Sohbet 3
1976, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Evliyalar, kendilerine ait olan bir menkıbeyi söylemeye işaret ettikleri zaman, muhakkak bu mecliste iki faziletin birisi meydana gelir. Eğer o evliyaullahtan birisi zikrolunduğu vakit bu meclis müstait kimselerin meclisi olursa, ruhaniyetiyle burada hazır olurlar. Onların bir ruhanî kuvveti onlardan gıyabeten onların yerine bu meclisimizde hazır olur. Bu meclise Berzah’ta bulunan evliyaullahtan olsun, hayattakilerden olsun, ruhanî olarak birisi geldi mi bu meclisteki kimselere aslî olan saadet mührünü vurur ki; bu mecliste şâki otursa sâid olur. Cehennemlik kimse oturursa, cennetlik sıfata döndürecek mühürle onu mühürler. Onların ruhani kuvvetinin nazarı, o evliyaların kerameti cümlesindendir.
Evliyaların hepsinde keramet var. Lâkin o keramet bizim bildiğimiz manada deniz üstünde yürümesi, havadan uçması değil, o gibi keramet, itibarsız bir keramettir. O muteber olan keramet ki, onların kerameti ümmeti Muhammediyeyi gerek dünyada, gerek âhirette gözetmek ve onları hidâyet yoluna sevk edecek nazarla onlara hizmet görmektir.
Ruhâni olarak buraya geldiler mi, onlar bize bu hizmetle bulunup bu mecliste olan kimselerin saadetle mühürlenmesine hizmet ederler. Eğer meclis müstaid değilse, oldukları makamlarından nazar ederler. Buraya onlar nazar ettiği vakit, bazı müstaid kimselere bir silkinme gelir. O nazarın, o kimselerin üzerlerine geldiğine delâlettir.
O vakitte o kimselere, o mecliste oturuncaya kadar onlardan sâdır olmuş olan zülmâni amelleri onlardan affettirmeye, o meclis ehlini temize çıkarmaya muvaffak olurlar. Oradan nazar ettikleri vakitte bu hizmette bulunurlar.
Sultanül ârifîn Bayezid-i Bestâmi Hazretleri ne diyor?
«Kendi nefsini Firavun’dan, Nemrut’tan, Ebu Cehil’den ve iblis’ten daha aşağı görmeyen kimse bizim bu yolumuzun kokusunu alamaz.»
Bu, mühim bir sözdür, bize lüzum eden bir ilaç, bir dermandır. Bizim yolumuza giren kimselerin dikkat edeceği meseledir bu. Her kim kendi nefsini Firavun’dan, Nemrut’tan, Ebu Cehil’den ileride görür ise tarikatımızın, bu yolumuzun kokusunu bile alamaz. Nerde onun içerisine girebilsin, o saraya kabul edilebilsin, o reyhanları koklayabilsin. Çok uzaktır o.
* Onu niçin söyledi? Onu kendi hevâsından mı söyler?
* Evliyalar senetsiz söz söyleyebilirse o veli olur mu?
* Onların senetleri kimdir?
─ Peygamber ne buyurdu?
Efendimiz buyurdu ki:
«Kalbinde bir zerre kibir olan adam cennete giremez.»
[1] Bir zerre kibir taşıyan kimse cennete o kibir ile giremez. Hiçbir mahlûka karşı kendimizi yüksek görmeye hak ve salâhiyetimiz yoktur. Eğer sende bir yükseklik görüyorsan, bir güzel hal görüyorsan ve o güzel halinle sen kendini başkasından üstün görmeye cesaret edersen, bil ki o sana Allahu zülcelâlin bir atâsıdır, senin nefsinin meziyeti yok. Rabbimiz Celle ve Âlâ senin nefsinin hakkında şöyle buyurdu.
Estaizübillah,
إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ
«İnnen nefse le emmaretüm bissui»
[2]
İşte budur nefsin. Emmaretüm bissui, nefsin boyuna sana kötülükle emredendir. Onda iyi bir sıfat bulamazsın. Onu sen başkasından üstün görmeye hak ve salâhiyetin yoktur.
Mîraç gecesinin esrarını almayan veliyullah olamaz. Vilâyet sırrı, Mîraç esrarı kalbine keşfolan kimselerde olur. Evet, Nakşibendî sâdâtının, meşâyıhı izâmın indinde peygamber-i zişânın onikibin Mîrâcı vardır. Senin bildiğin, senin işittiğin bir Mîraçtır. Lâkin Sıddıkî Ekber’e varis olan sâdât-ı Nakşibendiyyun meşâyih-i izâmın mâlumatı olan onikibin Mîraç vardır. Bir tek Mîraçtaki olan hakikatten söylendiği vakitte, Mîracın doğrudan doğruya ifade ettiği mana ile meydana gelmiş olan o mucizeyi kabul edebilmekte çok kimseler şüpheye düşüyor.
Bırak bizden olmayan, Müslüman olmayan kimseleri bırak, Müslüman oldukları halde Mîracın cismen ve ruhen, belki doğrudan doğruya hakîkati Muhammediyeye vâki olduğunda şüphesi olan ve kendisini âlim satan çok zevzekler vardır.
Ve ne derler? “Uyku halinde olmuş…”
Uyku halinde Mîraç olduktan sonra o mucize mi? Sen de uyuduğun vakit göğe çıktığını görebilirsin. Peygamber “uykuda gördüm” deseydi, Kureyş ayağa kalkmayacaktı. Aşikâre gittim dediği vakitte Kureyş şaşkına döndü. Demek ki Mîracın ifade ettiği manayı Müslüman ve âlim geçinen kimseler bile tahammül edemediği vakit, onun küllî olarak ifade etmiş olduğu ve getirmiş olduğu hakîkatleri, kalbinde yüksük kadar yeri olan kimse alamaz.
O Mîracın haberinden peygamber-i zişan Allahu zülcelâl’ın huzurundan almış olduğu ilimden kendisine tebliğ olunan şuydu:
“Bunu üç pay yapacaksın Ey Habib! Bir pay doğrudan ümmetlere tebliğ etmek için. İkincisi ümmetin havâss olan sınıfına, evliyaların kalplerine vereceksin. Üçüncüsü sana hastır, sana mahsustur. Üçüncü kısım; ona hiç kimse, nebî veya veli müşterek olamaz. O, sana mahsustur.”
O gece tebliğ olunan evliyaullah, onların kalplerine verilenlerden bir sır söyleyeceğim şimdi. Onu bize söyleteni dinleyelim. Allahu Zülcelâl Habîbini huzuruna aldığı vakitte dedi ki,
«Ey Habîbim! Eğer ben Azimüşşân, Benim kullarımı Firavun’a verdiğim salâhiyetle bırakmış olsa idim, bana karşı Firavun’luk yapmayacak bir kulum yoktu. Ben Firavun’a verdiğim fırsatı herhangi bir kuluma vermiş olsaydım, hiçbirisi bana Firavun’luk yapmadan durmayacaktı. Hepsi o Firavun’un dediği gibi Ene rabbikumul âlâ diye çağıracaktı.» Aklı olan adama bu yeter. Nefsini böyle bil.
─ İnsanın baş belası nedir?
Nefsidir ki, peygamber-i zişan;
«Dâim senin yanında olan en büyük düşmanın iki yanın arasında olan nefsindir»
[3] dedi. Nefsine dikkat et, nefsinin tarafına yönelme, eğilme. Nefsi hiçbir yerde kayırma. Nefsi hiçbir yerde haklı çıkarma, daima haksızsın de. Onun içindir ki Bayezid: (O evliyaullahlar nerden alıyor hakikatleri, Allah-u zülcelâl böyle buyurduğu için Bayezid de bize bildiriyor);
“Herkim nefsini Firavun’dan da aşağı görmezse bizim yolumuzun kokusunu alamaz” diyor. Hani soğan veya herhangi bir tohum ambarda vakti geldiğinde filizlenir, çimlenir. Lâkin yetişip de üzerinde başak veyahut dibinde baş veremez. Tâ ki o soğanı tarlaya ekesin, tarlayı bulduğunda güzelce açılır. Altından başını da verir, buğdaysa kalkıverir, bir dâne iken yedi başak üzerinde yüzer dâneler olur, neticesi meydana gelir. Sen kendi nefsini öyle bil ki tarlasına ekilmemiştir. Eğer tarlasına ekilseydi, Firavun’un nefsi gibi bizim nefsimizde Firavun olurdu.
Onun için bütün evliyalar edeb gözetir. «Eddebenî Rabbi fe ahsene te’dib»
[4] yolumuz edep yoludur. Nefsini öyle gör. Onun için bu meclise, bu gibi yollara giren kimseler rütbe giymek için gelmesin, nefsi tüketmek için, benim nefsini bir yere lâyık değildir, ancak tüketmeye lâyıktır desin. Gelen enbiya talim için, bizim nefsaniyetimizi törpüleye törpüleye bitirmek için gelmiştir.
─ Mae cae bihinnebîler ne içindir?
Beşyüz mae caebihinnebî; namazda, oruçta, zikirde, fikirde, hacda, zekâtta, mali ve bedenî ve lisan ile olan bütün ibadetlerin hepsinin gayesi lâ ilahe illallah diye diye nefsin üzerine vurup nefsâniyeti törpüleye törpüleye bitirmek içindir. Sultan’ül ârifin Bestâmi’nin bu sözü kulağınızda bulunsun:
“Hiçbir zaman bir kimseye karşı gelmedim ki, o kimseden bana hürmet etsin diye bekleyeyim. Belki her kim bana karşı gelmişse, kendimi ona hürmet etmeye mecbur bildim. Ben ona hürmet etmeye davrandım. Hiçbir kimseden aman bana hürmet etsin diye beklemedim ve benim karşıma insan olsun; insanın içerisinden ister ise Yahudi olsun, ister çıfıt olsun, ne cins çıkarsa çıksın, ona karşı ben kendimi geri gördüm.” diyor
Bir veliyullah bir yahudi gördüğü anında kendinden geçip düşmüş, ayılttıkları vakitte:
« Şeyh Efendi Hazretleri size ne oldu? O Yahudiyi gördüğün vakit niye bayılıp düştün?» demişler.
«Ey evlatlar, sırrıma nidâ geldi ki; Ey kulum! Onu hakir görme. Ona yahudluk çıfıtlık gömleğini giydiren Benim, iman libâsını sana giydirdi isem, onu senden çıkarıp ona giydirmeye, ondakini çıkarıp sana giydirmeye Kadir’im. Edebi gözet! Dediği vakitte, o korkudan gittim» demiş.
Bu yol sağlam yoldur, edep yoludur. Kimseye yukardan bakma. Bize fazl-u keremiyle îman libasını giydiren Allah-u zülcelâl’e hamdeyle, şükreyle. Ya Rabbi! Onlara adlinden giydirdin, fazlından da bize giydir Ya Rabbi! Fazlından onları da mahrum eyleme Ya Rabbi! De. Onun için Bayezid kimi görür ise ona da hizmet ederdi. Bende olan Allah’ın atâsıdır, giydirmemiş olsa, çarşıdan pazardan mı alıyoruz biz onu? Giydirmese bunu nerden alacağız. Evliyaların hepsinde öyle korku var. Biz rütbe için değil, Allah-u zülcelâl’ın bize vermiş olduğu bu atâsına şükür için duruyoruz.
Ya Rabbi sana şükür için seni zikir edip duruyoruz. Seni her yerde, senin kelimeni tâzim için, illâ için her şanda, her mekânda ahdederiz. Ya Rabbi! Seni zikredelim. Senin İsm-i celîlini yükseltelim. Bu fırsatı bize ver Ya Rabbi! Böyle dua edelim. Bu nasihat evvela banadır, benim nefsimedir.
Bayezid-i Bestâmi Hazretlerinin asrında yaşayan bir veliyullah vardı. Allahu âlem Şiblî Hazretleri olacak. Beyazıd-ı Bestâmi Hazretlerine bir müridini göndermiş:
“Git bakalım, bu Bayezid-i Bestâmi Hazretleri meşhur bir zattır. Ne tür bir rütbe sahibi olduğunu anla da gel ” demiş. O mürid Sultanü’l ârifine ziyarete gitmiş. Görüştüklerinde Bayezid-i Bestâmi Hazretleri o müride sual etti:
“Senin şeyhin ne gibi rütbe sahibidir?” demiş.
“Benim şeyhim tevekkülde son makam sahibidir ki; eğer mağriplen maşrığa göklere demir kapaklarla kapak çekilip kapansa, yerlere de mağripten maşrığa kaya döşense bu halde bile rızkından şüphesi olmayan bir mertebe sahibidir. Benim şeyhim tevekkülün ileri derecesindedir” demiş. Sultanü’l ârifîn;
“Hay yazık, senin şeyhin daha şirkten kurtulmadı” demiş. O da veliyullah, o da Allah’ın veli kulu….
─ İmanın hakikati bir kimsenin kalbine ne zaman yerleşir?
Tâ bu dediğimiz sıfat onda görülünceye kadar. Gökler de kapansa, yerler de kaya ile döşense rızkının nerden geleceğine şüphesi olmayan kuvvet sahibi, hakîki imana mazhar olan kimsedir. Bunun altındaki iman sayılmaz, o taklittir. İman mertebesi oradan başlar. Allah’ına böyle bir imanı varsa, o zaman ona mü’min denir. Yoksa göklerden yağar, yerlerde her şeyi bitirir, daha korkumuz var. Aldığı aylıkla geçinemiyorum diye şikâyet ediyor. Seni geçindiren aylık mı ki, bir de şikâyet ediyorsun. Aylıkla geçinen adam mı var hiç? Kimsenin yetişmez, ama Allah Rezzakul Mutlak’tır, geçindirir. Öyle bileceğiz. Mürit gelip şeyhine mülâki olduğunda, şeyhi sual etmiş:
“Nasıl buldun o zâtı?”
“Mesele böyle böyle…”
“Çabuk eve varmadan geri dön, bul o şeyhi, onun rütbesini sor, öyle gel”
Demiş, daha eve gitmeye bırakmadan geri döndürmüş. Tekrar huzur-u şeyhe vardığında:
“Ya Seyyid el-Kavm, ey bu kavmin ulusu, ya Sultanü’l ârifin, ya Bayezid-i Bestâmi! Şeyhim Hazretleri size selâm etti. Sizin bu sözünüzden gayet taaccüpte kalıp sizin ne gibi bir makam sahibi olduğunuzu sual etti,” demiş.
“Oğlum, yok şeyin rütbesi olmaz ki, Ebâ Yezid yoktur yokluktan geçtik” demiş.
Yine bir defasında Bayezid dergâhın önünde dolaşırken bir kişi gelmiş:
“Ey şeyh, burada Bayezid-i Bestâmi diye bir büyük şeyh vardır, tanıyor musun?” demiş.
“Oğlum, o Bayezid kaybolup gideli yirmibeş sene vardır. Allah onu bir kere daha geri döndürmesin. O kendisine gitti. Bir kere daha dönmesin” demiş.
O zâta da öyle haber göndermiş: “Bayezid yoktur ki, rütbesi olsun. Yokken rütbeyi nereye giysin?” Rütbe havada durmaz ki. İnsan rütbeyi üzerine giyer. Bir varlık olmazsa insan üzerine giyemez.
Bayezid yoktur! O var demiş, başkası yoktur demiş. Ama senin şeyhin bu makamda daha bende varım diyor. Makamda oturanların hepsi şirkten daha kurtulamadı. Daha çok lâ ilâhe illallah çekmesi lazımdır diyor. La ilahe illallah’ı bitirip de Allah Allah Allah dediği vakitte, bitti, masiva kalmadı; Bayezid de kalmadı, başkası da kalmadı, işte onun için Nakşibendî bütün kırkbir tarikatın şâhı olur.
Biz de İnşallahurrahman o yoldayız. Tevhid deryâsına, Allah Azze ve Celle’nin vahdaniyetinin denizlerinin içerisinde olalım. Celâli cemâlinin denizlerinde kaybolup gidelim. Ebedi varlığının aşısını alıp onunla var olup ebedî o kalp ve sürûra erişelim. Ya dünyayı gaye etme ya ahireti gaye tutma.
HU İsm-i âzâmdır. Hu, bilinmeyen mutlak meçhuldür. İşte Nakşibendîler o denize, oraya dalmaya hücum eder.
Ya Rab! Bizi nefsimize bırakma. En aşağı bizim dikkat edeceğimiz, nefsimize muhalefettir. Nefsin dediğinin arkasına gitmemeye gayret et. Bir parça mücahede et. Kuzu gibi arkasından yürüme. Bir parça ona karşı koymaya alış ki, onunla sana yol açılır. Allah’a giden yolda öyle gidebilirsin, Allah-u zülcelâl bize inâyet buyursun, hidâyet buyursun. Bu mübârek ayın şerâfetini bize giydirsin. Öyle bir mübârek aya biz yetiştik ki ne kadar şükür etsek yine azdır. Rebiyyülevvel ayına eriştik Elhamdülillah. Bu ayda inzâl olan rahmet denizleri, hiçbir senede açılmayan rahmet denizi vardır ki, bu rahmet üzerine inen bütün millete, bütün ümmete rahmet vardır, saadet vardır. Kaçanlara da saadet vardır. Nereye kaçacak? Rahmetenlil âlemîn olan peygamber-i zişanın hürmetine, kaçanlara da rahmet vardır. Allah-u zülcelâl peygamberi mahzun edecek değil. Şeytan, peygamberin ümmetini çalmaya kuvvet yetiştiremez. Kâinattaki zerrelerin adedinde şeytan olsa onlar ümmetten bir kimseyi peygamberin kuvvetinden alamaz. Öyle bir peygamberdir.
─ Peygamberin temsîli nedir?
Dağ başında bir aslan olsa, yuvada olan yavrularını öyle gözetir ki, dağın başına adam bırakmayı bırak, dağın eteğine bile insan veya vahşi hayvan bırakmaz yaklaşmaya. En ednâ peygamberin sıfatını böyle bil. Ümmetini böyle gözetiyor. Ümmetini çalmalattı zannetme. Bu müjdeyi de al. Kaçanlar da bir yere kaçamaz, o peygamberin elindedir. Peygambere Allahu zülcelâl, Elestü bi-rabbikum Kâlû belâ’dan teslim etmiş olduğu ümmetleri gene öyle teslim alacaktır. Araya iblis mi girecek? İblis, ne iblisi? Bütün mahlûkatın sayısında iblis olsa onlarda Peygamber (A.S.V.)’ın karşısında galip gelecek kuvvet yoktur. Hepsi mağluptur.
Allah-u zülcelâl, bizi o peygambere iktibâ eden, onun aşkı ile dolan ümmetlerden ve muhlis kullarından eylesin. Evlatlarımıza peygamber muhabbetini aşılayın. Peygamber muhabbetini aşıla ve korkma, o aşı bozulmaz. Peygamber muhabbetini aşıla. Ya Rabbi sen Kadir ve Muktedir’sin. Hâda kullinallahu min beyni yedihi; Bizim halimiz sona mâlumdur, zaafımız, zayıflığımız, hiçliğimiz sana mâlum Ya Rabbi! Sen bizi teyyid eyle,
وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
«ve lillahi Cünudu’s semavati ve’l-ard»
[5] buyurdu.
Göklerin askeri de Senin, yeryüzündekiler de Senin, insü cinden askerler de Senin, bütün mahlûkatta Senin askerin. Bizi teyyid eyle, Ehlû’l imânı teyyid eyle. Ya Rabbi! Senin lütuf denizlerinden bir katre bu dünyayı cennetten bir kıt’a yapmaya yeter de artar bile. Habib hürmetine lütfeyle Ya Rabbi.
Şam; Allah Azze ve Celle’nin ehl-i imânı himaye için tâyin etmiş olduğu makamdır. Şam’da muhlis kullar bulunur. Bütün dünyada ne bereket varsa dokuzunu Şam’a, birisi bütün dünyaya verilmiştir. O huduttan içeriye giren adama şekavet olamaz. Şam’ı ziyaret etmeden Hicaz’a geçip gidiyorlar. Hac farizası yerini bulur, tamam olur lâkin efdaliyyeti Şam’ı ziyaret ki, o derecede hac seferine kemal verir. Bazı kimseler dalgınlıkla Bağdat’a gider de, Şam’dan geçmez.
Bağdat’taki evliyalar, onlar gece vakti gökte parlayan yıldızlar gibidir. O yıldızlar geceleyin ne kadar aydınlık verebiliyorsa Bağdat’ın evliyaları Bağdat’a o kadar bir nur verebiliyorlar. Bağdat’ın içerisinde bulunduğu zulmet, o kadar şiddetli. Kocaman evliyalar yıldız gibi parlayıp duruyor lâkin Şam’da güneş parlar. Şam’daki nur, güneş misalidir, Bağdat’taki nurlar yıldızlar gibidir. Şam’da bulunan evliyalar; bırak başka evliyaları,
“Şam’a Sahâbe-i kiramdan peygamber-i zîşan’ı gören on bin göz girmiştir” diyor. Şam’ı Şerife, peygamberi seyreden Sahâbeden on bin göz girdi.
Ve şimâlinde Kasyun Dağı vardır. Cennet mekân Şeyhim Hazretlerinden işittim, Cenabı Rabbü’l âlemin 124 bin peygamber gönderdi, bin peygamberin kabirleri başka kutuplardadır, dünyanın başka memleketlerine dağılmıştır. Geri küsuru 123 bin peygamberin kabirleri hep Cebel-i Kasyun’dadır derdi. O dağ enbiya ve evliya madenidir. Onun için gece baktığınız vakitte, geceleri o dağ ışık olmadığı halde oradan nur yağar. Her karışında evliya yatan, her karışında nebî olan hatta bizim durağımız olan yerde de bir peygamber kabri var demişti cennet mekân Şeyhim Hazretleri.
Eskiden Şamlılar, Muhyiddin-î Arabî Hazretlerini makamının bulunduğu dağın eteğine ki oraya Salihiye derler, buraya ziyarete gelen kimseler oradan yukarıya ayakkabılarıyla yürümezlermiş. Oraya çıkan hakkında Allah-û zülcelâl’in ahd-û peymânı; O kimselere muhasebe olmaksızın kıyamet gününde bu dağ ile beraber cennete koyacak diyor. Şam bu, evliyalar Şam’ın fazîletini dünyanın sonuna kadar söylese bitmez. O, bitmeyen fezâiller ve şerafet sahibi makamdır. Oraya giren Allah’ın rahmetiyle girer. Oradan başka memlekete rağbet etmiş olarak çıkan, Allah’ın gazabı ile çıkar. Şam’ın fazileti hakkında zâhir ilimde Kırk hadîs-i şerif görmüştüm. Manevî olan fezâillerde Şam’ın faziletlerine dair Şeyh Efendi Hazretlerinin bana hususi yazdırmış olduğu otuz sohbeti vardır. Hiç işitilmeyen faziletleri vardır.
Not : Şam toprakları bugünkü Urfa Harran'ı Filistin Ürdün Şam'ı da içine alan bölgedir..
Kaynaklar: Şeyh Nazım Kıbrısi Hz.
[1] Hadîs-i Şerif: İbnu Mes’ud r.a. rivâyettir. Hadis no:5218. Kütübü sitte.
[2] Yusuf Sûresi: 53
[3] Hadîs-i Şerif, İmam el Gazali’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir.
[4] Hadis-i Şerif: Vâkıdî, Megâzî, cilt 3, s/1016. Beyhak, İbn Kayyım, Zâdu’l-mead, cilt 3, s/9. Ebu’l-Fidâ, Sîre, cilt 4, s/ 24, İbn Hamia, el-Beyân, cilt 1, s/1 65.
[5] Fetih suresi:7