16 Eylül 2014 Salı

Şeytana Karşı Uyarı




Zeynep SofiyeHerkese açık olarak paylaşıldı - 15:49
#Şeytan

Şeytana Karşı Uyarı

Şeytanla Adem ve Havva arasında geçen bu hadiseden sonra Allah, şeytana karşı tedbirli olmaları için, insanları da uyardı ve şöyle buyurdu:



"Ey Âdemoğulları. Şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanların dostu yaptık. "

(Araf 27)


İblis de cinden olduğundan, o şeytan ve onun hemcinsleri nesil ve insan askerleri gözünden gizlenebilen cin toplulluğundandırlar. Hafiye ve casus gibi insanı görmediği tarafından vurur avlarlar. Tefsirciler demişlerdir ki, bundan insanın şeytanı hiç görmeyeceği sanılmamalıdır. Görülmeyecek yönden görebilmek hiç bir şekilde görülememeyi gerektirmez. Gerçekte bir insan bile diğer insanı göremiyeceği yönden görebilir, şeytan da insanı böyle görmediği tarafından aldatır ve hatta bazan görünür de şeytan olduğunu sezdirmez, şeytan olduğunu gizlemiyerek göründüğü de olur. "Şeytan sizi belaya uğratmasın." yasaklaması da gösterir ki, bir insan için şeytanın fitnesinden geri durmak ve çekinmek mümkündür.

Demek ki şeytan, gözle görünmediği halde bile onun şeytanlık ve aldatma noktaları bilinebilir. Ve bilinemediği halde bile takva giysisi, iman ve korku hissi onun fitnesine en kuvvetli bir engel teşkil eder. İnsan dışıyla ve içiyle maddî ve manevî bakımdan silahlanmış olur. Takva elbisesi, ile içinden dışından giyinmiş bulunursa, şeytan ona görmediği tarafından, gördüğü halde bile etki edip aldatamaz. Şu halde şeytandan takva elbisesi ile sakının. Muhakkak ki biz şeytanları iman etmeyen imansızların dostları kılmışızdır. İmansızlıkla şeytanlık arasında bir çekicilik vardır. Korusuz bahçeye haşerelerin üşüştüğü gibi.

"Muhakkak biz kâfirlere şeytanları gönderdik, onları günaha sevkediyorlar."
(Meryem, 83) âyeti delaletince imansız kalblere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytanlığı sever, şeytana mahsus hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar, eşkiyanın reisi, en büyük haydut olur. Bunun gibiimansızların bütün eğilimleri şeytanlıkta olduğundan önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer ve artık onları diledikleri yere sevkeder, soydurur, soyarlar.

"Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal olmak, temiz olmak şartıyla yiyin. Fakat şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size belli bir düşmandır. O size hep çirkin ve murdar işleri emreder, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyler söylemenizi ister."
(Bakara - 168-169)

"Onlar, Allah'ı bırakırlar da, yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar. Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: "Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" dedi.Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur. Şeytan onlara vaad eder ve onları boş umutlarla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey değildir. Bunların varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulmak için çare bulamazlar."
(Bakara 117-121)

Bu ayetler aynı zamanda insanın, şeytanın fitnesinden sakınmasının mümkün olduğunu da gösterir.

ZALİMDEN DE BETER ZALİM : FİTNE


Peygamberimin İzinden


Zeynep SofiyeTartışma - 12:55



İlk olarak Zeynep Sofiye paylaştı:

ZALİMDEN DE BETER ZALİM : FİTNE

Müslümanlar, uzun bir zamandır çeşitli ihtilaf ve çekişmelerle iç içe yaşamakta.
Bugün yeryüzünde hangi müslüman topluma bakarsanız bakın, birlik ve beraberliğin, hakka ve hayra birlikte yürüme anlayışının yerini, her türlü çekişme ve kargaşanın aldığını göreceksiniz.
Çoğunun nereden ve nasıl çıktığı meçhul bu çekişmeler sadece toplum hayatındaki nizam ve intizamı bozmakla kalmamış, insanların iç dünyalarına da sirayet ederek Hakk’a teslimiyetini de yaralamış bulunuyor.
Nerede hayırlara doğru bir yöneliş varsa, bu çekişme ve nefsani muhalefetten nasibini alıyor, zaman ve emek kaybı doğuyor, bazen de güzel niyetler bir sonuca ulaşmadan akamete uğruyor. Yazık ki bu durum hem ferdî yönelişler için geçerli, hem de bir topluluk olarak yapılan yönelişler için.
İslâm tarihi boyunca örneklerini sıkça gördüğümüz bu çekişme ve nefsani ihtilaflar, özellikle son yüzelli-ikiyüz senedir, müslüman toplumların adeta bir özelliği haline gelmiş durumda.
Bu ihtilaf ve çekişmeler, bugün müslümanların karşı karşıya bulunduğu büyük sorunların en önemli sebeplerinden biri olduğunu herkes kabul ve itiraf ediyor.
“Asgari müşterekler” tabirini bilirsiniz. Ne kadar çok fikir ayrılığı bulunursa bulunsun, bir meseleyi halletmek üzere bir araya gelen taraflar, bu asgari müşterekler etrafında birleştirilmeye çalışılır. Bir düşünürsek dili, rengi, memleketi ne olursa olsun, müminler için aslında asgari müşterekler değil, azami müşterekler söz konusudur. Çünkü kitap bir, kıble bir, rehber aynı. Ve Alemlerin Rabbi’nin fermanı ortada: “Müminler kardeştir.”
Bundan daha büyük bir müşterek olabilir mi?
Zaten Kitab-ı Mübin’i okuyan müminler, “Gerçek şu ki, mümin erkekleri ve mümin hanımları belaya uğratanlar ve sonra da tevbe etmeyenler yok mu? İşte onlara cehennem azabı vardır.” (Buruc/10) ilâhî ihtarının da farkında olmak zorundalar.
Ne var ki Allah’ın dinini sadece günlük ibadetlerle sınırlı sayarak fitneye alet olanlar, asıl dindarlığın insanlar arası münasebetlerde ve güzel ahlâkta olduğunu unutmuş gözüküyor. Allah Rasulü A.S. “din muamelattır” buyurmuyorlar mı?
Müminler, hayra koşmada, hizmette, Allah rızasını aramada gereksiz ihtilaf ve çekişmelerle birbirlerinin yolunu kesedursunlar, bakın Rabbimiz ne buyuruyor: “Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük fesat olur.” (Enfal/73)
Bu ayet-i kerimeye bakınca, yardımlaşmanın yerini çekişme ve ihtilaflar alınca, doğan fitnenin sadece müslümanları etkilemediği, bütün insanlık aleminde bozulmaya sebep olduğu açıkça anlaşılıyor. Çünkü müminlerin yeryüzünde denge unsuru ve insanlığa örnek olma vazifesi vardır. Bu durumda biz, dünyada kargaşadan, huzursuzluklardan söz ediyorsak, önce kendi muhasebemizi yapmakla yükümlü değil miyiz?
Gerçekten de müminler arasındaki çekişme ve kargaşa yani fitne, toplumda huzur ve barışın, iki dünyada hayırlara kavuşmanın önünde büyük bir engeldir.
Bir konuda takındığımız tavır ve yaptığımız muhalefet, bir hakikatin ortaya çıkmasına yönelik değilse bir fitne unsuru olma ihtimaliyle karşı karşıya bulunduğumuzu unutmamalıyız.
Bilmeliyiz ki, insanın kalbini, aklını ve gönlünü hak ve hakikattan saptıran fikir ihtilafı fitnedir.
İnsanları sıkıntıya, belaya düşürmek, karışıklıklara sebep olmak da fitne çıkarmaktır. Allah’ın Rasulü A.S. bu tür fitne için, “Fitne uykudadır, bunu uyandırana Allah lanet etsin” buyuruyor.
Hz. Peygamber A.S. Efendimiz’in buna benzer sayısız uyarılarının yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’de otuzdört ayetde fitne kelimesinin geçiyor olması, bu konuda ne kadar hassas olmamız gerektiğini açıkça ortaya koyar.
Çünkü fitne, dinî, ahlâki, toplumsal ve ilmî çöküşü içine alacak kadar tehlikeli ve geniştir.
Fahr-i Alem A.S. Efendimiz, “Yakında fitneler ortaya çıkacaktır. O zaman oturan ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan hayırlıdır.” buyuruyor.
Bu hadis-i şerifte, kişinin fitneye ne ölçüde bulaşırsa o nisbetle sorumlu ve günahkâr olacağının işareti veriliyor.
Bakara Suresi 217’nci ayette “öldürmekten daha ağır” olarak nitelendirilen fitneden kurtuluş reçetesini yine Efendimiz A.S., sahabeye hitaben bizlere şöyle veriyor:
“İyiliklere sarılın, kötülükten de kaçının. Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen nefsani arzu, ahirete tercih edilen dünyalık görür, görüş sahiplerinin sadece kendi görüşlerini beğendiklerini görürsen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zira bütün bunlar yaygınlaşınca sabra sarılmanız gereken günlerdesiniz demektir.
O günler avuçta ateş tutmak gibi sıkıntılıdır. O günlerde sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin mükafatı verilecektir.”
Evet; bu devirde fitneye bulaşmak da çok kolay, dikkati olup korunarak büyük ecirler almak da.
O halde kalbî yaşantımızda, evimizde, işimizde, içinde bulunduğumuz hayır-hesenat işlerinde bir tercihle karşı karşıyayız demektir.
Dünyamızda huzur, ebedî alemde saadet bu tercihimize bağlı. Yani niyetlerimize ve hal-hareketimizdeki dikkatimize…
Cenab-ı Mevlâ hepimizi muhafaza buyursun.
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

14 Eylül 2014 Pazar

Küfür nedir?





agit öztürkTartışma
- Dün 23:59


Küfür nedir? (Kısa)

Küfür, günahların en büyüğüdür. İtikadî küfüre örnekler şunlardır: Allâh’ı yaratıklara benzeterek O’nun uzuvları, şekli, sureti, mekanı veya ciheti olduğuna inanmak ya da Allâh’ın herhangi bir şeye hulul ettiğine inanmak.

Fiilî küfüre örnekler de şunlardır: Kur’ân-ı Kerîm’i çöpe atmak ya da Kur’ân’ı necis veya tiksindirici bir şeyle yazmak.

Lafzî küfüre örnekler de şunlardır: Allâh’a sövmek, Allâh’ın peygamberlerine sövmek, Cibrîl ve Azrâîl gibi meleklere sövmek veya din ile ya da Allâh Rasûlü’nün ﷺ herhangi bir fiili ile dalga geçmek.

Allâhu Teâlâ şöyle buyuruyor:

وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ إِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ ونَلْعَبُ قُلْ أَبِاللهِ وَءَايَاتِهِ ورَسُولِهِ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِئونَ لا تَعْتَذِرُوا قَدْ كَفَرْتُمْ بَعْدَ إِيمانِكُمْ
Et-Tevbeh Sûresi, 65. ve 66. Âyetler

Manası: Onlara sorsan “Biz sadece şakalaşiyorduk.” derler. De ki: “Siz Allâh ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberiyle mi alay ediyordunuz?” Sizin özürünüz geçersizdir. Siz, iman ettikten sonra kafir oldunuz.

BU VE BUNA BENZEN İNSANI DİNDEN ÇIKARAN SÖZLERE DÜŞEN KİŞİLER İSLAMA GİRMEK İÇİN KELİME-İ ŞEHADETİ GETİRMELİDİRLER."ESTEĞFİRULLÂH" DEMEK İSLAMA DÖNMEK İÇİN YETERLİ DEĞİLDİR.İSLAMA GİRMEK KELİME-İ ŞEHADET İ SÖYLEMEKLE OLUR....

11 Eylül 2014 Perşembe

Banka kredisiyle kurban kesilebilir mi?


Banka kredisiyle kurban kesilebilir mi?

Kurban kesmek, âkil, baliğ (akıllı, ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir Müslüman’ın yerine getireceği mali bir ibadettir (Merğinânî, el-Hidâye, IV, 70). İster nâmi (artıcı) olsun isterse nâmi olmasın temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80. 18 gr. altın veya bunun değerinde para veya eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir. Dolayısıyla bu kişi Allah’ın kendisine bahşetmiş olduğu nimetlere şükran ifadesi ve Allah yolunda fedakârlığın nişanesi olarak kurban kesmelidir (Mevsılî, İhtiyâr, İstanbul, I, 99-100, 123; V, 723; (İbn Âbidin, Reddu’l-Muhtâr, VI, 312).

İster vacip olduğu için, isterse nafile olarak kurban kesen birisinin kurbanını peşin alabileceği gibi, borçlanarak satın alabilir. Bu, kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Fakat kredi alması durumunda faiz ödeyecekse, faiz verme yasağını (Bakara, 2/275-279; Müslim, Müsâkât, 105-106; Ebu Dâvud, Büyû’, 4) işlediği için günaha girmiş olur. Maddi durumu iyi olmayan kişinin böyle yöntemlere başvurması yerine kurban kesmemesi daha uygundur.

Bir grup oluşturarak aralarında para toplayıp Hz. Peygamber adına kurban kesilebilir mi?


Bir grup oluşturarak aralarında para toplayıp Hz. Peygamber adına kurban kesilebilir mi?

Dinimizde insanların bir grup oluşturarak aralarında para toplayıp Hz. Peygamber (s.a.s.) adına kurban kesmeleri şeklinde bir uygulama yoktur. Bunun, yapılması gereken bir ibadet gibi görülmesi doğru değildir. Çünkü Allah ve Raûlünden nakledilmeyen bir uygulamayı ibadet gibi telakki etmek ve ona dînîlik vasfı vermek bid’attir. Her bid’at de Hz. Peygamber (s.a.s.)’in nitelemesiyle dalâlettir 
(Müslim, Cuma 44; Ebû Dâvûd, Sünnet 6; Tirmizî, Mukaddime 16).

Hz. Ali’den rivayet edilen
“Rasulullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.”
(Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 2; Müsned, I, 107, 149) 

şeklindeki haber, bu uygulamaya delil olamaz. Çünkü Hz. Ali kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez.

Not: Güzel bir adet haline gelmiştir. Fakire fukaraya da dağıtıldığı için bir günahı ve sakıncası yoktur. Emine Kaya

cübbeli hoca,komik,rabıta tarifi süper

Cübbeli Ahmet Hoca - "Tarikat'a ne gerek var" diyenlere cevap

10 Eylül 2014 Çarşamba

"KUR'AN'A AYKIRI HADÎS" SÖYLEMİ EBUBEKİR SİFİL HOCA





Malkom xTartışma
- Dün 20:30


MAKALE;

"KUR'AN'A AYKIRI HADÎS" SÖYLEMİ
EBUBEKİR SİFİL HOCA

Davut İltaş'ın, "irtidat" ve "zina" (evlilerin zinası) suçlarına verilecek cezayla ilgili olarak Marife dergisinde yer alan eleştirisi hakkında yazdıklarım üzerine bazı okuyuculardan, ilgili rivayetlerin Kur'an'a
aykırı ve uydurma olduğu temalı eleştirel e-mailler aldım.

Bana göre bu kabil itirazların önemli bir bölümünün arka planında, bu ve benzeri hükümlerin "çağdaş anlayış"la bağdaşmadığı kabulü temel bir yer tutuyor. Yani itiraz sahipleri genellikle "bunu kime nasıl izah ederiz" endişesiyle hareket ediyor.

Elbette bu psişik durum başlı başına ele alınması gereken temel bir "mesele"; ancak burada bu nokta üzerinde duracak değilim...

Ulema, Sünnet'le sabit olup, Kur'an'da lafzen yer almayan hususların Kur'an'ın Sünnet'e yaptığı göndermeler dolayısıyla amele konu edilmesi gerektiği gerçeğinden hareketle bu gibi hükümleri birer "problem" olarak değil, "dinî hüküm" olarak telakki etmiştir ve işin aslı da budur.

Öte yandan böyle önemli bir metodolojik konuda Kur'an'ın, "Sünnet'in Kur'an'a arzı" noktasında "çağdaş" anlayışı destekler tarzda açık ve kesin bir direktif içermemesi kadar, çağdan çağa değişen bir "Kur'an'a uygunluk/aykırılık" söylemiyle karşı karşıya bulunuyor oluşumuz da üzerinde ayrıca durulmasını hak eden önemde...

Kur'an'a aykırı olduğu gerekçesiyle "uydurma" olarak damgalanan hadisler konusunda, –"tarihsellik" söylemini bir kenara bırakırsak– bu arkadaşların farkında olmadan yüklendikleri ve fakat taşımaktan da sürekli kaçındıkları önemli bir "yük" var:
"Bu hadisleri kim, niçin, ne zaman ve nasıl uydurmuştur?" sorusuna cevap bulmak.

Bu noktada sorulması gereken sorular şunlar:

1. Ehl-i Kitap ile ilişkilerini İslam Hukuku'nun çizdiği sınırlar içinde "belli bir mesafede" tutan bir toplumsal yapıda nasıl olmuştur da Ehl-i Kitab'a ait kimi anlayış ve uygulamalar Müslümanlar arasına bu kadar yaygın ve kolay biçimde sızmış, –hadi "avam"ı geçelim– "alimler" tarafından hemencecik benimsenip kitaplara geçirilerek İslam'ın yegâne hükmü haline getirilmiş, hatta bu da yetmiyormuş gibi "hadisleştirilerek" Hz. Peygamber (s.a.v)'e isnat edilmiştir?

2. Sosyo-kültürel ve dinî bakımdan "zimmîler"in –ya da daha genel anlamda "kâfirler"in– etkisine bu denli açık, dolayısıyla dinî ve toplumsal dokusu bu derece çürük bir toplumun "kendisi" olmaktan uzaklaşmış olması hasebiyle bize intikal ettirdiği dinî, ilmî, kültürel ve medenî (medeniyete ait) değerlerin sahiciliği iddia edilebilir mi?

3. Sosyolojik olarak bir toplumun bu kadar kısa bir süre içinde bu derece yozlaşıp yabancılaşabileceğini söylemek mümkün müdür?

4. İrtidat ve zina suçlarına verilecek ceza ile ilgili rivayetlerin "uydurma" olduğu iddiasına tarih içinde rastlamıyor oluşumuzu nasıl açıklayabiliriz?

5. Sahabe döneminden başlayarak Tabiun, Etbau't-Tabiin ve onları izleyen kuşaklar boyunca hiç mi Allah korkusu, insaf ve vicdan sahibi biri yaşamamıştır da, bu uygulamalara ve bu uygulamaların "hadisleştirilmesine" karşı çıkan olmamıştır?

6. Sahabe dönemi de dahil olmak üzere tarih boyunca bu cezalar uygulanırken acaba niçin Hz. Peygamber (s.a.v)'in aksi doğrultudaki bir uygulaması veya sözü nakledilmemiştir?

Sözün özü, Sahabe döneminden başlayarak hadislerin cem, tedvin ve tasnif dönemlerine kadar İslam toplumunun, "yabancı" etkisine bu kadar açık olduğu tezi ilmî ve tartışmasız bir şekilde isbatlanmadıkça ve dahi uydurma olduğu iddia edilen her rivayet için "kim, niçin, ne zaman ve nasıl" sorularının cevabı net olarak verilmedikçe, "çağdaş Hadis antipatizanları"nın iddialarının
ciddiye alınma şansı olmayacaktır...

9 Eylül 2014 Salı

Başörtüsünün örtülme , takılma şekli nasıldır ve nasıl giyinmeliyiz? Başörtümüz omuzlarımıza kadar düşmesi gerekli mi?


Başörtüsünün örtülme / takılma şekli nasıldır ve nasıl giyinmeliyiz? Başörtümüz omuzlarımıza kadar düşmesi gerekli mi?
Değerli kardeşimiz;
Müslüman bir hanımın başını kapatması hem Allah'ın hem de Peygamber (asm)'in emridir. Yani yüz kısmı açık kalacak şekilde başın kalan kısmını, boyun ve göğüsleri örtmek farz-ı ayındır. Açmak ise bir farzın terki sayıldığından haramdır.
Cahiliye devrinde başörtüsü vardı. Ancak enselerine bağlar ve arkaya bırakırlardı. Yakaları önden açılır, gerdanları ve boyunları görünürdü. İşte bu durumu düzeltmek için ayet-i kerime, “Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar.” buyurmuştur.
Bu örtünün şekli ve biçimi ise önce açık yer kalmayacak şekilde başı, boyun ve gerdanlığı örtmektir. Sonra da ince ve çekici olmayan bir örtüyü kullanmaktır. Mutlaka şu ölçüde ve şöyle olmalıdır demek doğru değildir. (bk. Hamdi YAZIR, Hak Dini, Nur Suresi 31. Ayetin Tefsiri)
Buna göre başörtüsünü yakaların üzerinden örtmenin hikmeti; boyun, gerdan ve göğsün örtülmesini sağlamaktır.
Esas olan kadının vücudunu örtmesidir. Bu bakımdan başörtüsü omuzların üzerine indirilebileceği gibi, pardösünün içine de sokulabilir.
Not: Vücut hatlarını göstermek caiz değildir boynun şekli belli olmaması gerekir. O nedenle baş örtüsünün omuzlarına çıkarması gerekir zaten ayette de emredilen baş örtülerini omuzlarının üzerlerine çıkarsınlar şeklindedir.. Yukarıdaki son paragrafa katılmıyorum.. Emine Kaya

Türban ve başörtüsünün farkı nedir?


Türban ve başörtüsünün farkı nedir?
Değerli kardeşimiz;
Türban, başörtüsü demektir.

Câhiliyette insanların birçokları terbiye ve edebden yoksundu. Ahlâk, iffet ve namus meselesi lafta idi. Bugün olduğu gibi kadın açılıp saçılıyordu, vücudunu, na mahrem yerlerini göstermekle böbürleniyordu. İlahî rahmet olarak gelen İslâm dini, tefessüh etmiş bu insanlığı ıslah etmek için birtakım emir ve prensipler getirdi. Bunlardan birisi de kadının cilbab ile örtünmesini emreder.
"Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle! Baş ve boyunlarını örtmek için cilbablarını üzerlerine alsınlar." (Ahzab, 33/59)
Cilbabın mâhiyeti hakkında birkaç görüş vardır:

1. Cilbab, bütün vücudu örten uzun gömlek veya entaridir.
2. Entari üzerine giyilen geniş elbisedir.
3. Başı, boynu ve çevresini örten atkıdır.
4. Üst tarafı göbeğe kadar örten ve ridâ denilen örtüdür.

Sibeveyhrnin üstadı olan Halil; "Bu mânâlardan hangisi kasdedilirse caizdir."diyor. (el-Sîrac el-Münir, III/271.) Müslüman kadın, el ve yüzü müstesna, bütün vücudunu örtmek mecburiyetindedir. Bir kimse buna inanır, fakat uygulamazsa günahkâr olur. Amma inkâr ederse dinden çıkar, mürted olur. İslâm'ın kabul etmediği tevillere başvurup halkın inancını bozmak sapıklıktır.
Tesettürün dinen makbul olabilmesi için birkaç şartı vardır, onlara ri'âyet etmek gerekir:

1. Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince,
2. Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli,
3. Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.

Bir memlekette manto giymek adet ise, dar olmamak şartıyla onu giymekte beis yoktur. Çünkü İslâm dini, ne erkek ne kadın için belli bir kıyafet getirmemiştir. Her memleketin kendisine has bir giysisi vardır.

Hatta buranın çarşafı, Suriye, Irak ve Hicaz'da giyilen çarşafa benzemiyor. İlla şu veya bu kıyafet lazımdır demek doğru değildir.
kaynak

8 Eylül 2014 Pazartesi

İŞİD Hakkında Olay Açıklama TEKE TEK Cübbeli Ahmet Hoca 22 / 07 / 2014...

1912 Balkan Savaşları'nda Bulgar askerleri tarafından idam edilmeden önce abdest alan bir Osmanlı vatandaşı.




Bulent SelvıİLGİNÇ GERÇEKLER
- Dün 16:48



İlk olarak Yusuf METE paylaştı:

1912 Balkan Savaşları'nda Bulgar askerleri tarafından idam edilmeden önce abdest alan bir Osmanlı vatandaşı.

Sultanım!




Nurhan AksuDUALAR
- Dün 20:17


Sultanım!
Ey medine minberinde "
Ümmeti, ümmeti " diye hüznü giyen sevgili
Ey mekke mihrabında alemler hesabına " allah! " diyen sevgili
Bize lütfu ilahi bahşedilen kapına diz çöktük, bey' at ettik
Rabbinden bize ne getirdi isen amenna
Duyduk, itaat ettik
Ya rasulallah
Sen hâlâ kırk yaşındasın
Ve hâlâ ümmetinin başındasın...

3 Eylül 2014 Çarşamba

Hadislerin yazılması, toplanması , tedvini, günümüze kadar ulaştırılması ve sünnetin bağlayıcılığı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?


Hadislerin yazılması, toplanması / tedvini, günümüze kadar ulaştırılması ve sünnetin bağlayıcılığı konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

Değerli kardeşimiz;
İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (asm) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bunun dayandığı bir gerçek var mı?

Evet, peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirtiyor:
“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”(İbrahim,14/4)
“O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullaha uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nûra uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”(A'raf, 7/157)
“Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab, 33/36)
“Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 4/65)
“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4/80)
“Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir, 59/7)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmran, 3/31)
Evet, buna benzer âyetler Peygamberimizin (asm) görevini, sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtiyor.

Bunu biraz açabilir miyiz?

1. Efendimizin (asm) bir görevi özet şeklinde olan âyetleri açıklamaktır: Meselâ Kur’ân “Namaz kılın” diyor, ama namaz nasıl kılınacak?“Rükû ve sücud yapın” diyor, ama rükû ve sücud nasıl yapılacak, teferruat vermiyor. Kıyam nasıl yapılacak, ayrıntı yok. İşte Peygamberimiz (asm) “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın” diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklıyor ve nasıl tatbik edilebileceğini gösteriyor. Namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur’ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirleri Peygamberimiz açıklıyor.

2. Efendimizin görevleri arasında, anlaşılması zor olan âyetleri açıklamak da vardır. 

Meselâ âyet-i kerîmede,
“Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız.” (Enfâl, 8/60)
buyuruluyor. Bu âyette “Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun.” tabiri geçiyor. Sahabe Peygamberimize sormuş: “Kuvvet nedir?” Peygamberimiz (asm), “Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.” diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur.

3. Sonra Kur’ân-ı Kerimin mutlak ve âm (sınırsız ve genel ifadeli olan) âyetlerini takyitle tahsis ediyor, yani onlara sınır getiriyor. Meselâ,
“Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı.”(Bakara, 2/275)
buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz (asm) buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor.

Diğer bir örnek ise şu âyet-i kerimedir:
“İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar, korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır.”(En'am, 6/82)
Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp Peygamberimize sormuş: “Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Yâ Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?”Peygamber (asm.) “Şirk pek büyük bir zulümdür.” âyetini hatırlatarak buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur’ân-ı Kerim'deki anlaşılması zor olan âyetleri Peygamberimiz (asm) açıklıyor. 

4. Sonra Kur’ân’da olan meseleler ayrıca Peygamberimiz (asm) tarafından tekraren teyit ve te’kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir.

5. Peygamberimizin bir de şâri’ yönü, yani, Kur’ân’da olmayan hükümleri koyma yetkisi var. Meselâ, yiyeceklerden haram olanların isimleri iki âyet-i kerimede belirtilir. Ama onların hiçbirisinde eşek eti geçmez. Peygamberimiz (asm) Hayber Seferi sırasında, ehlî (evcil) eşek etini haram etmiştir.

Bunlar niçin Kur’ân’da açıklanmamış da Peygamberimize bırakılmıştır?

Kur’ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur’ân’dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimize bırakmıştır. Peygamberimize bıraktırmasının da ayrıca birtakım maslahatları var. Çünkü birtakım meseleler zaman içerisinde neshedilmiş, yürürlükten kalkmıştır.

Hem hadislerin bir kısmı bize zayıf hadisler şeklinde gelmiştir. Bu zayıf hadislerle amel ihtilâf getirmiştir. İhtilâf ise ümmet için rahmettir. Halbuki Kur’ân-ı Kerim'de kesin olarak bütün bu meseleleri zikretmiş olsaydı, orada ihtilâf etme şartımız azalırdı. Dinimizin gelişen zamana ve toplum şartlarına göre esnekliği azalabilirdi. Halbuki dinimizin üstün bir yönü -kanatimce- zamana ve zemine göre yeni yorumlara imkân tanımasıdır. Bu güzel birşeydir.

Hattâ dahası var; Peygamberimiz (asm) de âlimlere bir marj bırakmıştır. Dinimizin güzelliği bu. Âlimler Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle hüküm koymada birtakım temel kaideler belirtmiş ve usul koymuştur. Âlimler bu usullerle yeni meseleleri yoruma kavuşturuyor. Böylece başka şeriata ve kültür sistemine ihtiyaç hasıl olmadan, kanun alma ihtiyacı duymadan yeni şartlara göre kanunlarımızı kendimiz koyabiliyoruz. Nitekim Osmanlının son dönemlerine kadar bütün ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız kendi değerlerimiz çerçevesinde kanunlaştırılmış, Kur’ân ve Sünnetten çıkartılmıştır.

Halkımız hadislerle Kur’ân-ı Kerimi nasıl öğrenecek? Meselâ Yâsin Sûresini hepimiz çok okuyoruz. “Peygamberimiz acaba bu sûreyi nasıl tefsir etmiş” diye öğrenmek istesek, bunu nereden bulacağız. Bir usulü, yöntemi var mı bunun?

Öncelikle Kur’ân, Kur’ân ile tefsir edilir. Çünkü bir âyet diğer bir âyeti açıklar. Bir konu bir yerde bir yönü anlatılır, diğer bir yerde diğer bir yönü anlatılır ve hakeza. Fakat Peygamberimizin de Kur’ân’la ilgili çokça tefsiri vardır. Buharî’nin en geniş bölümlerinden birisi Tefsir’dir. Tirmizî’nin en geniş bölümlerinden birisi yine Tefsir bölümüdür. Kaldı ki Buharî ve Tirmizî’de yer almayan tefsire müteallik hadisler, başka kaynaklarımızda verilmiştir.

Ben bazan matematiği uygulayarak diyorum ki: bir doğru iki noktadan geçer.Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerimden çıkaracağımız bir mânâda Kur’ân-ı Kerim çıkış noktasıdır. İkinci bir nokta olarak Hadise atıf yapmazsak, o zaman o tek noktadan binlerce görüş çıkabilir. Halbuki din nedir? Tevhid, birlik, beraberlik dinidir. O âyetten herkes kendi kafasına göre bir yorum değil, gerçeğe uygun yorum çıkaracaktır. Acaba Peygamber (asm) ne demiştir, ona bakacağız. Peygamber sözlerinde yoksa, acaba Sahabe ne demiştir, Tabiîn ne demiştir, Etbeuttabiîn ne demiştir, onlara bakacağız. Onlar Kur’ân’ı aslına uygun şekilde anlama şansına bizden daha çok sahipti.

Hadislere ne derece güvenilir? 

Hadislere güvenmemek için bir sebep yok. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim insanları Peygamberimize (asm) yöneltiyor, “Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının” diyor. Yani Kur’ân ikinci bir kaynağı olarak devamlı şekilde Peygamberimizi nazara veriyor.

İkincisi Peygamberimiz (asm) kendisini öne sürüyor, Sünnetine dikkat çekiyor ve Sünnetle bu işin yürüyeceğini Peygamber Efendimiz (asm) ifade ediyor. Meselâ Peygamberimiz Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyor. “Orada ne ile amel edeceksin?” diyor. Hz. Muaz “Kur’ân’la amel edeceğim.” diyor. “Kur’ân’da bulamazsan?” diye soruyor Peygamberimiz. “Sizin sünnetinizle,” diyor Hz. Muaz. “Sizin sünnetinizde bulamazsam, içtihadımla” diyor. Peygamberimiz (asm) bundan çok memnun kalıyor. İslâm ulemasının hepsinin elinde delildir bu hadis. İçtihadın gerekli olması hususunda, Sünnetin delil olması hususunda bu delildir. Dolayısıyla Resulullahın sağlığında Sahabe ikinci kaynak olarak hadisi bilmektedir.

Hz. Ömer anlatıyor: “Ben emsalim bir kardeşimle münavebe yaptım. Bir gün o tarlaya gidiyor tarla işlerini yürütüyor, ben Resulullaha gidiyorum, orada Resulullahı dinliyorum. Akşam gelince emsalim olan kardeşime o gün Resulullahtan gördüğümü, duyduğumu anlatıyorum. Ertesi gün ben tarlaya gidiyorum, emsalim kardeşim Resulullahı takibe gidiyor, duyduğunu, gördüğünü akşam bana anlatıyor. Böylece Peygamberimizi her gün yakından takip etme fırsatı buluyoruz.”

Bir Sahabî diyor ki: “Ben Resulullahtan her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, ‘Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Herşeyini yazmak doğru değildir.’ Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine Peygambere gidip durumu anlattım. ‘Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?’ dedim. Resulullah mübarek ağzını göstererek ‘Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz’ buyurdu.”

Yine Resulullaha uğrayanlar oluyor ve hafızalarından şikâyet ediyorlar. Peygamberimiz onlara “Sağ elini yardıma çağır.” buyuruyor, yazmalarını söylüyor.

Bir başka şey daha söyleyeyim. Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek’te rastladığım bir hadiste Hz. Enes diyor ki: “Ben Resulullah'tan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum.” Yani, Peygamberimiz (asm) onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı.

Bütün hadislere Kur’ân tefsiridir diyebilir miyiz?

Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur’ân-ı Kerimi pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla Kur’ân’ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimiz (asm)'de kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah’a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz (asm) göstermiştir. İbadetlerin hepsini Peygamberimiz en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur’ân-ı Kerim'in bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir, bütün yönleriyle. Beşerî münasebetler de öyle. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerinde en güzel örnekleri göstermiştir. Karı koca münasebetlerinde en güzel karı koca münasebetlerini ortaya koymuştur. Çocuk terbiyesinde, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir.

Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur’ân-ı Kerim'in idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde aynen Peygamber (asm)'den alabilirler. Bir hadiste Hz. Ayşe Peygamberimiz ahlakını“Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı.” diye ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberimiz (asm) ahlâk yönüyle de Kur’ân-ı Kerim'in ahlâkını şerh etmiştir, açıklamıştır. Belki hepsini kelama dökmemiştir, ama fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur’ân-ı Kerim'in ruhunun tefsiridir.

Diğer yandan, eski milletlerle ilgili kıssalara da açıklama getirmiştir.Hz. İbrahim (as)’in bazı Kur’ân’da olmayan meselelerini Peygamberimiz (asm)'in hadislerinde bulabiliyoruz. Demek ki, Kur’ân’ın temas ettiği, insanlığa getirmek istediği, vermek istediği, hukuk olsun, ahlâk olsun, yaşayış tarzı olsun, bütün derslerin hepsini Peygamberimiz (asm)'in hayatında, bazan sözleriyle, bazan fiilleriyle, bazan tahlilleriyle bulabiliyoruz.

Şimdi Kur’ân-ı Kerim'de “Yiyin, için, israf etmeyin...” buyuruluyor. Başka bir âyette de, tebziri yasaklıyor. tebzir, israfın kardeşidir. Şimdi bu iki âyeti daha iyi anlamak için Peygamberimizin uygulamasına bakalım:

Efendimiz (asm) israfa gayet net bir sınırlama getirmiştir ki, bunun en canlı örneği abdesttir. Abdest alırken suyu israf etmemek için ölçülü kullanırdı. Üç avuç suyla organları yıkamayı emir buyurmuştur. Fazlası mekruhtur. Bu miktarla sınırlamış Peygamberimiz (asm). Sahabe şaşırıyor ve diyor: “Yâ Resulallah, suyun tasarrufu için mi?” “Hayır,” diyor Peygamberimiz. “Nehir kenarında olsan bile organlarını üçer defa yıkayacaksın.” 

Ben hadislerde gördüm, Ebu ed-Derdâ’dan gelen bir rivayet: “Birgün Peygamberimiz bir yere giderken nehre rastlamış. Oradan bir kap su getirmişler Peygamberimize. O da onunla abdest almış ve bir miktar su artmış. Biz olsak o suyu şöyle etrafa serpiveririz. Halbuki Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki:
"Gidin, bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur.”
Bir de, fazla yesek, fazla konuşsak, zamanımızı boş yere geçirsek, israf yapmış oluruz. Bunlar da bizim geri gelmeyecek israflarımız. Veya bir kibrit çöpünün yakılması da israftır. Bunlar da mekruhtur. Günde beş defa abdest alırken suyun israf edilmemesiyle, tabiata karşı saygı dersi verilmiştir. İsrafın hayatın diğer alanlarında da ciddî bir mesele olduğu, abdest örneğiyle ders veriliyor.

Şimdi, “İsraf etmeyiniz” âyet-i kerimesinin açıklanmasına bakınız. Demek âyet-i kerimeyi okuduğumuz zaman bu âyetlerin hadis-i şeriflerde nasıl açıklandığına bakmamız lâzım. Hadis kültürümüz ne kadar geniş olursa Kur’ân-ı Kerimi o nisbette anlamış oluruz.

Ben sonuç itibarıyla şöyle bir şey söyleyebilir miyim? Kur’an-ı Kerim'den bir ayet okuduğumuz zaman, bunun anlamını meallerden ve tefsirlerden öğrenmeye çalışacağız. Ancak bununla yetinmeyeceğiz, hadis kültürümüzü çoğaltacağız. Bol miktarda hadis öğrenerek bunlarla hayatımızı şekillendireceğiz. Bu şekilde Kur’ân’ı okuduğumuzda onun anlamını Efendimizden bizzat öğrenmiş gibi olacağız.

Kesinlikle. İşte bunu anlayan âlimlerimiz, meselâ Taberî, bir âyetle ilgili aklına ne kadar hadis gelmişse hepsini yazmıştır. Taberî tefsirinde çok hadis naklediyor diye bazıları tenkit bile etmiş. Kırk ciltlik tefsirinin büyük bir bölümü hadislerle doludur. Ama hadislere baktığımız zaman, âyetleri daha iyi anlıyoruz. Çünkü hadisin verdiği nur başka, kendi tefekkürümüzle çıkartacağımız mânâ başka. Benim görüşüm,Kur’an-ı Kerimi hadislerle anlamaya yönelmek en güzeli.

HADÎSLERİN YAZILMASINA İZİN VEREN RİVAYETLER 

Hadîslerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivayetler çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadîsler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh) 'a aittir. Der ki:

“Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: ' 'Sen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan her duyduğunu yazıyorsun, halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)''e arzettim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak: "Yaz,  Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz". dedi.

Abdullah İbnu Amr (radıyallahu anh)'ın sistemli şekilde hadîs yazdığını te'yid eden bir rivayet Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'ye aittir ve üstelik Buhâri'de kaydedilmiş bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle buyurur: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam)'den çok hadîs (bilmede) Abdullah İbnu Amr hâriç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım."

Hadîslerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivayetler bundan ibaret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)ın:"Sağ elinizi yardıma çağırın", "İlmi yazı ile bağlayın" gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi, hepsi de hadîsten ibaret olan uzunluğu birkaç satırdan bir kaç sayfaya ulaşan ve sayısı üç yüzü bulan pek çok "mektup (yani yazılı vesika)" ların varlığı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, hadîslerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

EBU HÜREYRE'NİN SAHİFE-İ SAHÎHA'SI:

Bazı rivayetler Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'dan işittiği hadîslerini yazdığını ifâde etmektedir. Bu sahifenin ismiSahife-i Sahîha'dır. El-Hasan İbnu Amr İbnu Umeyye ed-Damri anlatıyor: "Uz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'nin yanında bir hadîs rivayet ettim. Ancak o : " 'Böyle bir hadîs yok'' diye inkâr etti. Bunu kendisinden işittiğimi söyledim. O vakit: "Bunu benden işitmişsen o bende yazılıdır" dedi ve elimden tutarak beni evine götürdü. Orada bana Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) 'in hadîslerinin yazılı bulunduğu pek çok kitap ' 'kütüben kesireten'' gösterdi. Rivayet ettiğim hadîsi burada buldu ve: "Ben sana demedim mi? Eğer ben bir hadîs rivayet etti isem. o, yanımda yazılı olarak mevcuttur. " dedi.

HADİSLERİN TOPLANMASI:

Hadîs tarihinin ikinci mühim devresini "tedvinü's-sünne" dediğimiz çalışmalar teşkil eder. Zaman olarak ikinci hicrî asrı içine alır.

TEDVÎN NEDİR?

Tedvin, lügat olarak cem edip kitap hâline koymak mânasına gelir. Bir hadîs ıstılahı olarak, hadîslerin resmen yazılıp kitap haline konması demektir. Burada "resmen" tabirinin bilhassa ehemmiyeti var. Zira, önceki bahislerde de görüldüğü üzere, hadîslerin yazılması, ferdi ve hususî olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) devrinde başlamış bir faaliyettir. Hatta bizzat RASÜLULLAH (aleyhissalâtu vesselam) tarafından pek çok yazılı vesîka bırakılmıştır ve hepsine de "sünnet" denilmektedir.

Ama bunların hiçbiri tedvin kelimesiyle ifade edilen "yazma" işine girmez. Çünkü tedvînde hadîslerin tamamının yazılması söz konusudur. Öyle ise tedvînin daha mükemmel bir tarifini: "Hadîslerin hepsine şâmil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicrî asırdaki yazma faaliyetidir." şeklinde yapabiliriz.

TEDVİN NASIL BAŞLADI? 

Tedvîn işi, Emevi halifelerinden Ömer İbnu Abdilaziz'le başlar. Dindarlığı ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine düşkünlüğü ile meşhur olan Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehulllah), sünneti bilen Ashab neslinin, arkadan da büyük alimlerin çeşitli sebeplerle birer birer hayattan çekilmelerini görerek hadîsin kaybolacağından endişe eder. Tehlikeyi önlemek için her tarafdaki mevcut âlimleri hadîslerin yazılması işine sevk etmeyi düşünür. Bu maksatla, halife sıfatıyla valilere emirler, tamimler gönderir.

Ömer İbnu Abdilaziz'in gönderdiği bu mektuplardan bir tanesinin metni Buhârî'de mevcuttur. Bu, Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderilen mektuptur:

“Beldende Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'le ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadîslerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam)'in sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz.''

İbnu Sa'd'ın kaydettiği rivayette Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) İbnu Hazm'a yazdığı mektupta şu ziyadede bulunmuştur:

"....câri, bilinen bir sünnet veya Amra bintu Abdirrahmân'ın rivayetleri kabul edilsin..."
Dârimi'nın rivayetinde şu ziyâde mevcut:

“Sizce (veya bölgenizde) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselam) 'den sabit ve sahih olan rivayetlerle Hz. Ömer'den sabit olan rivayetleri yaz".

Ebu Nuaym'm Târîhu İsfehan'da kaydettiğine göre Ömer İbnu Abdilaziz, mektubu, bütün İslâm beldelerine göndermiştir.

Şu halde tedvin işinden bahseden muhtelif rivayetleri göz önüne alarak konu hakkında daha bütün bir fikre varabilmekteyiz.

Hadîslerin tedvininde Halîfe Ömer İbnu Abdilaziz'in bu teşebbüsünü takdir edebilmek için; Tedvin'de en büyük hizmeti geçen ve bu faaliyete ismini veren Muhammed İbnu Şihâb ez-Zührf'nin şu itirafını bir kere daha kaydetmek ister:
“Bizi bu ümera (idareciler) mecbur edinceye kadar ilmin yazılmasını uygun bulmuyorduk. (Ümerânın müdâhale ve icbarıyla bu işe girişince) hiçbir Müslümanı yazmaktan men etmemek gerektiğine inandık.''
HADİSLERİN TOPLANMASINA SEVKEDEN SEBEPLER

Hadîslerin yazılıp kitaplar halinde bir yerde toplanmasına sevkeden gerçek âmilleri daha yakından görmekte fayda var:

1. Alimlerin ittifakıyla bunlardan biri, Ömer İbnu Abdilazîz'in mektubunda da ifâde edilen husustur: Ulemânın inkırazı ile hadîslerin yok olma endişesi: Bu gerçekten mühim bir husustur. Her ne kadar hadîsler ferdî olarak yazılıyor idiyse de çoğunlukla "Ezberlenmek için" yazılıyordu ve ezberlenince yakılıyordu veya ölürken, kendisinden yazılanların imhası tavsiye ediliyordu. Yukarıda Zühri’den kaydettiğimiz rivayet bile, hadîslerin yazılması hususunda, ilmî çevrelerdeki tereddüdü anlamaya kâfidir.

Üstelik bu dönem, siyasî çalkantıların, iç kargaşaların sıkça görüldüğü bir devredir. 95. hicrî yılında Haccâc-ı Zâlim tarafından öldürülen, devrin meşhur muhaddisiSaid İbnu Cübeyr'in kaybı bile Ömer İbnu Abdilaziz'i "hadîsler kaybolacak" diye korkutmaya yeterli bir hâdisedir. Kaldı ki, aynı hâdiseler Talk İbnu Habîb'in ölümüne sebep olur, meşhurlardan Mücâhid kıl payı idamdan kurtulursa da hapse atılır.

2. Ömer İbnu Abdilaziz'in mektubuna açık bir şekilde aksetmemiş olsa bile, tedvine sevkeden ikinci mühim âmil, siyasî ve mezhebi ihtilaflar sebebiyle hadîs uydurma faaliyetlerinin artmasıdır. Bu hususu, Zührî (rahimehullah)'in şu sözleri tevsik ve teyîd eder:

"Eğer şark cihetinden gelen ve nezdimizde meçhul ve merdûd olan hadîsler olmasaydı, ne tek hadîs yazardım ne de yazılmasına izin verirdim." 

Suyûtî Hazretleri, hadîs uydurma faaliyetlerinin tedvindeki rolüne şöyle parmak basmıştır:

"Ulemanın çeşitli beldelere dağıtıldığı, Haricîlerin ve RâfızîIerin uydurma ve bidatlarının çoğaldığı bir vakitte, sünnet. Sahabe 'nin akvâli ve fâbiî'nin fetvalarıyla karışık olarak tedvin edildi."

TEDVÎN'İN CEREYAN TARZI:

Rivayetler, Ömer İbnu Abdilazîz'in, meseleyi bir tamimle bırakmayıp, tedvîn çalışmalarını titizlikle takip ettiğini göstermektedir. Meselâ merkezde, bu işte çalışacak, hususî katipler tutulmuştur. Söz gelimi Hişâm İbnu Abdilmelik, Zühri'nin emrine iki kâtip vermiştir. Bunlar tam bir yıl boyu Zührî'nin hadîslerini yazmışlardır.

Tedvin faaliyetlerine, halife Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) bizzat katılmış, elinde defter kalem namazlara devam etmiş, namazlardan sonra teşkil edilen ders halkalarına oturarak Avn İbnu Abdillah'dan, Yezîb İbnu'r-Rakkâşî'den hadîs yazmıştır.

Tedvin sırasında, sâdece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen rivayetler değil, Sahabe hazerâtından ve Tâbiîn'den rivayet edilen âsâr da bâzı muhaddislerce "sünnet" mefhumuna dâhil edilerek yazılmıştır.

Halife'nin emriyle taşrada yazılan hadîsler defterler hâlinde merkeze gönderilmekte, orada çoğaltılarak tekrar İslâm beldelerine yollanmaktaydı. Bu mühim hususu tevsik eden bir rivayet Zührî'den gelmektedir: "Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah) Sünnet'in cem edilmesini emretti. Biz de onu defter defter yazdık. Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullah) üzerinde hâkimiyeti bulunan her bir yere bunlardan bir defter yolladı."

Bu yollanan defterlerin, merkezdeki aslî nüshalardan çoğaltılan tâli nüshalar olduğu muhakkaktır.

Bazı rivayetler, merkezde toplanan hadîslerin, ulemâ nezâretinde belli bir kontroldan geçirildiğini ifâde etmektedir: Ebu'z-Zinâd Abdullah İbnu'z-Zekvân anlatıyor: "Ömer İbnu Abdilazîz'in fükahâyı topladığını gördüm. Ulema ona pek çok sünnet toplamıştı. (Bunları fiıkahâ ile birlikte okuyor) kendisiyle amel olunmayan bir sünnet zikredilince: "Bu fazladandır, üzerine amel yoktur." diyordu."

Yukarıda, merkezden taşraya gönderildiği belirtilen nüshaların bu kontrol muamelesinden sonra istinsah edilmiş olabileceği söylenebilir.

Tedvin faaliyetlerinin mühim bir hususiyeti, hadîslerin, sünen, sahîh veya müsned gibi herhangi bir tasnîf tarzında yazılmamış olmasıdır. Burada hadîsleri yazıya geçirmek, yazı ile tesbît etmek esas alınmıştır, şu veya bu tarzda şu veya bu maksada uygun olması değil. Bu sebeple, merfiı, mevkut ve maktu rivayetler sahîhi, baseni ve zayıfıyla birlikte iç içe, yan yana yazılmıştır. Bunların temyîz ve tanzimi müteakip asırda tebvîb devrî'nde ele alınacaktır.

EBU BEKR İBNU HAZM'İN ROLÜ:

Medine Valisi Ebu Bekr İbnu Hazm, devrinin büyük bir hadîs âlimi olmasına rağmen Ömer İbnu Abdilazîz'in emrine icabet ederek şahsen hadîs yazdığına dâir elimizde kayıt yoktur. O, vali sıfatıyla ulemâyı bu faaliyete icbar etmekle yetinmiş olabilir. Nitekim bu işi canıgönülden benimseyip birinci derecede rol oynayan Zühri, bir Medîne âlimidir ve Ebu Bekr İbnu Hazm'ın emriyle işe başlamış olması şüphe götürmeyen bir husustur.

Tedvin işinin meyvesini tam olarak görmeye Ömer İbnu Abdilazîz'in ömrü vefa etmemiş olsa da onun devrinde tedvîn edilenlerin istinsah edilerek taşra vilâyetlere gönderilecek bir seviyeyi bulduğunu bizzat Zührî'den intikal eden bir rivayete istinaden az önce kaydettik. Bu sebeple İslâm âlimleri, ilk tedvîn işinin Ömer İbnu Abdilazîz (rahimehullâh) zamanında, birinci hicrî asrın son yıllarında ele alındığında ittifak ederler.

(Prof. Dr. İbrahim Canan)

* * * 
Sünnet ve Hadislerin Bağlayıcılığı

Bu konuyu Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve alimlerin görüşleri doğrultusunda ele alarak işleyeceğiz.

1. Kur’an-ı Kerim: Hz. Peygamber (asm)’a Kur’an-ı Kerim dışında (1) vahiy geldiğini gösteren ayetler vardır.

Bunlardan bazıları şunlardır:

a. Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve Hikmet’i talim edip, bilmediklerinizi öğreten, (2) Allah’ın kendisine Kitab’ı ve Hikmet’i bildirdiği, (3) ifade edilen ayetlerde, Hz. Peygamber (asm)’a Kitab ile beraber bir de Hikmet’in verildiği anlaşılıyor.

Atıf, ma’tufa hem benzerlik hem de muğayeretlik/aykırılık manasını taşımaktadır. Bu itibarla, Kitab’tan kasıt Kur’an-ı Kerim olduğuna göre Hikmet’in başka bir şey olması lazım. Bunun da sünnet olma ihtimali hepsinden önce gelir.(4) Atıftan ma’tufa olan farklılığı bu benzerlik noktası ise ikisinin de Allah’ın bildirmesiyle olmasıdır ki ikisinin de kaynağı vahiydir.(5)

b. “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaat ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz.” (6) ayetinde belirtilen vaat, önceden Müslümanlara verilmiş ama ne olduğu ayette bildirilmemiştir. Bu da başka bir vahiyle haber verildiğinin delilidir.

c. “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip, bir kısmından da vazgeçmiştir. Peygamber bunu ona haber verince eşi, “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber, “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi” dedi.”(7) ayeti açıkça Kur’an dışında vahiy olduğunun delilidir. Zira verilen sırrın ifşasına dair bir açıklama Kur'an da olmadığı halde Hz.Peygamber (asm) bunu bilmektedir. Öyleyse bunu kendi kendine bilemeyeceğine ve Allah’ın bildirdiği ifade edildiğine göre, Kur'an içine girmemiş bir vahyin varlığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

2. Hadis-i şerifler:

a. Mikdad b. Ma’dikerib’in rivayetine göre Resulullah (asm), şöyle buyurmuştur:“...Bana Kitab ve onunla beraber onun gibisi verildi.”(8)

b. Kudsi Hadisler: (9) Bu tür hadislerde geçen, “Resulullah (asm), Rabbinden rivayet ettiği hadiste şöyle buyurdu”, “Resulullah’ın (asm), rivayet ettiği hadiste Allah Teala şöyle buyurdu” denilmesi ve hadislerin “Ey kullarım” diye başlaması Hz. Peygamber (asm)’e Kur’an dışında vahiy geldiğinin delillerindendir.

c. Cibril Hadisi: (10) diye bilinen meşhur hadise. Cebrail (a.s) beşer suretinde gelmiş ve bazı sualler sorarak cevap almış, Hz. Peygamber (asm) de ashabına, bunun Cebrail (a.s) olduğunu ve dini öğretmek için geldiğini bildirmiştir.

d. Hz. Peygamber’in (asm), şüphesiz Rabbim Allah, bana vahyetti, (11) ben emrolundum, nehyolundum, (12) gibi ifadeleri ve Cebrail (a.s)’ın bazı şeyleri kendisine öğrettiğini bildirmesi de, (13) Kur’an dışında vahyin varlığına açık delillerindendir .(14)

Ayrıca bir Yahudi’nin sorularına cevap veren Hz. Peygamber (asm)’in “Aslında bunları bilmiyordum. Ancak Allah onları bana bildirdi.”(15) buyurması da konuyu destekleyen diğer bir husustur.

3. Alimlerin görüşleri:

Ashab-ı Kiram (r.a.) Peygamber Efendimiz (asm)’ın uygulamalarından, izahlarından ve ifadelerinden Kur'an dışında vahiy aldığını biliyorlardı. Bunu birçok defalar ifade etmişlerdir. Alimler de Kur'an, hadis ve ashabın ifadeleri doğrultusunda sünnetin kaynağı hakkında fikir ve beyanda bulunmuştur; hepsi olmasa bile sünnetin kaynağının vahye dayandığını ifade etmişlerdir.

Hz. Aişe (r.a) validemiz, Hz. Hatice (ra) hakkında vahiy geldiğini ifade eder ve O’na cennetten bir köşk verildiğinin bildirildiğini söyler.

Rivayetlerde geçen, Cibril, Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti de indirdi.(16) Ayrıca komşuya iyi davranmayı, abdest almayı, namaz kılmayı, telbiyenin yüksek sesle yapılmasını, kutlu akik vadisinde namaz kılınmasını, namazların vakitlerini, ümmet-i Muhammed’in (a.s.m) gireceği cennet kapısını, seyyidü’s-şüheda olan Hz. Hamza (r.a)’ın adının sema ehli tarafından levhalaştırılması (17) gibi bilgilerin Cibril (a.s) vasıtasıyla alması da Kur'an dışında vahiy olduğunu gösterir.

Tavus ise, bizzat vahiy yoluyla inmiş bulunan diyetlere dair bir yazılı metine sahip olduğunu ve zekat ve diyetle ilgili hükümlerin vahiyle geldiğini belirtir.(18)

Evzâi, “Sana Resulullah (asm)'dan bir hadis ulaştığında sakın ha başka bir şeyle hükmetme; Çünkü Resulullah (asm), Yüce Allah’tan bir tebliğciydi.” diyerek,(19) sünnetin vahye istinad ettiğini ifade etmiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu konuda önemli açıklamaları olanlardan biri de İmam Şafii’dir.(20) Konuyu ilmine güvendiği bir zata dayandırdığı ve kendisinin de kabul ettiği anlayışa göre Sünnet; ya vahiydir, ya vahyin beyanıdır, ya da Allah’ın kendisine tevdi etmiş olduğu bir durumdur. Bu da kendisine has kıldığı nübüvvete ve buna dayalı olarak ilham ettiği hikmete dayanır. Şu halde hangi durum esas alınırsa alınsın, Allah, insanların Rasullah’a itaatını emretmiş, sünnetin gereği ile amel etmelerini istemiştir. Sünnet’in Kur'an’ı açıklaması, ya Allah’tan gelen Risalet yoluyla, ya ilhamla ya da kendine verilmiş “emir” ile gerçekleşir.

Aynı kanaatleri paylaşan İbn Hazm, Sünneti, vahy-i gayri metluv olarak ifade eder ve vahy-i metluv olan Kur'an’a uymamız gerektiği gibi, ikinci vahiy olan sünnet’e de uymamızın esas olduğunu belirtir. Zira bağımlılığı ve Allah’tan olmaları bakımından ikisi de aynıdır .(21)

Gazali Hazretleri de sünnetin vahye istinad ettiğini ifade ile vahy-i gayri metluv olduğunu belirtir .(22)

Sünnetin tamamı vahiy olarak kabul edilirse, Hz. Peygamberin (asm) nasıl Kur'an-ı Kerim’i değiştiremiyorsa, sünneti de değiştiremeyeceği anlamı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır .(23)

Kur'an gibi, sünnetin de tamamı vahye istinad ediyor, anlayışı içinde, önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Şayet, Hz. Peygamber (asm), her hadise ve olayda, Kur'an ayeti gibi, sünnet vahyini bekliyorsa, bu durumda O’nun içtihatları, istişareleri nasıl değerlendirilecektir. Elbette vahyi beklediği zamanlar olmuş, ama hayatın her safhasını böyle düşünmek ve değerlendirmede bulunmak bizi sıkıntıya sokacaktır.

İşte bu gibi durumlar bazı alimleri, sünnetin tamamının değil de bir kısmının vahye, bir kısmının da içtihat ve istişare gibi durumlara dayandığı kanaatine sevk etmiştir.

Mesela İbn Kuteybe, sünnet’in kaynağını üçe ayırarak şöyle der:

a) Cebrail’in Allah’tan getirdiği sünnet.(24)
b) Allah’ın Resulüne (asm) bıraktığı; re’yini açıklamasını istediği sünnet.(25)
c) Resulullah (asm)’ın, bize âdab için kıldığı sünnet. Bunlar yapıldığında sevap alınıp, terkinde ise ceza olmayan sünnettir.(26)

Benzer görüşü benimseyen Hanefilerden Serahsi, Hz. Peygamber (asm)’ın, re’y ve içtihat sonucu ulaştığı neticelerin, vahiy mesabesinde olduğunu belirtir:

Vahiy iki kısımdır:

1. Zahir vahiy: Bu da üçe ayrılır.
a) Melek lisanıyla gelen, kulakla algılanan ve Allah’tan geldiği kesin bilinen vahiy. Bu kısım Kur'an vahyidir.

b) Kelamsız, melek tarafından yapılan işaretle Hz.Peygamber (asm)’e açıklanan vahiydir.(27)

c) İlhamdır. Bu da, Resulullah (a.s.)’ın kalbinin en ufak bir kuşkuya mahal kalmayacak şekilde ilahi te’yide mazhar olmasıdır. Onun kalbine bir nur doğar, meselenin hükmü açıkça belli olur.

2. Batınî vahiy: Buna “ma yüşbihu’l-vahy” diyen Serahsi, Resulullah’ın (asm), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu söyler. O’nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (a.s.m)'in içtihadı mesabesinde değildir .(28)

Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (asm)’ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (asm)’ın davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse tamam. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir.

Şatıbi ise şöyle der:

Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (asm) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber (asm)’in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur .(29)

Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler pek de ifrat etmiş olmuyorlar. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya ibka ediliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah (asm)’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de belirtelim.

4. Vahyi takriridir

Sünnet’i tarif ederken bir kısmının da takriri sünnet dediğimiz, Hz. Peygamber (a.s.m) huzurunda yapılıp da gördüğü veya duyduğu halde susması veya tasvip buyurmasıdır.(30) Yani Ashabı Kiram gerek önceki Cahiliye döneminden kalma bazı uygulamaları, gerekse kendi anlayış ifadeleri olarak yaptıkları konuşma, davranış gibi hususlardan birini Hz. Peygamber (asm), gördüğünde veya duyduğunda onları bazen düzeltiyor, bazen değiştiriyor, bazen da seslenmiyordu. Ashabı Kiram O’nun bu susmasını tasvip olarak değerlendiriyordu. Zira ümmetin yaptığı bir hatayı aynen bırakması, Hz. Peygamber (asm) adına uygun olmazdı. Bu sebeple O’nun susmaları bile o fiil veya sözün yanlış olmadığı anlamına geliyordu.

Ashab (r.a), Hz. Peygamber (asm)’ın kontrolünde olduğu gibi, Resulullah (asm) da İsmet sıfatının (31) bir gereği olarak, devamlı vahyin kontrolü altındaydı. Dolayısıyla O’nun hatasının düzeltilmeden bırakılmayacağı(32) ve bu uyarının da geciktirilmeden hemen yapılacağı(33) bilinmelidir. Bu özelliğiyle Hz. Peygamber (asm) bütün insanlardan ve içtihada ehil olanlardan ayrılmaktadır.

Daha peygamber olarak görevlendirilmeden önce bile bazı davranışlarından dolayı ikaz edildiği bilinmektedir.(34)

Bir defasında, Kureyş çocukları ile oyun oynarken izarını çıkarıp taş taşımak istemiş, ancak bu durumdan şiddetle menedilmiştir. Yine zemzem kuyusunun tamiri için amcası Ebu Talib’e yardım maksadıyla izarını çıkarıp üzerine taşı koymak istemiş, fakat baygınlık geçirmiştir. Kendine geldiğinde ise, üzerinde beyaz elbise olan birinin örtünmesini istediğini söylemiştir.(35)

Vücudunun görülmesi uygun olmayan hususlar için muhafaza edildiği gibi, o günün toplumunda görülen bazı nahoş uygulamalardan da korunmuştur. Kendi ifadesiyle, düğün gibi yerlerde yapılan oyun ve eğlencelere bakmak istemiş, ancak onları duyamamış ve uyuya kalmış, ondan sonra da peygamberlikle vazifeleninceye kadar kötülüğe bulaşmamıştır.(36)

Henüz peygamber değilken ve ümmetine ve insanlığa örnekliği kesin olarak belirtilmemişken, böyle koruma altında olan bir zatın, bütün yönleriyle ümmetine ve insanlığa nümune olduğu bir dönemde muhafaza edilmemesi, hatalı ve eksik bir durum varsa düzeltilmemesi(37) düşünülebilir mi?

Nitekim Kur'an-ı Kerim’de bunun misallerini görmekteyiz. Hz. Peygamber (asm) vahyi muhafaza için endişe etmiş, ancak Allah Teala, buna mahal olmadığını bildirerek endişesini gidermiştir.(38)

İnsanların hidayete gelmeleri, Allah’ın emrine uymaları hususunda O’nun vazifesinin yalnız tebliğ olduğu, vahyin ancak Allah’ın dilemesiyle olacağı, sonucu Allah’ın dilemesine bağlı olduğu(39) gibi hususlarda uyarılmış; mağfiret dilediği amcası Ebu Talib hakkında, ikaz edilerek dua etmekten men edilmiştir.(40)

Diğer taraftan, Uhud Savaşı'ndan sonra düşmanlarına lanette bulunmaktan(41) ve Hz. Hamza (r.a)’a yapılan muamelelerden sonra müsle yapmak arzusundan(42) da vazgeçirilmiştir.

Ayrıca, Bedir Savaşı'nda elde edilen esirlerle ilgili fidye karşılığı salıverilme fikrinden dolayı uyarılmış,(43) münafıklarla ilgili onları kazanma arzusuyla yaptığı uygulamadan men edilmiş(44), esirlerin arzusu için Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram kılması sebebiyle de ikaz edilmiştir.(45)

Bu ve benzeri ayetler Hz. Peygamber (asm)’ın yaptığı bazı tasarruflarının rızayı İlahi’ye muvafık olmadığı durumlarda tashih edildiğinin açk göstergeleridir. Allah Teala, O’nu, önce muhayyer bırakıyor ve içtihat etmesini, ashabıyla istişare eylemesini istiyor. Sonuçta Allah’ın rızasına uygun ise öylece kalıyor, değilse tashih ediliyordu. Nitekim, önce müşrik çocuklarının babaları hükmünde olduğunu beyan edip, sonra cennetlik olduklarını söylemesi, ilk önceleri kelerin, meshe uğramış Yahudiler olduğunu söylemesi sonra bu görüşünden vahyin uyarısıyla vazgeçmesi, kabir azabı hakkındaki görüşün Yahudi fitnesi olduğunu söyledikten sonra, vahyin uyarısıyla kabir azabının varlığını beyan edip, dualarında ondan Allah’a sığınması gibi hususlar,(46) Kur'an vahyi dışında da kendisinin uyarılıp tashih edildiğini göstermektedir.

İşte Resulullah (asm)’ın huzurunda yapılan veya haberdar olduğu bir fiil, hareket veya sözü yanlış olarak devam ettirmesi mümkün olmadığı ve bu tür takriri sünnetin ümmet için örnek olması kesin olduğu gibi, Allah’ın huzurunda Resulullah (asm)’ın yaptığı davranış ve fiillerin de yanlış olarak devam etmesi söz konusu değildir ve bütün hayatı boyunca ondan sudur eden her şey daha da evleviyetle bizim için örnektir.

Şu halde, Alim, Habir, Semi, Basir, Hakim olan Allah (c.c), Peygamber Efendimiz (asm)’den sadır olan her türlü söz, fiil ve davranışı ya tashih etmiştir, ya da aynen devam ettirmiştir. Bu dokunmayıp devam ettiği şeylere ister Hanefi ulamasının dediği gibi batınî vahiy diyelim,(47) isterse takriri vahiy diyelim, neticede Hz. Peygamber (a.s.m)’in sünnetinin vahye dayandığını ifade edebiliriz.

Bundan hareketle, Hz. Peygamber (asm)’in içinde bulunduğu toplumun bazı örf ve adetlerini aynen devam ettirmesi, Allah’ın kontrolünden geçtiği ve bir nevi vahyi takriri olması sebebiyle, onlara sadece birer adet ve gelenek olarak bakmanın doğru olmayacağını düşünüyoruz. Zaten o uygulamaların temelden Hz. İbrahim (a.s) veya başka peygamberlere dayandığını önceden ifade etmiştik.

Şu halde Hz. Peygamber (asm)’in sergilediği davranış ve hareketler, aynıyla Cahiliye de bulunsa bile, yanlış olsaydı, mutlaka vahiy tarafından tashih edilecekti. Tashih edilmeyenler ise tasvip edilmiş demektir denilebilir.
DİPNOTLAR:
1. “O kendilğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy ile dir.”  ayetinden kastedilenin yalnız Kur’an olduğu söyleniyorsa da, sünneti de ithtiva ettiğini belirten alimlerimiz vardır. Mesela, Elmalılı bu ayeti “O, yani Kur’an veya Onun nutku ancak bir vahiydir. Başka türlü söylenemez. Yalnızca vahyolunur.” diye tefsir ederek Sünnetinde vahiy edildiğine işaret etmiştir. (Yazır, Hak Dini VII, 457); Krş. Kurtubî, Tefsir, XVII,84-85; Aydınlı, Abdullah, Sünnetin Kaynağı Hakkında, Din Öğretimi dergisi, Sayı 37, Ank, 1992, s.48; Kırbaşoğlu, Sünnet, 236 vd.
2. Bakara, 48; Ali İmran, 164.
3. Nisa, 113; Cuma, 2.
4. Hikmet’ten kastın sünnet olduğunu söyleyenler için bk. Hasan el-Basrî, Katade, Yahya b. Kesir, (Suyuti, Miftahu’l-Cenne, s.23); İmam eş-Şafii, er Risâle, 32,78,93.
5. Kur’an ve Sünnet’in vahiy olması, aralarındaki farkın ne olduğu sorusunu akla getirmiştir. Aralarında mahiyet farkı olmadığı bu ayetten anlaşılıyor. Ancak birivahy-i metluv, diğeri vahy-i gayri metluvdur. Suyuti bu hususu şöyle özetler: Allah’ın kelamı iki kısımdır. Allah Cibrile, “Peygamber’e Allah sana şunu şunu emrediyor, de.” Buyurur. Cibril’de muradı İlahiyi anlar ve Peygamber’e iletir. Bu aynen bir hükümdarın güvendiği birisini kendi namına elçi olarak tebasına göndermesi ve elçinin de hükümdarın arzusunu kendi ifadesiyle iletmesi gibidir. Diğeri ise Allah Cibril’e “Peygamber’e git ve şu kitabı ona oku” buyurur. O da aynen harfi harfine ona okur. İşte Kur’an vahyi ikinci kısma, sünnet vahyi birinci kısma benzemektedir. Bu yüzden Sünnetin manasıyla rivayetinin de caiz olduğunu söyler. Suyuti, el-İtkân, I,45; bk, Subhi es-Salih, Hadis İlimleri, s.261-262; Karaman, Hadis Usulü, s.9-10.
6. Enfal, 7.
7. Tahrim, 3.
8. Hadisin başında, Kur’an’da bulduğumuzu alırız, onda olmayanı almayız diyecek bir takım insanların geleceğinin bildirilmesi, sonra da sünnetin verildiğinin belirtilmesi konumuz açısından önemlidir. bk. Ebu Davud, Sünne, 6.
9. Kudsi, ilahi veya rabbani, adıyla ifade edilen bu hadisler, Allah’a (c.c) nisbetle söylenmiştir. Hem lafzı hem de manasının Allah’a ait olduğu veya aynı diğer hadisler gibi manası Allah’tan, lafzı Peygamberimiz (asm)'den olduğu ancak ümmetin dikkatini çekmek açısından böyle ifade edildiği gibi anlayışlar vardır. bk. El-Hadis, ve’l-Muhaddisun, s.18; Kavaidu’t-Tahdis, s.64 vd.
10. bk, Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davut, Sünnet, 16; Tirmizi, İman,4.
11. Müslim, Cennet, 63-64; bk, Aydınlı, Sünnetin Kaynağı, s.50-51; Toksarı, Sünnet, s.98-99; Ebu Davud, Edeb, 48.
12. Müslim, İman, 32-36; bk, el-Münavî, Feyzu’l-Kadir, VI, 289-290.
13. Örnek için bk, Müslim, Cenaiz, 1; Tirmizi, İmam, 18; Cihad, 32.
14. Bazı araştırmacılar, vahy ifadesinin geçtiği hadisleri, mana ile rivayet edildiğinden, genel olarak hadislerin vahyedildiğine delil teşkil etmeyeceğini iddia etse bile (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.1, s.1, s.55 vd.) bir başka makalesinde, Yüce Allah’ın Kur'an dışında, Hz. Peygamber (asm) ile iletişim içinde olmadığını söylememiz mümkün değildir. Diyerek, Rasulullah (asm)’ın tebliğ, talim, tezkiye ve beyan ile görevlendirildiğini söyler. Ancak buna Hikmet demenin daha doğru olacağını söyler. (Erul, Bünyamin, İslamiyat, C.III, s.1., s.184.
15. Müslim, Hayız, 34.
16. Buhari, Nikah, 108.
17. Sırasıyla bk, Suyuti, Miftah, 29; Müsned, II, 85,160; Buhari, Edeb, 28; Müslim, 1,140; Ebu Davud, Menasik, 24,27; Tirmizi, Hac, 14; Ebu Davud, Salat, 2; Buhari, Bedu’l-Halk, 6; Ebu Davud, Sünnet, 9; Müsned, I, 191; İbn Hişam, Sire, III, 101-102.
18. Suyuti, Miftah, 29.
19. Abdülğani Abdülhalik, Hucce, 337; Sünnet’in vahye dayandığı hususunda icma olduğu söylenir. bk, a.e., s.338; Hasan b. Atıyye’nin de Sünnet’in Kur’an gibi vahye dayandığını söylediği rivayet edilir. Darimi, Mukaddime, 49.
20. Vahyi Metluv Kur'an, vahyi ğayri mevlut sünnet tir diyen Şafii hazretleri, Sünnetin Kur'an’ı Kerim’de geçen “hikmet” olduğunu söyler. (er-Risale, 3-4,10; el-Ümm, V, 127,128.)
21. İbn Hazım, el-İhkam, 93; Krş. Kırbaşoğlu, Sünnet, s.260-261.
22. Gazali, Mustasfa, I, 83; Hattabi’nin de aynı kanaatte olduğu hk. bk. Hattabi, Mealimu’s-Sünen, V, 10.
23. Çakan, İ.Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İst, 1982, s.96.
24. Bir kadının teyzesiyle ve halasıyla aynı nikah altında bulunamayacağını ifade eden hadis bu kabildendir. Buhari, Nikah, 27; Müslim, Nikah, 37-38.
25. İpek elbise giymek haram olduğu halde, hastalığından dolayı Abdurrahman b. Avf’a (r.a) Hz. Peygamber’in müsaade etmesini misal verir. Bkz, Buhari, Cihad, 91; Libas, 29; Müslim, Libas, 24-26.
26. İbn Kuteybe, Ebu Muh. Abdullah, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis, Beyrut, 1972, s.196 vd.
27. Ruhu’l-Kudüs kalbime üfledi, gibi ifadeler bu kabilden vahiydir. İbn Mace, Ticaret, 2; Beyhaki, Sünen, VII, 76; Suyuti, Miftah, 30.
28. Serahsi, Şemsuddin, Usulü’s-Serahsi, Beyrut, 1973, II, 90-96.
29. Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bkz, Abdülgani, Hucce, s.334 vd.
30. Bkz, Aydınlı, Istılah, 148; Ayrıca bkz, Buhari, İ’tisam, 24.
31. Peygamberlerin sıfatlarından olan ismet, Onların küfürden, Allah’ı bilmemekten, yalan söylemekten, hata etmekten, yanılgıya düşmekten, ihmalden, şeriatın tafsilatını bilmemekten uzak olduğu, bunlardan masum bulunduğu demektir. Hata üzere devam etmelerinin de mümkün olmadığı anlamındadır. bk, Gazali, Mustasfa, II, 212-214; Sâbûni, Maturidiyye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, Ank. 1979, s.212-212; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Abdülgani, Hucce, 108 vd.
32. Serahsi, Usul, II, 68.
33 Sabuni, Maturidiyye, 121; Abdülğani, Hucce, s.222; İbn Teymiyye’nin Peygamberlerin hata üzere bırakılmayacağı görüşü için bkz. Abdülcelil İsa, İctihadü’r-Rasül, Mısır, ts. S.33.
34. Allah’ü Teala’nın, O’nu (a.s.m) Cahiliye pisliklerinden muhafaza etmesi hk. bk. İbn sa’d, Tabakat, I, 121; Ebu Nuaym, Delâil, I, 129; Beyhakî, Delaîl, I, 313.
35. Ebu Nuaym, Delail, I, 147; Ayrıca bkz, Buhari, I, 96; Müslim, I, 268; Beyhaki, Delail, I, 313-314.
36. bk. Taberi, Tarih, II, 196; Ebu Nuaym, Delail, I, 143; Beyhaki, Delail, I, 315; Bir defasında O’nu (a.s.m) zorla bir eğlenceye götürmüşler, ancak O kaybolmuş, daha sonra ortaya çıkınca demiş ki; Beyaz ve uzun boylu bir adam bana; “Ey Muhammed! Sakın o puta el sürme, geriye dön” dedi. Krş. Müsned, II, 68-69; Köksal, İslam Tarihi, II,117-121.
37. Geniş bilgi için bkz. Serahsi, Usul, II, 91; Gazali, Mustasfa, II,214; Sabunî, Maturidiyye, s.121; Abdülğani, Hucce, 221-222; Abdülcelil İsa, İctihad, s.31-33; Çakan, İhtilaflar, s.96,113; Erdoğan, Sünnet, 192 vd.
38. Kıyamet, 16-17.
39. Sırasıyla bk. Gaşiye, 21-22; Hud, 12; Kehf, 23; Kasas, 56; Yunus, 99; Şuara, 3.
40. Tevbe, 113.
41. Tirmizi, Tefsir, sure 3/12; Ali İmran, 128; Abdülcelil İsa, İctihad, s.95.
42. Hz. Hamza’nın Kulak burun gibi organları kesilmiş, ciğeri sökülmüştü. İbn Hişam, Sire, III, 101-103. Ayet için bk. Nahl, 126-127.
43. Enfal, 67-68. bk. Abdülğani, Hucce, 185.
44. Tevbe, 88, 84; bk. İbn Kesir, Tefsir, II, 378; Abdülcelil İsa, s.105.
45. Tahrim, 1-2.
46. bk. Abdülcelil İsa, İçtihad, s.59-66.
47. bk. Serahsi, II, 90-91; Tehanevi, Muh.Ali b. Ali, Keşşafu İstilahati’l-Fünün, İst, 1984, II, 1523.
 kaynakk

Örtünme ile ilgili kuran ayeti olmadığını iddia eden yorumcular peygamberimizin hadislerini de hiçe saymaktalar. Bu konuda bilgi verir misiniz?


Peygambermizin hadislerinin sadece iddiadan ibaret olduğu doğruluğunun bilinmediği söylenmekte özellikle de örtünme ile ilgili kuran ayeti olmadığını iddia eden yorumcular peygamberimizin hadislerini de hiçe saymaktalar. Bu tarz düşüncede olan insanlara nasıl cevap verilir?
Değerli kardeşimiz;
Cevap 1:

Câhiliyette insanların birçokları terbiye ve edebden yoksundu. Ahlâk, iffet ve namus meselesi lafta idi. Bugün olduğu gibi kadın açılıp saçılıyordu, vücudunu, na mahrem yerlerini göstermekle böbürleniyordu. İlahî rahmet olarak gelen İslâm dini, tefessüh etmiş bu insanlığı ıslah etmek için birtakım emir ve prensipler getirdi. Bunlardan birisi de kadının cilbab ile örtünmesini emreder.

"Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle! Baş ve boyunlarını örtmek için cilbablarını üzerlerine alsınlar"(Ahzab: 59).

Cilbab'ın mâhiyeti hakkında birkaç görüş vardır:
l- Cilbab. bütün vücudu örten uzun gömlek veya entaridir.
2-Entari üzerine giyilen geniş elbisedir.
3- Başı. boynu ve çevresini örten atkıdır.
4- Üst tarafı göbeğe kadar örten ve ridâ denilen örtüdür.

Sibeveyhinin üstadı olan Halil; "Bu mânâlardan hangisi kasdedilirse caizdir" diyor. (el-Sîracel-Münir c. 3. s. 271) Müslüman kadın, el ve yüzü müstesna bütün vücudunu örtmek mecburiyetindedir. Bir kimse buna inanır fakat uygulamazsa günahkâr olur. Amma inkâr ederse dinden çıkar, mürtedolur. İslâm'ın kabul etmediği tevillere baş vurup halkın inancını bozmak sapıklıktır. Tesettürün dinen makbul olabilmesi için birkaç şartı vardır, onlara ri'âyet etmek gerekir:

1- Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince,
2- Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli,
3- Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.
Bir memlekette manto giymek adet ise, dar olmamak şartıyla onu giymekte beis yoktur. Çünkü İslâm dini, ne erkek ne kadın için belli bir kıyafet getirmemiştir. Her memleketin kendisine has bir giysisi vardır.

Hatta buranın çarşafı, Suriye, Irak ve Hicaz'da giyilen çarşafa benzemiyor. İlla şu veya bu kıyafet lazımdır demek doğru değildir.
kaynak


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı