Bakara suresi 143. ayette, kıblenin değiştirilmesi manasına gelen bir kelime var mıdır? Ayetin doğru meali hangisidir?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk'ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu oldukça ağır bir iştir. Ancak Allah'ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Bakara, 2/143)
Ayette geçen “Daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yapmamız...”mealindeki ifadeyi, kıblenin değiştirilmesi, tahvil edilmesi, önceki kıble istikametine tekrar döndürülmesi gibi ifadelerle söylemek de doğrudur.
Hz. Peygamber (asv), kıble değişikliği ile ilgili bu âyetler gelinceye kadar (on altı veya on yedi ay, bk. Tirmizî, "Tefsir", 3) Kudüs'teki Beytülmakdis'e yönelerek namaz kılmışsa da, Kabe'nin kıble olması hususunda derin bir istek duyuyordu. Nitekim “Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz.”mealindeki bir sonraki ayette de onun bu özlemi dile getirilmektedir. Hz. Peygamber (asv)'in bu arzusu yönünde kıblenin değiştirilmesiyle kimlerin gerçekten Allah'ın Resulü'ne gönülden bağlı samimi müminler olduğu, kimlerin Müslüman görünmelerine rağmen münafık oldukları da ortaya çıkacaktı. Nitekim âyetin üslûbundan anlaşıldığına ve tefsirlerde yer alan bazı rivayetlere göre, hicretin 2. yılında Receb veya Şaban ayında gerçekleşen kıble değişikliği, neredeyse bir fitne sebebi olmuş; Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanlar bu değişikliği memnunlukla karşılarken, Yahudilerle birlikte münafıklar da bunu bir dedikodu vesilesi yapıp Hz. Peygamber (asv)'e dil uzatmaya kalkışmışlardır. (bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri)
Kıblenin değiştirilmesi, Allah'ın hidayet verdiği kimselerdin dışında kalanlara -Yahudiler ve münafıklarla henüz İslâm'ı içlerine sindirememiş kesimlere- ağır gelmiş; önemli bir mesele olarak tartışma konusu yapılmış; hatta -Yahudilerin de telkiniyle- Müslümanlar arasında daha önce Kudüs'e yönelerek kılınan namazların boşa gitmiş olacağı kaygısına kapılanlar bile olmuştur. İşte âyette "Allah imanınızı asla zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." buyurularak O'nun, kendisine iman ve itaatin gereği olarak yapılan amelleri kabul edeceğine, dolayısıyla bu hususta bir kaygıya kapılmanın yersiz olduğuna dikkat çekilmiştir. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri)
Not: Prof. Dr. Davut Aydüz’ün, "Kıble'nin Tahvili ile İlgili Ayetlerin Kur'an'daki Tertibi" isimli şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz:
Kur’ân-ı Kerîm’in tertib ve düzeni, âhenk ve insicamı, O’nun mûcizevî buudlarından birini teşkil ettiği gibi, ifade tarzı ve anlatım keyfiyeti de beşer karihasını aşan, insan kudretini âciz bırakan bir başka mûcizevî buudunu teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm, 23 sene zarfında, değişik olaylar, durumlar, muhataplar karşısında, parça parça olarak peyderpey inmesine rağmen O’nun sûreleri, âyetleri ve hattâ kelimeleri arasında birbirine zıt düşen, birbirinin âhengini bozan tek bir ifade, tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Bir solukta söylenmiş şiir gibidir adeta O’nun bütünü. Bu ise ancak, 23 seneyi bir “an” gibi gören, geçmişi bu günle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen, hâsılı, zamandan ve mekândan münezzeh olan bir Zat’ın kelâmı olmakla açıklanabilir. Halbuki Kur’ân vahyinin, devamlı sûrette değişen sebep ve hâdiselere göre ceste ceste gönderilmesi, bir yandan konuların mahiyetindeki değişiklik, diğer yandan parçalar arasındaki zaman farkı, tabiî olarak, onlardan bahsederken irtibatsızlığa sebep olmalıydı.
Bunları bir sûre başlığı altında toplamak, normalde dağınıklığa yol açmalıydı.“...Eğer O, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, O’nda birçok tutarsızlık bulurlardı.” (Nisâ/4: 82).
İşte sûreler ve âyetler arası bu tanzim bile, tek başına gösterir ki Kur’ân, beşer kelâmı değil, her şeyi bilen Zâtın kelâmıdır (Draz, 152).
Bu gerçeğe rağmen, Kur’ân’a ve sûrelere bir bütün olarak bakamayan oryantalistler ve onlar gibi düşünenler, sûreler ve âyetler arası intizâm ve irtibatı anlayamamaktadırlar. Anlayamayınca da, kendi akıllarını tek doğru kabul etmekte ve Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut tertibinin hatalı olduğunu söyleyerek başka tertipler teklif etmektedirler. Halbuki Kur’ân, nâzil olduğu sıraya göre düzenlenmeyip, vahye müstenid Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) emriyle elimizdeki mevcut şekliyle tertip edilmiştir. Bu tertipte birçok hikmetler vardır. Bu hikmetleri müfessirlerimiz, gerek tefsirlerinde âyetleri tefsir ederlerken, gerekse müstakil kitaplarda açıklamışlardır. Âyetler ve sûreler arası hikmetleri bulup çıkarmak için ciddî gayret sarfeden müfessirlerimiz, eğer iki âyet veya iki sûre arasındaki münâsebeti bilememişlerse, hiçbir zaman mevcut tertibi beğenmemezlik etmemiş ve başka bir tertip teklif etmemişlerdir. Fakat oryantalistler ve onların tesiri altında kalanlar, mevcut tertipteki âyetler arası münasebeti bilemeyince, kendi akıllarına göre yeni bir tertip teklif etmektedirler. Halbuki ilâhî bir kitap, hiçbir zaman keyfî tertibe bırakılamayacağı gibi, böyle bir yol açık olsa, farklı tertipte kişiler sayısınca Kur’ân ortaya çıkacaktır. Allah (c.c.), böyle bir şeyden Kur’ân’ı bugüne kadar muhafaza etmiş ve “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.”(Hicr/15: 9) âyeti gereği kıyâmete kadar da muhâfaza edecektir.
Oryantalistlerin, Kur’ân’ın tertibi ile ilgili tenkit ettikleri hususlardan birisi de, Bakara sûresindeki kıble ile ilgili âyetlerdir. Onlara göre mevcut tertip, anlam ilişkisi bakımından tutarlı değildir ve anlam karışıklığı vardır. İddialarına göre âyetlerin dizilişi, 143-115-144-142 şeklinde olmalıdır:
"Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamber’in izinden gidenlerle O’ndan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu oldukça ağır bir iştir, ancak Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah, imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir."(Bakara, 2/143)
"Doğu da Batı da Allah’ındır, hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır. Muhakkak ki Allah’ın lûtfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır." (Bakara/2: 115)
"Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık müsterih ol, işte memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz. Haydi çevir yüzünü Mescid-i Haram’a doğru! Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kıbleyi çevirmenin gerçekten Rabbileri tarafından olduğunu bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir."(Bakara, 2/144)
"Akılsız insanlar, “Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola yöneltir.” (Bakara, 2/142).
Biz, bu makalemizde, mevcut tertibe göre Bakara sûresindeki kıble ile ilgili âyetleri (115,142,143,144) kısaca açıklayarak, aralarındaki münâsebeti göstermeye çalışacağız.
وَ ِللهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ إِنَّ اللهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
"Doğu da Batı da Allah’ındır; hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır. Muhakkak ki, Allah’ın lûtfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır." (Bakara/2: 115)
Bu âyetten bir önceki âyet şudur:
"Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyip, oraların ıssız ve harap hâle gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Bunlar, oralara ancak korka korka girebilirler. Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır." (Bakara, 2/114)
Müfessirlere göre, bu iki âyet arasında şöyle bir münâsebet vardır:
Allah’ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak, hem Allah’ın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına çok büyük bir tecavüzdür. Şu hâlde, mescitlere saldırmak ve onların maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zalim kimselerdendir... O mescitlerden men edilen ve Allah’a cidden ibadet etmek isteyenler asla ye’se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet etmekten engellendik diye Allah’tan ve Allah’a ibadetten vazgeçmemelidirler. Çünkü sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri ve istikametleriyle bütün yeryüzü Allah’ındır (Ebû Hayyan 1:530; Bikâî, 2:122). Şu hâlde, her nereye dönerseniz dönünüz, orada, Allah’a ibâdet edecek bir yön, bir cihet vardır. Allah’ın bir mekânı yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün cihetler O’nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zarurî değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret hâlinde her yana, her cihete namaz kılınabilir. Allah’ın, Peygamberlere bir kıble emretmesi darlıktan veya bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve onları birlik ve beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah, lûtfu ve rahmeti geniş olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir (Taberî, 1:501; Kurtubî, 2:82).
Büyük müfessir Taberî’ye göre: 115’nci âyette kıblenin çevrileceğine işaret vardır. Elmalılı da, âyetle ilgili açıklamalarında aynı hususa yer vermekte ve “Bakara sûresinin bu 115’inci âyetinde ibadet için, özellikle namaz kılmak için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir” demektedir (Yazır, 1:394).
115’inci âyette kıblenin ileride değiştirileceğine dair bu işaretten sonra, kıble değiştirildiği zaman sefihlerin söyleyecekleri şeyler önceden haber verilerek şöyle deniliyor:
سَيَقُولُ السُّفَهَآءُ مِنْ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ ِللهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَآءُ إِلَى صِرَاطٍمُسْتَقِيمٍ
"Akılsız insanlar: “Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola yöneltir." (Bakara, 2/142)
İnsanlar içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı anlayışsızlar diyecekler ki, bunları, yani Muhammed ve ümmetini, bulundukları kıblelerinden yani Beyt-i Makdis’den çeviren nedir? Bu söz, neshi inkâr eden ve kıblenin tahvîline itiraz etmek isteyen Yahudiler, münafıklar (Vahidî, 42-43; Taberî, 2:1) ve Mekkeli müşrikler (Kurtubî, 2:148) tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar hakkında inmiştir.
İşte bütün bunlara karşı ve daha doğrusu, kıblenin değişmesinden önce sefihlerin ne diyecekleri ve onlara nasıl cevap verileceği hususuna işaret etmek üzere (Taberî, 1:2; Zemahşerî, 1:242; Nesefî, 1:83) 142 ve 143’ncü âyetler inmiştir.
Asrımızın değerli müfessirlerinden Seyyid Kutub’a göre de bu âyet, gelecekten haber vermektedir. Bu âyet, kıblenin değiştirilmesi neticesinde beyinsizlerin söyleyecekleri uydurma lâflar ve sorulara bir mukaddimedir. Âyet-i kerîme, söyleyecekleri şeylerin belli, plânlarının malûm ve cevaplarının hazır olduğu hissini vermek için istikbâl sigası ile başlıyor. Hem yersiz soru sorma hareketlerinin tesirini tedavi ediyor, hem de Resûlullah’a onlara verilecek cevabı telkin ediyor... (Kutub, ilgili âyet)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Mekke’de iken, bazılarına göre Kâbe’ye, bazılarına göre Beyt-i Makdis’e, doğru namaz kılıyordu. Bu iki görüşü telif edebilen daha başkalarına göre ise, Kâbe’yi önüne alarak Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılıyordu (İbn. Kesir, 1:226). İbn Atiyye ve Cessâs gibi bazı âlimlere göre Mekke’de “Kâbe öne alınarakâ“ Beyt-i Makdis’e doğru yönelmenin emredilmesiyle Müslümanlar, Kâbe’ye yönelen müşriklerden ayırdediliyor ve aynı zamanda da imtihan ediliyorlardı. Fakat Medine’de, Kâbe ile Beyt-i Makdis’i cem’etmek mümkün olmadığından, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmaya başlayınca, bu iş putperest Araplar’ın gücüne gitti. Daha sonra tekrar Kâbe’ye dönülerek namaz kılınması emir buyurulduğu zaman putperest Araplar sevindi, yahudiler rahatsız oldu (İbn Atiyye, 2:7; Cassas, 1:106). Yahudiler ve münâfıklar: “Bu ne iş böyle, kâh buraya, kâh oraya? Bunda kesinlik yok ve kararlılık olsa böyle olur mu?” diyerek, Müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya çalıştılar.
Medine döneminin başında Peygamberimizin Beyt-i Makdis’e dönmesinin emredilmesiyle (Taberî, 2:5; İbn Ebî Hatim, 1:248) kendi Kâbe’lerini bırakmaya hazır olmayan müşrik Araplar denendi. Bu, kabilecilik geleneğini, bu tür cahiliye değerlerinin tesirlerini yok etme adına zorlu bir imtihandı, fakat samimi mü’minler başarılı oldular, kabile taassubu içinde olanlar ise imtihanı kaybettiler. Kıble, Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiğinde ise Müslüman olan Yahudi ve Hırıstiyanlar deneniyordu. Atalarının kıblesinden başka bir kıble kabul etmek onlar için çok zordu. Bu şekilde İslâm’dan yüz çevirenler, Allah’ın gerçek kullarından ayırdedildi ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) yanında sadece gerçek mü’minler kaldı (Mevdudî, 1:107). Onlar kıble değişikliklerine itiraz etmedikleri gibi, imanlarında ve imanlarının gereği namazlarında samimi olduklarından ve diğer Müslüman kardeşlerini kendi nefisleri kadar sevdiklerinden: “Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar ne olacak?” diye telâş ve endişeye kapıldılar. Bunun üzerine şu âyet indi:
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَآءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَآإِلاَّ لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى الله ُوَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيع َإِيمَانَكُمْإِنَّ اللهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ
"Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle O’ndan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu, oldukça ağır bir iştir, ancak Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah, imanınızı (Beyt-i Makdis’e doğru kıldığınız namazlarınızı) zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir." (Bakara, 2/143).” (Ebû Davud, sünne 16; Tirmizî, tefsir 3; Süyutî, 29)
Hz. Peygamber (s.a.s.), yukarıdan beri devam edegelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan Cibril’in yolunu gözlüyor ve atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâbe’ye yönelmek için Allah’a duâ ediyordu. Nihayet şu âyetler nâzil oldu:
- قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَآءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواوُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
"Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık müsterih ol, işte memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz. Haydi çevir yüzünü Mescid-i Haram’a doğru! Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kıbleyi çevirmenin gerçekten Rableri tarafından olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir." (Bakara/2: 144)
Kıblenin çevrilmesi hakkındaki 115’nci âyetle başlayıp, 142 ve 143’ncü âyetlerle devam eden işaretler, bu 144’ncü âyet ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık namazda Kâbe’ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. (Yazır, 1: 436)
Sebeb-i Nüzûl Rivâyeti:
Resûlullah (s.a.s.), Medîne’ye geldikten sonra 16 veya 17 ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldı. Namaz kılarken Kâbe’ye doğru yönelmeyi arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: “Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz...” (Bakara, 2/144) meâlindeki âyeti indirdi. Bu âyet nâzil olunca, beyinsizler -Yahudiler-: “Bu müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?..”(Bakara, 2/142) dediler. Yüce Allah: “De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır.” (Bakara, 2/142) buyurdu (Buharî, salât 31; Vahidî, 42)
Bu rivâyetin zâhirine bakarak 144’ncü âyet, 142’nci âyetten önce inmiştir denilebilir. Şu kadar ki, Bu rivâyet konusunda Tâhir b. Aşur’un önemli bir değerlendirmesi vardır. Ona göre bu rivâyette, bu konudaki benzeri rivâyetlerde olmayan derc (ilâve) vardır. Bu ilâve de, 144’ncü âyetin, 142’nci âyetten önce indiği intibaını uyandırmaktadır. Halbuki Buharî, bu rivâyeti Sahîh’inde üç ayrı yerde zikretmiştir. Bunlardan “salât 31”de zikrettiği rivâyet; Abdullah b. Recâ, İsrâîl, Ebû İshâk ve Berâ’ senediyle gelmektedir. Bu rivâyet bizim yukarıda verdiğimiz rivâyettir. Senetteki râvilerden birisi hadise, kendine göre açıklama gayesiyle سَيَقُولُالسُّفَهآءُ مِنَ النَّاسِ (Bakara, 2/142) ilâvesini yapmıştır.
“İman 30”da zikredilen rivâyetin senedi ise: Amr b. Hâlid, Zührî, İbn İshâk ve Berâ’ şeklindedir. Bu rivâyette ise, önceki rivâyetten farklı olarak (Bakara 142’nci âyet yerine), yine râvilerden birisi tarafından açıklama gayesiyle dercedildiği anlaşılan şu ifade vardır: وَكَانَتِ اْليَهُودُ قَدْ أَعْجَبَهُمْ
Buhârî’nin bu rivâyeti zikrettiği üçüncü yer ise, “tefsir Bakara 12”dir. Buradaki senet ise şu şekildedir: Ebû Nuaym, Züheyr, Ebû İshâk, Berâ’. Bu rivâyette, önceki iki rivâyetteki dercler yoktur. Müslim (mesâcid 11), Tirmizî, (Bakara, h.no.2964), Nesâi, (kıble 1) ve İbn Ebî Hâtim’in tefsirinde (I: 252-3) zikredilen rivâyetlerde de aynı şekilde سَيَقُولُ السُّفَهَآءُ مِنَ النَّاسِ (Bakara, 2/142) ilâvesi (derci) yoktur. Zira bu rivâyetten hareketle bazı âlimler, 144’ncü âyetin, 142’nci âyetten önce indiğini söylemişlerdir. Fakat bu âlimler tertibin de bu şekilde olması gerektiği hususunda herhangi bir görüş beyan etmemişlerdir (Kurtubî, 2:158). Tam aksine, Taberî, Zemahşerî, Bikâî, Nesefî ve Ebû Hayyân gibi bir çok âlim, 142’nci âyetin önce gelmesinin hikmetleri üzerinde durmuşlar ve bu âyetin gelecekten haber veren bir mûcize olduğunu söylemişlerdir (Taberî, 2:2; Zemahşerî, 1:242; Ebû Hayyan 1:593).
Gerçekten de, şunu belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerîm, hâdiseleri anlatırken, mutlaka kronolojik bir sıra takip etmez. Bunu, O’nun hemen bütün kıssaları anlatmasında görebiliriz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bir tarih kitabı değildir. O, bu kıssaları ana maksatları çerçevesinde anlatır; tarihî bilgi vermek için anlatmaz. Geçmiş kavimlerin kıssalarını anlatırken, arada Resûlüllah’a ve Ashabına dönerek, konu ile ilgili hatırlatmalarda bulunur. Çünkü, o hatırlatmanın tam yeri orasıdır ve bu hatırlatma kıssa ile bağlantılıdır. Aynı şekilde, savaştan bahsettiği yerde namaza, infaka, faizin haramlığına girer. Bunlar da “ister bir arada inmiş olsun, isterse farklı zamanlarda inmiş olsun farketmez“ nihaî olarak bir arada bulunmalıdır. Çünkü Kur’ân, hayata modern görüş açısıyla bakmaz; O hayata bir bütün olarak bakar. Nasıl çevremizde dağlar, dereler, yollar, ağaçlar, otlar, düzlükler, çukurlar iç içe ise, nasıl hayat bölünemez bir bütün ise, aynı şekilde, Kur’ân da kâinatın düzenini yansıtır. Eğer insanlara kalsa idi, tabiat için de, hattâ insan vücudu ve ondaki organların yerleri için de herkes kendine göre bir düzen teklif ederdi. Tabiî Allah, herkesin eksik aklını nazara alacak değildir. O, gerekeni yapar ve insana düşen, O’nun yaptığını anlamaya çalışmaktır. Bir hâdiseyi anlatırken de bazı âyetlerin diğerlerinden önce inmiş olması, onların Kur’ân’da önce yer almalarını gerektirmez. Her âyet, Kur’ân’ın bütünlüğü içinde nerede yer alması gerekiyorsa, orada yer almalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, bir defada inmemiştir ki, iniş sırasına göre bir tertip söz konusu olsun. Hemen her bir âyetin, iniş sebebinin dışında, onunla bağlantılı, bir de Kur’ân’ın bütünüyle bağlantılı çok daha başka maksatları ve mânâları vardır. Bunları nazara alamayan ve kendi kıt akıllarını, şaşı bakışlarını Kur’ân’a hakem yapmaya kalkanlar, kendilerini kimin yerine koymaya çalıştıklarının farkında olmalıdırlar.
Muhammed A. Draz’ın konu ile ilgili görüşleri:
Mevcut tertipte, âyetler arasında anlam ilişkisi açısından tutarsızlık olmadığı, yukarıda verdiğimiz kısa açıklamalardan da anlaşılmaktadır. Muhammed A. Draz’ın, en-Nebeü’l-Azîm isimli kitabından konuyla ilgili âyetlerin tertibi hakkında verdiği bilgiyle makalemizi noktalamak istiyoruz:
Draz, kitabının ikinci kısmında, Bakara sûresinin konuları arasındaki nizam ve insicamdan bahsetmektedir: “Bu sûre, hayli uzun olmakla beraber, başlıca bölümleri, bir mukaddime, dört maksat ve bir hatimeden ibarettir. Mukaddime: Kur’ân’ın şanını ve vazifesini tarif etmekte, ondaki hidayetin, selim kalb taşıyanlar nezdinde âşikâr olduğunu, ancak kalbi mühürlenmiş olanların yahut kalbinde hastalık bulunanların ondan yüz çevireceklerini beyan etmektedir.
Birinci maksat: Bütün insanları İslâm’a davet hakkındadır.
İkinci maksat: Husûsiyle Ehl-i Kitâbı, bâtıl itikadlarını terkederek bu hak dine girmeye davet etme hakkındadır.
Üçüncü maksat: Bu dinin ahkâmını tafsîlatlı olarak bildirir.
Döِrdüncü maksat: Bu dinin hükümlerinin ifâ edilmesini sağlayacak müeyyideler ve teşvik edici hususlar ihtivâ eder.
Hâtime: Bu maksatları hâvi olan daveti kabul edenleri tanıtır ve onların, dünya ve âhiretteki âkibetlerini beyan eder.
Daha sonra bu maksatları âyetlerle gösteren Draz, sûrenin ikinci maksadı olan, Ehl-i Kitâbı dâvet bölümünün 40-162’nci âyetler arasında yer olan 123 âyetten meydana geldiğini bildirir. Bu bölümü de kendi arasında dörde böler:
Birinci kısımda: Hz. Mûsa’nın (a.s.) bi’setinden itibaren Yahudilerin geçmişte yaptıklarından,
İkinci kısımda: Bi’seti nebeviyeye muasır olan Yahudilerin durumlarından,
Üçüncü kısımda: Hz. İbrahim’in anlatıldığı yerden itibaren Müslümanların ilk döneminden,
Dördüncü kısımda: Bi’set vaktinden Müslümanların hâl-i hazır (o zamanki, yani Kur’ân’ın nâzil olduğu zamanki) durumundan bahsedilmektedir.
Draz’ın taksimine göre kıblenin tahvili ile ilgili âyetler, bu dördüncü kısımda yer almaktadır. Bunlar da 135-162’nci âyetler arasıdır.
Draz’a gِre, bu âyetlerin ِnceki âyetlerle olan irtibatı şöyledir: “Az önce geçen pasajda (122-134’ncü âyetler arası), Hz. İbrahim’in (a.s.) dininin zikredilmesiyle, onun kıblesinin anlatılmasının, nasıl güzelce mezcedildiği görülmüştür. Burada da Müslümanların dinlerinin ve kıblelerinin zikredilmesine, işte o kıssa, pek kuvvetli bir temel teşkil etmiştir.
Bundan sonra, İslâm’ın en mühim iki şeâirinin yani namaz ve haccın medârı olan Kâbe’yi Muazzama meselesindeki iddialarının iptal edilmesine süratle geçilir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil’in (a.s.) Kâbe’yi merci ve namazgâh edinmelerinin anlatılmasıyla da onun, dindeki yerinin ehemmiyeti gösterilmektedir. Fakat bu, Müslümanların, Kâbe’yi kıble edinip daha önceki kıblelerini terk etmelerini bahane ederek nübüvvete ta’n eden ve hattâ zayıf Müslümanları fitneye düşüren mücadelecileri susturmaya yetmez. Bu hususta daha fazla tafsilata ihtiyaç vardır ki, delil ikâme edilip şüphe reddedilsin. Bundan ötürü bu hususa fazlaca ihtimam gösterilir. Şöyle ki:
Evvelâ Hz. Peygamber’e (s.a.s.), bu değişikliğin hikmetini soranlara, bunun, yaptıklarından ötürü hiç kimsenin kendisini sorguya çekemeyeceğini ve bunun Yüce Zât’a ait bir emir olduğunu bildiren bir “izzet cevabı” vermesini bildirir ki, o da şudur: “Yönlerin hepsi müsâvidir; Allah bizi dilediği cihete yöneltir, nasıl ki dosdoğru yola hidâyet eden de O’dur!”
Sonra, bir defa Hz. Peygamber’e (s.a.s.), bir defa mü’minlere, bir defa da her iki gruba birlikte olarak, gerek ikâmet gerek sefer hâllerinde, her nerede olurlarsa olsunlar, bu kıblede sebat etmelerini mufassal ve te’kidli bir üslûbla emreder (148-149).
Bu kesin emirlerin arasında, eski ve yeni teşriin esrarına dâir dilediği miktarda bilgi verir ve bu muvakkat kıblenin, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) tabi olanla O’ndan ayrılanı açığa çıkarmak için, Muhacirlerin imanlarını sınama hikmetine mebni olduğunu söyler. Fakat bu ebedî kıblenin tayin edilmesi ise yüce hikmet ve maksatlara şamildir. “Bu kıble, ey en iyi ümmet, sizin gibi en iyi ümmete en münasip bir kıbledir. Bu kıble, ey Peygamber, kıble olarak gösterilmesi için, nice zamandır bir vahiy gelir mi diye iştiyakla beklediğin kıbledir. Bu kıble, ehl-i kitâbın kendilerine verilen ilâhî kitapta haber verilen hak kıbledir. Fakat onlar hasedleri ve inatları sebebiyle bunu gizlemektedirler. Bu kıble, Allah Tealâ’nın, Kendi indinden olduğuna şahitlik ettiği hak bir iştir. Bu kıble, insaflıların size karşı hiçbir delil ileri süremeyeceği, fakat zalim düşmanların ise bu hususta mücadeleden vazgeçmeyecekleri bir kıbledir. Fakat siz ey Müslümanlar, onlardan çekinmeyin...” (Draz, 158 vd, 181 vd.)
Sonuç olarak; Kur’ân’a bir bütün olarak bakıldığında O’nun; bir solukta söylenmiş bir şiir gibi âhenk içinde olduğu görülecektir. Kezâ, O’nun sûreleri de böyledir. Fakat Kur’ân’a böyle bakamayanlar, hem âyetler, hem de sûreler arasında tutarsızlıklar olduğunu zannedebilir. Kur’ân’ın nüzûl sırasına göre değil de, elimizdeki şekliyle tertîp edilmesinde, müfessirlerimizin açıkladığı ve ihlâsla gayret edenlerin her gün yeni yeni buldukları birçok hikmetler vardır. Ama Kur’ân’a, O’nu tenkit düşüncesiyle yaklaşan oryantalistlerin ve onlar gibi düşünenlerin bunu ne kabul etmeleri, ne de görmeleri mümkündür. Dolayısıyla onlar, mevcut tertibi beğenmeyecek, her gün yeni yeni tertipler teklif edeceklerdir.
Resûlullah (s.a.s.), Medîne’ye geldikten sonra 16 veya 17 ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldı. Namaz kılarken Kâbe’ye doğru yönelmeyi arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: “Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz...” (Bakara, 2/144) meâlindeki âyeti indirdi. Bu âyet nâzil olunca, beyinsizler -Yahudiler-: “Bu müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?..” (Bakara, 2/142) dediler. Yüce Allah: “De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır.” (Bakara, 2/142) buyurdu (Buharî, salât, 31; Vahidî, 42).
Kaynaklar
el-Bikâî, Nazmu’d-Dürer, Kâhire1970.
Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut 1993.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Zaman, İstanbul.
İbn Atiyye, el-Muharreru’l-Vecîz, Katar 1981.
İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, (thk. M.İ.el-Bennâ ve diğerleri), İstanbul 1992.
Kurtubî, el-Cami’ Li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1985.
Muhammed A. Draz, en-Nebeü’l-Azîm, Kâhire 1969.
Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, İstanbul 1993.
Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut 1988.
Tâhir b. Aşur, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus 1984.
Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, Demâm, 1991.
Vehbe Zühaylî, et-Tefsîru’l-Münîr, Beyrut 1991.
(Yeni Ümit Dergisi, Nisan--Haziran 2000)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder