Hz. Hüseyin (R.Anh)


Hz. Hüseyin; Hz. Peygamber (sav) in Hz. Fatima (R.anha)'dan torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın ikinci oğlu. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde dünyaya geldi.

Hz. Hüseyin'in ismini Peygamber Efendimiz koydu. Hz. Hüseyin doğ­duğu zaman, Cebrail (a.s) gelip "Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun'un oğlunun ismini koy diyor" dedi.

Peygamber Efendimiz "Ey Cebrail: Harun'un oğlunun ismi nedir?" diye sordu.

Cebrail (a.s) "Şebir" dedi.

Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.

Cebrail (a.s) "Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi. [190]

Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber (sav)'e çok benziyordu. Hz. Ali (R.a) 'Hasan, Rasûlüllah 'a göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi. [191] demişlerdir.

Hz. Peygamber (sav) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (R.a)'a son derece düşkün olup onları çok severdi. Onların hakkında,

"Allah'ım: Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları.[192]

Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kolladığım iki reyhanimdir.[193]

Hasan ve Hüseyin'i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur."[194]

Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Hz. Hüseyin, Rasûlüllah (sav)'dan deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Arkasından da "Bundan güzel deve olabilir mi?" buyururlardı.

Peygamber Efendimiz, bir gün, cenazelerin konulduğu yerde oturu­yordu. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, güreşmeye başladılar. Peygamber Efendimiz gülerek "Ha gayret Hasan; Göreyim seni, yakala Hüseyin'i!" diyerek Hz. Hasan'ı kayırınca, Hz. Ali: "Yâ Rasûlüllah: Sen Hüseyin'i kayırmak değil miydin? Hasan daha büyüktür" dedi. Peygamberimiz "Baksana Cebrail'de, Hüseyin'e: (Ha gayret Hüseyin göreyim seni) diyor." buyurdu. [195]

Hz. Peygamber (sav) torunlarından olan Hz. Hüseyin'in çocukluk yıl­ları Peygamberimizin otağında geçmiştir. Rasûlüllah'ın eğitiminden yetişip imanı yudumlaya yudumlaya büyüyen Hz. Hüseyin'in sonu da şehadet ikliminde gerçekleşmiştir. İnsanın hayatında Allah ve Rasûlü'nün hükmünden başka hiç bir hükmün geçerli olamayacağını derinden kavramış olan Hz. Hüseyin, bu gerçeğe gölge düşürenlere zerre kadar meyletmemiş; bilakis destansı bir tavırla onların önlerine dikilmiştir.

Hz. Muâviye, hicretin altmışıncı yılında Recep ayının ortalarında Şam'da vefat etti. Muâviye'nin vefatından sonra Şamlılar Muâviye b. Ebi Sûfyan'm oğlu Yezid'e bey'at ettiler.

Yezid'in iktidara geçmesi saltanat şeklinde gerçekleşti. Yezid, ken­disinin bu şekilde idareyi ele alışma başta Hz. Hüseyin olmak Üzere pek çok Sahabe'nin rıza göstermeyeceğini, hatta şiddetli tepkilerle karşilayacağını biliyordu. İktidarı elden kaçırmamak için çok süratli davranıyordu. Hemen Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan'a bir mektup gönderdi.

Mektubunda şöyle yazıyordu:

Mektubum sana geldiği zaman, Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr'i buldur, onların bana bey'atlarını al! Eğer, bey'attan kaçınırlarsa, boyunlarım vur, başlarını bana gönder: Halkın da bey'atlannı al, Bey'attan kaçınanlar hakkında, Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir, Vesselam."

Yezidin; Medine valisine yazmış olduğu mektubunda Hz. Hüseyin'den ve ileri gelen sahabelerden bey'atlarını almasını, bu konuda gevşek dav­ranmamasını istediği de kaynaklarda kaydedilir .

Yezid'in iktidarı ele almasından sonra Kûfeliler Hz. Hüseyin (R.a)'e mektuplar göndererek, onu davet edip, yanlarına geldiği takdirde kendisi­ni Emirü'l-mü'minin ilan edeceklerini üst üste yazdıkları mektuplarda belirtmişlerdi. Ayrıca şu anda emirleri olmadığından cuma namazına çık­madıklarını bildirmişlerdi.

Hz. Hüseyin, Medine'den Mekke'ye gidip buradan Küfelilerle haber­leşmeye başlamıştı. Kûfelilerin durumunu kesin olarak anlamak için de amcasının oğlu Müslim b. Akil'i Kûfe'ye göndermişti. Müslim Kûfe'de durumun iyi olduğunu, insanların bey'at için hazır bulunduklarım bildiren bir mektup gönderdi. Hz. Hüseyin bu haberden sonra kesin karar verip Kûfe'ye gitme hazırlıklarına başladı.

Hz. Hüseyin Küfe yolculuğuna hazırlanırken, Abdullah İbn Abbâs, bu yolculuktan vazgeçmesini ısrarla istemişti. Aynı şekilde Abdullah İbn Ömer ve tabiunun ileri gelen âlimlerinden İmam Şa'bî de Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmemesini istemişler, özellikle Iraklılara güveni İnleyeceğini vurgulamışlardı. Ama Hz. Hüseyin Kûfe'ye gitme konusunda kesin karar­lıydı .

Yezid, Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye doğru yol aldığını haber alınca, Küfe valisini değiştirmiş, Basra valisi olan Ubeydullah İbn Ziyad'a ek bir görev olarak, Küfe valiliğini de vermişti.

Ubeydullah b. Ziyad, Küfe valiliğini de üstlenince ilk iş olarak Müslim b. Akil'i çok feci bir şekilde şehid etti.

Yezid, Küfe valisi Ubeydullah b. Ziyad'a Hz. Hüseyin hakkında şu emri veriyordu:

Şimdi sen, benim istediğim gibi olmakta devam ediyorsun. Yaptığını akıllı ve beceriklilere yaraşır bir biçimde yaptın. Sebatlı, azimli bir kahra­man saldırısıyla saldırdın. Başkalarına ihtiyaç bırakmayıp bu işin üstün­den geldin. Bana erişen habere göre: Hüseyin b. Ali, Mekke'den ayrılmış, senin tarafına doğru gelmekte imiş. O'na hemen casusları kavuştur. Yollara gözcüler dik. Olanca duruşla bunun üzerinde dur. Seninle çarpışmadıkça sakın kimse ile çarpışma. Her gün, olan bitenlerin haberini bana yaz."

Hz. Hüseyin'in Küfe yolculuğu sürerken, gelen haberler hiç de iyi değildi. Müslim b. Akil'in şehid edildiği haberi bile kendisine ulaştığında artık geri dönmek mümkün değildi, Yol esnasında pek çok kişi Kûfe'ye gitmemesini, mutlaka geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Hz. Hüseyin büyük bir kararlılıkla Kûfe'ye doğru yol almaya devam ediyordu. Bu arada kendisi için tuzak­lar kuruldu. Gelişen olumsuz olaylar nedeniyle, Hz. Hüseyin beraberindekilere "Dileyen dönebilir, ben sizi yanımda zorla götürmek istemem" demişti. Ama hiç bîr kimse ondan ayrılmadı. [196]

Hz. Hüseyin, Hurr b. Yezid et-Temimî'nin kumandası altındaki bin kişilik Küfe süvârî birliği ile karşılaştı. Hurr b. Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'ın emrine uygun oiarak hareket ediyordu. Hurr, Ubeydullah'ın emri gereğince Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'ya doğru sürükledi.

Ubeydullah b. Ziyad olayın ciddiyetini fevkalade kavramıştı. O sırada Merv valiliğine tayin edilmiş bulunan Ömer b. Sa'd Küfe'de hazırlıklarını yapıyordu. Ancak Ubeydullah; Ömer b. Sa'd'ı Hz. Hüseyin'e karşı kul­lanmak istedi ve hemen ona emir vererek ordusuyla beraber Kerbelâ'ya gelmesini istedi. Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in karşısına çıkmak istemi­yordu. Bu durumu anlayan İbn Ziyad: "eğer, onunla çarpışmaya gitmeye­cek olursan, seni Merv valiliğinden azleder, evini yikar, boynunu vuru­rum[197] diyordu.

Durum giderek vahimleşiyordu. Hz. Hüseyin bu durumun önüne geçmek ve kanların akıtılmasına meydan vermemek amacıyla Ömer b. 'Sa'd'a şu teklifleri yapmıştı: "Ey Ömer! Şu üç teklifimden birini kabul ediniz;

Bırakınız da ben, cihad etmek üzere, hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid'in yanına varıp kendisiyle görüşeyim. Yahut dönüp Medine'ye gideyim.[198] Ama İbn Ziyâd bu teklifleri asla kabul etmiyor ve Hz. Hüseyin'i artık bırakmak istemiyordu.

Ömer b. Sa'd ise Hz. Hüseyin'e karşı her hangi bir saldırıda bulun­muyor ve günler böyle geçip gidiyordu. Ubeydullah b. Ziyâd, son emrini verdi. Ömer b. Sa'd'a yazdığı son emrinde şöyle diyordu:

"Ben seni, Hüseyin'le günler geçiresin, onun selâmet ve bekâsını dileyesin ve benim katımda onun şefaatçisi, kayırıcısı olasın diye gönder­medim. Ona ve adamlarına hemen teklif et; hükmüme boyun eğsinler. Eğer, sana teslim olurlarsa, onu ve etrafındakiler! bana gönder. Şayet kab­ule yanaşmazlarsa üzerlerine yürü. Çünkü, o asi ve şakidir.

Bu emirden sonra Hz. Hüseyin'e saldırılar başladı. Hz. Hüseyin'in yanındaki bir avuç mücahid ve Ehl-i beytten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir direnç gösteriyor ve bir bir şehadet şerbetini içiyorlardı. En son Hz. Hüseyin kahramanca savaştı ve almış olduğu otuzüç mızrak ve otuzdört kılıç yarasıyla bedeni toprağa yığılırken, ruhu şehidlerin ruhlarına karışıyordu.

Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in akrabalarından yetmişiki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i beyt, tümden imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksensekiz kişi ölmüştü.

Hz. Hüseyin, Hicri altmışbirinci yılın on Muharreminde şehid olmuş­tu. Şehid düştüğünde elliyedi yaşında idi. Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd kumandasında bir ordu gönderdi. Ömer, geri dön­mesini bildirdi ise de, İmam kabul etmeyip harp etti. 681 yılında Muharremin onuncu günü Kerbelâ'da şehit oldu. Yezîd bunu duyunca, çok üzüldü. "Allah İbni Mercane'ye [199] lanet eylesin! Hüseyin'in isteklerini kabul etmeyip de onu şehit ettirdi. Böylece beni kötü tanıttı" dedi. Hz. Hüseyin'in mübarek oğlu Zeynelabidin küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve İmamın mübarek başı ile Şam'a gönderildi. Mübarek başı, Mısır'da Karafe kabristanında medfundur.

Hz. Hüseyin'in şehadeti Ömer b. Sa'd'ı ve Yezid'i derin bir şekilde etkilemiş ve üzülmelerine yol açmıştı. Ancak bu üzülmelerin ne anlamı olabilirdi. Hz. Hüseyin'in şehadetine yol açan, öncelikle Yezid olmuştu.

Peygamber Efendimiz (sav)'in torununu ve büyük İslâm kahramanını canevinden vuranlara müslümanların iyi nazarla bakması ise asla mümkün değildir. Said Nursî (Rh.a.) bu hususta şu değerlendirmeyi yapıyor: "Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i SıffmMe, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâ­miyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarmı onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyet­ten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler:

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğin­den zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.

Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider. İşte Hazret-i Hüseyin rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaf­fak olmadı? Hem neden kader-i İlahî ve rahmeî-i İlahiye onların feci bir akıbete uğramasına müsaade etmiş?

Elcevab: Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milîiyeleri cih'etiyle, Arab milletine karşı bir fıkr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftar­larının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş. Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem'i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci' oldular. [200]

Merhum Mevdûdî (Rh.a.) de Kerbelâ olayını ele aldığı "Hz. Hüseyin'in Şehadeti Üzerine" adlı yazısında İslâmî yönetimin temel ilkeleri açısından Hz. Hüseyin'in karşı çıktığı, reddettiği yönetimin duru­munu şöyle belirler:

"Yezid'in, babası Muâviye'ye halef tayin edilmesi, kişilerden Allah'ın hakimiyetine dille inanmalarının istendiği monarşi türünün başlangıcının işaretidir. Uygulamada bütün önceki monarklar gibi müslüman yönetici­ler de hâkimiyetin tek kaynağı imişcesine davranmışlardır, yani hakimiyet monarkın ve kanunî haleflerinindir. Monarkın hayat, mülkiyet, şeref ve tebaanın her şeyinin tartışmasız sahibi olduğu sanılmıştır. İslâm devle­tinin en önemli amacı Allah'ın sevmediği kötülükleri önlemek ve yok etmek olduğu gibi, razı olduğu iyilik ve faziletleri de yerleştirmek ve emretmek iken; otokratik yönetimlerin amacı arazi gasbetmek, mal-mülk sahibi olmak, haraç-vergi toplamak ve hayvanı arzuları doyurmaktan öte geçmiyordu.

Bu dönemde müslüman yöneticiler ve hükümet Sezar'ın ihtişam ve debdebesini adaletin yerine ise zulmü ve otoriteyi benimsediler. Lüks ve israf aldı yürüdü. Yöneticiler meşru olanla gayri meşru olanı birbirinden ayırmadılar. Politika artık ahlâktan yoksun hale gelmişti. Memurlar halkın içinde Allah korkusunu yerleştirmek yerine, onları kontrol altında tuttular, bilinçlerini artırma yerine, tahrik ve rüşvetle onları kazanmaya çalıştılar.

Yezid'in halef olarak atanmasıyla İslâmî yönetim sistemi temel­lerinden sarsılmış ve yerini babadan oğulla geçen bir monarşizme bırak­mıştı. O andan itibaren halifenin seçimini belirleyen ilke askıya alınıp zeki ve zengin olanlar ümmetin serbest oylarıyla seçilme yerine, yöneti­mi birer birer ele geçirmişlerdir.

Krallığın egemen olmasıyla birlikte şûra sistemi de köklü bir değişime uğradı. Monarşik yönetim kişisel ve despotik yöntemlere dayanıyordu. Artık şûra heyetinin üyeleri, prensler, dalkavuklar, saraylılar, eyalet valileri ve askeri komutanlar olmuştu. Kralların egemen olmasıyla birlikte vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşa­biliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.

Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya hürriyetini yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarım istemek cesareti yoktu...

Hilâfet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kıralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve meşru olsun olmasın rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu matını rastgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebüeceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.

Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı.[201]

Emevilerle birlikte bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in bey'at ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması elbette ki düşünülebilecek bir şey değildir. Hz. Hüseyin'in bu arzu edil­mez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni işte budur. O, en kötü sonuçları bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye karar verdi.

Bu yiğitçe karşı duruşun sonuçlarını herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir mü'minin bu serveti korumak için hayatını feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir.

Böylesine önemli zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler olabilir. Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçlan önemsemez. Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir. Zulüm, sayı ve kaynak bakımın­dan, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur gider. Böyle durumlar­da şartları göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir

Hz. Hüseyin, hiç bir hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini simgeler. Bir konuşmasında; "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti; tümüyle faziletten yok­sun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşin­deler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile getirir:

"Hüseyin Allah'ın iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek hayatını ortaya koyduğu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve Hak yo­lundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir.

Yeryüzünde Müslümanlar açısında iman korunmadığı ve İslâm yaşan­madığı zaman matem başlar, Müslümanlar yaslı hale gelir. Bir tahlil ve tesbiî olarak Müslümanlar tarihinde gerek imanın korunması ve gerekse İslâm'ın yaşanması hususundaki tavizler,  hilafetten saltanata geçişe başlamıştır.

Evvela şunu bilmekte fayda vardır: İslâm'la tanışmak büyük bir şereftir. İslâm'a teslim olmak bulunmaz bir mutluluktur. İslâm, insanlığa mutluluk getirmiş olan bir hayat düzenidir. Bir yaşam tarzı, bir hayat düzeni olarak İslâm'ı kaybedenler, kaybolurlar.

Hayatta "İmanın korunması" ile "İslâm'ın yaşanması" Müslüman insanın varlık ve sağlık sebebidir. İmanın muhafaza ve müdafaa edilmesi, Rasûlüllah (sav)’ın örnek ve önderliğinde yaşanan İslâm'ın aynen devam ettirilmesi, bütün Müslüman nesiller için azad kabul etmez görevlerin başında gelir. Bir yerde imanın korunması ve İslâm'ın yaşanması tehlik­eye girdiği zaman Rasûlüllah (sav)'in izini takib eden mü'minler için şehadet tercihi gündeme gelmiş demektir. Nitekim Rasûlüllah (sav)'in torunu Hz. Hüseyin (Rh.a.) şöyle diyor: "Hayat; iman ve cihaddir."

İman'ı hayata dönüştürürken karşılaşılan tehlikeleri bertaraf etmek için cihad elzemdir, çaredir. İşte Hz. Hüseyin (R.a.), imanın korunmasını ve islâm 'in yaşanmasını tehlikeye düşüren saltanat rejimine, modeline karşı "el- Hilafetler Raşide" adına devrin zalimi Yezid'e karşı kıyam etmiştir.

Yezid, Müslümanların idaresini keyfi ve cebrî olarak ele geçirmiş ve uygulmalarında cebrî davranmıştır. Müslümanların o güne kadar alışık olmadıkları bir yönetim biçimi olan saltanat modelini dayatmıştır.

Saltanat, nebevi minhadprogram üzere Müslümanları idare etmek anlamına gelen ve emaneti ehline vermek, adaleti icra etmek, şeriatı ikame etmek ve Müslüman halkın rızasını (bey 'atını) esas almak manası­na gelen hilafet rejiminin yerine geçirilmek istenen keyfi ve cebrî bir rejimdir. Saltanat rejimini dayatan Yezid, Hz. Hüseyin (R.a.)'dan inat etmeyip derhal bey'at etmesini istemiştir.

Müslümanların inanç lügatlarında; zulme ve zalimlere boyun eğmek, zulmü yaşam biçimi, zalimleri de yönetici seçmek, ibadetten değil, cinayetten sayıldığı için Hz. Hüseyin (R.a.) Yezid'e bey'ati reddetmiştir. Hz. Hüseyin (R.a.)'a babasından miras kalan zalimlere boyun eğmek değil, zalimlerden hesap sormaktır. Nitekim Hz. Ali (R.a.) bir sözünde der ki:   "Haksızlığa boyun eğenler, yalnız hakların değil onurlarını da yitirirler"

Siyasi bir bid'at olan ve Müslümanların her dönem ve devrede meşru yönetim biçimlen Hilafet sistemine ihanet anlamına gelen saltanat mode­lini kabul etmediği için keyfiliğe boyun eğmeyen Hz. Hüseyin (R.a.),v Yezid'e bey'at etmeyi reddedip Küfe halkının yardım çağrısına icabet etti. Zulüm altında inleyen Küfe halkının kendisine bey'at edeceğini bildirme­si üzerine de, Küfe'ye hareket etti. Bu yürüyüş tarihe Kerbelâ olarak geçecek olan ve siyasi bid'at saltanata tutunan zalimlerle, nebevi sünnet olan hilafeti savunanların savaşının tarihsel bir simgesine dönüşecek olan olayın da başlangıcı oldu.

Hz. Hüseyin (R.a.), Küfe halkının o lanetli ihanetini ve Yezid'e bey'at ettiklerini yolda öğrendiğinde, beraberindekilere "isteyenlerin dönebile­ceğini" söyledi. Hz. Hüseyin (R.a.) ile birlikte yola çıkanlar, ittekullah nakışlı şehadet giysileriyle bezenmiş olduklarından ölümün üstüne yürü­düler.

Neticede Irak topraklarında, Fırat Nehri kıyısındaki Kerbelâ denilen yerde kuşatıldılar. Bir avuçtular, karşılarında Yezid'in binlerce askeri vardı. Hz. Hüseyin (R.a.)'ı hunharca şehid ettiler. Böylece Kerbelâ bir matemin sembolü oldu.

İbn-i Teymiyye (Rh.a.) der ki; "Kerbelâ 'da Hz. Hüseyin (R.a.) mazlum bir şekilde şehid edilmiştir. Hz. Hüseyin (R.a.)'ı şehid edenler, O'nıın şehadetine rıza gösterenler ve O'nu şehid edenlere yardım edenler, Al­lah 'in azabını hak edenlerdir. Ve onlar Allah'ın azabına uğrayacaklardır. Hz. Hüseyin (R.a.)'in şehid edilmesi, büyük bir günahtır. Ancak Hz. Hü­seyin (R.a.) şehadet günü münasebetiyle sırtlara zincirler vurmak, elbiseleri yırtmak, bağırıp çağırmak bid'attir. [202]

Kerbelâ'daki matemi birtakım bid'atlerle anmak, bilerek veya bilme­yerek İslâm'ın ve Müslümanların imajıyla oynayanların işlerini kolay­laştırmaktır. Oysaki, Yezid'in dayattığı saltanat bid'at, Hz. Hüseyin (R.a.)'in  savunduğu  ve  uğrunda  şehadet  şerbetini  içtiği  hilafet  ise Peygamber, (sav)'in sünnetidir.

Hilafet, uğrunda şehid olunacak nebevi bir yönetim biçimdir. Hilafetin zıddı olan Saltanat Peygamber (sav)'in ve Raşid halifelerinin yönetim biçimi değildir. Bu nedenle Müslümanlar hangi çağ ve mekânda yaşar­larsa yaşasınlar, sahip çıkacakları, savunup uğrunda mücadele edecekleri meşru yönetim biçimi hilafettir. Çünkü "El- Hilafetü'r Raşide" ye sahip çıkmayı İslâm ümmetine emreden bizzat Rasûlullah (sav)'in kendisidir:

"Takvaya yapışınız ve başmızdaki Halife siyah bir köle dahi olsa onu dinleyip itaat etmeye sanlınız. Siz benden sonra şiddetli ihtilafı göreceksiniz. Onun için benim sünnetime ve hiyadete mazhar kılın­mış Hulefa-i Raşidin'in sünnetine yapışınız. Bu sünnetleri dişleri­nizle sıkıca tutunuz. (Karşılaştığınız eziyetlere tahammül için diş­lerinizi sıkınız) ihdas edilen şeylerden (bidatlerden) sakının. Çünkü her bid'at dalalettir. [203]

Hz. Hüseyin (R.a.) Kerbelâ'da siyasi bir bid'at olan saltanata karşı Rasûlullah (sav) in hem kavli ve hem de fiili mütevatir sünneti olan hilafeti savunmuş ve bu uğurda acıkiı bir şekilde zalimler tarafından şehid edilmiştir. Kendilerini Hz. Muhammed (sav)'in ümmetinden sayan bütün Müslümanlar, Hz. Hüseyin (R.a.)'in Kerbelâ'daki mücadelesine sahip çıkmalıdırlar. Kerbelâ, belli bir kavmin, kabilenin, mezhebin ve meşre­bin matemi değildir. Aksine bütün Müslümanların matemidir. Kerbelâ'da Hz. Muhammed (sav)'ın torunu Hz. Hüseyin (R.a.) şehid edilmiştir, ehl-i beyt'i şehid edilmiştir. Hz. Muhammed (sav) bütün Müslümanların Pey­gamberidir.

Kerbelâ'da İslâm şehidlerinin naaşları çiğnenerek İslâm ümme­tinin kalbi olan hilafet ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle Kerbelâ; bütün Müslümanlar için halifesiz kalma mateminin sembolü olmuş­tur.

Kerbelâ, Müslümanların hâkimi ve iktidar anlayışlarının ihanete uğradığı günü bize hatırlatan bir matemdir.

Biz Müslümanların inanç lügatında hâkimiyet Allahû Teâla'ya mahsustur, iktidar ise, yeryüzünün halifesi olan insana, imtihan için tevdi edilen bir emanettir. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki; kerbelâ, sünnisiyle, şiisiyte Müslümanların müşterek matemidir.

Gerek ehl-i sünnetin ve gerekse şianın siyasi iktidarın meşruiyetiyle ilgili  kıstaslarına göre; halkın  hâkimiyetini Allah'ın hâkimiyetinin fevkine çıkararak O'nun yerine geçiren Cumhuriyetin, Demokrasinin ve din ile devlet işlerinin ayrılması şeklinde tarif edilen lâikliğin önplana çıkarılması mümkün değildir. Kerbelâ misyonuna sadakat bunu imkânsız kılar.

Kerbelâ, keyfî ve cebri güçler için bir korku, mazlum ve mahrumlar için ise dirilişi direnişe dönüştürme ruhudur. Kerbelâ, afakî değer­lendirmelerde dile getirildiği üzere, basit bir iktidar savaşının sonucu değildir. İslâm ümmetini temsilen "el-Hilafetü'r Raşide" adına saltanat modeline karşı isyandır. Şunu bilelim ki; Hilafet sisteminde temel ilke, Allah'ın mutlak hâkimiyetinin kabulüdür. Bu ilke uygulama alanında kendini şeriatın her şeyin üstünde yer alması biçiminde gösterir. Saltanat yönetimi ise hükümdarın mutlak egemenliğine dayanır. Bu yönetim biçi­minde şeriat bir hukuk sistemi olarak uygulanıyor görünse de, saltanatın çıkarları şeriatın üstünlüğü ilkesinin yerini almıştır. İşte Kerbelâ misyonu, şeriatın yani hukukun üstünlüğü adına keyfî ve cebrî yöneticilere karşı başkaldırıdır.

Kerbelâ, zalimlerle uzlaşmayı kökten reddeden duru duruşun sem­bolüdür. Kerbelâ, keyfi ve cebri olanlara karşı hukuk adına hukuk zemi­ninde kalarak ittekullah nakışlı şehadet giysileriyle Ölümle kucaklaşma misyonunun adıdır.

Tarih boyunca Kerbelâ misyonuna sadık kalanlarla ona ihanet eden­lerin arasındaki savaşın biçimi, yeri, savaşanların kimliği değişmiş ama özü hep aynı olmuştur. Bugün Kerbelâ'nın da içinde bulunduğu Irak topraklarında Yezid ve avanelerinin misyonunu fazlasıyla şeytan Amerika ve avaneleri simgelerken, İslâm topraklarında tekraren hilafet sisteminin tesisi için şeytan Amerika ve avanelerine karşı direnen muvahhidler, Kerbelâ misyonuna sadık kalanlardır.

Hz. Hüseyin (R.a.)'ın Kerbelâ'da verdiği mücadele ruhu bugün de gereklidir. Çünkü bugün Şeytan Amerika ve avaneleri; "İslâm toprak­larının her beldesini Kerbelâ'ya çevirirken", Müslüman halklar da direnişleriyle yeni Kerbelâlar yaşamaya devam ediyorlar. Bugün; Müslüman halklar arasında zalimlere, zorbalara, müstekbirlere karşı kıyam ruhu ve düşüncesi yokedİlmek isteniyor, müstevli Amerika ve .avanelerine karşı direnen cihad ehli mü'minler "akılsızlıkla, siyaset bilmemekle, zamansız hareket etmekle" suçlanıyor, mazlumdan yana olmak adına zalimle uzlaşmanın ve bir arada yaşamanın çareleri aranıyor ve bulunan çareler çağdaş Bel'amların fetvalarıyla destekleniyor.

Kerbelâ matemi, Müslümanlara unutturuluyor veya belli marjinal bir takım mezheblere ve meşreblere münhasır kılınmak isteniyor. Oysaki ker­belâ; zalimlere boyun eğmeme, hilafet sistemine ve halifeli topluma ulaş­mak için şehadetine direnme ve bu direnişi kesintisiz devam ettirme ruhudur.

Netice  olarak   Kerbelâ,  Müslümanların  müşterek  yas  ve  üzüntü günüdür. Çünkü bugün Müslümanlar meşru yönetim biçimleri olan "El-Hilafetü'r Raşide" yi kaybetmişlerdir. Adeta müslümanlar halifesiz kalmakla esir duruma düşmüşlerdir. Altını çizerek diyoruz ki; Müslümanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etmeyenlerin her birisi bir belâdır. Halifesiz Müslümanlar için her gün Kerbelâdır!..

kaynaklar
[190] Diyar bekri, el-Hamîs, 1,471

[191] Ahmed b. Hanbel Müsned, 1,108

[192] Tirmîzî Sünen 661

[193] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288

[194] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 288

[195] Zehebî, Siyer Alâmü'n-Nübelâ, 111, s. 190-191

[196] Zehebî- A'lâmü'n-Nübelâ, 111,201-202

[197] Zehebî aynı yer

[198] Zehebî, A'lâmü'n-Nübela, 111, 208-209

[199] İbni Ziyad'a

[200] Mektııbat/Said Nursî, Sh:51-52, İst/1976

[201] Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985

[202] Minhacti's Sünne/C:2, Sh:248-248, Beyrut/ty

[203] Sünen-i İbn-i Mace/Mukaddime: 42, Mısır/ 1952

Yorum Gönder

0 Yorumlar