1 Kasım 2025 Cumartesi

ÖLÜMÜN HAKİKATİ, KİMYA-İ SAADET

17:29 0 Comments


ÖLÜMÜN HAKİKATİ
Eğer ölümün hakikatinden bir nebzecik bilmek istersen, bilmelisin ki, insanın iki ruhu vardır. Biri, hayvanlara mahsus ruh cinsindendir ve biz ona «Hayvanî ruh» diyoruz. 
Diğeri ise, meleklere mahsus ruh cinsinden olup, ona «İnsanî ruh» diyoruz. Bu hayvani ruh, canlılarda sol tarafta bulunan yürek denilen et parçasında olup, kalbin menba'ıdır [kaynağıdır]. O ise. hayvanın bâtın mizaçlarından buhar gibi, lâtiftir.

Mutedil bir mizacı [karakteri] vardır ve kalbden atar-damarları vasıtası ile hareket eder. Beyne ve bütün uzuvlara ulaşır. Bu ruh, his ve hareketleri taşımaktadır. Beyne ulaşınca, harareti azalır, mutedil olur. Göz ondan görme kuvveti, kulak ondan işitme kuvveti ve diğer azalar da kendi hassa ve kuvvetlerini alırlar.

Bu, içerisi tozlu olan bir odadaki kandile benzer. Kandilin ışığı tozlardan geçip, duvarın üzerine düşer. Orayı aydınlatır. Kandilin aydınlığı duvarın üzerinde zahir olduğu gibi, Allahü Teâlâ'nm kudretiyle görme, işitme ve diğer hislerdeki kuvvetler bu ruhtan diğer azalarda meydana geliyor. Eğer bazı damarlarda tıkanma olursa, ondan sonra gelen uzuv hareketsiz kalıp felç olur. Onda his ve hareket kuvveti olmaz. Hekim, bu tıkanıklığı gidermeye uğraşır.

Bu ruh, kandilin alevi gibidir. Kalb ise fitili gibidir. Gıdalar da yağı gibidir. Kandilde [şamdanda] yağ bitince kandil söner. Yağ olup, fakat fitil çok yağ çekse, bozulup artık yağ çekmez olduğu gibi; kalb de çok zaman geçince gıda almaz olur. Yağ ve fitil yerinde olduğu hâlde, kandilin üzerine bir şey koyduğun zaman söndüğü gibi, bir canlıya da büyük bir yara ve zorluk gelince ölür.

Mizacı mutedil olduğu müddetçe —ki bu şarttır— bu ruh his ve hareket kuvveti gibi, Allahü Teâlâ'nın izni ile gökteki meleklerin nurlarından da lâtif mânâları alır. Hararetin veya soğukluğun çokluğundan veya başka sebeple mizacı bozulursa, o eserleri almaya lâyık olmaz. Bir aynanın yüzü düzgün ve parlak olursa, karşısındaki şeylerin suretini gösterir. Ama ayna iyi olmaz, yahut pas tutarsa o suretleri göstermez. Bu suretlerin yok olması veya kayıp olmasından değil, karşısındaki suretleri gösterecek hususiyetin aynada kalmamasındandır. Bunun gibi, hayvanî ruh dediğimiz, bu lâtif buhar mutedil [doğru - sağlam] olunca, buna elverişli olur. İtidâli gidince de artık almaz olur. His ve hareket kuvvetlerini almaz olunca, azalar onun nurlarının ihsanından mahrum kalır. Hissiz ve hareketsiz olur. Bu zaman «öldü» derler.

Hayvani ruhun ölmesinin mânâsı budur. Bu mizacın itidalden düşmesi için olan sebepleri bir araya getiren, Allahü Teâlâ'nın mahlûklarından bir mahlûktur. Ona «Metekü'l-mevt». [ölüm meleği, Azrail] denir. İnsanlar onun yalnız ismini bilirler. Onun hakikatini bilmek ise uzun sürer.

Bu şekildeki ölüm, hayvanın ölümüdür. İnsanın ölümü ise, daha başkadır. Çünkü onda bu hayvani ruh bulunduğu gibi, geçmiş fasıllarda insanın ruhu, yahut kalb ismini verdiğimiz başka bir ruhu daha vardır. Bu diğer ruha benzemez. Çünkü o, çözülmüş hava imbiklenmiş [damıtılmış] buhar gibi gayet lâtif bir cisimdir. Fakat bu insan ruhu, cisim değildir. Çünkü bölünme kabul etmez. Allahü Teâlâ'nın tanınması, bilinmesi onda olur. Allahü Teâlâ bölünme kabul etmediği ve bir olduğu gibi, bir olanın bilineceği yer de, bir ve bölünme kabul etmez olmalıdır. O hâlde bu marifet bölünebilen hiçbir şeyde olmaz. Bilâkis ancak bölünmeyen tek bir şeyde olur.

Fitili, kandilin alevini ve ışığını düşün: Fitil, yürek gibi, kandilin alevi hayvani ruh gibi, kandilin ışığı da insan ruhu gibidir. Kandilin ışığı, kandilden daha lâtif olduğu bir şeye benzetilmediği gibi, insanın ruhu da hayvanî ruha nisbetle lâtiftir ve bir şeye benzetilemez. Latiftik [ruhanilik] tarafından bakılırsa, bu benzetme doğrudur. Fakat bir başka şekilde doğru değildir. Çünkü, kandilin ışığı kandile tâbi olup, asıl olan kandildir. Kandil olmazsa, ışık da olmaz, insan ruhu ise, hayvanî ruha tâbi değildir. Hattâ asıl kendisidir. Hayvani ruha halel gelmekle, buna bir şey olmaz. Belki tam misâlini istersen, kandilden daha lâtif bir ışık farz et, kandil onunla var olsun, o kandille değil. Ancak misâlimiz böylece doğru olur!

O hâlde hayvanî ruh bir cihetten insan ruhunun binek hayvanı, bir cihetten de bir âlet hükmündedir. Bu hayvani ruhun mizacı bozulursa, kalıp [bedeni ölür. İnsan rûhu ise, kendi yerinde kalır. Fakat aletsiz ve merkebsiz kalır. Merkebin [binek hayvanının] ölümü ve âletin zayi olması, süvarinin de zayi ve yok olmasına sebep olmaz. Fakat aletsiz kalır.

Bu âlet kendisine, Allahü Teâlâ'nın marifet ve muhabbetini avlamak, elde etmek için verildi. Eğer maksadına kavuştuysa, âletin helak olması, aradan çekilmesi onun için daha iyidir. Çünkü maksada kavuşmuşken, âlet yük olur, ağırlık verir.

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) in «Ölüm, mü'mine hediye ve tuhfedir [hediyedir]», buyurması, av için tuzak kuran ve tuzağın yükünü çeken içindir. Avını elde edince tuzağın helâki onun için ganimettir. Yok, eğer —Allah korusun— avı elde etmeden önce bu tuzak çalışmaz olursa, onun ayrılık acısı ve musibetinin sonu olmaz. Bu acının ve elemin başlangıcı kabir azabıdır. Allahü Teâlâ bizi ondan korusun!

12 Ekim 2025 Pazar

KİMYA-İ SAADET ÂHİRETİ TANIMAK, BEDEN VE RUHLA ALÂKALI CENNET VE CEHENNEM,

22:34 0 Comments

BEDEN VE RUHLA ALÂKALI CENNET VE CEHENNEM
Ölümün hakikati bilinmeyince âhiretin hakikatini kimse bilemez. Hayatın hakikatini bilemeyince, ölümün hakikatini bilemez. Ruhun hakikatini bilmeyince de, hayatın hakikatini bilemez. Ruhun hakikatini bilmek de, bir kısmını açıkladığımız kendi nefsini bilmektir.

Daha evvel söylemiştik ki, insan, biri ruh, diğeri beden olan iki asıldan meydana gelmiştir. Ruh süvari gibi, beden de binek hayvanı gibidir. Âhirette bu ruhun beden vasıtası ile bir hâli, bir Cenneti ve Cehennemi vardır. Kendi zâti sebebi ile bedenin ortak olmadığı başka bir hâli de vardır. Beden sebebiyle de onun [insanın] bir Cenneti veya Cehennemi yahut saadeti veya şekaveti vardır. Araya beden girmeksizin olan kalbin nimet ve lezzetlerine, «Rûhanî Cennet», diyoruz. Yine beden araya girmeden olan sıkıntı, elem ve şakiliğine «Rûhani Cehennem» diyoruz.

Bedenin de beraber bulunduğu Cennet ve Cehennem zaten bellidir. Orada, ağaçlar, nehirler, huriler, köşkler, yiyecekler, çiçekler ve buna benzer şeyler vardır. Her ikisinin de vasfı, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Herkes bunu anlayabilir. Bunu uzun olarak «İlyâu Ulûmi'd Din» kitabımızın «Ölümü hatırlama» kısmında anlattık. Burada ise bu kadarla iktifa edip, ölümün hakikatini anlatıp, ruhanî olan Cennet ve Cehenneme işaret edelim. Zira bunları herkes bilmez.

Hadis-i Kudsî'de, «İyi ameller yapan kullar için, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiç kimsenin kalbinden geçmeyen şeyler hazırladım» (1) buyurulanlar, ruhanî Cennettedir. Kalbin içinden melekût âlemine bu mânânın aşikâr olduğunu, hiç şüphe kalmadığını gösteren bir pencere açılır.

Bu yola kavuşan kimsede, âhiretin Cennet ve Cehennemine taklid ve işitme ile olmayıp parlak bir yakîn hâsıl olur [kendisinde şüphe olmayan kesin bilgi meydana gelir]. Bilâkis basiret ve müşahede ile olur. Hekimin, bu dünyada bedene ait iyilik ve kötülüğü bilmesi ve buna sıhhat ve hastalık demesi; bunun sebepleri olan ilâç kullanmak ve perhiz etmek, hastalığın ise çok yemek ve perhiz etmemekten ileri geldiğini söylemesi gibi; bu müşahede ile de kalbin yâni ruhun saadet ve şekaveti; ibadet ve marifetin bu saadetin ilâcı, cahillik ve günahın bu saadetin zehiri olduğu anlaşılır. Bu, çok kıymetli ve yüksek bir ilimdir.

Birçok âlim denen kimseler, bunu bilmezler. Hattâ bunu inkâr ederler. Bedenî olan Cennet ve Cehennemden ileri geçip söz söylemezler. Âhireti bilme hususunda işitme ve taklidden başka bir yol bilmezler. Bizim ise bunun hakikati hakkında delilli uzun kitabımız vardır. Bu kitap Arabidir [Arabcadır]. Burada ise bu kadar anlattık. Zeki ve kalbi inad ve taklid bulaşıklığından temizlenmiş olanlar, bunu idrak ederler ve âhiret işi kalblerinde sabit ve kuvvetli olur. Bunun için birçok kimselerin âhirette imanı zayıf ve sallantıda olur.

19 Eylül 2025 Cuma

EL-ESMÂ'ÜL-HUSNÂ KISACA ANLAMLARI

19:18 0 Comments


Esmâü’l- Husnâ

Allah : Hak taâlâ’nın en yüce ismidir ki, bütün isimleri onda toplanmıştır. O, zâtında, sıfatlarında, fiillerinde tektir, benzersizdir, ezelîdir, ebedîdir.

el-Adl : Çok adâletli; irâdesi gereğince fiillerini yerine getirendir.

el-Afüvv : Günahları çok affeden; işlerin kolay olmasını isteyendir.

el-Âhir : Varlığının sonu olmayandır.

el-Alîm : Her şeyi en iyi bilendir.

el-Aliyy : Çok yüce, yüksek; mekânı olmayan; her şey kendinin dûnunda, emrinde ve hükmü altında olandır.

el-Azîm : Çok azametli, en büyük; azameti hakkında sınır muhal olandır.

el-Azîz : Mağlup edilmesi mümkün olmayan gâlibtir.

el-Bâ’ıs : Ölüleri diriltip kabirlerinden çıkarandır.

el-Bâkî : Varlığının sonu olmayandır.

el-Bâri : Eşyayı ve her şeyin kısımlarını birbirine uygun ve âhenkli halde yaratandır.

el-Basîr : Her varlığı gören, varlığı ve yokluğu bilendir.

el-Bâsit : Açan, genişleten; dilediğine, neş’e, sevinç ve bolluk verendir.

el-Bâtın : Varlığı duyu organlarıyla anlaşılamıyan; gizli olandır.

el-Bedî’ : Eşi, örneği olmayan ve hayret verici âlemler yaratandır.

el-Berr : Çok iyilik eden, va’dini yerine getirendir.

el-Câmi’ : İstediğini istediği zaman istediği yerde toplayan; dağılmışı toplayandır.

el-Cebbâr : Islâh eden, eksikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olandır.

el-Celîl : Celâlet ve büyüklük sahibi; Zât ve sıfatlarında büyük olandır.

ed-Dârr : Elem ve zarar veren şeyler yaratandır.

el-Evvel : Varlığının başlangıcı olmayandır.

el-Fettâh : Her türlü zorluğu açan ve kolaylaştıran; yokluk kapısını varlıkla, bilgisizliği ilimle, rızkı verme ve ihsanla açandır.

el-Gaffâr : Mağfireti çok olan, günahlarının affını isteyenleri af edendir.

el-Gafûr : Mağfireti çok; günahları, kusurları saklayan, örtendir.

el-Gaffâr : günahları, kusurları saklayan, örten. Gafîr: Kötü ve yüz kızartıcı işleri örtendir.

el-Gafûr : Kulların günahlarını, kusurlarını ve çirkinliklerini, melekût âleminden de saklayandır.

el-Ganiyy : Her şeyden müstağni, zengin, hiçbir şeye ihtiyaç duymayandır.

el-Habîr : Her şeyin iç yüzünü, gizli taraflarını bilendir.

el-Hâdî : Hidâyet yolunu gösteren, istediği kulunu hayırlı yollarda başarılı kılan, muradına erdirendir.

el-Hâfid : Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan; değer, mal, amel ve inanç yönünden düşmanlarının derecelerini alçaltandır.

el-Hafîz : Yapılan işleri, bütün ayrıntılarıyla tutan; her şeyi, belli vaktine kadar yok olmaktan kuruyan ve belâdan saklayandır.

el-Hakem : Hükmeden, hakkı yerine getirendir.

el-Hakîm : Emirleri ve bütün işleri nizam ve tedbir üzerine hikmetli olandır.

el-Hakk : Varlığı hiç değişmeyendir.

el-Hâlik : Her şeyin hâllerini takdir edip yaratan, yoktan var edendir.

el-Halîm : Hilmi çok; suçluların cezasını vermeye gücü yettiği halde, onlar hakkında yumuşak davranan ve cezalarını geriye bırakan veya düşürendir.

el-Hamîd : Kendisine hamd ve sena olunan; bütün varlığın diliyle övülen; doslarını sena eden ve dosları tarafından sena olunandır.

el-Hasîb : Herkesin hayatı boyunca yaptıklarının ve her şeyin hesabını bütün ayrıntılarıyla en iyi bilendir.

el-Hayy : Diri; her şeyi bilen ve her şeye gücü yetendir.

el-Kâbid : Sıkan, daraltan; dilediğine acı ve sıkıntı verendir.

el-Kâdir : İstediğini istediği gibi yapmaya gücü yetendir.

el-Kahhâr : Her şeye, her istediğini yapacak şekilde gâlip ve hâkim olandır.

el-Kaviyy : Çok güçlü; tam kudret sahibi olandır.

el-Kayyûm : Gökleri, yeri ve her şeyi tutandır.

el-Kebîr : Çok büyük; hakında miktar düşünülmeyendir.

el-Kerîm : Keremi, ihsanı, iyiliği bol; iradesi her şeyi kapsayan, umûmî irade sahibi olandır.

el-Kuddûs : Bütün kusur ve eksiklerden uzak, pek temiz olandır.

el-Lâtîf : En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, yapan ve bu işlerin faydalarını kullarına ulaştırandır.

el-Mâcid : Kâdir ve şânı büyük; kerem ve cömertliği çok olandır.

el-Mâni’ : Dilemediği bir şeyin gerçekleşmesine müsâade etmeyen, kötü şeylere engel olandır.

el-Mecîd : Şanı büyük ve yüksek olandır.

el-Melik : Her şeyin sahibi, mutlak hükümdarıdır.

el-Metîn : Çok sağlam; kuvvet ve kudretinde metin olandır.

el-Mu’ızz : İzzet veren, şeref ve haysiyetini yükseltendir.

el-Mu’îd : Yaratılmışları yok ettikten sonra, tekrar yaratandır.

el-Muahhir : İstediğini geri koyan, arkaya bırakandır.

el-Mugnî : İstediğini zengin edendir.

el-Muhsî : Her şeyin sayısını bilen; ilmi, kudreti ve iradesi, her şeyi zapteden, kaydedendir.

el-Muhyî : Dirilten, can veren; varlıkları vücut, hareket, ilim, îman ve hidayet yönünden diriltendir.

el-Mukaddim : İstediğini öne alan, ileri geçirendir.

el-Mukît : Hiçbir şey onu acze düşürmeyen ve her şeyde kuvvetini gösteren; her yaratılmışın rızkını, gıdasını verendir.

el-Muksit : İşlerini yerli yerinde birbirine uygun yapan; adâletle hükmeden; irâdesine göre hükümleri yerine gelendir.

el-Muktedir : Her şeye gücü yeten; kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde de istediği gibi tasarruf edendir.

el-Musavvir : Tasvir eden; her şeye bir şekil ve özellik verendir.

el-Mü’min : Mü’min kulları hakkındaki va’dini tasdik eden, onları azaptan koruyan; kendini birleyendir.

el-Mübdi’ : Varlığı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratandır.

el-Mücîb : Kendine yalvaranların isteklerini verendir.

el-Müheymin : Gözetici, koruyucu, emîn olandır.

el-Mümît : Canlı bir varlığın ölümünü yaratan; varlıkları vücut, hareket, ilim, îman ve hidayet yönünden öldürendir.

el-Müntekım : Suçluları cezalandırandır.

el-Müte’âlî : İzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce olandır.

el-Mütekebbir : Her şeyde ve işte büyüklüğünü gösterendir.

el-Müzill : Zillete düşüren, hor ve hakîr kılandır.

en-Nâfi’ : Hayır ve menfaat verici şeyler yaratan, fayda verendir.

en-Nûr : Âlemleri nurlandıran; istediği sîmalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdırandır.

er-Ra’ûf : Rahmeti çok olan, çok merhametlidir.

er-Râfi’ : Yukarı kaldıran, yükselten; değer, mal, amel ve inanç yönünden sevdiklerinin derecelerini yükseltendir.

er-Rahîm : Çok merhamet eden, O’nu tanıyan, O’na iman eden ve verdiği nimetleri iyi kullananları, daha büyük ve sonsuz nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırandır.

er-Rahmân : Yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet isteyendir.

er-Rakîb : Bütün varlık üzerinde gözcü; her iş, murâkabesi altında bulunandır.

er-Reşîd : Bütün işleri dosdoğru, bir nizam ve hikmet içinde sonucuna ulaştıran; irşad eden, doğru yolu, hidayet yolunu gösterendir.

er-Rezzâk : Yaratılmışlara yiyecekleri, gıdaları ihsan eden, verendir.

es-Sabûr : Çok sabırlı; azâbı geri bırakmayı isteyendir.

es-Samed : Hâcetlerin giderilmesi, ıstırapların ortadan kalkması için herkesin yöneldiği yüce merci; hayallere sığmaz, arzularda O’ndan başkası kast olunmazdır.

es-Selâm : Hiçbir ayıbı olmayan, kullarını tehlikelerden selâmete çıkaran, cennetteki kullarına selâm verendir.

es-Semî’ : Her varlığı işitendir.

eş-Şehîd : Her zaman ve her yerde, kudreti, ilmi, işitmesi ve görmesi her varlıkla beraber hazır ve nazır olandır.

eş-Şekûr : Kendi rızası için yapılan iyi işleri, daha ziyadesi ile karşılayan, karşılık verendir.

et-Tevvâb : Kulunu tevbeye sevkeden ve tevbesini kabul eden; kulunu günah durumundan itâat hâline çevirendir.

el-Vâcid : İstediğini istediği vakit bulandır.

el-Vâhid : Tek; zatında, sıfatlarında, fiillerinde benzersiz, eşi, ortağı bulunmayandır.

el-Vâlî : Bütün varlığa hâkim olup onu idare edendir.

el-Vâris : Varlığının sonu olmayan; servetlerin geçici sahipleri yok olduktan sonra varlığı devam eden, mülkün hakiki sahibi olandır.

el-Vâsi’ : Geniş ve müsâadekâr; kudreti, irâdesi, ilmi, işitmesi, görmesi, kelâmı her şeyi kuşatandır.

el-Vedûd : İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına kavuşturan; lâyık olan ve olmayana hayır veren; sevilmeğe ve dostluğu kazanılmaya en lâyık olandır.

el-Vehhâb : Çeşitli nimetleri karşılıksız, devamlı verendir.

el-Vekîl : Kendisine havale edilen işleri, en iyi sonuca ulaştırandır.

el-Veliyy : İyi kullarını seven, onların dostu olandır.

ez-Zâhir : Varlığı delillerle idrak olunan, anlaşılan; âşikâr olandır.

Mâlikü’l-Mülkü Zü'l-Celâli ve’l-İkrâm: Mülkün sonsuz sahibi; her şeyin başkasına ihtiyaç duymayan hâkimi, hükümdarı; azamet ve kerem sahibidir.


9 Temmuz 2025 Çarşamba

Hazret-i Ali'nin Peygamberimizi Tavsifi, Fareddîn Râzî Alak suresi 9 ve 10 ayetlerin Tefsirinden

21:06 0 Comments

 



.اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يَنْهٰىۙ ﴿٩﴾ عَبْدًا اِذَا صَلّٰىۜ ﴿.١


Gördün mü, bir kulu namaz kılarken engelleyen o adamı?


Bu manada rivayet olunduğuna göre, fasîh yahudilerden birisi, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in halifeliği döneminde ona gelir ve 
"Peygamberinizin huyunu-ahlakını bana anlat" der. 
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, 
"Bunu Bilal'den sor. Çünkü o, bu konuda benden daha bilgilidir" der. 
Bilal (radıyallahü anh) ona, Hazret-i Fatıma (radıyallahü anha)'ya, o da Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye gönderir.

Yahudi aynı soruyu Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye sorunca, o, 
"Bana dünyanın metaını anlat, ben de sana Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huyunu-ahlakını anlatayım" demiş. 
Bunun üzerine yahudi, "Bunu anlatmak benim için zor" deyince, 
Hazret-i Ali (radıyallahü anh) 
"Sen, dünya malını-mülkünü bile anlatmaktan aciz kaldın. Halbuki Allahü teâlâ, dünya metaının, 
"De ki: Dünya metaı azdır" (Nisa, 4/72) buyurmak suretiyle az olduğunu bildirmiştir. O halde Allahü teâlâ'nın, 
"(Ey Peygamber), hiç şüphesiz sen, çok büyük bir ahlak üzeresin" (Kalem, 68/4) buyurmak suretiyle, büyüklüğüne şehadet ettiğini, o peygamber ahlakını nasıl anlatayım" cevabını vermiştir. 

Buna göre Hak teâlâ sanki, "O Ebû Cehil en ileri derecede kulluk gösteren bir zatı kulluktan nehyediyor. Halbuki bu cahilliğin ve ahmaklığın tâ kendisidir" demek istemiştir.

Fareddîn Râzî Alak suresi 9 ve 10. ayetlerin Tefsirinden

1 Temmuz 2025 Salı

Duha Suresi 5.ayette Cenâb-ı Hak niçin, "sana verecek" demiş de, "Size verecek.." dememiştir?

20:17 2 Comments




وَلَسَوْفَ يُعْط۪يكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰىۜ

Türkçe Okunuşu * Ve lesevfe yu’tîke rabbuke feterdâ


1. Hitap Neden Müfred?

Birinci Soru: Böylesi saadetler mü'minler için de söz konusu olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, "sana verecek" demiş de, "Size verecek.." dememiştir? 
Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) Burada esas maksat, Peygamberdir. Mü'minler ise, ona tabidirler.

2) Bu, "Ben, senin ashabına ikramda bulunduğum zaman, bu, gerçekte sana yapılmış bir ikramdır. Çünkü ben, onların üzerine titremen hususunda senin, onlara yapılan ikramdan duyacağın huzur ve sürürün, bizzat sana yapılacak olan ikramın huzur ve sürürünün üzerine çıkacağı bir noktaya ulaştığını bilmekteyim. İşte bundan dolayı, diğer peygamberler, "İşe, benim mükafaatımla başlarım. Zira benim taatım, ümmetimin taatından önce gelir" anlamında, "Nefsî, nefsî..." derlerken, sen, "Ümmetî, ümmetî..." dersin. Yani, "işe, ümmetimden başlarım.. Zira, benim sevincim, sürürüm, ümmetimin, mükafaata nail olmuş kimseler olarak görmende bulunmadır..." demektir.

3) Sen, buna güzel bir muamelede bulundun, çünkü o kafirler, senin yüzünü yaraladıklarında, sen, "Allahım, sen, kavmimi hidayete ilet; zira onlar gerçeği umuyorlar" dedin. Ama onlar seni, Hendek savaşında namaz kılmaktan alıkoyduklarında ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur.." dedin, böylece, bedenin yüzünde meydana gelen yaraya katlandın, ama, dininin yüzünde meydana gelmiş olan çatlağa, yaraya tahammül edemedik. Çünkü, "dinin yüzü", peygamberin kılacağı "namaz"dır. Böylece de, benim hakkımı, kendi hakkına tercih ettin. İşte, bu sebeple, hiç şüphesiz Ben de, seni üstün tutarak, "Yıllarca namaz kılmayan, veya mani olan kimseyi kafir addetmem. Ama, kim senin kılına dokunur, ya da sana çelme takarsa, bu kimseyi kafir addederim..." derim.

Fareddîn Râzî Tefsirinden Duha suresi 5.ayetin tefsiri

10 Haziran 2025 Salı

MÜ'MİNLERİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR

17:04 2 Comments

 


HEP BİRLİKTE KENDİMİZİ TANIYALIM

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ

Bismillahirrahmanirrahim♥️

1. Mü'minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir...♥️

اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ


2. Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler...♥️

وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَۙ


3. Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler...♥️

وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَۙ


4. Onlar ki, zekatı öderler...♥️

وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ


5. Onlar ki, ırzlarını korurlar...♥️

اِلَّا عَلٰٓى اَزْوَاجِهِمْ اَوْ مَا مَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُوم۪ينَۚ


6. Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar...♥️

فَمَنِ ابْتَغٰى وَرَٓاءَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْعَادُونَۚ


7. Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır...♥️

وَالَّذ۪ينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ


8. Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riâyet ederler...♥️

وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَلٰى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَۢ


9. Onlar ki, namazlarını kılmaya devam ederler...♥️

اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَۙ


10. İşte bunlar varis olanların ta kendileridir...♥️

اَلَّذ۪ينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَۜ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ


11. Onlar Firdevs cennetlerine varis olurlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır...♥️


MÜ'MİNUN SURESİ 1-11 AYETLERİ♥️

Yüce Allah doğru söyledi🤲🏻🤲🏻🤲🏻

MUHAKKAKİ ALLAH'IN VAADİ HAKTIR VE O VAADİNDEN ASLAAA DÖNMEZ...

NEFSİMİZİ HESABA ÇEKELİM VE YÜZLEŞEREK GEREĞİNİ YAPALIMKİ RABBİMİZE KAVUŞABİLELİM CANLARIM ♥️




28 Mayıs 2025 Çarşamba

DUHÂ SURESİ 5.AYET FAHREDDÎN RÂZÎ TEFSİRİ, ŞEFAAT MAKAMI

23:39 0 Comments

 


5."Muhakkak Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın...".

Tenasüb

Bil ki, bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti de, şu iki yöndendir:

1) Allahü teâlâ, Ahiretin peygamber için dünyadan daha hayırlı olduğunu beyan etmiş, ancak ne var ki, bu farklılığın hangi dereceye kadar olabileceğini beyan etmemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ayet ile de, bu farklılığın miktarını beyan etmiştir ki, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, temenni edip hoşnut olacağı şeylerin doruk noktasına varıp dayanması halidir.

2) Cenâb-ı Hak adeta, "Ahiret senin için, dünyadan daha hayırlıdır" deyince, "Durumun böyle olduğuğunu niye söyledin?" denilmiş de, bunun üzerine o da, "O peygambere istediği her şeyi vereceğini" belirtmiştir ki, bu şey de, "dünyaya sığmayan şey" cinsindendir. Böylece, Ahiretin, o peygamber için, dünyadan daha hayırlı olduğu sabit olmuş olur.

Bil ki biz, ayetteki bu va'di, ahiretle ilgili olarak görürsek, bunun, hem ahiretteki menfaatler manasına, hem de tazim manasına alınması mümkün olur. Menfaatler manasına alınmasına gelince, mesela İbn Abbas şöyle demektedir: "Peygamber için, cennette, beyaz inciden yapılmış bir köşk vardır. Ki, bu köşklerin toprağı misktir. Bu cennetlerde de, oraya yakışan her şey vardır." Tazim manasına alınmasına gelince, Ali ibn Ebî Talib ile İbn Abbas'tan şu rivayet edilmiştir: "Bu ifade, bu va'd, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ümmeti için şefaatçi olması va'didir." Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ayet nazil olunca, "ümmetimden birisi cehennemde iken, ben halimden memnun (razı) olamam" demiştir.

Şefaat Makamı

Bil ki, ayetteki bu va'di, "şefaat" manasına hamletmek kesin bir husus olup, delilleri şunlardır:

1) Cenâb-ı Hak, dünyada iken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, istiğfarda bulunmasını emrederek, "Günahın için ve erkek mü'minlerle kadın mü'minler için istiğfar et..." (Muhammed, 47/19) buyurmuş, böylece ona, istiğfarda bulunmasını emretmiştir. "İstiğfar" ise, bağışlanma istemek demektir. Bir şeyi isteyenin, o şeyin reddedilmesini istemeyeceğinde ve bu duruma razı olmayıp, ancak icabete razı olacağında ise şüphe yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olduğu şeyin, reddedilmek değil de kabul olunmak olduğu sabit olup, bu ayet de, Cenâb-ı Hakk'ın ona, istediği ve razı olacağı her şeyi vereceğine delalet edince, bu ayetin, ümmetin günahkarları hakkında şefaatçi olacağına delalet ettiğini anlamış bulunuyoruz.

2) Ayetten önceki ifade de bu manaya uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Seni terketmeyeceğim, sana öfkelenmeyeceğim, bundan da öte, hatta, senin hoşnutluğunu temin etmek ve kalbini hoş tutmak için, ashabından, etbaından ve taraftarlarından hiç kimseye öfkelenmeyeceğim..." demek istemiştir ki, işte bu açıklama, ayetin öncesine de en muvafık tefsirdir.

3) Şefaat hakkında varid olan pekçok hadis, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rızasının, ümmetinin günahkarlarının afvedilmesinde bulunduğuna delalet etmektedir; bu ayet de, Allahü teâlâ'nın, Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in razı olacağı her şeyi yapacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu ayet ile hadislerin toplamından, şefaatin hak olduğu neticesi çıkmaktadır.

En Ümit Veren Ayet

Cafer es-Sâdık (radıyallahü anh), "Benim dedemin rızası, hiçbir muvahhidin cehenneme girmemesinde yatmaktadır" derken, Muhammed Bâkır'ın da, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ehl-i Kur'ân, Kur'ân'daki en ümit bahşedici ayetin, "Ey, nefislerine karşı haddi aşmış olan kullarım. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmeyin" (Zümer, 39/53) ayeti olduğunu söylerler. Halbuki, biz, Ehl-i beyt ise, en ümit bahşedici ayetin, "Muhakkak Rabbin sana verecek de sen de memnun olacaksın" (Duha, 93/5) ayeti olduğunu söylüyoruz. Vallahi, bu ayetle kastedilen, şefaattir. Şefaat hakkı, o, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"Razı oldum, yeter" deyinceye kadar, "Lâ ilahe illallah" diyen herkes hakkında, ona verilmiştir."

Bu izahlar, ayetteki bu va'di, Ahiret halleri ile ilgili gördüğümüz zaman söz konusudur. Ama biz, bu va'di, dünya halleriyle ilgili görürsek, bu, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Bedir, Mekke'nin fethi, insanların, İslâm'a fevc fevc girmesi... gibi kutlu günleri; peygamberin, Kurayza ve Nadîr kabilelerine galip gelmesi, onları sürgün etmesi, ordularının ve seriyyelerinin, Arap topraklarına yayılması gibi, düşmanlarına galip gelmeyi nasib edişine.bir işarettir. Ve yine bu, râşid halifelerinin, yeryüzü mıntikalarındaki şehirleri fethedişlerine, bunların eliyle, zorba kralların yenilip yerle bir edilişine, Kisrâ'nın hazinelerinin ele getirilişine, doğu ve batıdaki insanların kalblerine düşürülen korkuya, İslâm'ın heybet arzedişine ve bu davanın yayılışına bir işarettir. Bil ki, evlâ olan, ayeti, hem dünya hem de Ahiret menfaatleri manasına almaktır. Burada, şöyle birkaç soru sorulabilir:

Bazı Sorular

1. Hitap Neden Müfred?

Birinci Soru: Böylesi saadetler mü'minler için de söz konusu olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, "sana verecek" demiş de, "Size verecek.." dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:

1) Burada esas maksat, Peygamberdir. Mü'minler ise, ona tabidirler.

2) Bu, "Ben, senin ashabına ikramda bulunduğum zaman, bu, gerçekte sana yapılmış bir ikramdır. Çünkü ben, onların üzerine titremen hususunda senin, onlara yapılan ikramdan duyacağın huzur ve sürürün, bizzat sana yapılacak olan ikramın huzur ve sürürünün üzerine çıkacağı bir noktaya ulaştığını bilmekteyim. İşte bundan dolayı, diğer peygamberler, "İşe, benim mükafaatımla başlarım. Zira benim taatım, ümmetimin taatından önce gelir" anlamında, "Nefsî, nefsî..." derlerken, sen, "Ümmetî, ümmetî..." dersin. Yani, "işe, ümmetimden başlarım.. Zira, benim sevincim, sürürüm, ümmetimin, mükafaata nail olmuş kimseler olarak görmende bulunmadır..." demektir.

3) Sen, buna güzel bir muamelede bulundun, çünkü o kafirler, senin yüzünü yaraladıklarında, sen, "Allahım, sen, kavmimi hidayete ilet; zira onlar gerçeği umuyorlar" dedin. Ama onlar seni, Hendek savaşında namaz kılmaktan alıkoyduklarında ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur.." dedin, böylece, bedenin yüzünde meydana gelen yaraya katlandın, ama, dininin yüzünde meydana gelmiş olan çatlağa, yaraya tahammül edemedik. Çünkü, "dinin yüzü", peygamberin kılacağı "namaz"dır. Böylece de, benim hakkımı, kendi hakkına tercih ettin. İşte, bu sebeple, hiç şüphesiz Ben de, seni üstün tutarak, "Yıllarca namaz kılmayan, veya mani olan kimseyi kafir addetmem. Ama, kim senin kılına dokunur, ya da sana çelme takarsa, bu kimseyi kafir addederim..." derim.

2. Sevfe'nin Manası

İkinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, “Velesevfe” demesinin hikmeti nedir? Niçin, o, “Seyu'tike Rabbuke” dememiştir?

Cevap: Bunun, şöylesi faydaları bulunmaktadır:

1) Bir kere bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ecelinin (ölümünün) yaklaşmadığına, tam aksine, bundan sonra da bir müddet yaşayacağına delalet eder.

2) Müşrikler, "Rabbi onu terketti, ona kızdı..." deyince, Allahü teâlâ, bu müşriklere, aynı lafızları kullanarak cevap verdi ve "Rabbin seni terketmedi, sana kızmadı da..." buyurdu; daha sonra müşrikler, "Muhammed ölecek..." deyince, yine Cenâb-ı Hak, müşriklere aynı lafızla cevap vererek, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki sen de memnun olacaksın" buyurdu.

3. Rabb Vasfındaki İncelik

Üçüncü Soru: Allahü teâlâ, nasıl, "Muhakkak Rabbin sana öyle verecek ki, sen de memnun olacaksın.." buyurmuş da, (Rabb kelimesini getirmiştir)?

Cevap: Bu sûre, başından sonuna kadar, Cebrail (aleyhisselâm)'in, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'le olan muhaveresini nakletmektedir. Çünkü, daha önce de alabildiğine iştiyak duyuyor ve onun konuşmasını arzuluyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu müjdeleri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verenin, Cebrail (aleyhisselâm) olmasını diledi.

4. Ayetteki Lâm-ı İbtida

Dördüncü Soru: “Sevfe” kelimesinin başına gelen lâm, ne lamıdır?

Cevap: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu lâm, cümlenin manasını tekid eden, "lâmu'l-ibtidâ"dır. Cümlenin mübtedası mahzuf olup, takdiri, “Velâ ente sevfe yu'tike Rabbuke” "Şüphesiz ki, Rabbin sana mutlaka ve mutlaka verecektir.." şeklindedir. İleri sürdüğümüz delil şudur: Bu lâm, ya lâmu'l-kasem'dir, ya da lâmu'l-ibtidâ'dır. Halbuki, lâmu'l-kasem, muzarinin başına tekid nûnu'nun bulunması halinde gelir. Binâenaleyh, geriye, bu lâm'ın, lâmu'l-ibtidâ olması kalmaktadır. Halbuki, lâmu'l-ibtidâ ise, ancak mübteda-haber'den meydana gelmiş olan bir cümlenin başına gelir. Binâenaleyh, burada, bir mübtedâ ve haberin takdir edilmesi ve aslının da, “Velâ ente sevfe yu'tike” şeklinde olması gerekmiştir.

Buna göre şayet, "Bu ifâdede hem tekid harfinin, hem de tehir harfinin (Sevfe) birlikte getirilmesi de ne demektir?" denilirse biz deriz ki: Bunun manası, "Tehir edilmesinde bir maslahat ve fayda olduğu için gecikse bile, bu bağış, mutlaka olacaktır..." demektir.




Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı