do­nanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca de­vam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen dü­zeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdi­ler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytin­yağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki pa­dişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görün­ce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik ol­masaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazife­ye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yo­rumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakala­rından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı da­ha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan mak­sadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahi­linden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı em­retti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor bura­dan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üze­rinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanı­na İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe keresteler­den meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemi­lerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük to­najda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çek­me ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullan­ma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tari­kiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarın­dan Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Ge­mileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rah­metler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkla­rı, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görün­mez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yi­ğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın bu­rasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştı­ğımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programı­mızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Baki­ler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gu­rup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinle­yenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercü­man olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamı­zı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırla­tıyorum:

Kan Ağlıyor!


Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Tâ­rih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Ha­di gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Elleri­miz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder