27 Aralık 2017 Çarşamba

KUREYŞ SURESİ TEFSİRİ KEBİR, Namaz Sureleri tefsiri


KUREYŞ SURESİ


Bu sûre, dört ayet olup, Mekkî'dir.[1]

"Kureyş'i o emn-ü selametlerine ulaştırdığı için..." (Kureyş,1).[2]

Kureyşe Güven Verme Nimeti


Bil ki burada şöyle birkaç mesele var:[3]

Kureyşe Güven Verme Nimeti


Ayetin başındaki "lâm" hakkında, şu üç izah yapılabilir:
1) Bu lâm, ya kendinden önceki sûreye taalluk eden (bağlama),
2) Yahut kendinden sonra gelen ayete taalluk eder,
3) Yahut da ne öncesi ile, ne de sonrası ile alakası vardır. Birincisine göre şu ihtimaller var.[4]

Baştaki Lâm in Muhtemel Manaları


Birinci İhtlmai: Zeccâc ve Ebû Ubeyde ye göre, ayetin takdiri, "Allah onları, Kureyş'in emn-ü selâmeti için, yenilmiş bir ekin gibi yaptı" yani "Allah, fil ordusunu, Kureyş ve alışık oldukları yaz-kış (ticari) seferleri devam etsin diye, helak etti" şeklindedir. Buna göre eğer, "Bu takdir tutarsızdır. Çünkü Allah o orduyu, küfürlerinden dolayı, yenilmiş bir ekin gibi kırıp-geçirmiştir, yoksa Kureyş'in emn-ü emaneti için böyle yapmış değildir" denilirse, biz deriz ki bu soru, şu sebeblerden ötürü tutarsızdır:
1) Biz, Allah Teâlâ'nın bu belayı, onların başına inkarlarından ötürü getirdiğini kabul etmiyoruz. Çünkü inkarlarının cezası, kıyamet gününe ertelenmiştir. Zira Hak Teâlâ, "O günce, her nefis, kazandığının cezasını görecektir" (Mü'min, 17) ve "Eğer Allah, insanlara, dünyada iken yaptıkları şeylerin (hepsi) ile muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nam, 61) buyurmuştur. Bir de Allah Teâlâ, onlara bunu inkarlarından ötürü yapmış olsaydı, bütün kafirlere böyle yapardı. Halbuki Allah Teâlâ bunu onlara, Kureyş'in emniyet ve selameti için makamlarının büyüdüğü ve kıymetini ortaya koymak için yapmıştır.
2)  Farzedelim ki kafirleri, küfürlerinden caydırmak esastır. Fakat bu, bir başka gaye ve maksadın da gözetilmiş olmasına mani değildir. Dolayısıyla bu bela, her iki husus da nazar-ı dikkate alınmasına göre meydana gelmiş olabilir.
3) Farzedelim ki fil ordusu, sadece küfürleri yüzünden helak edildiler. Fakat bu iş, Kureyş'in emniyet ve selameti neticesine götürünce, onların, bu emniyet ve selamet için helak edildikleri de söylenebilir. Bu tıpkı, ... "(Firavun'un adamları onu) "Kendileriiçin bir düşman ve bir tasa olsun diye (aldılar)" (Kasas.eı ayeti gibidir. Çünkü onlar, Hz. Musa (a.s)'yı, bu gaye ile almamışlardı. Fakat iş, neticede bu hale gelince, sanki bunun için almış gibi oldular.
İkinci İhtimal: Ayetteki takdir, "Kureyş'in ülfeti yani emniyet ve selameti için, baksana Rabbin fil ashabına nasıl yaptı" şeklinde de olabilir. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Onlara yaptığımız herşeyi, Kureyş'in emniyet ve selameti için yaptık" demiş gibi olur. Çünkü Hak Teâlâ onların tuzaklarını boşa çıkarmış, üzerlerine bölük-bölük kuşlar salmış. Böylece de onlar, tıpkı yenilmiş bir ekin yaprağı gibi olmuşlar. Bütün bunlar, Kureyş'in emniyet ve selameti için olmuştur.
Üçüncü İhtimal: Ayetin başındaki lâm'ın  manasına gelmesi, Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Biz önceki sûrede yaptığımızı belirttiğimiz şeyleri, Kureyş'e başka bir nimette bulununcaya kadar yaptık ki o başka nimet de, Kureyş'in yaz ve kış düzenlenen (ticari) seferlere alışıp, ünsiyet etmeleridir" demek istemiştir. Nitekim sen, aynı manada olmak üzere, "Allah'ın nimeti nimettir" diyebileceğin gibi, "Nimet, nimet içindir" de diyebilirsin. Bu, Ferrâ'nm görüşüdür. Bütün bunlar, sûrenin başındaki "lâm" harf-i cerrinin önceki sûredeki bir kelimeye taalluk etmesi halinde söz konusu olan üç ihtimaldir. Geriye bir görüş mensublarına ait, şu iki şeyi açıklamamız kalmıştır:[5]

Fîl ve Kureyş Sûrelerini Bir Sayanlar


1) Bu lâm, önceki sûreye taalluk etmesi durumunda alimler, şu iki görüşe yer vermişlerdir:
a) Bu iki sûreyi, tek bir sûre saymışlardır. Delilleri ise şunlardır:
Birincisi: Normalde iki sûreden her biri müstakil olur. Bu sûrenin başı, kendinden önceki sûreye taalluk ettiğine göre, müstakil bir sûre olmaması gerekir.
İkincisi: Ubey b. Ka'b (r.a), bu iki sûreyi, mushafında tek bir sûre olarak yazmıştır.
Üçüncüsü: Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (r.a), akşam namazının ilk rekatında "Tîn Sûresi"ni, ikinci rekatında ise, bu İki sûreyi aralarını besmele ile ayırmaksızın okumuştur.[6]

Ayrı İki Sûre Sayanlar


b) Meşhur ve yaygın görüşe göre, bu sûre, Fîl Sûresl'nden ayrı ve bağımsız bir sûredir. Sûrenin evvelinin, önceki sûreye taalluk etmesine gelince, bu, bu fikri savunanların görüşüne bir delil değildir. Çünkü Kur'ân'ın zaten hepsi, biribirini açıklayan ve doğrulayan, tek bir sûre ve ayet gibidir. Baksana va'îd (tehdid) ifade eden ayetler, mutlak olarak getirilmiştir. Bu fikri savunanlara göre bu ayetler, tevbe ve af ayetleriyle de alakalıdırlar. Mesela, "Onu Biz indirdik" (Kadr, 1) ifadesi, o ana kadar indirilen Kur'ân'ın tümü ile alakalı bir ayettir. Bu fikri benimseyenlerin, "Ubeyy (r.a), bu ikisini ayırmamıştır, bir sûre saymıştır" şeklindeki görüşleri, herkesin bunların ayrı birer sûre oluşunda mutabakat edişiyle çelişen bir ifadedir. Hz. Ömer (r.a)'in, namazın ikinci rekatında bu ikisini birlikte okuyuşu, bunların tek bir sûre oluşuna delalet etmez. Zira imam bazan, iki sûreyi ardarda okuyabilir.
2) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ashab-ı fîl'e yaptığı şeyi niçin, Kureyş'in alışıp-ünsiyet etmesine, emniyet ve selamette olmasına bir sebeb kılışının izahı hakkındadır. Bu hususta diyoruz ki: Mekke'nin Hak Teâlâ'nın da, "Ekinsiz-bitkisiz bir vadide... "(Allahım) insanların kalbini onlara meylettir ve kendilerini bazı meyvelerle rızıklandir" (ibrahim, 37) buyurduğu üzere, Mekke'nin ekim-dikimden ve hayvancılıktan uzak bir yer olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh Mekke halkının ileri gelenleri bile, ticaret maksadıyla, işte bu iki seferde bulunuyor, kendileri ve belde halkı için, ihtiyaç duydukları yiyecek-içecekleri sağlamaya çalışıyorlardı. Bunlar, yaptıkları o seferlerde kazanç temin ediyorlardı. Bir de etraftaki krallar, Mekkelilere saygı duyuyor ve "Bunlar, Allah'ın evinin komşuları, Harem'inin sakinleri ve Kâ'be;nin idarecileri" diyorlardı. Öyle ki Mekkelilelir, "ehlullah", (Allah'ın ailesi-halkı) diye isimlendiriyorlardı. Şimdi eğer habeşlilerin yöneldikleri Kâ'be'yi yıkma işi gerçekleşmiş olsaydı, kureyşlilerin bu izzetleri zail olur, kendilerine duyulan ta'zîm diye birşey kalmaz ve Mekkeliler de, tıpkı diğer beldelerin sakinleri gibi, her taraftan toplanır, malları ve canlan hususunda, kendilerine sataşılır hale gelirlerdi. Binâenaleyh Hak Teâlâ, Fîl ordusunu yok edip, tuzaklarını başlarına çevirince, Mekkelilerin kalblerindeki makamları büyüdü, etraftaki meliklerin onlara olan saygı ve hürmeti yenilmemiş oldu. Böylece de menfaatları ve ticaretleri o nisbette arttı ve ilerledi. İşte bu yüzden Hak Teâlâ, "Kureyş'in yaz ve kış seferlerine alışması, emniyet ve selameti için Rabbin fil ordusuna nasıl yaptı baksana..." buyurmuştur. Bu görüşün doğruluğuna delalet eden ikinci şey de, Hak Teâlâ'nın, sûrenin sonunda, sûrenin başına bir işaret olmak üzere, "Bu beytin Rabbine ibadet eten/er" buyurmasıdır. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Fil ashabının yıkmayı hedeflediği bu beytin Rabbine ibadet etsin" demek istemiştir. Çünkü bu beytin Rabbi, sizin emniyet ve selametiniz ve faydalanmanız için, o fil ashabını maksadlarına eriştirmedi. Çünkü ibadet emri, ancak, bir menfaatin söz konusu olması durumunda güzel olur. Binâenaleyh bu ayet, sûrenin başının, önceki sûreyle ilgili olduğuna delalet eder.
İkinci görüş, yani bu "lâm" harf-i cerrinin, kendinden sonra gelen "ibadet etsinler" fiiline taalluk etmesi görüşü, Halil ve Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre ifadenin takdiri, "kureyş, emniyet ve selametleri için, bu beytin Rabbine ibadet etsinler" şeklinde olur. Bu da, "Onlar ibadetlerini, bu nimete bir şükür ve nimetin bir itirafı saysınlar" demektir. Buna göre, "Öyle ise 'nun başına niçin "fâ" gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, sözde bir şart manasının yatmasından ötürü gelmiştir. Çünkü Allah'ın onlar üzerinde sayısız nimetleri vardır ve buna göre adeta,"Eğer onlar, Allah'a, diğer verdiği nimetlerden ötürü ibâdet etmiyorlarsa, bari şu apaçık nimet olan bir tek nimetten ötürü ibadet etsinler" denilmek istenmiştir.
Üçüncü görüş, sûrenin başındaki "lâm"ın, ne kendinden önceki, ne de sonraki bir ifadeye taalluk etmesidir. Zeccâc şöyle der: "Bazı kimseler, bu "tâm"ın "lâmu't-taaccüb" olduğunu ve mananın, "Kureyş'in emniyet ve selametine şaşın" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Kureyş, azgınlığını, cehaletini ve putperestliğini hergün biraız daha ileri götürüyordu. Allah Teâlâ ise, onların işlerini yoluna koyuyor, rastgetiriyor, afet ve belaları onlardan savuşturuyor; geçim sebeblerini, nizama-intizama sokuyordu. Binâenaleyh Allah'ın bunca sabrı ve keremi son derece şaşılacak bir şeydi. Arapça'da bunun bir benzeri de, "Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımıza; Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımız ikrama bir bak da hayret et!" şeklindeki sözüdür. Bu, Kisâî, Ahfeş ve Ferrâ'nın da tercih ettiği görüştür.[7]

İlaf


Alimler, "îlâf'ın ne demek olduğu hususunda şu üç izahı  yapmışlardır:
1) "îlâf",  "lif" demektir.alimleri, aynı manadaArapça'da, denildiğini söylemişlerdir. Buna göre kelime, "sevdi, peşinden ayrılmadı, ünsiyet etti" manasındadır ve ayet, "Kureyş'in bu iki sefere ünsiyet edip de, hep sürdürmesi ve kesintiye uğramaması için..." demek olur. Ebü Ca'fer, bunu  şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, şeklinde okumuşlardır. İkrime de şeklinde okumuştur.
2) Bu kelime, "şu yere alıştım, ayrılmadım, Allah da beni oradan ayırmadı" manasındadır. Nitekim aynı manada dersin. Buna göre mana bu durumda şöyle olur: "Kendisine ünsiyet etme sırrının bulunduğu bir planlamanın varlığı için" manasında olur. Nitekim Arapça'da, "Kendisi alıştı" ve "Başkası onu alıştırdı" denilir. Buna göre mana, "Bu alışma, emniyet-selamet, Kureyş için, ancak Allah'ın tedbir ve takdiri ile meydana gelmiştir" şeklinde olur. Kelime bu manasıyla tıpkı, "Fakat Allah orlann araşma ülfet (sevgi) verdi" (Entâi, 63) ve "Allah kalblerinizin araşma ülfet verdi de, O'nun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz" (Al-i imran, 103) ayetlerindeki gibi olur. Bazan sevinç, ünsiyetin ülfetin ve ittifakın bir sebebi olur. Bu tıpkı fil ordusunun, hezimete uğramasının, Kureyş'in ünsiyetine ve ittifakına sebeb olması gibi... Buna göre bu "îlâf" masdarı, mef'ûlüne muzaf olmuş ve mana da, "Allah Teâlâ'nın Kureyş'i o iki seferin müdavimleri kılması için..." şeklinde olmuş olur.
3) îlâf, hazırlanmak, teçhizattan m ak demektir. Bu, Ferrâ ve İbnu'l-A'râbî'nin görüşüdür. Buna göre, "Kureyş'in bu iki sefere hazırlanması ve böylece seferlerin, kesintisiz, ardarda yapılması için..." şeklinde olur. Ebû Cafer, bunu hemzesiz olarak, şeklinde de okumuştur. Böylece o, if'âl babının hemzesini bunda, büsbütün hazfetmiştir. Bu tıpkı onun, ta'kib ettiği kıraat gibidir.Bunun izahı daha önce geçmişti.[8]                                                                                            

İlaf Kelimesinin Tekrarı


"îlâf" masdarının tekrarının sebebi şudur: Allah Teâlâ, ' "îlâf"ı, birincisinde mutlak olarak zikretmiş; sonra da                                  mukayyed olarak zikrettiğini, bu "îlâf"m yüceliğini ve önemini belirtip, ondaki nimet ve lutfun büyüklüğünü hatırlatmak için, mutlak olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olan, ilkinin, "Kureyş arasındaki tüm ünsiyet, emniyet, selamet ve ittifakın" hepsini içine alan genel bir ifade olmasıdır. Böylece bunun içine, onların duruşları, hareket edişleri ve bütün halleri girmiş olur. Daha sonra Hak Teâlâ, onların geçimlerinin direği ve ana kaynağı olduğu için, özellikle bu iki sefere ülfet edip, bunlarda emniyet ve selamette oluşu zikretmiştir. Bu yönüyle ayet tıpkı, önce genel olarak, "Kim Allah'a ve meleklerine düşman olursa..." buyurmu, daha sonra ifadeyi tahsis ederek, "ve Cibril'e ve Mîkâil'e düşman olursa..." {Bakara, 98) buyurması gibidir. Bu iki masdar arasına atıf harfinin getirilmemesinin hikmeti ise, bunun nimetlerin tümü olduğuna dikkat çekmektir. Araplar, "Onun peşini bırakmadım" manasında, lîs' dili ifadesini kullanırlar. Peşini bırakmama (ilzam), mükellef tutma ve emretme ile yapılan ve sevgi-ünsiyet ile yapılan diye ikiye ayrılır. Çünkü kişi birşeyi sevdiğinde, onun peşini bırakmaz. HakTeâlâ'nın "(Allah) onlara, takva kelimesini ilzam etti (sevdirdi)" (Feth,26) ayeti de bu manadadır. "İlcâ" (mecburiyet) de, biri, mesela yırtıcılardan kaçma gibi, zararı defetmek için; diğeri de, mesela, büyük bir mal bulup, onu almasına ne aklen, ne şer'an, ne de hissen (maddeten) bir mani olmayan kimse gibi, büyük bir faydayı celbetmek için, iki çeşittir. Çünkü bu durumda olan, onu almaya mecbur gibidir. İlcânın dışındaki sebebler de, bazan zararı def, bazan da menfaati celb için olur. İşte "îlâf" ile kastedilen husus işte budur.[9]

Dördüncü Mesele


Alimler, Kureyş'in, Ndr b. Kinâne'nin soyundan geldiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber
"Biz, Nadr b. Kinâne oğullarıyız, annemizi itham etmeyiz, babamızla ilgimizin olmadığım söylemeyiz" [10]buyurmuştur.[11]

Kureyş Kelimesi


Alimler "Kureyş"e bu adın verilmesi hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Bu kelime, "Kirş" kelimesinin, ism-i tasğiridir.
Kirş ise, denizde gemilerle oynayan, ancak ateşle hareket eden, büyük bir canlıdır. (Köpek balığı'dır). Muaviye'nin, İbn Abbas (r.a)'ın niçin, "Kureyş" adının verildiğini sorduğu; İbn Abbas'ın da, "Denizde yiyen fakat yenilmeyen; hükümran olan, fakat hükümran olunamayan bir hayvanın adı olduğu için..." cevabını vermiş ve şu şiiri delil getirmiştir:
"Kureyş, onun yüzünden Kureyş'in Kureyş diye adlandınîdığı, denizde yaşay, bir hayvandır."
Kureyş'in ism-i tasgir oluşu ise, ta'zîm (büyüklüğünü anlatmak) içindir. Kureyş' ümmetin işini üstlendiği için, bu sıfatlarla nitelendiği malumdur. Çünkü halifeli Kureyş'den olur.
2) Bu kelime, "kazanmak" manasına gelen, "karşıdandır. Çünkü Kureyş şehirlere düzenledikleri ticari seferlerle, kazanç sağlıyorlardı.
3) Leys şöyle der: "Kureyş, Harem'in dışındaki bölgelerde dağınık olar yaşıyorlardı. Derken Kusayy b. Kilâb, onları Harem-i Şerifte topladı. Böylece onlı Harem-i Şerifi yurd edindiler ve Kureyş adını aldılar. Çünkü "tekarruş", bir ara gelip-toplanma demektir. Nitekim Arapça'da, bir araya gelip toplandılar, manasın denilir. İşte bu yüzden, Kusayy'a da, "mücemmî" (toplayan) denil Nitekim şair,
"Babanız Kusayy, sayesinde Allah Teâlâ'nm Fikr kabilelerini bir araya topladığı, mücemmî (toplayıcı) diye adlandırılmıştır" demiştir.
4) Kureyş, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gideren bir toplumda, bu yüzden, onlara Kureyş denilmiştir. Çünkü bunu kökü olan, "karş", yoklama-araştırma manasınadır. Nitekim îbn Hurve şöyle der:
"Ey, başımıza gelenlere sevinen ve Ebû Amfin yanında, ayıplarımızı sayıp döken kişi. Daha bu ne kadar sürecek?.. (Bunu terketsene..)"[12]

Yaz ve Kış Kervanları


"Kış ve yaz seferine" (Kureyş, 2).
Bu ayetle ilgili, şöyle birkaç mesele var:[13]

Birinci Mesele


Leys, şöyle demektedir: "Rıhle", bir kavmin hareket "' etmesine verilen addır. Buradaki "rıhle" ile ne murad
edildiği hususunda ise, şu iki görüş ileri sürülmüştür:[14]

Haşem'in Bu Ticarette Öncülüğü


a) Meşhur görüşe göre, müfessirler şöyle demektedirler: "Kureyş, her yıl, daha sıcak olduğu için kışın Yemen'e, yazın da Şam'a birer sefer düzenliyorlardı." Atâ,İbn Abbas (r.a)'ın, şöyle dediğini nakleder: "Bu hadise şöyle başlamıştı: Kureyş'den birine bir kıtlık ve açlık isabet ettiğinde, o ve ailesi bir yere çıkıyor, ölünceye değin, bir çadırın içinde bekliyordu. Bu İş, Hâşim b. Abdimenâf ortaya çıkıncaya kadar böyle sürüp gitmiştir. Haşim ibn Abdimenâf, kavminin seyyidi idi. Ve onun, Esed adında bir oğlu vardı. Kendisinin Mahzûm kabilesinden, çok sevdiği ve beraber oynadığı bir yaşıtı bulunuyordu. Böylece bu çocuk, Esed'e, mağduriyetlerini, aç olduklarını bildirdi. Bunun üzerine Esed, ağlayarak, annesinin yanına girdi. Derken, annesi de, onlara, un ve yağ gönderdi. Böylece onlar, birkaç gün, geçinip gittiler. Derken, Esed'in yaşıtı, yine kendisine geldi; açlıktan şikayet etti. Bunun üzerine Haşim, Kureyş'e şöyle hitap ederek: "Sizler, ot bitmeyen bir yere varıp yerleştiniz; böylece burada, zillet içinde yaşıyorsunuz. Halbuki bizler, Allah'ın Haremi'nin ehli, Adem oğullarının en şereflilerisiniz. Diğer insanlar da size tabidir..." dedi. Bunun üzerine oradakiler, "Biz de sana tabiyiz. Bizden, sana karşı herhangi bir muhalefet söz konusu değil" dediler, böylece, Haşim ibn Abdimenâf, herkesi, kışın Yemen'e, yazın da Şam'a, ticaret yapmak amacıyla seferler düzenleme hususunda bir araya getirdi. Derken, zengin kimselerin kazançlarını, onu kazanan o zengin ile fakir arasında paylaştırıyordu. Böylece onların fakirleri de, zenginleri gibi oluyordu. İşte onlar bu hal üzere iken, İslâm geldi. Arablar içinde, Kureyş'ten daha aziz ve daha zengin kimse de yok idi. Nitekim şair onlar hakkında şöyle demektedir:
"Fakirleri, zenginieriyle içiçedir. Öyle ki, fakirleri de, kendisine yeter hale gelenler gibi olurlar..."
Bil ki, buradaki nimet ve lütfün sebebi şudur: Şayet fil ashabının istediği olmuş olsaydı, o zaman, yeryüzünde yaşayan insanların tazimi, Kureyş'e olan saygıyı terkederdi. Kureyş de böylece paramparça olur ve durumları, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlan parça parça ümmetler haline getirdik" (A'râf, 168) beyanında bildirdiği yahudilerin durumu gibi olmuş olurdu. Halbuki, tek bir kabilenin bir yere toplanması, çeşitli kabilelerin bir yere gelmesinden daha fazla nimet sağlar. Cenâb-ı Hak, ünsiyet ve ülfetin, yolculuğun şartlarından olduğuna dikkat çekmiştir ki, "... hacda tartışma yoktur ..."(Bakara, 197) ayeti böyledir. Yolculukda, güzel ahlaka duyulan ihtiyaç, mukîm iken duyulandan daha fazladır.[15]

Mekke'yi Ziyaret Seferleri


b) Buradaki, "göç" ile, insanların Mekke'ye gelmeleri kastedilmiştir. O halde, "yaz ve kış seferleri" ile, Receb ayında yapılan Umre ile, Zilhicce ayında yapılan hac kastedilmiştir. Çünkü, bunlardan birisi kışın, diğeri ise yazın oluyordu. Mekke'nin faydalanılan mevsimi ise, bu ikisi ile tahakkuk ediyordu. Şimdi eğer, fil ashabının istediği gerçekleşmiş olsaydı, işte bu menfaat, atalete uğrardı.[16]

İkinci Mesele


Ayetteki, kelimesini, fâfy, kelimesi, mef'ûl-i bih olarak nasbetmiştir. Cenâb-ı Hak, ifâdesi ile, manasını kastetmiştir. Bir iltibas olmadığı için de, kelimeyi tesniye değil de', tekil getirmiştir. Ve bu tıpkı şairin, "Karnınızın bir kısmını yiyiniz..." deyip de, (karınlarınız...) dememesi gibidir ifadenin, takdirinde olduğunda ileri sürülmüştür. Bu kelime, râ'nın dammesi ile şeklinde de okunmuştur ki, bu durumda mana, cihet, taraf anlamında olur.[17]

Kâ'be'nin Rabbine Kulluk


"Şu beyt'in Rabbine ibadet etsinler onlar..."(Kureyş, 3).
Bil ki, nimet vermek, şu iki şekilde olur:
1) Zararı bertaraf etme.
2) Menfaat sağlama. Birincisi, daha önemli ve daha öncedir. İşte bundan dolayı ulema, "Canlılardan zararı defetmek vacibtir; ama, menfaat temin etmeye gelince, bu vacib değildir" demiştir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, zararı savuşturma nimetini, Fîl Sûresi'nde; fayda temin etme nimetini ise bu sûrede açıklamıştır. Nimet vermeye ve nimet verene, şükür ve kullukla mukabele etmek gerektiği, zihinlere yerleşince de, pek yerinde olarak, Cenâbı Hak, verdiği nimetlerin peşinden, kulluğun yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek buyurmuştur Burada
getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek, buyurmuştur. Burada şöyle birkaç mesele vardır:[18]

Birinci Mesele


Biz, ibadetin, mabuda karşı alabildiğine tezellülde, huzû ve huşûda bulunmak olduğunu, daha önce beyan etmiştik.
Bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, buradaki  "Sima; onlar, bu Beyt'in Rabbini Bir bilsinler (tevhîd) manasını kastetmiştir. Zira, Beyt'i koruyup muhafaza eden, putlar olmayıp, O'dur. Bir de, tevhîd, ibadetlerin anahtarıdır." Bazı kimseler de, bu ayetteki ibadet ile, uzuvlarla ilgili ibadetlerin kastedildiğini söylemişler, sonra da, ibadet çeşitlerini sıralamışlardır. Ama, evla olanı, ayetin bu ifadesini, tüm ibadet çeşitleri manasına almaktır. Çünkü lafız, delilin istisna ettiği şeyler hariç, bütün ibadet çeşitlerini içine almaktadır.
Bu ifadeyle ilgili olarak, bir başka izah da şudur: Buradaki  fiilinin manası, "Onlar, yaş ve kış seferlerini terksdip de, bu Beyt'in Rabbine ibadet etmekle meşgul olsunlar. Çünkü onları, açlıktan doyuran, korkudan emin kılan, O'dur" şeklindedir. Burada, özellikle "Rab" kelimesinin zikredilmesi, Kureyş'in Ebrehe'ye, "Bu Beyt'in, onu koruyup muhafaza edecek, Rabbi vardır.." şeklindeki sözlerini tasdik ve takrirdir. Çünkü onlar bu hususta, putlara güvenmemişlerdir. Binâenaleyh, onların bu ikrarları gereği, Allah'dan başkasına ibadet etmemeleri gerekmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Beyt'in muhafazası hususunda Bana dayanıp bana güvendiğinize göre, ibadet ve hizmetlerinizi de, sadece benim için yapın..." demek istemiştir.[19]

İkinci Mesele


Bu ayette, ism-i işaretle, Beyt'e işaret edilmesi, bir tazimi ifade eder. Çünkü Cenâb-i Hak bazan, kulunu kendisine nisbet ederek, "Ey kullarım..." der, bazan da, Kendisini kuluna nisbet ederek, "ilahınız..." buyurur. "Beyt" hususunda da böyle yapmıştır. Bazan, Kendisini Beyt'e nisbet etmiştir ki bu, buradaki ayetinde böyledir, bazan da, Beyt'î kendisine nisbet etmiş ve mesela, "Beytimi temizleyiniz" (Bakara, 125) buyurmuştur.[20]

Doyuran ve Eman Veren Rab


"(O Rab ki), onları açlıktan doyuran, kendilerine korkudan eminlik verendir O"(Kureyş, 4).
Bu "doyurma"nın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Allah Teâlâ, Harem-I Şerif yüzüsuyu hürmetine, onları, emin kılıp, böylece bu iki yolculuklarında, kendilerine sataşılmaz bir toplum haline getirince, işte onlar, aç iken, bu hal, onların doyurulmaları sebebi olmuştur.
2) Mukâtll şöyle demektedir: "Rızık temini için, yaz ve kış, Yemen'e ve Şam'a gitmek onlara zor gelmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, Habeşlilerin kalblerine, yiyecekleri, gemilerle Mekke'ye taşıma hususunda bir korku salmıştır. Çünkü Habeşliler, yiyecekleri bu şekilde taşıyorlardı; Mekkeliler de deve ve eşekleriyle, onları karşılıyorlar; onların getirdiği yiyecekleri, iki gecelik bir mesafede bir konaklama yeri olan Cidde'den alıyorlardı. Ve bu iş, sürüp gidiyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu iki sefer sayesinde, onların rızkını tam olarak karşılamıştı.."
3) Kelbî şöyle demektedir: "Bu ayetin manası şudur: Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlayınca, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara bedduada bulunarak, "Allahım, bu yılları onların üzerine, Yusuf (a.s)'un yılları gibi, kıtlık yılları kıl... "[21] dedi de, onların üzerine de kıtlık çöktü ve burunları yere sürtüldü. B unun üzerine onlar, "Ey Muhammed, Allah'a davet et; zira, artık biz mü'miniz..." dediler de, Allah'ın Resulü de dua etti... Böylece bu kıtlıktan sonra, Allah Teâlâ, beldelere ve Mekkelilere bolluk ve bereket verdi. İşte, ifadesiyle kastedilen budur. Ayrıca, ayetle ilgili birkaç soru vardır:[22]

İbadetin Doyurma İle İlgisi


Birinci Soru: İbadet, temel nimetlerin verilmesi sebebiyle, insanlar farz olan bir husustur. Halbuki, doyurma ve yedirme ise, temel nimetlerden değildir. Öyle ise, ibadetin vacib olmasını, daha niçin doyurma ve yedirmeye bağlamıştır? Buna şu birkaç bakımdan cevap verilir:
1) Allah Teâlâ, o fil ordusunu engellemek, onların üzerine o kuş sürülerini salıverip de onları helak etmek suretiyle, Kureyşlilere olan ihsanını hatırlatıp, bu işi, Kureyş'in alışıp ünsiyyet duyması İçin yaptığını beyan edip, sonra da onlara ibadet etmelerini emredince, birisi adeta, "Biz, taam kesbine ve kendimizi tehlikelerden korumaya, muhtacız... Şimdi biz, ibadetle meşgul olursak, kim bizi doyuracak?" diye sormuş da, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Onlar O'na ibadet etmezden önce, onları açlıktan doyuran zat, onlar O'na ibadet ederken, onları doyurmaz mı?" demiştir.
2) Allah Teâlâ, kullarına, temel nimetleri verip de, kulları da O'na asi olup, buna rağmen yine Allah onları yedirip içirince, Cenâb-ı Hak adeta, "Bu temel nimetlerden utanmadığına göre, bari, senin bunca isyanından sonra, benim yine de sana ihsanda bulunmamdan haya edip utanmaz mısın?" demek istemiştir.
3) Allah, nimet vermekten bahsetmiştir. Zira, dört ayaklı hayvanlar bile, kendisine alaf verene boyun eğip itaatta bulunur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Sen hayvandan da aşağı değilsin!.." demek istemiştir.[23]

Kerîm Olan Allah'ın Minnet Etmesi?


ikinci Soru: Cenâb-ı Hak, "Yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratan O'dur" (Bakara, 29) buyurmak suretiyle, dünyayı bizim mülkümüz yapmamış mıdır? Şu halde bizim mülkümüzü bize vermek sebebiyle, O'nun bize minnet etmesi, bunu başımıza kakması ne derece doğru olur?
Cevap: Yemeğin tam ve iyi hazırlanabilmesi için, yemezden önce mutlaka olması gerekli olan merhaleler ile, yenilen şeyden tam olarak istifade edilebilmesi için, o taam yenildikten sonra mutlaka olması gerekli olan nesneler hakkında varın bir düşünün. İşte o zaman sen, bu taamın, tam ve mükemmel olabilmesi için mutlaka felekler, yıldızlar ve dört unsur gibi hususların; yenilen o yiyeceklerden tam ve mükemmel bir manada istifadenin sağlanabilmesi için, farklı şekil ve suretlerde bir takım uzuvlar cümlesinin mutlaka bulunması gerektiğini mutlaka anlayacaksın. İşte bu durumda sen, bu, doyurma işinin, taat ve ibadette bulunmayı emretmeye uygun olduğunu anlayacaksın..
Üçüncü soru: Yedirip doyurma yüzünden başa kakmak, ufacık bir keremi bulunan kimselere dahi uygun düşmeyen bir hareket tarzı iken, bu nasıl, ekremu'l-ekremîn olan Allah'a uygun düşer?
Cevap: Bunun maksadı, başa kakmak değildir. Tam aksine, en uygun olana iletmek, onu göstermektir. Çünkü, yiyip içmenin maksadı, taata mani olan şehveti güçlendirmek değil, tam aksine, bünyeleri, taat olan şeyleri eda etme hususunda güçlendirmektir. İşte, ibadet emrinin maksadı adeta budur.[24]

Yaşayacak Kadar Yemek


Dördüncü Soru: Ayetteki, (yeniden) demenin hikmeti nedir? Cevap: Bunun şu faydaları vardır:
a) Aç olma işinin, çok güç bir iş olduğuna dikkat çekmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar ümitsizliğe düştükten sonra, onlara yağmuru yağdıran O'dur"(Şûrâ,28) ayeti ile Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Evinde, emniyet içinde kim sabahlarsa..."[25] hadisi de, işte bu manadadır.
b) Kureyşlilere, şu mevcut nimetin kıymetini anlayabilmeleri için, daha önceki elem verici ve hiç de hoş olmayan o açlık hallerini hatırlatmaktır.
c)  Yiyeceklerin en hayırlısının, açlığı gideren şey olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak,  dememiştir. Çünkü taam, "ifâm" açlığı giderecek kadar yedirip içirmedir. İşba' £p.î ise, yağlanmaya sebebiyet verir..,
Cenâb-ı Hakk'ın, "... kendilerine korkudan eminlik verendir ..." buyruğuna gelince, bunun tefsiri hususunda da şu izahlar yapılabilir:
1) Kureyş, emniyet içinde, yolculuklarını yapıyordu. Onlara hiç kimse sataşmıyor, ne yolculuklarında, ne mukîm iken yağmalamada bulunmuyordu. Halbuki onların dışında kalanlar ise, hem hazer hem de seferde iken, yağmalanma konusunda kendilerini emin görüyorlardı. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Görmediler mi ki, biz o beldeyi, emin ve dokunulmaz bir yer kıldık..." (Ankebût, 67) ayetinin ifade ettiği husustur.
2) Allah onları, o fil ordusunun işkencesinden emin kıldı.
3) Dahhâk ve RebP, bu ifadeye, "Allah onları cüzzam korkusundan emin kıldı da, böylece beldelerine cüzzam isabet etmedi" manasını vermişlerdir.
4) Allah onları, emirliğin ve hilafetin, başkalarında olması endişesinden emin kıldı.
5)  Allah onları, İslâm ile emin ve güvence içinde kıldı. Çünkü onlar, küfür döneminde hem de tefekkür ediyor ve üzerinde bulundukları bu dinin bir değer taşımadığını biliyorlardı. Ancak ne var ki, insanın kendisine sımsıkı sarılması gerekli olan bu dini tanıyıp bilemiyorlardı.
6) Allah onları, vahyin manevi yiyeceği ile, cehalet açlığından doyurmuş, hidayetin açıklanması ile de, sapıklık korkusundan onları emin kılmıştır.
Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "Ey Mekkeliler, sizler, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmezden önce, Allah'ın cahilleri ve ahmakları adını alıyordunuz. Sizinle münakaşa edenler ise, ehl-i kitab diye adlandırılıyorlardı. Derken, peygamberinize vahiy geldi; ben size, kitabı ve hikmeti öğrettim. İşte şu anda sizler, ehl-i ilim ve Kur'ân diye adlandırılırken, onlar, yahudi ve hristiyan cahiller diye adlandırılmaya başlandı. Sonra, bedenin gıdası olan yiyecek yedirmek, şükretmeyi gerektirirken, ruhun gıdasıs olan şeyleri sunma, ihsan etme, şükrü gerektirmez mi?! Ayetle ilgili birkaç soru vardır.[26]

 

Yerine  Harf-i Cerri


Birinci Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, demedi? Biz deriz ki: Çünkü, 'ın manası, "o, açlığı onlardan uzak kıldı" şeklinde olup, bu da, bu uzaklaştırma işinden önce bu kimsenin, bir müddet aç kaldığını, daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın o kimsenin açlığını giderdiğini ifade eder. Halbuki, böyle değildir; Çünkü '\n manası, "onlar acıktıklarında doyuruluyorlar, korktuklarında da emin kılınıyorlar..." şeklindedir.
İkinci Soru: Peki, Cenâb-ı Hak, belirsiz olarak buyurmuştur?
Cevap: Bu kelimelerin nekire getirilişi ile, tazim manalarının kastedilmesi mümkündür. Açlığa gelince, daha önce de anlattığımız gibi, onların başına, leşleri ve yanmış kemikleri yeme durumuna gelecek denli şeddetli olan bir kıtlık gelmişti. Korkuya gelince, bu da, fil ashabından, duyulan o, şiddetli korkudur. Buradaki nekire ile, önemsizlik, tahkir manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak son derece kerîm olduğu için, onları o azıcık açlık ve o azıcık korku içinde bırakması caiz olmadığına göre, onların O'na ibadet etmeleri halinde, Allah'ın keremi gereği, onların işlerini ihmal etmesi, nasıl düşünülebilir Bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, onları bir açlıktan doyurup, diğerinden doyurmaması, bir korkudan emin kılıp diğerinden emin kılmaması manası da kastedilmiş olabilir. Çünkü bu durumda, ikinci açlık ile ikinci korku, onların daha evvel içine düşmüş oldukları açlık ve korku çeşitlerini hatırlatıcı olur da, böylece onlar, bir bakımdan şükredici, bir bakımdan da sabredici olmuş olurlar, böylece de, bu iki hasletin mükafaatına da müstehak olmuş olurlar.
Üçüncü Soru: Allah Teâlâ onları, Hz. İbrahim (a.s)'in duasına icabet ettiği için yedirip emin kılmıştır. Yedirmesini, İbrahim (a.s)'in, "Onun halkını rızıklandır" (Bakara, 126), emin kılmasını da, "Ya Rabbİ, bu beldeyi emin kıl..." (ibrahim, 35) ifadelerinden anlamaktayız. Durum böyle olunca da, bu Hz. İbrahim (a.s)'e yapılmış olan bir minnet ve başakakma olmuş olur. O halde, Cenâb-ı Hak daha nasıl, o hususu, mevcut olan o kimeslere bir minnet sebebi kılmıştır?
Cevap: Allah Teâlâ, "Muhakkak ki Ben, seni, insanlar için imam kılacağım..." buyurunca Hz. İbrahim (a.s) bu edeb ve terbiyeyi bildirince, Hz. İbrahim (a.s) "Ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl ve halkını da çeşitli ürünlerden nzıklandır..." dediğinde, bu sözünü, ehlinden bedel, onların yerine, "iman edenleri nzıklandır" (Bakara, 126) ifadesiyle kayıtladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Böyle kayıtlamana hacet yok, zira, Ben, küfredenleri de ömürleri süresince dünya nimetlerinden faydalandırırım" buyurdu.
Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istedi; "Emniyyette kılma nimetine gelince, bu bir dini husus olup, ancak muttaki olanlar için gerçekleşir. Ama, dünya nimetlerine gelince bu, iyiye de facire de, salihe de, fasık kimseye de ulaşır. Eğer böyle ise, kafiri, açlığından dolayı yedirmek; korktuğundan emin kılmak, Hz. İbrahim (a.s)'in duası ile değil, doğrudan doğruya Allah'tan bu kimselere verilmiş bir nimet olur. Böylece bu soru zail olur. Allah en iyisini bilendir. Salat ü selâm da Hz. Muhammed'e, O'nun âline ve ashabına olsun (amin)![27]



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/423.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/425-426.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/426.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/426-428.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/428.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/429.
[10] İbn Mace, hudûd, 37 (2/871).
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/429.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/429-430.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/430.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431-432.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/431-432.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/432.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/432.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/433.
[21] Buhârî, tefsir, 44; Müslim, münafikûn 39-40 (4/2156-2175).

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/433.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/433-434.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/434.
[25] Tirmizi, zûhd,34(4/574);Ibn. Mace,züht9(21387).
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/434-435.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/435-436.

26 Aralık 2017 Salı

Fil Suresi Tefsiri Kebir, Namaz Sureleri Tefsiri


Beş ayet olup, Mekkidir.[1]

"Rabbinin fil sahiplerine nasıl (muamele) ettiğini görmedin mi?"(Fil, 1).[2]

Fîl Olayı


Rivayet olunduğuna göre, Ashame en-Necaşî'den önceki Yemen hükümdarı Ebrehe ibn es-Sabbâh el-Eşrem, San'â'da bir kilise yaptırır ve ona el-Kalîs adını verir. Maksadı ise, hacıları oraya çekmektir. Derken, Kinane oğullarından birisi çıkar, o kiliseye, geceleyin, büyük abdestini bozar... Bu durum da, Ebrehe'yi kızdırır. 
Arablardan birisinin bir ateş yakıp, rüzgarın o ateşi, kiliseye ulaştırıp, oraya yaktığı, bunun üzerine de Ebrehe'nin Kabe'yi yakmaya yemin ettiği de ileri sürülmüştür. İşte bu maksatla Ebrehe, beraberinde çok kuvvetli olan ve adı Mahmûd olan bir fil ile birlikte, Habeşistan ve sair yerlerden topladığı ordu ile birlikte, yola çıkar. Ki bu ordunun içinde, ayrı cinsten sekiz fil daha bulunmaktadır. Bu sayının on iki ya da bin olduğu da ileri sürülmüştür. Mekke'ye yaklaşınca, kendisini Abdulmuttalib karşılar ve ona, geri dönmesi için, Mekke'deki mallarının üçte birini vermeyi teklif eder. Fakat o, kabul etmez. Derken, ordusuna silah kuşatır ve o fili de ordunun önüne alır.
Onlar her ne zaman bu fili, Harem-i Şerif cihetine doğru yönelttilerse, o çöker ve oradan kalkmaz. Ama, Yemen'e veya diğer yönlere doğru yönelttiklerindeyse, koşarak gider. Derken Ebrehe, Abdulmuttalib'e ait ikiyüz deveyi alır. Bunun üzerine Abdulmuttalib, develerini geri almak maksadıyla, onların yanına gelir. İri yapılı birisi olduğu için, Ebrehe ona önem verir. 
Ebrehe'ye, "Kureyş'in efendisi ve Mekke kervanının sahibi" diye takdim olunur. Abdulmuttalib ne maksadla geldiğini anlatınca da, 
Ebrehe, "Gözümden düştün. Zira ben, senin ve atalarının dini demek olan Kâ'be'yi yıkmak için geldim. Sen buna hiç aldırmadın; ama, alınan develerini istemek için buraya kadar geldin!.." dedi. 
Bunun üzerine Abdulmuttalib,
"Develerin sahibi benim, o Beyt'in de sahibi vardır. Orayı, sana karşı koruyacaktır" dedi, sonra da dönüp, Kâ'be'ye geldi ve Kâ'be'nin halkasına yapışarak şöyle demeye başladı:

"Allahım, herkes kendi helal malını müdafaa eder; sen de kendi malını koru! Bu gün seni, Salib'den yana olan ve ona tapanlara karşı, kendi yandaşlarına (âline) yardım et. Onların haçı ve güçleri, haddi aşarak, senin gücüne galib gelemesin. Eğer Sen Kâ'be'mizi onların insafına terkedersen et, Sen bilirsin. Ya Rabbi, onlara karşı, Senden başka umacağım kimse yoktur. Ya Rabbi, onlara karşı, bu harîmini Sen koru, müdafaa et."

Bu duayı yaptı ve döndü. Bir de ne görsün, Yemen tarafından bir takım kuşlar gelmiyor mu? Bunun üzerine Abdulmuttalib şöyle demeye başladı: 
"Vallahi, bunlar yabancı kuşlar, ne Necidli, ne de Tihâmeli, yani Mekkeli..." Her kuşun gagasında bir, ayaklarında da İki taş vardı ki, bunlar mercimekten büyük, nohuttan küçük idiler. İbn Abbas'ın, bu taşı, Ümmühanî'nin yanında Kafîz gibi, burnu çizgili, tıpkı Zıfâr kabilesinin gözboncuğuna benzer bir biçimde gördüğü rivayet edilmiştir. Taş, adamın başından giriyor, aşağıdan çıkıyordu. Ve, her taşın üzerine, kime ait olduğu da yazılmıştı. Böylece bu, Kâ'be'yi yıkmaya katılanların hepsi, yollarda, vadilerde, helak olup, yok oldular. Ebrehe ise hastalandı, derken parmak uçları düştü. Göğsü yarılıp, kalbi dışarı fırlayarak öldü. Derken, veziri Ebû Yeksûm, geriye döndü, üzerinde de bir kuş uçup duruyordu. Necâşî'ye geri döndü ve durumu ona anlattı. Hadiseyi anlatıp bitirince de, o taş onun üzerine düştü, Necaşî'nin önünde yığılıp kaldı... Hz. Aişe (r.a)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: 
"Ben, filin komutanını ve bakıcısını, kör-kötürüm olmuş, dilenir oldukları bir vaziyette gördüm..." Ayetle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir:[3]

Hadise Çok Önce İken Neden Denildi?


Birinci Soru: Bu hadise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olmasından uzun bir süre önce meydana gelmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hak niçin, görmedin mi?" buyurmuştur?
Cevap: Buradaki "görmek" ifadesiyle, bilme ve hatırlatma manaları kastedilmiş olup, bu, bu haberin mütevatir bir haber olduğuna bir işarettir. Böylece bu konudaki bilgi, kesin, kuvvet ve açıklık bakımından, fiilen görmeye denk bir ilmi o muş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, başkalarına (hadiseyi görmeyenlere) bir kınama yoluyla, "Onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olduğumuzu görmediler mi?" (Yasin, 31) buyurmuştur. "Peki, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" (Bakara, 106) buyurmuştur?" da denilmesin; çünkü biz diyoruz ki, buradaki fark şudur: İdraki tasavvur olunamayan şeyler hakkında, kadir olduğu için, ilim maddesi kullanılır. Ama, mesela fiilin kaçması, gitmesi gibi, idraki tasavvur olunan şeylere gelince, burada "görmek" hadisesi kullanılabilir.[4]

Keyfe (Nasıl) Kelimesindki İncelik


İkinci Soru:  Peni, Cenâb-ı Hak niçin buyurmuş da, buyurmamıştır?
Cevap: Zira varlıkların zatların zatları olduğu gibi onların birtakım keyfiyetleri de vardır bu keyfiyetler onların medlullerine delalet ederler. İşte bu keyfiyetlere, kelamcılar "Delil ciheti, yönü" adını verirler. Medhe ve övgüye müstehak olma yani nitelendirme imkanı, zatları görme ile değil, bu keyfiyetleri yakalamakla mümkün olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onlar, üstlerindeki semaya bakmadılar mı? Onu nasıl bina etmişiz..."(Kaf,6) buyurmuştur.[5]

İrhasat


Bu hadisenin, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, ilim, hikmetine ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şerefine delalet ettiğinde ise şüphe yoktur. Zira, biz ehl-i sünnet mezhebine göre, peygamberliklerini tesis için, peygamber olarak gönderilmezden önce bir takım olağanüstü hallerin gösterilmesi mümkün ve vaki olup bunlara irhasat denilmektedir. İşte bu yüzden ulema, bir kulunu Hz. Muhammed (s.a.s)'i gölgelediğini söylemişlerdir.
Mu'tezi I e ise şöyle demektedir: "Bu, caiz değildir." Bunu söyleyen Mu'tezile, muhakkak ki şunu iddia etmiştir: O zaman da, meselâ Halib ibn Sinan veya Kus Ibn Sâlde gibi, bir nebî ya da hatip mevcut idi. Bunların, mevcudiyetlerinin herkes tarafından bilinmesi ve tevatür derecesine ulaşmış olması gerekmez. Çünkü, bu kimsenin, sayıca az bir topluma peygamber olarak gönderilmesi muhtemeldir. İşte bu yüzden de, haberi, çok duyulmamıştır.
Bil ki, fîl hadisesi, dinsizler üzerinde, kendisini cidden hissettiren bir hadisedir. Zira dinsizler, zelzele, kasırga, yıldırım ve Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle, geçmiş ümmetlere azab ettiği diğer musibetler hususunda tutarsız bir takım şeyler ileri sürebilirler. Ama, bu hadiseye gelince, burada, bu tür mazeret ileri sürme de mümkün değildir. Çünkü, tabiatta ve diğer yol ve yöntemlerde, bir kuşun, gagasında ve ayaklarında taşlar taşıyıp da, su toplama değil beriki topluma atıp, böylece o toplumun helak etmesi diye bir şey yer almaz. Bunun, diğer tutarsız hadiseler gibi olduğu da söylenemez. Çünkü fil yoluyla Hz. Peygamber (s.a.s)'in bi'seti arasında, kırk yıllık bir zaman bulunur. Hz. Peygamber bu sûreyi okurken, Mekke'de, bu hadiseyi görüp müşahede eden kimseler bulunuyordu. Şimdi eğer bu nasıl zail olmuş olsaydı, onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'i bizzat şifahi olarak yalanlarlardı. Böyle bir şey olmadığına göre, biz bu hadisenin tenkit edilecek bir yönü olmadığını anlamış oluyoruz.[6]

Kelimesinin Özelliği


Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, "kıldı, yarattı, amel etti.." demedi de, buyurdu?
Cevap: Çünkü, bir işin başlangıcı için "kıldı" da, keyfiyet için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gölderi ve yeri yarattı; karanlıkları ve nuru var etti" (En'âm, 1) buyurmuştur. ise, talepten sonra kullanılan bir fiildir. Halbuki daha genel bir ifâdedir, daha genel bir ifadedir. Binâenaleyh, bu ayette, Jtt'nın kullanılması daha münasip olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak, o kuşları yaratmış, o filin karakterini de, (o anda), üzerinde bulunduğu karakterin aksine kılmıştır. Mekkeliler, Cenâb-ı Hak'dan, Beytullah'ı korumasını istemişlerdir. Belki de onların içinde, duaları makbul olacak kimseler vardır. Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, bu üç fiili zikredecek olsaydı, o zaman söz uzardı. Böylece bu fiillerin üçünü de içine alan bir fiil zikretmiştir.[7]

Niçin er-Rabb Değil De Rab büke Denildi?


Dördüncü Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, dkj demiş de, dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Onlar, bu intikam alışımı gözleriyle görüp müşahede ettiler. Ama, yine de putlara tapmayı bırakmadılar. Halbuki, ey Muhammed, sen, bu intikam alışımı bizzat gözünle görmedin. Ama, bana şükretmek ve itaatta bulunmak suretiyle, bunu itiraf edip kabul ettin. Böylece de, bu intikam alışımı gören, (adeta) sen görmüş oldun. Böylece de, hiç şüphesiz, onlardan ayrıldın. Ben de, onların içinden seni seçtim. Şimdi Ben, "Senin Rabbin" diyorum. Yani, Ben, senin içinim, onlar için değil; tam aksine Ben, onların aleyhineyim."
2)  Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, fil ordusuna bunu, seni ululumak ve senin peygamber olarak gelişini kutlamak için yaptım. Bu demektir ki ben, seni, senin toplumundan önce eğitenim. Binâenaleyh, sen bilfiil zuhur ettikten ve dünyaya geldikten sonra beni eğitmeyi nasıl bırakabilirim?.." demek istemiştir ki, bunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, kendisinin galib geleceği hususunda bir müjde yatmaktadır.[8]

Teaccübün Sebebi?


Beşinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, taaccüb sadedinde zikredilmiş bir ifadedir. Halbuki, bu tür şeyler, Allah'ın kudretine nisbetle pek de ilginç değildir. Binâenaleyh, bu taaccübün sebebi nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Kâ'be, Hz. Muhammed (s.a.s)'e tabidir (ikinci derecede gelir). Bu böyledir, zira ilim, mes'ûd olmadan da ifa edilir. Ama, alimsiz mescid olmaz. O halde alim, inci; mescid ise, onun sedefi mesabesindedir. Sonra, o peygamber, Velîd ibn Muğîre'nin kendisiyle alay ettiği, böylece de kalbi daralmış olan o muhterem zattır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Büyük bir hükümdar mescidini ta'n edince, onu yerle bir ettim, yok ettim.. Binâenaleyh, senin hakkında ileri geri konuşan kimseye gelince —ki sen, her şeyin esası ve maksadısın— onları helak ve yok ederim" demek istemiştir ki, bu cidden enteresandır.
2) "Kâ'be, senin namazında, kendisine yöneldiğin kıblendir. Kalbin ise, bilgi ve marifetinin kıblesidir. Ben, senin amelinin kıblesini, düşmanlardan korumaktayım. Şimdi, senin dinini kıblesini, günahlardan ve masiyetlerden korumaz olur muyuz?" demektir.[9]

Ashab Kelimesi


Altıncı Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, veya dememiş de, buyurmuştur?
Cevap: Çünkü, "sâhib", aynı cinsten olur. O halde, ifâdesi, o toplu­luğun, hayvanlıkda, anlayışsızlık ve akılsızlıkta, o fiilin cinsinden olduklarına delalet eder. Hatta, bunda şöyle bir incelik vardır: İki kişi arasında arkadaşlık (beraberlik) varsa bunu ifade etmek için, seviyece daha alt olan, üstte ki ne izafe edilerek "Bu şahıs falanın sahibidir" denilir, yoksa bunun aksi yapılmaz (meselâ Ammar Sahlbu'n-Nebİyyi denir, fakat Nebî Sahia Ammar denilmez). İşte bu yüzden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabına, "sahabe" adı verilmiştir. Binâenaleyh, ifadesi, o topluluğun, o filden derece bakımından daha aşağı ve dûn olduklarına delalet eder ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "hatta daha da sapık..." (A'râf, 179) ifadesinden kastedilen budur. Şu hadise de bunu tekid eder: Onlar her ne zaman o fili, Kâ'be tarafına döndürmeye çalışmışlarsa, o oraya dönmemiş ve o cihetten aksi istikamete doğru kaçmıştır. Fil bu hareketiyle adeta, "Hakk'a isyanın bulunduğu yerlerde, mahluka itaat edilmez. Benim azmim ve iradem, medhe layık bir azmdir. Onlar o, adi azim ve iradelerini terketmediklerine göre, hem niye bu azim ve irademi terkedecekmisim?" demek istemiştir ki, böylece bu, o filin, o topluluktan daha iyi halli olduğuna delalet eder.[10]

Kul Hakkının Önemi


Yedinci Soru: Kureyş kafirleri, ta öteden beri, Kâ'be'yi putlarla doldurmamışlar mıydı? Bunun, Kâ'be'nin duvarlarını yıkmaktan daha çirkin bir şey olduğundaysa, şüphe yoktur. Öyleyse, Cenâb-ı Hak daha niçin, Kâ'be'yi yıkmaya gelenlere o azabı vermiş de, orayı putlarla dolduranlara bir azabta bulunmamıştır?
Cevap: Çünkü, Kâ'be'yi putlarla doldurmak, Allah'ın hakkını çiğnemek; orayı harab etmek ise, mahlukatın hakkını çiğnemektir. Ki, bunun bir benzeri de, yol kesen ve meşru devlet reisine başkaldırmış olan kimsenin durumudur. Bunlardan adam öldürenler müslüman olmalarına rağmen, öldürülürler. Halbuki, yaşlı kimseler, körler, ibadetgâhlarda bulunan din adamları, ve kadınlar, kafir bile olsalar, öldürülmezler. Zira, bunların zararları, insanlara ulaşmaz.
Sekizinci Soru: Bu ayetin irabı nasıldır?
Cevap: Zeccâc şöyle der: kelimesi, ifâesiyle değil de, başka bir fiil ile, mahallen mansubtur. Çünkü istifham harfidir.
Bil ki Allah Teâlâ, onlara ne yaptığını belirtince, "O bunların, kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?"(Fil, 2) buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[11]

Keyd Kelimesinin Manası


Bil ki, el-keydu bir başkasına, gizlice zarar vermek istemetir. Buna göre şayet, "Peki, bu şey ayan beyan ortada iken, Cenâb-ı Hak bu İşi niçin "keyd - tuzak" diye isimlendirmiştir? Zira, karşı taraf, Kâ'be'yi yıkacağını açıkça söylüyordu..." denilirse, biz deriz ki: Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama, onun kalbinde, açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı. Zira o, Arablara olan kıskançlığını içinde saklıyor, Kâ'be sebebiyle, Arablar için hasıl olan o şerefi Arablardan ve onların beldesinden alıp, kendisine ve beldesine yöneltmek istiyordu.[12]

İkinci Mesele


Mu'tezi I e şöyle demektedir: Tuzağın insanlara nisbet edilmesi, Allah'ın, kötü şeylere razı olmadığının bir delilidir. Çünkü, eğer O, buna razı olmuş olsaydı, bu işi de, tıpkı "Oruç, benim içindir" demek suretiyle yapmış olduğu nisbet gibi, Kendi zatına nisbet ederdi."
Cevap: Nahiv ilminde, bir nisbe'nin muteber olabilmesi İçin, o iki şey arasında ufacık bir münasebetin bulunmasının yeterli olacağı hükmü yer almaktadır. Binâenaleyh, bu nisbe'nin güzel olması için, bunun, onların irade ve isteklerine uygun olarak meydana gelmiş olması için yeterli olmasın?[13]

Üçüncü Mesele


ifadesi,  "boşa çıkarmada,  ibtâl  etmede..." manalarındadır. Nitekim birisi birisinin tuzağını boşa çıkarıp zayi ettiğinde, denilir. Ki, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kafirlerin duası, ancak zayi olup, boşunadır... "(Mü'min, 50) ayetidir. Babasının mülkünün zayi ettiği için, İmrlu'l-Kays'ın da el-Meliku'd-Delfl denmesi de bundan dolayıdır. Buna göre mana, "Onlar o kiliseyi yapmak suretiyle, o Kâ'be'ye kastettiler. Hacıları o kiliseye çevirmek suretiyle bu işe başlamak istediler. Ama, Allah Teâlâ, o kiliseyi yakmak suretiyle onların tuzaklarını boşa çıkardı. Derken, onlar ikinci kez, Kâ'be'yi temelinden yıkmayı arzu ad ar da, Allah, o kuşları onların üzerine salıvermek suretiyle, bu işlerini de boşa çıkardı" şeklindedir. ifâdesini e ki nin manası, tıpkı Arapça'da, "Falancanın say ü gayreti hüsranla sonuçlandı denilmesi gibi olup, "Onların çalışmaları, her akıllının, bunun bir hata ve sapıklık olduğunu anlayacakları bir biçimde hüsranla sonuçlandı..." demektir.[14]

Ebabîl Kuşları


"O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi"(Fil, 3).
Burada birkaç soru sorulabilir:
Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, habersiz olarak, buyurmuştur?
Cevap: Bu, ya tahkir için böyle getirilmiştir. Çünkü, her zaman bu yapılan iş;
en hakir iş olursa, Allah'ın fiili de, o nisbette harikulade ve en büyük olur. Yahut da, "tefhim" içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak, adeta, "kuşlar, amma ne kuşlar! O ufacık taşları atıyorlar, ama attıkları hiç boşa çıkmıyor, hedefini buluyor.." demek istemiştir.
İkinci Soru: "Ebabil'' ne demektir?
Cevap: Dilcilere gelince, meselâ Ebû Ubeyde, bu kelimeye, "bölük bölük" manalarını verir ve Arapça'da meselâ "Atlar, şuradan buradan, bölük bölük geldiler" denildiğini söylemiştir. Şimdi, bu kelimenin müfredi var mıdır, yok mudur meselesine gelince, bu hususta da iki görüş vardır:
a) Ahfeş ve Ferrâ'ya göre, bu kelimenin müfredi yoktur ve bu tıpkı, tekil gibi, "dağınık",kelimesi gibidir.
b) Bu kelimenin tekili vardır. Böyle diyenler, şu üç izahı yapmaktadırlar.
1) Ebû Cafer er-Ruâsî, ki bu, güvenilir bir zattır, bunun tekilinin, İbbâletun şeklinde olduğunu söylemektedir. Nitekim, Arabi arın bir darb-ı meselinde de, "büyük demet" anlamına gelen, deyimi bulunmaktadır. Şimdi, bu kuş toplulukları, intizamlı olmaları bakımından, demete benzetilmişlerdir.
2) Klsâî de şöyle demektedir: "Ben, nahivcilerin ifâdesinde olduğu gibi, dediklerini duydum..."
3) Ferrâ da şöyle demektedir: "Eğer bir kimse kelimesinin müfredinin, tıpkı, ifâdelerinde olduğu gibi, , îbâletun şeklinde olduğunu söylemiş olsaydı bu, doğru olurdu."[15]

O Kuşların Şekli


Üçüncü Soru: Bu kuşların şekil ve şemailleri nasıldı?
Cevap: İbn Şîrîn, İbn Abbas'ın, "Tıpkı, filin hortumu gibi hortumları, köpeğin patileri gibi pençeleri bulunan kuşlar idi.." dediğini rivayet ederken, Atfi da, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bunlar, deniz tarafından bölük bölük gelen siyah kuşlardı.." Belki de, bunun sebebi, o kuşların, dış görünümlerinde siyah renkli, içlerinde de küfür ve masiyetin siyahlığı bulunan bir topluluğun üzerine salıverilmiş olmalarıydı.
Saîd ibn Cübeyr'den de, bu kuşların, küçük beyaz kuşlar olduğu rivayet edilmiştir. Belki, bunun da sebebi, küfür zulmetinin bu kuşlar sebebiyle bozguna uğrayıp sona ermesiydi. Çünkü beyaz, siyahın zıddıdır. Bu kuşların, tıpkı yırtıcı kuşların başlarına benzer başları bulunan yeşil kuşlar olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki, bu kuşlar, bölük bölük olunca, belki de, bunların herbir grubu, başka bir şekil üzere idiler. Binâenaleyh, herkes, gördüğünü tavsif etmiştir. Bu kuşların, kırlangıçlarlar gibi, alaca oldukları da ileri sürülmüştür.[16]                                             

Siccîl


"Ki bunlar onlara pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı"(Fîl. 4).
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[17]

Birinci Mesele


Ebû Hayve, "Allah veya kuşlar attı" anlamında,  şeklinde okumuştur. Çünkü bu, cem-i müzezker için kullanılan bir zamir olup, fiil, manadan dolayı müennes getirilmiş, şeklinde okunmuştur.[18]

İkinci Mesele


Alimler, bu atmanın keyfiyeti hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Mukâtil, şöyle der: Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere, üç taş atıyordu ki, kimi öldüreceğine dair ismi üzerinde yazılı bulunan bir adamı öldürüyordu. O taşlar, düştüğü yeri delip, öte taraftan çıkıyordu. Eğer mesela, bir kimsenin başına düşmüşse, onun makatından çıkıyordu.
2) İkrime İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Teâlâ, o taşları, fil ordusu üzerine salıverdi. O taşlar, onlardan herhangi biri üzerine düştüğünde, orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple, çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu. Bu, Safd İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu taşların en küçüğü, mercimek; en büyüğü ise, nohut kadardır.
Bil ki, bazı kimseler, bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Şimdi biz, mercimek tanesi gibi olan bu taşlarda, ağırlık bakımından, insanın başından girip makatından çıkacak denli bir güç ve kuvvet olduğunu söylemiş olursak, o zaman, kocaman bir dağın da, ağırlığının olmayıp, ancak saman çöpü kadar bir ağırlıkta olduğunu da tecviz etmiş olurduk. Bu ise, gözle görünen şeylerden bile güvenin kalkması anlamına gelir. Çünkü, her ne zaman böyle bir şey caiz olursa, o zaman bizim yanıbaşımızda nice güneşlerin ve ayların bulunduğu, fakat bizim onu görmediğimiz, aynı şekilde, hür bir kimsenin de, kendisi doğuda bulunduğu halde, mesela Endüiüs'de bir toprak parçası görmesini vb. şeyleri mümkün görmemiz gerekirdi. Halbuki, bütün bunlar ise imkansızdır. Bil ki, bütün bu kimseler, biz ehl-i sünnet ve'I-cemâat in itikadına göre olabilecek şeylerdir. Ancak ne var ki, örf, böyle şeylerin olmadığı şeklinde cereyan etmektedir.[19]

Üçüncü Mesele


Alimler "slccîl"in ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Siccîl, sanki de kafirlerin azabının kaydedildiği divanlarının (amel defterlerinin) bir ismidir. Bu tıpkı, «Icctn'in kafirlerin amel defterlerinin özel ismi olması gibidir. Buna göre sanki, "Azabları yazılı ve tedvin edilmiş, azab türünden biri taş ile" denilmek istenmiştir ki bu manaya göre, kelimenin iştikakı, "salıvermek" demek olan "Iscâl" kökündendir. Su dolu büyük kovaya da, "seci" denmesi böyledir. Bu defterlere, içinde onların azablan yazıldığı için bir ad verilmiştir. Çünkü azab, hem, "O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar saldı" ayetinden, hem de, "Onlar üzerine bir tufan saldık" (A'raf, 133) ayetinden anlaşıldığı üzere, "salıverme" sıfatı ile nitelenmiştir. Binâenaleyh ifâdesi, "Allah Teâlâ'nın bu kitaba yazdığı şeylerden olmak üzere..." manasınadır.
2) Ibn Abbas "siccîf'in manasının, "bir kısmı taş bir kısmı çamur" manasında olmak üzere, Farsça "senk" (taş) ve "kil" olduğunu söylemiştir.
3) Ebû Ubeyde şöyle der: "Siccîl, şedîd (kuvvetli) manasınadır."
4) Siccîl, dünya semasının adıdır.
5) Siccîl, cehennemden bir taştır. Çünkü slccîn, cehennemin isimlerinden biridir. Binâenaleyh "nûn", lâm'a çevrilmiştir.[20]

Asfin Me'kûl


"Derken (Allah) onları, yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi"
Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var:[21]

Birinci Mesele


Alimler "asf'ın ne demek olduğu hususunda bir takım izahlarda bulunmuşlardır ki biz bunları, Rahman 12. ayetin tefsirinde  zikrettik.  Alimler  burada  da şu  izahları yapmışlardır:
a) Bu, tarlada, hasad sonrasında katan rüzgarın kırıp geçirdiği, hayvanların yediği ekin yaprağıdır.
b) Ebü Müslim, "asf", samandır. Çünkü Hak Teâlâ, "zu'l-asfı ve'r-reyhân" (samanlı ve kokulu...)" (Rahman, 12) buyurmuştur. Zira asf, rüzgarın toz halinde savurduğu ve taneden ayırdığı şeydir. Bu şey, yenildiği zaman iyice utanır, hiçbir mukavemeti kalmaz" demiştir.
c) Ferrâ, "asf, başak oluşmazdan önce, ekinin, sapını saran yapraklardır" der.
d) Asf, içi yenilen, kabuğu kalan tane demektir.[22]

İkinci Mesele


Alimler, "me'kûl"ün tefsiri hususunda da şu izahları yapmışlardır:
a) Me'kûl, yenilmiş şey demektir. Bu izaha göre burada şu iki ihtimal söz konusudur.
Birinci İhtimal: Mana, "hayvanları yeyip, sonra da yediklerini dışkı olarak atıp, bu dışkının kuruyup dağılan ekin ve saman" şeklinde olmasıdır. Böylece bu ekinlerin, biribirlerinden ayrılışları, dışkının parçalarının dağılmasına benzetilmiştir. Fakat buradaki ifade, Kur'ân'ın edeb üslubuna göre gelmiş bir İfade olup, tıpkı, "O ikisi (yani Isâ (a.s) ile Hz. Meryem) de yemek yerlerdi"(Mâide,75) diyerek, def-İ hacette bulunduklarını kastetmesi) gibidir. Bu, Mukâtilin Katâde'nin ve Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür.
İkinci İhtimal: Bu teşbih, ekinin yapraklarına kurt düşüp, onu delik deşik ettiği zamanki ekin yaprağına yapılmış bir benzetmedir.
b) "Me'kûl", Allah onları, tanesi yenilmiş, geriye samanı kalmış bir ekin gibi yaptı" demektir. Bu takdire göre ayet, "Allah onları, tanesi yenilmiş saman gibi yaptı" manasında olur. Bu tıpkı, "yüzü güzeldir" manasında, "Falanca güzeldir" denilmesi gibidir. Böylece "me'kûl"ün, asf (saman) İle olan ilgisi, tanelerinin yenilmiş olması bakımındandır, ünkü bu mana malumdur. Bu görüş de, Hasan el-Basrî 'nindir.
c) "Me'kûl", ilyer|ilen şeyler" demek olup, canlıların yediği" manasınadır. Çünkü yenilmeye elverişli olan her şeye "me'kûl" denir. Buna göre ayet, "Allah onları, hayvanların yediği saman gibi kıldı" manasındadir. Bu da İkrlme ile Dahhak’ın görüşüdür.[23]

Üçüncü Mesele


Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Hacılar Kâ'be'yi harab etmişlerdir. Fakat bundan ötürü hiçbir hadise meydana
gelmemiştir. Böylece, Fîl hadisesinin, bu şekilde olmadığına delalet etmiş olur. Böyle olsa bile, bu hadisenin sebebi, Kâ'be'ye saygıdan başka birşeydir."
Cevap: Biz, bu hadisenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, peygamber olarak gönderileceğinin bir işareti olduğunu daha önce anlatmıştık. Çünkü böylesi bir hadiseye, o (a.s) gelmezden önce gerek vardır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat peygamber olarak gönderilip, peygamberliği kesin delillerle pekiştikten sonra artık böylesi birşeye ihtiyaç kalmamıştır. Allah Teâlâ en iyi bilen ve en iyi hükmedendir. Salat-u selam, efendimiz Hz. Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)![24]




[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/411.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/413.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/413-414.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/414.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/414-415.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/415.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/415-416.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416-417.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/417.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/417-418.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418-419.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/419.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420-421.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421-422.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/422.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı