29 Mayıs 2016 Pazar

ADEM ALEYHİSSELÂM’IN BEŞ ÖĞÜDÜ





ÂDEM ALEYHİSSELÂM’IN BEŞ ÖĞÜDÜ

Âdem aleyhisselâm’ın oğlu Şit aleyhisselâm’a beş öğüt öğütlediği ve bunları kendisinden sonraki evlâdlarına da öğütlemesini istediği rivâyet edilir. Âdem aleyhisselam bu beş öğütünde oğlu Şit’e şunları söyler:

1. Evlâdlarına söyle, dünyaya tamah etmesinler. Zîrâ ben ebedî cennete tamah ettim ve Allah buna râzı olmadı ve beni cennetten çıkardı.
2. Kadınların hevâi arzularıyla hareket etmesinler. Zîrâ ben karımın hevâi arzusuna uyarak bana yasak edilmiş olan meyveden yedim de sonra elimde pişmanlıktan başka bir şey kalmadı.
3. Yapmak istedikleri her şeyin sonunu düşünsünler. Eğer ben işin sonunu düşünmüş olsaydım, mâruz kaldığım musîbete uğramayacaktım.
4. Yapmak istedikleri bir şeyden vicdanları titrerse onu yapmasınlar. Zîrâ ben o meyveden yiyeceğim sırada vicdânım titremişti. Fakat ben bunu dinlememiştim. Bunun için, sonunda elimde yalnız bir pişmanlık kalmıştı.
5. Ne olursa olsun, işlerinde birbirleriyle müşâvere etsinler. Zîrâ ben o meyveden yemeden önce meleklerle istişâre etmiş olsaydım başıma bunlar gelmeyecekti.

《Tenbîhü’l-Gâfilîn, c.1, s.236》

15 Mayıs 2016 Pazar

Hazreti Ömer Radıyallahü Anh, hilafeti zamanında..


Hazreti Ömer Radıyallahü Anh, hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hazreti Ömer'e arzettiler. Hazreti Ömer (R.A.) gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak ta'yin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin malî durumunu sordu. Onlar:

- Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Çünkü rüşvet olacağı korkusundan, en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor, dediler. Bu sözler Halife Ömer'in hoşuna gitmişti:

- Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da vardır herhalde... Dedi. Onlar: Hakimlerinden şikâyetlerinin de olduğunu ve bazı hallerinden memnun olmadıklarını söyleyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:

1 — Hakimimiz vazifesine her zaman sabah namazından sonra başlaması lâzım geldiği halde kuşluk vakti vazifesinin başına gelir.

2 — Hakimimizi hiç bir gece aramızda görmüyoruz. O hep kendi başına evine çekilir halkla münasebet kurmaz.

3 — Hele haftada birgün, evinden dışarı bile çıkmaz, kapısını arkasından sürgüleyip içerden ses bile vermiyor.

4 — O'nun şahid olduğu bir hadise vardır. O hadise aklına geldiği zaman baygınlık gelir ve üzüntüsünden hastalanır. O hadise ise Eshaptan Hubeyb'in öldürülmesidir, dediler.

Hımıslıların şikâyetlerini sonuna kadar dinleyen Hazreti Ömer, onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de kusurlarının sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.

Hakim, Hazreti Ömer'in huzuruna geldiğinde, Halife O'na Hımıslıların bazı şikâyetleri olduğunu söyleyerek dört kusurunun sebebini sordu. O, bu dört hatasını şöyle izah etti:

Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum, ikincisi ise; gündüzleri halk için vazife gören bir kimsenin gece olunca Hak için vazife görmesine müsaade edersiniz her halde. Ben akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.

Üçüncüsü ise; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada birgün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.

Hubeyb'in şehid edilmesini hatırlayınca bayıldığım ise doğrudur. Çünkü müşrikler Hubeyb'i asarlarken ben yanlarında idim. Belki mani olabilirdim, ama o zaman İslâmla müşerref olmamıştım, sadece hadiseye seyirci kaldım. İşte bu hadise aklıma geldikçe kendimi tutamıyor mes'uliy etinden korktuğum için bayılıyorum, hastalanıyorum, diye sayarak dört kusurunu da Halife Ömer'e izah etti.

Sa'd bin Amir'in (R.A.) bu izahatı karşısında göz yaşlarını tutamayan Halife çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça ağlar «Ah Sa'd ah Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş» der onunla iftihar ederdi. (1)

8 Mayıs 2016 Pazar

Resullullha'tan Gaza, Cihad ve Şehidlik



Ebûl Ferec el Cevherî, Hasen Basrîden rivâyet eder. O da îmâm-ı Hasen bin Alîden “radıyallahü anhümâ” rivâyet eder.


Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” bir gün hutbe okuyup, halkı gazâ ve cihâda teşvîk etdi. Bir şahıs ayak üzere kalkıp, dedi ki,


"yâ imâm! Bana fî sebîlillah cihâdın ve gazâların sevâbından haber ver."


Hazret-i Alî buyurdular ki,


"Bir gün Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile gazâya gidiyorduk. Senin benden süâl etdiğin gibi, ben de hazret-i Resûl-i ekremden süâl etdim; dedim ki, yâ Resûlallah! Bize gazâ ve cihâdın sevâbından haber ver.

Hazret-i Server-i kâinât buyurdular ki:


"Bir kavm gazâya niyyet eylese, Hak Sübhânehü ve teâlâ onlar için Cehennemden kurtuluşuna berat yazar. Kaç kişi sefer için hâzırlansa, Allahü teâlâ onlar ile meleklere övünüp, buyurur ki, görün, benim kullarımı, benim yolumda gazâya hâzırlanırlar. Ehline ve evlâdına vedâ’ eylerken, evi ve davârları onlar için aglar. 
Ve günâhlarından temizlenip, anadan doğmuş gibi olurlar. Yılanın, derisinden çıkdığı gibi olurlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ her adımına kırk bin melek verir. Dört tarafından hıfz ederler. İşleledikleri her hasene ve her sevâb iki kat yazarlar. Ona bin âbid ibâdeti sevâbı yazılır. Öyle âbid ki, bin yıl ibâdet etmiş olur. Harbe gitmek üzere yola girdiği zemân, Hak Sübhânehü ve teâlâ o kadar sevâb verir ki, dünyâdaki bütün insanlar kâtib olsalar, onun hesâbında yapmktan âciz olurlar. Düşmâna karşı olup da, harbe başlasalar, melekler onları çevirip, üzerlerine durup, nusret ve zafer için, düâ ederler. 
Arşın altından bir melek, (El-cennetü tahte zelâl-issuyuf) ya’nî Cennet kılıçların gölgesi altındadır diye, nidâ edip, çığrışırlar. Kılınç dokunup, her şehîd olana, sıcak günde soğuk su içmiş gibi, lezzetli gelir. Her kılınç darbesi yiyip, atından yere düşmezden evvel, Hak teâlâ hûrî gönderir. Sağından ve solundan yetişip, müjde verirler. Hak Sübhânehü ve teâlânın onun için, Cennetde hâzır eylediği kerâmâti (ikrâmları) ve sevâbı haber verirler ve müjdelerler. Ondan sonra yere düşse, bir ses gelip, der ki,


“Merhâbâ ey temiz rûh! Temiz bedeninden çıkdın. Müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ senin için Cennetinde o kadar sevâb ve ecrler ve mülk ve ni’metler hâzırlamışdır ki, ne gözler görmüşdür, ne kulaklar işitmitdir. Ne de kimsenin hâtırına gelmişdir.


Hazret-i Resûl-i Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,


"Allahü teâlâ o şehîd hakkında buyurdu ki, onun ehline ve evlâdına halîfeyim. Her kim onu râzı eder, beni râzı eder. Her kim onu incitir, beni incitir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Şehîdlerin rûhlarını yeşil kuşların kursağına koymuşdur. Cennete girip, yemişlerinden yerler. Şehîde Cennet-ül firdevsde yetmiş kasr verirler. Her iki kasrın arası San’a ile Tehâme arası mesâfe kadardır. O kasrların nûru şark ve garb [doğu-batı] arasını doldurur. Her kasrın yetmiş kapısı vardır. Altındandır. Her kapıda perde asılmışdır. Kapının üstünde bir köşk vardır. Her bir köşkün içinde yetmiş çadır vardır. Her çadırda yetmiş kanepe [sedîr] vardır. Her sedîrin ayakları inciden ve yâkutdan ve zeberceddendir. Her sedîr üzerinde kırk döşek vardır.
Her döşeğin yüksekligi kırk arşındır. Her döşekde bir hûrî ayn ve her hûrî aynın kırk câriyesi vardır. Başlarında inciden tâclar ve boyunlarında mendiller ve ellerinde murassa leğen ve ibrik tutarlar.





Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yemîn edip, buyurdu ki, 

"kıyâmet gününde, Şehîdler yerlerinden kalkıp, mahşer yerine gelirken, yollarında enbiyâ (peygamberler)  aleyhimüsselâm olur. Onlar geldikde, ayak üzerine kalkarlar. Şehîdler gelip, mücevherlerle süslü kürsîler üzerine otururlar. Her şehîd evlâdından ve ehlinden ve akrabâsından ve ahvâl ve ahbâbından yetmişbin kişiye şefâ’at edecekdir.


Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” der ki; hazret-i Server-i Enbiyâ bunu böyle buyurdular.


Nevfel “radıyallahü anh” derler bir yiğit, iki oğlunu ve hâtununu yanında getirip dedi ki,

"Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ben düâ edeyim, Siz âmîn deyiniz. Böylece düâm kabûl olsun."
 Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, 
"Sen söyle, ben âmîn diyeyim." Nevfel “radıyallahü anh” el kaldırıp, dedi ki:

"Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle. Bu iki oğlunu yetîm eyle. Vâlidelerini dul eyle."
 Ondan sonra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip, düşmâna karşı çıkdı. Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehîd etdiler.

Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” der ki, 

"ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bildirdim. Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mubârek etsin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile berâber geldiler.

Sa’d bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: 
"Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! şübhe yokdur ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ yarın kıyâmet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskden güzel kokar. Süâlsiz, hesâbsız Cennete gidersin.

Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defn etdiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra süâl etdiler.

O Resûl-i Hüdâ “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki;

"Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona basdım."

Gazâ temâm olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.

Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder ki, sayısız ganîmetler ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik.

Medîneye yaklaşdıkda; Medîne halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya çıkıp, hâtunlar ve kızlar, def çalar, Şi’r okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât hazretlerine selâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mubârek olsun, dedikden sonra, dedi ki,

"yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu."

 Hazret-i Fahr-i âlemin mubârek gözlerinden yaş revân olup, yanında olanlar da ağladılar.

Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki,

"yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim dayanabilir ki, ben söyliyeyim. Mubârek eli ile ardına işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ona da hâtun varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyliyebilirim. Eli ile ardına işâret etdi; geçdi. Ondan sonra hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Hâtun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevâb vermeyip, geriye işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” geldi.


Mû’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” der ki: 
"Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında [üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri geride kimse de kalmamışdı. Çünki, hâtun onlara da sordu. O yâr-i gârı Mustafâ [ya’nî Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” mubârek sakalını avucuna alıp, gönlü perîşân olarak, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh edip, dedi ki;

-yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmakdan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşâ edersem, ya’nî Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habîbine muhâlefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, miskînenin gönlü tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, 

o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel sür’atle gelip, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mubârek elini açıp, Alîye “radıyallahü anh”, sonra Sahâbe-i güzîne yetişdi ve selâm verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kaldılar.


Zübeyr bin Avvâm hazretleri der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âdet-i Şerîfleri idi ki, seferden geldikde, mescide varıp, iki rek’at nemâz kılardı. Sefere gitmiyenler gelip, selâm verip, tebrîk ederlerdi. Yine mescide vardı. Otururken kapıda kalabalık oldu.

Nevfel içeri girip, selâm verdi. Resûl-i ekrem hazretleri Nevfeli karşılayıp, selâmını alıp, yerine oturtdukdan sonra, kendileri de oturdu. Buyurdu ki,

"sübhânallah! Bu bir âyetdir ki, Hak teâlâ açıkladı. Acabâ kimin eliyle zâhir oldu;" derken, o ânda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” der ki:

"Gözüm ile gördüm ve kulağım ile işitdim. Başında Cebrâîlin imâmesi (sarığı)vardı. Yâ Muhammed! şükr secdesi eyle ki, ümmetinde Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ aleyhissalâtü vesselâm gibi, ölüyü dirilten kimse yaratdı. Allahü teâlâ sana selâm eder." 

Buyurur ki,

"benim Habîbim, eğer senin mağara arkadaşın Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” sakalı avucunda iken, bir kerre dahâ (Yâ ALLAH) demiş olaydı, izetim-celâlim hakkı için, bütün şehîdleri, diriltirdim. Yâ Muhammed! Ebû Bekr kuluma söyle ki, ben ondan râzıyım. O da benden râzımdır. Onun sözünü doğru çıkarmak için, Nevfeli diriltdim. Zîrâ o câhiliyye döneminde yalan söylememişdir. "


Bunun üzerine, Server-i Âlem, Ebû Bekrin sakalını öpüp, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâmın verdiği müjde haberini söyleyip, buyurdular ki: 

"Yâ Ebâ Bekr! Hakdır ve lâyıkdır ki, Allahü teâlâ sana ikrâm etmişdir. Şükrler olsun o Allahü teâlâ hazretlerine ki, ben dünyâdan ayrılmadan evvel, ümmetimde hazret-i Îsâ aleyhisselâm gibi, Allahü teâlânın izniyle ölüyü dirilten kimse yaratdı." 

Ondan sonra Ebû Bekr hazretleri imâmesini çıkarıp, başını açıp, dedi ki: 

"Yâ Resûlallah! Hazretinden utanırım. Yoksa imâmemi [sarığımı] Cehennem ateşinin üzerine koyardım. Cehennemin ateşini ümmetinin büyük günâh işleyenlerinden men’ ederdim."

 Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömr sürdü. Evvelki oğullarından gayri iki oğlu dahâ oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.


Ba’zı rivâyetde hanımı söylenmeyip, fakîr bir annesi olduğu söylenmişdir. Nevfel, silâhını kuşanıp, atına binip, muhârebeye katılmak üzere geldi. Annesi, ağlıya ağlıya feryâd ederek, Fahr-i kâinâta gelip, dedi ki:

"Yâ Habîballah! Benim gözümün yaşına merhamet eyle. Hayâtımda, görür gözüm ve tutan elim budur. Bundan gayri sığınacağım yokdur. Gâyet garîb ve fakîrim. Benim oğlum gençdir. Harb ahvâlinden haberi yokdur. Naz ile büyümüşdür. Soğuğa ve sıcağa dayanamaz. Ben zelîl kalırım. Kimse benim hâlimi bilmez."

 Hazret-i Resûl-i ekrem o fakîrin göz yaşına acıdı. O civâna dedi ki, 

"oğlum ben sana kefîl olayım ki, gazâ sevâbını kazanasın. şehîdlik mertebesine erişesin. Dertli annenin rızâsını gözet. Bunun yaşlılığı vaktinde, göz yaşını akıtdırma. Bu garîb bize şefâ’ate gelmiş iken, ayrılık ateşiyle yakma."

 İbâdet meydânının pîri, ağlıyarak;

"Yâ Resûlallah! Beni men’ etme. İhtiyârım elde değildir. Hak yoluna gönlüm cân ve baş oynamak [koymak] diler. Nihâyet anneme bir düâ edin ki, düânız sâyesinde, önce ona Allahü teâlâ sabr ihsân etsin."

 Bunun üzerine Resûl-i ekrem Nevfelin vâlidesine dedi ki, 

"gel bu yiğidi hayrlı yolundan men’ etme." 

Çileli annesi, Sultân-ı kâinâtın emrine muhâlefet etmedi. Dedi ki,

"Yâ Resûlallah! Oğlum, yeni resîddir, Sefer ahvâlini bilmez ammâ, sana ısmarladım. Her hâlini gözetesin."

 "Fahr-i âlem hazretleri, Allahü teâlânın izni ile olur, "

buyurdu. 

Bir rivâyetde sâlim ve ganîmetlerle dönünce, annesi Resûl-i ekremin huzûruna varıp, o hidâyet şemsi nûr-i nübüvvet ile etrâfı aydınlatıp, sürûr ile geldiler. Fakîr kadın rikâb-ı hümâyûna yüz sürüp, iştiyakla, oğlunu sordu. O şefkat deryâsı, musîbet [kötü] haberi vermekle gönlü kırılır endîşesi ile çekinip, hüsn-i edeble cevâb verip, dedi ki,
" geride kaldı. Gelenlerden süâl edesin. "

O derd sâhibi [Nevfelin annesi] bekledi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” se’âdetle geldikde, süâl etdi. 
Buyurdular ki,

"Habîbullahdan süâl etmedin mi?" 

Miskîne [fakîr kadın] dedi ki, 

"süâl etdim. Böyle cevâb buyurdular." 

Hazret-i Mürtedâ bildi ki, hazret-i Risâlet penâh, bunun gönlünü kırmamak için, musîbet haberini vermemişler. Sultân-ı kevneyne muhâlif söylemeyip, aynı şeklde cevâb verdiler. Sonra da hazret-i Osmân, hazret-i Ömer, böylece hazret-i Ebû Bekre erişdi “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Otuzuncu Menâkıb:DÖRT BÜYÜK HALİFE KİTABINDAN
yazan Emine Kaya

5 Mayıs 2016 Perşembe

Al-i İmran, 190-191 Meali Tefsiri



Rabbimiz Kuranı Kerimde mealen şöyle buyurur:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini
izlemesinde derin kavrayış ve akılıselim sahipleri için elbette alınacak dersler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken hep Allah’ı hatırlayıp anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye çok derin düşünürler. Sonra derler ki; Rabbimiz! Sen yerleri ve gökleri boşuna yaratmadın. Seni tüm yakışıksız ve noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizi cehennem azabından koru.”

(Al-i İmran, 190-191)



190- إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ihtilafında, selim akıl sahipleri için ibretler vardır.”

Bütün bunlarda, his ve vehim şaibelerinden uzak parlak akıllara,

-Saniin varlığına ve birliğine,

-İlminin ve kudretinin kemâline apaçık deliller vardır.

Ayette gökler ve yer, ayrıca gece ve gündüz nazara verildi. Bunlarla yapılan istidlal, bunların hepsinin değişken olmasıdır. Bu üçü, değişmenin bütün nevilerini içine alır. Çünkü değişiklik,

1-Ya bir şeyin zâtında,

2-Ya bir cüzünde,

3-Veya pozisyonunda olur.

-Gece-gündüzün değişmesi birinciye,

-Elementlerin sûretlerinin değişmesi ikinciye,

-Feleklerde görülen pozisyonların değişmesi ise üçüncüye bir misaldir.

Hz. Peygamber bu ayetle alakalı şöyle buyurur: “Bu ayeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!”



191- ْ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine uzandıklarında Allah’ı anarlar.”

Onlar bütün hâllerde daima zikrederler. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Cennet bahçelerinde dolaşmak isteyen kimse Allahı çokça ansın.”

Ayet, insanların durumuna göre üç farklı durumda namaz kılınabilmesine de işaret eder. Hz. Peygamber (asm) İmran Bin Husayn’a şöyle der: “Namazını ayakta kıl. Şayet ayakta kılamazsan oturarak kıl. Oturarak da kılamazsan uzandığın yerden ima ile kıl.”

İmamı Şafii bu ayete dayanarak uzanarak namaz kılan kimsenin sağ yanına uzanmasının uygun olduğunu söyler.

وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler.”

Onlar, ibret almak ve istidlalde bulunmak için göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler.

Tefekkür, ibadetlerin en efdalidir.

Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.”

Çünkü tefekkür kalbe mahsustur ve yaratılışın da bir gereğidir. Hz. Peygamber şöyle bildirir:

“Adamın biri yatağına yatmıştı. Başını kaldırdı, semaya ve yıldızlara bakıp ta “Şehadet ederim ki seni yaratan ve terbiye eden biri var. Allahım, beni bağışla” dedi. Allah da ona merhamet nazarı ile baktı, bağışladı.”

Bu, usulu’d-din (kelâm) ilminin ve bu ilimle meşgul olanların faziletine açık bir delildir.

رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً 

“Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın.”

Ya Rabbena, Sen hiçbir şeyi hikmetsiz, abes ve boşuna yaratmadın, onları büyük hikmetlerle var ettin. Yarattığın şeyler, insanın varlığına bir başlangıç, geçimine bir sebep, Senin marifetine birer delildir. Bunlar, Senin huzurunda ebedi hayatta daimî bir saadet için Sana taate teşvik eder.

سُبْحَانَكَ 

“Seni tenzih ederiz.”

Seni abes yapmaktan, boşuna yaratmaktan tenzih ederiz.

فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ 

“Bizi cehennem azabından koru.”

Onları “aman ya Rabbi, bizi cehennem ateşinden koru” demeye sevkeden durum, göklerin ve yerin yaratılış gayelerini bilmeleridir. Yaratılış gayesine uygun hareket etmemek ise, cehennem ateşini netice vermektedir.
Yazar: Prof.Dr. Şadi Eren'den faydalanılarak hazırlanmıştır devamı gelecek.. 

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı