Yedi ayet olup,
Mekkî'dir.[1]
Dini Yalan
Sayma
"Dini yalan sayanı
gördün mü?"(Mâûn, 1).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[2]
Farklı
Kıraat
Bazı kimseler, bu
ifadeyi, hemzeyi hazfetmek suretiyle şeklinde de okumuşlardır. Zeccâc, bu
okuyuşun, tercihe şayan bir okuyuş olduğunu söyleyerek şu izahı yapmıştır: Zira
hemze, bu fiilin muzarisinden, mesela, gibi kalıblarından hazfedilir, atılır.
Ama, fiilinin, şeklinde kullanılması doğru değildir. Ancak ne var ki, istifham
harfi, ifadenin başında yer alınca, hemzeyi atmak kolaylaşır. Bunun bir benzeri
de, şairin,
"Sen, kaba sağmış
olduğu sütleri, tekrar hayvanın memesine koym uş olan bt çoban duydun ya da
gördün mü?" diye bağırdı..." ifadesidir. İbn Mes'ûd da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "
(İsrâ, 62) ayetinde olduğu gibi, bu ifadenin sonuna bir kitab harfi ekleyerek,
dlaîjî şeklinde okumuştur.[3]
İkinci
Mesele
Bu ifadenin manası,
"ceza gününü yalanlayan kimsenin kim olduğunu biliyor musun, öğrendin mi? Eğer
bilmiyorsan, bil ki, "yetimi şiddetle iten kimsedir..."
Bil ki, bu ifade, her
ne kadar şeklen bir istifham cümlesi ise de, ancak ne var ki, bu gibi ifadelerin
maksadı, alabildiğine bir taaccüb manasını ifade etmektir. Ve bu tıpkı senin,
"Gördün mü, falanca ne yapmış! Kendisini neye duçar kılmış!.." demen gibidir.
Ayrıca bu hitabın Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapıldığı ileri sürüldüğü gibi, bu
hitabın aklı olan herkese yapıldığı da ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Ey
akıllı, bunca deliller ortaya çıktıktan ve bu husus apaçık, ayan beyan izah
edildikten sonra, şu din gününü yalanlayanı gördün mü? O bunu, herhangi bir gaye
uğruna olmaksızın mı yapmıştır?! Öyleyse, akıllı kimseye, gayesiz ya da,
neticesinde dünyalık bir şey bulunmadan, ebedi bir cezayı kendisine celbetmesi
uygun olur mu? Akıllı kimsenin, baki ve çok olan şeyi, fani ve az olan şeyle
değiştirmesi yakışık alır mı? Söyle bakalım..." şeklinde olur.[4]
Kimler Hakkında Nazil
Olduğu
Bu ayet hakkında şöyle
iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bu ayet, belli şahıslar hakkında da
inmiş bir ayettir. Bu görüşte
olanlar, bu şahısların
şunlar olduğunu
ileri
sürmüşlerdir: İbn
Cüreyc, bu sûrenin,
Ebû Süfyan hakkında nazil olduğunu; zira Ebû Süfyan'ın, her hafta iki
deve kestiğini; kendisine bir yetim gelip de et istediğinde, onu sopasıyla kovup
ittiğini söylemiştir. Mu katil ise,
bu ayetin, Âs ibn Vâil
es-Sehmî hakkında nazil olduğunu; zira kıyameti yalanlamak ile kötü fiiller
yapmanın bu adamın özelliği olduğunu söylemiştir. Süddî, bu ayetin Velid ibn
Muğîre hakkında nazil olduğunu söylerken, Maverdî, bu ayetin Ebû Cehil hakkında
nazil olduğunu nakletmiştir. Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, bir yetimin
vasîsi idi. Derken, bu yetim, Ebû Cehil'e, kendi malından bir şey istemek için,
çıplak olarak gelmişti. Ama Ebû Cehil, onu kovmuş ve onun bu durumuna
aldırmamıştı. Derken bu çocuk, ümitsizliğe kapılmış ve üzülmüştü. Bunun üzerine,
Kureyş'in ileri gelenlerinden birisi ona, "Muhammed'e söyle, o senin için
şefaaktçi olur" dedi. Halbuki bunu söyleyen Kureyşlinin maksadı alay etmekti.
Fakat, o yetim çocuk, bu sözün kendisine, alay için söylendiğini anlayamadı. Hz.
Peygamber (s.a.s)'e geldi ve ondan bu hususta yardım istedi. Hz. Peygamber
(s.a.s) ise, hiçbir muhtaç geriye çevirmezdi. Bu çocuğu alıp, Ebû Cehil'e gitti.
Ebû Cehil, ona yer verdi; çocuğun malını da, çocuğa teslim etti. Bunun üzerine
Kureyş, onu ayıplayarak, "Aşık oldun, sevdin, yer verdin!.." deyince, o,
"Allah'a yemin ederim ki, sevmedim. Ne var ki, onun sağında ve solunda, dediğini
yerine getirmem halinde bana vurup beni öldürecek olan bir mızrak gördüm..."
dedi. İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu ayet, cimrilikle riyakarlığı
birlikte yaşayan bir münafık hakkında nazil olmuştur.
2) Bu, din gününü yalanlayan herkesi
içine alan bir ifadedir. Bu böyledir, zira insanın, taatlarda bulunmaya
yönelmesi, yasaklardan kaçınması, bu kimsenin mükafaat elde etmeye olan
arzusundan ve ilahi cezadan sakınma korkusundan kaynaklanır. Binâenalyeh, bir
kimse kıyameti inkar ederse, şehevî ve lezzetli şeyler namına hiçbir şeyden geri
durmaz. Böylece, kıyametin inkar etmenin, bütün küfür ve günah çeşitlerinin
temelinde yattığı sabit olmuş olur.[5]
Din Kelimesinin
Anlamı
"Din"in ne demek
olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir:
1)
Bu ifadeyle, "dinin
ve İslâm'ın bizzat
kendisini yalanlayan..." kimse kastedilmiştir. Bu, bu kimsenin
ya,
Yaratıcı'yı yahut
nübüvveti ya da kıyamet gününü, yahutta sert hükümlerden herhangi bir şeyi inkar
etmesinden dolayıdır.[6]
Dinsiz Kimse Olur
Mu?
Buna göre şayet,
"Herkesin mutlaka bağlı olduğu bir din bulunduğuna göre, ayeti bu manaya
hamletmek nasıl mümkün olur?" denilirse, buna da şu açılardan cevap
verebiliriz:
a) Ehl-i İslâm'ın ve Kur'ân'ın
ıstılahına göre, mutlak manada zikredilen din kelimesi ile, İslâm kastedilir.
Nitekim, Cenâb-ı Hak da, "Allah katında (muteber) din, islâm'dır" (aı-i imrân,
19) buyurmuştur. Diğer inanışlara gelince, bunlar ancak, mesela Yahudilik,
Hristiyanlık dini gibi, bir tür kayıtla din adını alırlar.
b) "Bu batıl sözler, din değildir.
Çünkü din, Allah'a boyun eğmek, inkıyad etmek demektir. Ama bu inanışlar ise,
şehvete ve şüpheye boyun eğmek demektir" denilebilir.
2) Müfessirlerin ekserisinin görünüşe
göre, ayetin bu ifadesiyle, "Hesabı ve işlerin karşılığını yalanlayanı gördün
mü?" manası kastedilmiştir. Müfessirler şöyle demektedirler. Ayetin ifadesini bu
manaya almak daha evladır. Çünkü, İslâm'ı inkar eden kimse de, kıyameti ve
öldükten sonra dirilmeyi kabul etmesi halinde, güzel işler yapabilir ve çirkin
şeylerden sakınabilir. Ama, hiç aldırmaksızın, her türlü kötülüğü yapan
kimselere gelince, bu kimseler, ancak öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkar
eden kimseler olabilirler.[7]
Yetimi
Horlayanlar
"İşte yetimi şiddetle
iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur..."(Mâun,
2-3).
Bil ki, Allah Teâlâ,
din gününü yalanlayanı tarif ederken, belirlerken, onun hakkında şu iki vasfı
zikretmiştir: Bunlardan birincisi, yapmak ile ilgili olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
"işte yetimi şiddetle iten..." aayetinin ifade ettiği husustur. İkincisi ise,
yapmamakla ilgili olup, bu da, "Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen..." ayetinin
anlattığı husustur. ifadesinin başındaki
fâ, sebebiyle olup, "Bu kimse kafir ve din gününü yalanlayan kimse olduğu için,
onun küfrü, yetimi itip kakmasına sebep olmuştur..." demektir. Cenâb-ı Hak, "Din
gününü yalanlayandan, işte bunlar sadır olur" manasında olmak üzere, bu iki
sıfatı zikretmekle yetinmiştir. Çünkü biz, din gününü yalanlayanın, bu iki şeyle
yetinmeyeceğini, tam aksine bu ifadenin, teşbih yoluyla böyle getirildiğini
bilmekteyiz. Buna göre Hak Teâlâ adeta, bunları zikretmek için, bu iki kısımdan
her biri hakkında tek bir misal getirmiştir. Yahutta bu, bu iki özelliğin,
şeriata göre, çirkin ve kötü şeyler olduğu gibi, kişiliğe ve insaniyete göre de
kötü ve hoş olmayan şeyler olmasından dolayıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
İfadesine gelince, bunun manası, "O, o yetimi itip kakar, kaba davranır"
şeklinde olup, bu tıpkı "Ogün onlar, şiddetli bir biçimde cehenneme itilir ve
kakılırlar" (Tur, 13) ayeti gibidir. Yetimi itip kakma hususunda bir sözün özü
şudur:
1) Yetime, malını ve hakkını zulmederek
vermek.
2)
Hernekadar herhangi bir kimseye sahip çıkmak farz değilse de, sahip
çıkmamak. Çünkü kişi, bazan nafileleri yapmamak yüzünden de kınanabilir. Hele
hele bu kişinin münafık ve dinsiz olduğu söyleniyorsa...
3)
Yetimi döğüp kovmak ve onu küçümsemek...
Bu ifade,
"terkediyor" manasında, şeklinde de
okunmuştur ki bu durumda ayet, "O, yetimi davet etmiyor, yani herkesi davet
ederken, yetimi terkediyor" demektir. Kaldı ki Hz. Peygamber (s.a.s) "Başında
yetimin bulunduğu sofradan, daha büyük (faziletli) sofra yoktur"[8]buyurmuştur. Yine bu kelime, fağ yani
"yetimi, riya olsun diye davet eder ama ona, (doğru-dürüst) yedirip-içirmez. Onu
ancak hizmet etsin diye, yahut ezilsin diye, yahut da iyilik ediyor gözüksün
diye çağırır" şeklinde de okunmuştur.
Bil ki bu
kelimeyi şeddeli olarak şeklinde okumanın şu faydası var: Bu şekilde okumak,
bahsedilen kişinin, bu işi alışkanlık haline getirdiğini ifade eder. Binâenaleyh
bu tehdid, kendisinden böyle bir iş sadır olan, ama yaptığından pişmanlık duyan
kimseleri kapsamaz. Hak Teâlâ'nın, "Küçük günahlar hariç, büyük günahlardan ve
fuhuşdan sakınanlar" (Necm, 32) ayeti de böyledir. Mü'minin bu tür küçük
günahlarına "lemem" denilmiştir. Çünkü bunlar, insanları hayal-meyal sarıp,
sürekli olmayan günahlardır. Zira mü'min, bu tür günahları işler işlemez, hemen
pişman olur. Mükezzib (yalanlayıcı) ise, bu günahlarda, ısrar eden, bunlara
aldırmayandır.[9]
Yoksulu doyurmamanın
Cezası
Hak Teâlâ'nın "Yoksulu
doyurmayı teşvik etmeyen" ifadesi ile ilgili olarak, şu iki izah
yapılır:
a) Bu, "kişi, kedisini yoksulları
yedirmeye teşvik etmiyor" manasına der. "Taam" (doyurma)nın, "miskin" (yoksula)
izafesi ise, bu doyurmanın, fakirin hakkı olduğuna delalet eder. Buna göre bu
kimse, adeta yoksulu, hakkından alıkoymuş gibidir ki bu da, bu kimsenin son
derece cimri, katı kalbi i ve bozuk karakterli olduğuna delalet
eder.
b) Bu, "O, başkalarını yoksulun
doyurulmasına teşvik etmez" manasınadır. Böyle yapmasının sebebi, bunda herhangi
bir mükafaatın olmadığına inanmasıdır. Velhasıl Allah Teâlâ, kıyameti
yalanlamanın alametini, güçsüzlere eziyet edip, marufu (iyi işleri) engelleme
olarak belirtmiştir. Binâenaleyh bu, "Bir kimse ceza-kıyamet gününü tasdik edip
de, ilgili tehdidlere yakînen inanacak olursa, ondan böylesi günahlar sadır
olmaz. Öyle ise, ondan bu günahın ondan sadır olmasının sebebi, onun Kıyamete
inanmamasıdır" demektir.[10]
İki
Soru
Burada şöyle iki
soru sorulabilir:
Birinci Soru: İnsan pek çok hususda,
başkaları teşvik etmemiştir, bundan dolayı günahkar da
olmamıştır?
Cevap: Çünkü başkaları, bu işi onun
yerine yapmaktadır, yahut da başkaları onun sözünü kabul etmeyeceği için, bunu
yapmamıştır; yahut da muhtemel olan bir takım mahzurlardan dolayı, teşvikte
bulunmamıştır. Ama burada, Cenâb-ı Hak, onun, bu işi, kıyameti inkar ettiği için
yapmadığını belirtmiştir.[11]
Teşvik Lafzının
Eklediği Mana
İkinci Soru: Peki Cenâb-ı Hak niçin,
bunun yerine, "Yoksulu da doyurmaz" dememiştir?
Cevap: Bir kimse, yetime, hakkını
vermediğine göre, yoksula, kendi malından nasıl yedirip-içirir. Hatta bu kimse,
başkalarının malları hussunda bile cimridir. Binâenaleyh böyle bir kimse,
alabildiğine cimri ve kıskançtır. O yüzden kendi malı hususunda, haydi haydi
cimri olur. Bu ifadenin zıddt ise, mü'minleri övmek için kullanılan, "Merhameti
tavsiye ederler, hakkı tavsiye ederler; sabrı tavsiye ederler" (Asr, 3) gibi
ifadelerdir.[12]
Namazın Şuurunda
Olmayanlar
"işte o namaz
kılanların vay haline ki onlar namazlarından gafildirler" (Mâun,
4-5).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:[13]
Önceki Kısımla
Münasebet
Bu ayetlerin,
kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar
yapılabilir:
1) Yetimlere eziyet
edip, yedirip-içirmemek, kişinin münafıklığına delalet edince, hususuz
ve huzursuz kılınan namaz, bu münafıklığa haydi haydi
delalet eder. Çünkü eziyette bulunup, yedirmemek, insanlara karşı
yapılan bir muameledir. Namaz ise, Allah'a karşı yapılan bir
hizmettir.
2) Hak Teâlâ yetime eziyetten ve
insanın yedirip-içirmeye teşvik etmemesinden bahsedince, sanki birisi, "Namaz,
insanı fuhşiyyattan ve kötü şeylerden alıkoymaz" (Ankebût, 45) demiş de, Cenâb-ı
Hak ona, "Riya ve gafletten kurtulamayan bir namaz, insanı nasıl kötü işlerden
alıkoyabilir" diye cevap vermiş.
c) Hak Teâlâ sanki, "Kişinin yetime
eziyete yönelmesi ve yetimi doyurmaya teşvik etmemesi, Allah'ın mahlukatına
karşı şefkatli olma konusunda bir kusur; namazında gaflet etmesi ise, Allah'ın
emrine saygı konusunda bir kusurdur. Binâenaleyh kişiden, bu iki konuda böyle
kusurlar meydana gelince, bu kişinin şakiliği doruk noktaya varmış olur. İşte bu
yüzden Hak Teâlâ, "Vay haline" buyurmuştur.
Bil ki "veyl" (vay
haline, yazıklar olsun) kelimesi, çok ileri derecede bir suçun işlenmesi halinde
kullanılır. Mesela, Hak Teâlâ, "Ölçekte ve tartıda hile yapanlara veyl olsun"
(Mutaffffin, 1); "Ellerinin kazandığı şeyden, yaptıkları şeyden Ötürü onlara
veyl olsun " (Bakara, 79) ve "Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı eğlenmeyi ve
ayıplamayı adet haline getirenlere veyl olsun "(Hümeze, 1) buyurmuştur. Rivayet
olunduğuna göre herkes cehennemde, suçuna göre bağırıp-çağirip ağlayacak. Mesela
birisi, "Şan ve i şerefin peşinde koşmamdan ötürü veyl bana, yazık bana" diye
ağlarken; bir başkası ' "Cahilî taassububdan ötürü veyl bana..", bir başkası,
"Namazımdaki kusurumdan ötürü veyl bana, vay halime" deyip ağlar. İşte bu
yüzden, bu gibi ayetleri dinlerken kişinin, "Eğer Cenâb-ı Hak beni bağışlamazsa,
veyl bana, vay halime" demesi müstehab ..olmuştur.[14]
Mahrumluk
Sebepleri
Bu ayet şu üç şeyi
yapma yüzünden, büyük bir tehdidin meydana geleceğine delalet eder:
1) Namazdan gafil
olmak,
2) Riyakarlık,
3) Milletin ihtiyacı olan, kap-kacak,
alet-edevat gibi şeyleri vermemek... Bütün bunlar, kişinin günahkar olmasını,
gerektiren hususlardır. Dolayısıyla da kişi bunları yapmakla münafık olmaz. Öyle
ise Cenâb-ı Hak niçin, bu fiilleri yapanlar için böyle büyük bir tehdid
yöneltmiştir? İşte bu problemden ötürü, müfessirler şu izahları
yapmışlardır:[15]
Kafirler ve Şer'î
Ameller
a) Ayetteki, ifadesinin mânası, "Bu
fiilleri yapan münafık namaz kılanlara veyl olsun" şeklindedir. Buna göre ayet,
kafirin, şeriatın yasakladığı işleri yapıp, şeriatın emrettiği şeyleri yapmaması
sebebiyle, cezasının daha fazla olacağına delalet eder. Bu da, İmam Şafiî'nin,
"Kafirler de, şeriatın hükümlerinden mesuldürler" sözünün doğruluğuna delalet
eder. İşte itimada şayan cevab budur.[16]
Namazdan Gafletin
Doğru Tefsiri
b) Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Allah Teâlâ, "Namazlarında gafil olanlara..."
demiş olsaydı, bu tehdid, mü'minler hakkında olurdu. Fakat Hak Teâlâ,
"Namazlarından gafil olanlara..." demiştir. Namazdan gafil olan, namazı
hatırlamayan ve namaza boş veren kimsedir." Bu görüş, zayıftır. Çünkü, "namazdan
gafil olma", namaz kılmama ve terketme namazına alınamaz. Zira Hak Teâlâ, ayetin
baında, "işte o namaz kılanların vay haline..." demek suretiyle, zaten
bahsedilen bu kişilerin namaz kıldıklarını belirtmiştir. Namazdan gafil olma,
namazı terk manasına olsa bile, bunu yapan, bundan dolayı ne münafık olur, ne
kafir olur.
Bunlardan birinci
itiraza şu şekilde cevap vermek mümkündür: Allah Teâlâ, şekle nazaran, bunlara
"namaz kılanlar" demiş, batına ve gerçek hallerine nazaran da, "namazdan gafil
olduklarına, yani namaz kılmadıklarına hükmetmiştir. Bu tıpkı, "Namaza
kalktıkları zaman, tembel tembel kalkarlar, insanlara riya olsun diye namaz
kılarlar ve Allah'ı hiç zikretmezler"(nisa, 142) ayetinde anlatıldığı
gibidir.
İkinci itiraza da
şöyle cevap verilir: Namazı unutmak, kişinin namazın tüm parçalarında, Allah'ın
zikrini unutup kalması manasına gelir ki böyle bir namaz, ancak namazın hiçbir
faydası olmadığını düşünen münafıktan sadır olur. Namazda açık bir fayda
olduğuna inanan müslümanın ise, namazın hiçbir parçasında din, sevab, ikab
işlerini hatırlamaması imkansızdır. Aksine namazının bazı kısımlarında gafil
olup, başka düşüncelere dalması manasında, mü'min için, namazda bazan gaflet
hali meydana gelebilir. Böylece namaz kılarken sehvetmek, yani bazan gaflete
düşmenin, mü'minin hallerinden; namazdan gaflete düşmenin de kafirin hallerinden
olduğu sabit olur.
c) Ayetteki "sâhûn" (gafil) kelimesinin
manası, "Namazlarının vakitlerine ve şartlarına uymazlar" şeklinde olabilir.
Buna göre ayet, "O, namaz kılıp, kıl mamaya aldırmaz" manasında olur. Bu, Sa'd
b. Ebû Vakkâs (r.a), Mesrûk, Hasan el-Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür.[17]
Hz. Peygamber (s,a,s)
Hakkında Sehiv Mümkün Mü?
Alimler, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in namazda, sehvedip etmediği
konusunda ihtilaf etmişler
ve çoğu; "Hz. Peygamber (s.a.s), hiç sehvetmemiştir.
Fakat Allah Teâlâ, bu hükmü fiilen (pratik olarak) beyan olsun diye, bu hususta,
Hz. Peygamber (s.a.s)'İn, sehveden (unutan-gafil olanın) yaptığı gibi yapmasına
izin vermiştir. Çünkü birşeyi fiilen (pratik olarak) açıklamak, daha
kuvvetlidir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den yanılmanın gafletin olduğunun
farzedilmesi durumunda "sehv", şu üç kısma ayrılır:
a) Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve
sahabenin sehvi... Bu, bazan sehiv secdesiyle, bazan da sünnet ve nafilelerle
onardır.
b) Namazdaki gaflet, namaza ve niyetine
hazırlıklı olmamadır.
c) Namazı, kazaya bırakmaksızın
büsbütün terketmek ve vaktini geçirmek... Münafığın namazı böyledir ve bu namazı
terketmeden daha şerli bir harekettir. Çünkü münafık kıldığı bu namazı ile adeta
dinle eğlenmektedir.[18]
Riyakarlar
"Onlar, riya
yapanların ta kendileridir ve onlar mâûnu da vermezler" (Mâûn,
6-7).
Bil ki münafıkla
riyakar arasındaki fark şudur: Münafık zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü
saklayan kimsedir. Riyakar ise, kendisini görenler dindar olduğuna inansınlar
diye, kalbinde olmadığı halde, alabildiğine bir huşu gösteren kimsedir. Yahut
şöyle de diyebiliriz: Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz
kılmayan; riyakar ise, en güzel namazı insanların yanında kılan
kimsedir.
Bil ki namaz ve zekat
gibi farz ibadetleri açıktan yapmak vacibtir. Çünkü bunlar, İslâm'ın
alametlerindendir. Bunları terkedenler, lanete müstehak olurlar. Binâenaleyh
bunları açıktan yapmak suretiyle, insanın, hakkında oluşabilecek töhmetleri
bertaraf etmesi gerekir. Gizli yapma ise, nafileler için söz konusudur. Fakat
nafileler de, açıktan yapılınca, başkalarına örnek olacağı umulursa, açıktan
yapılır. Birisi, mescidde şükür secdesi yapan ve bunu çok uzatan bir adam
görmüş, "Bu ne güzel şey, keşke bunu evinde yapsaydı!" demiştir. Fakat alimler
şöyle demektedirler: "Nafileler, utanmadan dolayı terkedilemeyeceği gibi,
riyakarane de yapılmamalıdırlar. Çünkü nafilelerde riyadan kaçınmak zordur. İşte
bundan ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s) "riya, siyah karıncanın, kapkaranlık gecede,
siyah bir zemin üzerindeki hareketinden daha gizlidir"[19] buyurmuştur. Buna göre eğer, "Ayetteki fiili ne manaya gelir?" denirse, biz deriz
ki: Bu, "irâe" (gösterme) masdarından, müfâ'ale'sidir. Çünkü mürâî, yaptığını
insanlara gösteren kimsedir. Böylece insanlar da onu görünce, överler ve ona
takdirlerini sunarlar. Bil ki "Onlar namazlarından gafildirler"(Mâûn, 5) ayeti
şu iki şeyi ifade eder:
a) Namazın vaktini
geçirmeyi;
b) İnsanın namazda iken gaflette
olmasını... "Onlar, riya yapanların ta kendileridt" ayeti de,
riyakarlığı anlatır. Böylece namazın, bu üç durumdan hali olması gerektiği
anlaşılır.[20]
Mâûn
Hak Teâlâ, namazın
durumunu anlatınca, peşisıra bağışta bulunmayı zikrederek, "Onlar mâûnu da
vermezler" demiştir. Burada şu izahlar yapılır:
1) Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, İbn Abbas
(r.ahm), İbnu'l-Hanefiyye, İbn Öber (r.a), Hasan el-Basrî, Sa'İd b. Cübeyr,
İkrlme, Katâde ve Dahhâk'a göre, ayetin bu kelimesi ile zekat kastedilmiştir.
Ubeyy (r.a)'in hadisinde şu yer almaktadır: "Kim, Eraeyte
(mâûn) sûresini okursa, eğer bu
kimse zekatını da veriyorsa, Allah onu bağışlar." İşte bu ifade, sûredeki "mâûn"
ile, zekatın kastedildiği düşüncesini vermektedir. Bir de Allah Teâlâ, bu
ifadeyi, "namaz" ile ilgili ayetin,
peşinden getirmiştir. Binâenaleyh
bununla zekatın kastedilmesi gerekir.
2) Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre,
"mâûn", örfen verilmesi gereken, verilmemezlik edilmeyen, fakir-zengin herkesin
birbirinden istediği şeylerin adıdır. Böyle şeyleri vermeyenler, kötü huylu ve
cimri diye nitelenirler. Bu şeyler, balta, kazan, kova, bakraç, tencere, çengel,
kalbur ve keser gibi, kap-kacak, alet-edevattır. Bunlara, tuz, su ve ateş
(kibrit vs.) gibi şeylerin verilmesi de girer. Çünkü şöyle rivayet edilmiştir.
"Üç şeyin verilmemesi helal değildir:
Su, ateş ve tuz'un...
"[21] Konusunun, fırında (tandırında) ekmek
pişirmeyi istemesi veya bir günlüğünü-yarım günlüğüne bir eşyasını senin yanına
koyması da ayetin
hükmüne girer. Bu
görüşte olanlar şöyle derler: "Mâûn", fâ'ûl vezninde olup kökündendir ise,
ufacık-azıcık şey demektir. "Malı çoktur, az değildir" manasında, denilmesi de
böyledir. Zekata da "mâûn" denmiştir. Çünkü zekat, malın kırkta biri olarak
alınır. Binâenaleyh zekat, çok şeyden az olarak alınan şey demektir. Örfte
balta, bıçak gibi şeylere de "mâûn" denmiştir. Bu manaya göre ayet, bu basit,
ufacık, önemsiz şeyler hususunda insanları cimrilik etmekten menetmektedir.
Çünkü bunlar hususunda cimrilik etmek, son derece düşüklük ve basitliktir. Ki
münafıklar da böyle basit insanlardı. Çünkü HakTeâlâ, "Onlar, cimrilik yaparlar
ve insanlara da cimrilik emreden (tavsiye edenleridir" (Nisa, 37) ve "O, hayrı
alabildiğine engelleyen, haddi aşan ve çok günah işleyendir" (Kalem, 12)
buyurmuştur. Alimler, bir kimsenin evinde, komşularının ihtiyaç duyacağı şeyleri
çokça bulundurmasının fazilet olduğunu söylemişlerdir. İşte Cenâb-ı Hak
insanları bu hususta ayıplamış ve farzları yapmaları ile
yetinmemiştir.
3) Ferrâ da şöyle demektedir:
"Araplardan birinin, "mâûn, su demektir" dediğini duydum. O, bana şu beyti delil
getirdi:
"Onun devesi suyu,
ağzıyla püskürtüyor/'
Belki de Cenâb-ı Hak,
bulunmadığında en kıymetli, bulunduğunda ise en ucuz şey oluşundan ötürü
özellikle bu ayette, "mâûn" diye suyu zikretmiştir. Bir de su, cehennemliklerin,
"Üzerimize su dökün" (A'raf, 50) deyişi gibi, ilk isteyecekleri şey "Rableri
onları temiz bir içecekle savardı" (insan, 21) ayetinde ifade edildiği gibi,
cennetliklerin ilk tadacakları lezzettir.
4) Mâûn, inkiyâd etmektir. Nitekim
"Sana itaat etsin" manasında, "Deven sana itaat etsin diye, onun ağzını burnunu
kır" denilir.
Bil ki evla olan
"mâûn"un, yapılması kolay ve basit her türlü taat manasına alınmasıdır. Çünkü bu
manaya almak, daha fazla fayda (mana zenginliği) sağlar.
Muhakkak alimler,
buradaki, "Onlar riya yapanların ta kendileridir" ifadesi ile, "Onlar mâûn da
vermezler" ifadesi arasındaki münasebet hususunda şöyle derler: "Hak Teâlâ
adeta, "Namaz benim için, mâûn ise halk içindir. Binâenaleyh Benim için
yapılması gereken şeyi, bu riyakarlar, halka sunup, gösteriyorlar; halkın hakkı
olanı ise, onlara vermiyorlar" demek istemiştir. Buna göre sanki bu riyakarlar,
hem Hakka hem halka, olması gerekenin tersine muamele ediyorlar. Eğer, "Cenâb-ı
Hak niçin din gününü yalanlayan ve (bu sıfatlara sahip olan) kimsenin ismini
açıkça zikretmemiştir?
Eğer sen, "O kimseyi
teşhir etmemek için..." diyecek olursan, ben de derim ki: "Peki o zaman, Cenâb-ı
Hak niçin, Hz. Adem (a.s)'i teşhir etti de, "Adem Rabbine asi oldu"(Taha, 121)
buyurdu?" denilirse, şöyle cevap verilir: Allah Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)'in
hatasını, ölümünden sonra, evladları için bir lütuf olsun diye, tevbe ettiğini
de belirtmek suretiyle zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, o ufacık zelleden
(hatadan) ötürü, onu cennetten çıkarmıştır. Peki onun evladları daha nasıl,
bunca büyük günahları işledikleri halde, oraya gelmeyi umabilirler. Bir de bu
hatanın, bu şekilde açıkça anlatılması, Hz. Adem (a.s)'in kadr-u kıymetinin
yüceliğini belirtmektir. Çünkü Hz. Adem (a.s), kedisinden bu tek hata sadır
olan, ama buna da böylesine tevbe ve yakarışta bulunan bir
yiğittir.
Şimdi bu sûreyi şöyle
bir dua ile sona erdirelim: "Ey Allahımız, bu sûre münafıklar hakkında; bundan
sonraki sûre ise, Hz. Muhammed (s.a.s) ve ashabının derecesine erişemediysek de,
bu kötü fiillerde, o münafıkların derekesine düşmedik. Binâenaleyh ey Rabbimiz,
ey Erhame'r-Râhimîn fazlınla bizi affet. Salat ve selam efendimiz Hz.
Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)![22]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/437.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/439.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/439.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/439-440.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/440.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/440.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/441.
[8]
Kenzu’l-Ummal,3/6040.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/441-442.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/442.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/443.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/ 443.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/443.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/443-444.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/444.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/444.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/444-445.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/445.
[19] Benzer bir hadis için bakınız: Müsned,
4/403.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/445-446.
[21] Ebû Davud, zekat, 36 (2/127). (Benzer
Hadis).
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/446-448.