30 Kasım 2014 Pazar

Hangi illerin İsimleri Değişti-2-


ADANA: 1926'ya kadar KOZAN. 1926'da Kozan ilçeye dönüştürülüyor. Yine CEBELİBEREKET ismiyle o bölgede bir il daha var. 1933'te Cebelibereket lağvoluyor ve ilçeleriyle birlikte Adana'ya bağlanıyor. Adana ilinin adı 1933'te değiştirilerek SEYHAN isimli bir il haline geliyor. 1956'da Seyhan, Adana oluyor.
ÇATALCA: 1926’ya kadar il imiş.
GAZİANTEP: 1926 yılına kadarki ismi AYINTAP, o yıl GAZİAYINTAP oluyor.
MANİSA: İlk ismi, Osmanlı’dan bir önceki beyliklerden birinin yerleşim yeri olması nedeniyle SARUHAN. 1926’da Manisa oluyor.
ŞANLIURFA: 1984’te Şanlı oluyor. Ama ilk adı SİVEREK. Siverek, 1926’da il olmaktan çıkarılıp ilçe haline getiriliyor.

ARTVİN: 1921’de il olmadan önceki ismi LİVANE. Örneğin Zülfü Livaneli, Livanelilidir. 1933’te Rize ve Artvin birleşerek ÇORUH ismini alıyor. Sonra Rize ayrılıyor ve 1956’da Çoruh ismi Artvin halini alıyor.
YOZGAT: 1926 yılına kadar olan ismi BOZOK
BİLECİK: 1926’ya kadar bu ilin adı ERTUĞRUL idi. (Burada bir parantez şart: Ağrı’nın ilk ismi Bayazıt; Bilecik’in ilk ismi Ertuğrul. Özkökümüzü hatırlattığı için Ertuğrul ismi kaldırılıyor!
TUNCELİ: 1926’ya kadarki ismi DERSİM. O yıl ilçe haline getiriliyor ve Elazığ (Elaziz) iline bağlanıyor.
KAHRAMANMARAŞ: 1973’te Kahraman sözcüğü ekleniyor.
ELAZIĞ: 1937’ye kadarki ismi ELAZİZ. (Böylece bir padişah ismi daha gitmiş
oluyor.)
Devamı için aşağıdaki linki tıklayın
 http://peygamberiminizinden.blogspot.com.tr/2014/11/hangi-illerin-isimleri-degisti.html

Hangi İllerin İsimleri Değişti -1-


GİRESUN: 1921’de il oluyor. 1925’te KARAHİSARIŞARKİ isimli bir başka il, ŞEBiNKARAHİSAR ismini alıyor. 1933’te Şebinkarahisar il olmaktan çıkarılıp, Giresun’a ilçe olarak bağlanıyor.
DİYARBAKIR: 1937’ye kadar olan ismi DİYARBEKİR.. (Bir harf için ne isimler değişiyor Ya Rab! Kaldı ki Bekir ismi hakaret unsuru mudur? Yani ilk ismi TUZSUZDELİBEKİR olsa anlardım!) Bu arada o bölgede ERGANİ isimli bir il de var. Ergani, 1926’da lağvediliyor.
Devamı için tıklayın..
 Muğla- 1926 kadar Menteşe
Rize 1926 kadar Lazistan
BURSA: 1924’ten önceki ismi HÜDAVENDİGAR. Ki, 1. Murat’ın unvanıdır. Bu unvanı kullanan tek padişahtır. Diğerleri ya Han, ya Sultan, ya Bey gibi isimler kullanırdı.
ÇANKIRI: 1925’e kadar KÂNGIRI. 
KIRKLARELİ: 1926’ya kadarki ismi KIRKKİLİSE
BİNGÖL: 1926’ya kadarki ismi GENÇ.
AFYONKARAHİSAR: İlk ismi KARAHİSAR-I SAHİB. Sahib, bir Selçuklu veziri. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Afyonkarahisar, daha sonra kısaca Afyon oluyor. 2005’te ise bu karışıklığı gidermek için çıkarılan kanunla Afyonkarahisar ismini alıyor.
AĞRI: İlk adı BAYAZIT. 1920’de Erzurum’dan ayrılıyor ve Bayazıt oluyor. Cumhuriyet, Osmanlı padişahlarına “yoz” dediği için Bayazıt ismi 1926’da KARAKÖSE adını alıyor. 1938’de Ağrı oluyor. Kelimenin aslı, Ağori. ADANA: 1926’ya kadar KOZAN. 1926’da Kozan ilçeye dönüştürülüyor. Yine CEBELİBEREKET ismiyle o bölgede bir il daha var. 1933’te Cebelibereket lağvoluyor ve ilçeleriyle birlikte Adana’ya bağlanıyor. Adana ilinin adı 1933’te değiştirilerek SEYHAN isimli bir il haline geliyor. 1956’da Seyhan, Adana oluyor.
BALIKESİR: Yüzyıllarca KARESİ ismi olarak bilinen il 1926’da Balıkesir adını alıyor.
SAMSUN: Yine 1926. O yıla kadarki ismi CANİK ili.
ÇANAKKALE: Çanakkale, önce BİGA sancağının merkezi. Sonra 1925’te Çanakkale il oluyor. Biga Çanakkale’ye bağlanıyor. Hatta 1926’ya kadar GELİBOLU isimli bir il de var. Bu il de lağvedilip Çanakkale’ye ilçe olarak bağlanıyor.
Devamı için aşağıdaki linki tıklyın

29 Kasım 2014 Cumartesi

Dua





Gönül YolcusuGÜZEL SÖZLER
- 08:55


Rabbim!
Yüreğinden yürek kopmuşlara dirayet ver.
Kullarının yüzüne doğacak güneşler, yeni çareler;
Başlarını sokacak, sırtlarını dayayacak, bacaları rahmet tüten evler nasip et.
Rabbim;
Birbirinin acısını kalbinde hissedenlerin yüreğini Cennetinle serinlet..

26 Kasım 2014 Çarşamba

GÜVENİLİR KİMSELER OLUN, ÇÜNKÜ GÜVENİN OLMADIĞI YERDE SEVGİ DE İŞE YARAMAZ …




KURAN ve SUNNETSÜNNET
- Dün 22:53
#Hadis


Bursa Kuran ve Sünnet (Ayet ve Sahih Hadis) topluluğunda ilk olarakKURAN ve SUNNET paylaştı:

GÜVENİLİR KİMSELER OLUN … ÇÜNKÜ GÜVENİN OLMADIĞI YERDE SEVGİ DE İŞE YARAMAZ …

Ununtmayınız ki insanların en dürüstü ve en sevilenleri, güvenilir kimselerdir… Bu vasfa sahip kimseler şüphesizki her zaman ve her yerde sevilen ve saygı duyulan kimselerdir.

Bunun tam tersi - güvenilmeyen kimseler ise - asla sevilmez ve saygı da duyulmazlar... Tanınmadan sevilseler bile, bu çirkin vasfı belli olduktan sonra, onlara duyulan sevgi kuş gibi uçar gider. Çünkü güvenin olmadığı yerde sevgi asla barınamaz.

Ve tabii ki insanlara karşı gerek güvenin oluşmasında ve gerekse bunun zıddı güvensizliğin oluşmasında bir çok sebebler ve etkenler vardır. Onlar vesilesiyle insana güven duyulur ve onlar vesilesiyle de insana güvenilmez…

Kardeşlerim … ! Şunu asla unutmayınız ki dürüstlük, güven duymanın en sağlam temel taşıdır… Yalan ve iki yüzlülük ise sahtekarlığın temelidir.

“ … Abdullah İbn Mes’ud r.a’dan gelen bir rivayette Allah Rasulü s.a.v şöyle buyurmaktadır : Unutmayınki dürüstlük insanı halis iyiliğe götürür, halis iyilik de cennete kılavuzluk eder………….. Yalancılık da insanı şerre ve fucura götürür. Şerr de insanı cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye nihayet Allah katında yalancı olarak yazılır. “

Buhari : 13.c.6070.s

“ … Ammar r.a’dan. Rasulullah s.a.v şöyle buyurdular : Kimin dünyada iki yüzü olursa, kıyamet gününde onun ateşten iki dili olur. “

Ebu Davud : 5.c.4873.n

“ … Ebu Hureyre r.a’dan, Rasulullah s.a.v şöyle buyurdular : İnsanların en şerlilerinden birisi de şunlara bir yüzle, bunlara da başka bir yüzle gelen kimsedir. “

Ebu Davud : 5.c.4872.n

“ … Enes r.a’dan, Rasulullah s.a.v şöyle buyurdular : Kendisine güvenilmeyenin imanı yoktur, ahdine sadakati olmayanın da dini yoktur. "

Camiu’s Sağir : 3.c. 3848.n - Ahmed : 3/135-154-210-251

“ … Enes r.a’dan, Rasulullah s.a.v şöyle buyurdular : “ …. Size güvenildiğinde, ihanet etmeyin… “

Camiu’s Sağir : 2.c. 17988.n

“… Enes b. Malik r.a dan. Rasulullah s.a.v şöyle buyurdu : Kulun kalbi düzgün olmadıkça imanı düzgün olmaz, dili düzgün olmadıkça da kalbi düzgün olmaz, kişi güvenilir birisi olmadıkça cennete girmez. “

Ahmed : 3/198 – S.Sahiha : 6/822 – 2841

Hulasa insanın dürüst olanı sevilir, sahtekar ve yalancıları da sevilmez … Bununla beraber insanın dürüst olanına güven duyulur, olmayanına ise asla güvenilmez … Hatta bu tip kimselerin insanlar nazarında da bir değerleri olmaz.

Rabbim bizlere güvenilir kimseler olmamızı nasibeylesin …

Tacuddin el Bayburdi

#hadis #sünnet #müslim #bursa #bursakuranvesünnet

25 Kasım 2014 Salı

KAR TANELERİ







Ehli Sünnet Vel CemaatAYETLER
- 06:11



Ehli Sünnet Vel Cemaat originally shared:

ALLÂH-U TE'ÂLÂ'NIN SONSUZ SANATINDAN BİRİ!
İŞTE EN BÜYÜK SANATKÂRIN ZARAFET DOLU ESERİ
~
Önce Ayet-i Kerime İle Başlayalım İnşâAllah:
Bismillâhirrahmânirrahîm:
● ''De ki: “Göklerde ve yerde olup bitenlere dikkatle bakın!” Fakat o uyarmalar ve o âyetler, îmân etmeyen bir kavme fayda vermez ki!''
BU AYETTE YÜCE RABBİMİZ BİZDEN İBRET ALIP TEFEKKÜR ETMEMİZİ İSTEMEKTEDİR

BUYURALIM İNŞÂALLAH:KAR KRİSTALLERİ!
● İlk bakışta dahi büyük bir sanatçıya ait olduğunu göreceğimiz bu muhteşem eserler Rabbimizdendir.
ÖZELLİKLERİNDEN BİRKAÇI;
~ HERBİRİNİN ŞEKLİ FARKLIDIR (Mikroskop ile yapılan deneylerde 6 bin kadar kar tanelerinden, aynı 2 tanesine bile rastlanmamıştır.Kaynak wikipedia)
~ BİRBİRİ İLE SİMETRİK OLUŞLARI
~ HERBİRİNİN 6 KÖŞELİ OLMASI
~ BİRBİRİ İLE ÖLÇÜLÜ ŞEKİLLİ MOTİFLER İÇERMESİ

TEFEKKÜRE DÂVET!
● Allâh-u Te'âlâ kar tanelerini 1 santim bile çapı olmayacak kadar küçük tasarlamışken,
Son derece yumuşak ve şekli bozulmaya müsait oldukları bir yapıda halk etmişken
Nasıl kilometrelerce yüksekten şekli muhafaza olarak yeryüzüne indirmektedir düşündük mü?
● Kar tanelerinde birbirine yapışmayı engelleyen itici bir kuvvet vardır.Allah Te'âlâ böyle yaratarak birbirine yapışmadan ve yumuşak bir halde şekilleri bozulmadan yeryüzüne kondurmaktadır.
Yani Yüce Rabbimiz incelememiz için ne büyük kolaylık sağlamıştır.Ki bu Sanatını tefekkür edebilelim...

AYETTE BUYRULDU
''Elbette gece ile gündüzün birbiri ardınca değişip durmasında ve ALLÂH’ın göklerde ve yerde yarattıklarında sakınan bir kavim için bir çok delîl vardır.'' 10/ YÛNUS /6

GENE DÜŞÜNELİM!!
● Böylesi narin ve küçük bir zerrecik iken nasıl iğne ile yontulmuşgibi ince latif şekiller çıkmaktadır?
Bundan öte hepsi ahenkli uyumlu bir sanat olmaktalar.
● Bunlar ancak Rabbimizin sonsuz Sanatının tezahürüdür.(belirtisidir)
ÇIKARACAĞIMIZ BİR BÜYÜK DERS VAR!
AYETİ KERİMEDE YİNE RABBİMİZ
Onlar, Allah'ın büyüklüğünü hakkıyla bilemediler; şüphe yok ki Allah, kuvvet sâhibidir, üstündür. (HACC SÛRESİ/74)
BUYURMUŞTUR.ALLAH'IMIZ NE KADAR BÜYÜK OLDUĞUNU BİR NEBZE DAHA İYİ ANLAMAK ADINA ADIM ATMALIYIZ İNŞÂALLAH.
BU GÖSTERMEYE ÇALIŞTIĞIMIZ SONSUZ SANATININ ZERRESİ ETMEYECEK HUSUSTA BUNA VESİLEDİR.

DUA EDELİM SIĞINALIM İNŞÂALLAH
-RABBİMİZ AZZE VE CELLE YUKARIDAKİ AYETİN ZEMMİNE ÇARPILMAKTAN BİZLERİ HIFZ EYLESİN.ÂMÎN.

- YÜCE ALLAH BİZLERİ KENDİSİNİN AYETLERİNE KÖR OLMAKTAN MUHAFAZA EYLESİN.ÂMÎN.

- ALLAH-U TE'ÂLÂ GÖKTE YERDE BULUNAN DELİLLERİNİ TEFEKKÜRDEN (DÜŞÜNMEKTEN) YÜZ ÇEVİRMEKTENDE KORUSUN.ÂMÎN.

- CÜMLEMİZİ EN BÜYÜK RIZASINA MAZHAR EYLEYİP KURTULUŞA ERENLER ZÜMRESİNEDE DAHİL BUYURSUN.ÂMÎN.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Öğretmenler Gününüz Kutlu olsun





ahmet aydınTartışma
- 15:25



HAYAT GÜZELDİR (Tartışma) topluluğunda ilk olarakserhat kejkan paylaştı:

Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkânsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa Yılmaz olan bir erkek çocuk vardı. Mediha öğretmen bir yıl önce Mustafa yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Mediha öğretmen onun kâğıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x ) yapmaktan ve kâğıdın üstüne büyük? F? (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu.
Mediha öğretmenin okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa’nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaşacaktı.

Mustafa’nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: “Mustafa gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli?”

İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: “Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor?”

Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: “Mustafa’nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evde ki yaşamı yakında onu etkileyecek.”

Mustafa’nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: “Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.”

Bunları okuyunca, Mediha öğretmen problemi kavramıştı.
Öğrencileri ona öğretmenler Günü’nde güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde kendini bile çok kötü hissediyordu. Mustafa’nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti.
Mustafa’nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı ile beceriksizce sarılmıştı.
Mediha öğretmen onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu.
Mediha öğretmen pakette taşlarından bazı-ları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi.
Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı: - Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyorsunuz.”

Çocuklar gittikten sonra, Mediha öğretmen en az bir saat ağladı. O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları eğitmeye başladı. Mediha öğretmen, Mustafa ya özel ilgi gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. Yılın sonuna kadar Mustafa sınıfta ki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları aynı derecede sevdiğini söylemesine rağmen, Mustafa onun gözdelerinden biri idi.

Bir sene sonra, Mediha öğretmen kapısının altında Mustafa’dan mektup buldu, ona hâlâ tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu.

Altı yıl sonra Mustafa dan bir mektup daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı.

Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı. Yine Mediha öğretmenin tüm yaşamındaki en iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı.
Sonra dört yıl daha geçti ve başka bir mektup geldi. Bu kez fakülte diplomasını aldıktan
sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hâlâ karşılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama simdi ismi biraz daha uzundu.
Mektup söyle imzalanmıştı,
Prof. Dr. Mustafa Yılmaz (Tıp Doktoru)

Öykü burada bitmiyor.
Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var.
Mustafa bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu ve evlenme töreninde Mediha öğretmenin damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu.
Şüphesiz Mediha öğretmen bunu kabul etti ve tahmin edin bakalım ne oldu?

Taşları düşmüş olan o bileziği takti. Dahası, Mustafa’-nın annesinin süründüğü parfümden sürdü.
Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Mustafa, Mediha öğretmenin kulağına şöyle fısıldadı; "Bana inandığınız için teşekkür ederim, öğretmenim. Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark meydana getirebileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim"

Mediha öğretmenin, gözlerinde yaşlarla fısıldadı, şöyle dedi: “Mustafam, yanlış şeylere sahiptim. Bir fark meydana getirebileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum.”

KAÇ KALBE DİKEN BATIRDIN?





DamLa NuRDaNGÜZEL SÖZLER
- 07:28



DamLa NuRDaN originally shared:

KAÇ KALBE DİKEN BATIRDIN?

Şöyle buyurur Hazret-i Mevlânâ: “Dünyada diken tohumu ekeni, sen gül bahçesinde arama.” Ey insan, arkana dön ve bir bak.

Hoşgörüsüzlüğünle kaç kalbe diken batırdın, bir hatırla...

Daha geçenlerde, komşun boş çöp kovasını kapı önünde unuttu diye, bir akşamüstü kalbini kırdın, akşamını berbat edip uykusunun kaçmasına, ağlamasına sebep oldun. Belki o gün teheccüde kalkma niyeti vardı, senin yüzünden uyuyamadığı için kalkamadı...

Bir gün, sen çok hasta olmuştun da komşun senin için dualar etmişti. Kaç saat uğraşıp senin için
börek yapmış, içten güzel niyetlerle seni ziyarete gelmişti. Sense hemen çocuğunun açtığı birazcık müziği şikâyet edip onu mahzun ve mahcup ettin.

Hâlbuki o zaten mahcuptu sana karşı... Çocuğu bir gün, dış kapının anahtarını unutunca kıyameti kopardın. Ziline bastı diye, rahatsız etti diye, çocuğu babasına şikâyet ettin.

Güzel niyetlerle komşun sana aşure getirdi, sen kötü bir ifadeyle kapıyı açıp “Neden rahatsız ediyorsun?” dercesine yüzüne bile bakmak istemeyerek, iğrenir gibi zoraki aldın...

Gelen misafirinden rahatsız olup kapıya kadar gelip bağırdın. Sevgi dolu bir merhabaya,
selama, soğuk ifadelerle, donuk cevap verdin.

Ve sen beyefendi; araba yeri yüzünden kaç kişiyle kavga ettin, kalbini kırdın? Trafikte kaç kişiye
bağırdın, moralini bozdun, neşesini sıfırladın? Oysa konuştuğunda, senden imanlısı yoktu...

Evet, kalplere batırdığın dikenlerden ötürü hiç pişmanlık duymadın, vicdanında bir sızı da hissetmedin, üzerine alınmadın...

Ne buyurmuş Hazret-i Ali efendimiz radıyallahu anhu, “İnsanlara faydası olmayanı, ölülerden
say gitsin.” Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de “İnsanların en hayırlısı, onlara faydalı olandır.”
buyurmuştur.

“Yaratandan ötürü, yaratılanı hiç hoş” göremedin. Sahibi hatırına da sabretmedin. Kötü huylarınla, İslam’a su-i zan ettirdin, imanını ahlak haline dönüştürmedin. Belki evine televizyon koymadın ama İslam’ı hiç temsil edemedin.

Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin, “Sizin müslümanlığınıza bakıp da dininize özenen
yoksa imanınızı gözden geçirin.” Yahut; Hz. Ömer radıyallahu anhunun, “Bizim en büyük şöhretimiz,
Müslümanlığımızdır” sözünü de mi duymadın?

Yunus Emre der Hoca,
İstersen var bin hacca
Hepisinden hallice,
Bir gönüle girmektir.

22 Kasım 2014 Cumartesi

İbadet için kurulan ilk ev Kâbe olduğuna göre, İslam'ın ilk zamanlarında Mescid-i Aksa neden kıble olmuştur?


İbadet için kurulan ilk ev Kâbe olduğuna göre, İslam'ın ilk zamanlarında Mescid-i Aksa neden kıble olmuştur?
ALLAH kuranda kurulan ilk ev'in kabe oldugunu belirtiyor. Buradan anladığım kadarıyla namaz ibadetinin ilk insandan bu yana olduğu ve kabe'nin müminlerin namaz ibadeti için yöneldigi ev olduğunu anlıyorum. Bu doğru mu? Fakat aynı zamanda mescid-i aksanın da kıble olarak belirlenmiş olduğunu biliyorum. ALLAH'ın emriyle kurulan ilk ev kabe olduğuna göre, mescid-i aksanın neden kabeden ayrı bir kıble oldugu bilinmekte midir?
Cevap 1:

Kâbe, Mekke şehrinde Mescid-i Haram'ın ortasında yaklaşık 13 m. yüksekliğinde, 12 m. boyunda ve 11 m. genişliğinde taştan yapılmıs dört köşe bir bina. Haccın sebebi ve bütün Müslümanların kıblegâhı olan Kâbe, yeryüzünde yapılmış olan ilk mukaddes mabettir. Buna Beytullah ve Beyt-i Atik de denir. Kur'an-ı Kerim'de;
"İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan mübarek ve alemler için hidayet kaynağı olan Kabe'dir." (A-i İmran, 3/96) buyurulur.
Hz. Peygamber (asm), ashab-ı kiramdan Ebu Zer (r.a)'in sorularına cevap olarak yeryüzünde ilk inşa edilen mescidirı "Mescid-i Haram", ikinci inşa edilenin"Mescid-i Aksa" olduğunu ve bu ikisi arasında kırk yıl süre bulunduğunu beyan buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ. 10).

Yukarıdaki ayet ve hadis-i şerif, yeryüzünde yapılan ilk mescidin Kâbe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

İbadet ederken nereye yönleceğimizi emreden Allah'tır. Onun emrettiği tarafa yönelmek de ibadettir. Bu açıdan Kabe'ye yönelmeyi emrederse, kıble Kabe olur, Mescid-i Aksa'ya yönelmeyi emrederse de kıble orası olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) her iki yönü de kıble edinerek namaz kılmıştır.

Demek ki Allah Teala hem Kabe'yi hem de Mescid-i Aksay'ı kıble olarak tayin etmiştir. Hangisine yönelinmesini emrederse oraya yönelmek gerekir. Bazı ümmetlere Kabe'ye yönelmeyi emrederken, bazı ümmetlere de Aksa Mecsidi'ne yönelmeyi emretmiştir.

Cevap 2:

Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamber Efendimize (a.s.m.) gelinceye kadar bütün peygamberlerin tebliğ etmiş oldukları iman esasları birdir. Bu husus, peygamberlerin tebliğ ettikleri bütün hak dinlerin ortak bir hususiyetidir. Hiç bir peygamber iman esaslarını değiştirmediği gibi, ona herhangi bir ilâve de yapmamıştır. Hz. Adem (as) insanları nelere inanmaya çağırmışsa, son peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam da ümmetini o esaslara iman etmeye davet etmiştir.

İlâhî dinler arasında iman esasları hususunda hiçbir fark olmadığı gibi, bilhassa temel ibadetler hususunda da fark bulunmamaktadır.

İşte dinin direği mesabesinde olan namaz da bütün peygamberlere ve onların ümmetlerine farz kılınmış bir ibadettir. Fark, sadece vakitlerde ve rekât sayısındadır. Meselâ, namaz Hz. Musa'nın (as) ümmetine günde elli vakit olarak farz kılınmıştı. Bize ise, sevap bakımından elli vakte denk, beş vakit olarak farz kılındı.
Namazın geçmiş ümmetlere de emredildiği hususu bizzat Kur'an-ı Kerîm'de ifade edilmektedir. Meselâ, bir âyeti kerimede Hz. İbrahim (as)’in devamlı namaz kıldığı ve neslinin de namaza devam etmelerini istediği şöyle haber verilir:
"Yâ Rabbi, beni ve benim neslimden olanları namaz da devamlı kıl. Ey Rabbimiz, duamı kabul buyur." (İbrahim, 14/40)
Hz. Musa (as) da namazla emrolunmuştu. Mâide Sûresinin 12. âyeti kerimesinde İsrailoğullanndan namaz kılmaları hususunda kesin söz alındığı ifade edilir.

Hz. Şuayb (as) da çok namaz kılardı. Hatta bu sebeple kendisine hakaret edilmek istenmişti. Bu da Kur'an-ı Kerîm'de şöyle beyan buyurulur:
"Onlar dediler ki: 'Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk edip mallarımız hakkında dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" (Hûd, 11/87)
Yine Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Ishak ve Yakub'un, Hz. Zekeriya'nın, Hz. İsa’nın (aleyhimüsselam) namaz kıldıkları bildirilmektedir.
Diğer taraftan oruç ve zekât da sadece Peygamberimizin (asm) ümmetine mahsus ibadetler değildir. Nitekim, Kur'an-ı Kerîm'de bu ibadetlerin diğer ümmetlere de farz kılınmış olduğu bildirilmektedir. Meselâ, Bakara sûresinin 183. âyetinde mealen şöyle buyurulur:
"Ey imân edenler! Oruç, sizden evvelki ümmetlere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı. Tâ ki, günahtan sakınıp takvaya eresiniz."
Evet, namaz, oruç, zekât ve daha birçok ibadetler diğer peygamberlerin şeriatlarında da vardı. Fakat zamanla Yahudi ve Hristiyanlar bu ibadetleri terk ettiler veya değiştirdiler. O halde, demek yerine, "Cenâb-ı Hak namazı Yahudilere ve diğer ümmetlere de emretmiştir." demek daha doğrudur.

Cevap 3:

Mescid-i Aksa

Tanınmış tefsir alimlerinden Kasımi, Mescid-i Aksâ'nın ismi hakkında şu açıklamayı yapmıştır: "Aksa kelimesi "en uzak" anlamındadır. Mescidi Aksa da Mekke'ye olan uzaklığından dolayı böyle adlandırılmıştır."

Tefsir kitaplarında yer alan rivayetlere ve tarihi kayıtlara göre Mescidi Aksa ilk olarak Hz. Süleyman (a.s.) tarafından inşa edilmiştir. Buhari ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir rivayete göre sahabeden Ebu Zer (r.a.) şöyle demiştir:
"Resulullah (a.s.)'a, yeryüzüne konulmuş olan ilk mescidin hangisi olduğunu sordum. "Mescidi Haram" diye buyurdu. "Sonra hangisi?" dedim. "Mescidi Aksa" diye buyurdu."
Mescidi Aksa vahye dayalı diğer dinlerde olduğu gibi İslâm'da da büyük bir öneme sahiptir. Resulullah (a.s.m) bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Yolculuk ancak şu üç mescidden birine olur: Benim şu mescidime, Mescidi Haram'a ve Mescidi Aksa'ya."(Müslim, Kitâbu'l-Hacc, 15/415, 511, 512)
Burada kastedilen yolculuk ibadet kastıyla olan özel yolculuktur. Bu hadisi şerif dolayısıyla Mescidi Aksa harem mescitlerin üçüncüsü sayılmıştır.

Mescidi Aksa'nın İslâm'daki müstesna yerinin bir sebebi de Resulullah (a.s.m)'in İsrâ ve Miraç mekânı olmasıdır. Yüce Allah, İsrâ suresinin birinci âyetinde Mescidi Aksa'yı adıyla anarak şöyle buyurur:
"Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir."
Burada dikkat edilirse Mescidi Aksa 'dan "çevresini mübarek kıldığımız"şeklinde söz edilmektedir. Mescidi Aksa'nın çevresi ise başta Kudüs, sonra diğer Filistin topraklarıdır.

Resulullah (a.s.m)'ın Mirac'a yükseltildiği sırada Kudüs'te bugünkü şekliyle bir cami yoktu. Ancak Hz. Süleyman (a.s.) tarafından inşa edilmiş ve daha sonra yıkıma maruz kalıp yenilenmiş olan Mescidi Aksa'nın kalıntıları vardı ve burası da Beyti Makdis olarak adlandırılırdı. Resulullah (a.s.m)'ın ziyaret ettiği mekan da işte burasıydı. Beyti Makdis ibaresi bazı tarihi kaynaklarda Kudüs şehri için de kullanılmıştır.

Kadı Beyzavi tefsirinde "Mescidi Aksa" ibaresi açıklanırken: "Burada kastedilen, Beyti Makdis'tir. Çünkü o zaman orada bir mescid mevcut değildi." denmektedir. Aynı ibarenin Nesefi ve Hazin tefsirinde de aynen geçtiğini görüyoruz. İbnu Abbas'tan rivayet edilen tefsir de bu şekildedir. Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirinde de ayette geçen "Mescidi Aksa" ibaresiyle ilgili olarak şu açıklama yapılmaktadır:
"Mescidi Aksa: Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'tir. Nitekim İsra hadisinde de: "Burak'a bindim. Beytu'l-Makdis'e vardım"diye geçmiştir. Bunun etrafı da Kudüs ve civarı demek olur."
(Burada kastedilen İsra hadisini, Buhari, Bed'u'l-Halk, 6; Müslim, İman, 259, 264; Nesai, Salat, 10; Tirmizi, Tefsir, İsra suresi tefsiri, 2, 17; Ahmed ibnu Hanbel, III/148, IV/208, V/387,392,394'te rivayet etmiştir.)

Fi Zilali'l-Kur'an'da İsra suresinin birinci ayetinin tefsirinde şöyle denmektedir:
"... İki belli yer arasındaki bu yolculuğun bir tarafını Mescidi Aksa teşkil ediyor. Mescidi Aksa ise mukaddes toprakların kalbi sayılan bir yerdir. Allah Teala İsrailoğullarını bir müddet buraya yerleştirmiş sonra çıkarmıştı."
Konyalı Mehmed Vehbi Efendi'nin Hulasatu'l-Beyan tefsirinde de şöyle denmektedir:
"Ayette Mescidi Aksa'dan murad, Beyti Mukaddes'tir. Mekke-i Mükerreme'ye uzak olduğundan aksa denilmiştir. Mescidi Aksa'nın etrafı bağlar, bahçeler ve her nev'i nimetlerle dolu olduğu cihetle, dünya nimetleri hususunda mübarek olduğu gibi din hususunda dahi mübarektir. Zira Beyti Mukaddes, makarrı enbiya ve mahalli vahyi ilahi ve sulehanın mabedidir. Ekseri enbiyanın mucizeleri ve asarı garibe orada zuhur ettiğinden Cenab-ı Hak mübarek olduğunu beyan etmiştir. Binaenaleyh maddi ve manevi mahalli mübarek denmeye şayandır."
Mevdudi de, Tefhimu'l-Kur'an adlı tefsirinde burada kastedilen mabedin Kudüs'teki Mescidi Aksa olduğunu ifade etmektedir.

Sabuni'nin Safvetu't-Tefasir adlı eserinde de ilgili ibarenin tefsirinde şöyle denmektedir:
"Yani Mekke-i Mükerreme'den Kudüs'e götüren Allah'ın şanı pek yücedir. Mescidi Aksa ile Mescidi Haram'ın arasındaki mesafe uzak olduğu için Kudüs'teki mescide Mescidi Aksa denilmiştir."
Yine bu tefsirde de Mescidi Aksa'nın çevresinin maddi ve manevi yönden bereketli kılındığı ifade edilir.

Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde de Mescidi Aksa'dan adı anılmaksızın söz edilmektedir. Örneğin Meryem suresinin 11. âyetinde Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Bunun üzerine [Zekeriya (a.s.)] mescidden kavminin karşısına çıkıp onlara: "Sabah ve akşam tesbih edin" diye işaret etti."
Burada kastedilen mescid, Mescidi Aksa yani Beyti Makdis'dir. Ali İmrân suresinin 37. âyetinde de şöyle buyuruluyor:
"Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabulle kabul etti; güzel bir şekilde yetiştirip büyüttü ve onun bakımını Zekeriyya'nın yükümlülüğüne verdi. Zekeriyya ne zaman onun bulunduğu mabede girse yanında yiyecek bulurdu."Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" derdi. O da:"Allah'ın katındandır. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir" derdi."
Burada sözü edilen ma'bed de aynı mesciddir. Yine aynı surenin 39. âyetinde de şöyle buyuruluyor:
"Onun [Zekeriya (a.s.)'ın] mihrabda namaz kılmakta olduğu sırada melekler kendisine, "Allah sana, Allah katından olan Kelime'yi doğrulayıcı, efendi, kendine hakim ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdelemektedir." diye seslendiler."
Bu âyeti kerimede mihrab denirken kastedilen mekân da Mescidi Aksa'dır.

Bütün bu ayetler, Hz. Zekeriyya ve onun oğlu Hz. Yahya, Hz. Meryem ve onun oğlu Hz. İsa (a.s.) döneminde orada bir mabedin yani Mescidi Aksa'nın eski şeklinin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır. İşte Beyti Makdis denilen mabed de bu mabeddir.

Mescidi Aksa'nın fazilet ve ehemmiyeti hakkında birçok hadisi şerif de bulunmaktadır. Bunlardan en meşhur olanını yukarıda verdik. Ahmed ibnu Hanbel, Nesâi ve Hakim'in Abdullah ibnu Ömer (r.a.)'den rivayet etmiş oldukları bir hadisi şerife göre de Resulullah (a.s.m) şöyle buyurmuştur:
"Süleymân (a.s.) Mescidi Aksa'yı yaptığında Rabbinden üç şey istedi. Rabbi ona ikisini verdi. Ben üçüncüsünü de vermiş olmasını ümit ediyorum: Kendisine, kendi hükmüne denk gelecek hüküm vermesini istedi, (Rabbi) bu istediğini verdi. Kendisinden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir saltanat vermesini istedi, bu istediğini de verdi. Bir de her kim, bu Mescid'de -yani Mescidi Aksa'da- namaz kılmak amacıyla evinden çıkarsa, anasından doğmuş gibi günâhlarından sıyrılsın, istedi. Biz Allah'ın bu istediğini de ona vermiş olmasını ümit ediyoruz."
Bir hadisi şerifte bildirildiğine göre Resulullah (a.s.m)'ın câriyesi Meymune (r. anhâ): "Ey Resulullah! Bize Mescidi Aksa hakkındaki hükmün ne olduğunu bildir." dedi. Resulullah (a.s.m) da şöyle buyurdu: "Oraya (Mescidi Aksa'ya) gidin ve içinde namaz kılın." -Hadisin râvisi dedi ki: "O zaman burası Dâru'l-Harb'di (yani Müslüman olmayanların hâkimiyeti altındaydı)."- (Resulullah (a.s.m) sözlerine daha sonra şöyle devam etti): "Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin." (Ebu Davud, Kitâbu's-Salât, 14)
Burada zeytinyağı bir semboldür. Yapılması istenen ise Kudüs'e ve Mescidi Aksa'ya önem verilmesi, oranın Hz. İbrahim (a.s.)'ın hanif dininin gerçek sahipleri olan mü'minlerin eline geçmesi için çalışılması ve o kutsal mekânların tevhid dinine uygun kimliğinin korunması amacıyla yapılan çalışmalara herhangi bir şekilde destek olunmasıdır.

Yeryüzünün en faziletli mekânları camiler, camilerin de en faziletlileri Mescidi Haram, Mescidi Nebevi ve Mescidi Aksa’dır. Bu üç camide kılınan namazların diğer camilerde kılınan namazlardan çok daha fazla sevaplı olduğu hadisi şeriflerde bildirilmiştir. Hatta İbnu Mace'nin nakletmiş olduğu bir hadiste:
"Bir adamın kendi evinde kıldığı namaza bir namaz sevabı verilir. Oturduğu beldenin sakinlerinin devam ettikleri camide kıldığı namaza yirmi beş kat sevap verilir. Cuma namazının kılındığı camide kıldığı namaza beş yüz kat sevap verilir. Mescidi Aksa'da kıldığı namaza elli bin kat sevap verilir. Benim camimde kıldığı namaza da elli bin kat sevap verilir. Mescidi Haram'da kıldığı namaza ise yüz bin kat sevap verilir."(İbnu Mâce, İkâmetu's-Sala ve's-Sunne fihâ, 5/198)
denmektedir. Ancak ez-Zevâid'de bu hadisin isnadının zayıf olduğu söylenmektedir. İbnu Hibban da bu hadisin delil olarak alınabilmesi için bunu te'yid eden bir rivayetin bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Burada verilen rakamları te'yid eden başka herhangi bir rivayet bilmiyorsak da, sayılan üç mescidde kılınan namazların diğer mescidlerde kılınan namazlardan çok daha fazla sevaplı olduğunu bildiren başka hadisler mevcuttur. Bu itibarla verilen rakamlar belki sevabın katını ifade etmek için değil de arada çok büyük bir sevap farkı olduğuna dikkat çekmek için söylenmiş olabilir.

Bilindiği üzere Mescidi Aksa aynı zamanda Müslümanların ilk kıblesidir. Bu özelliğinden dolayı da İslâm'da ayrı bir öneme sahiptir. Buhari ve Müslim'in rivayet ettiklerine göre el-Bera ibnu Azib (r.a.) şöyle söylemiştir:
"Resulullah (a.s.) Beyti Makdis (Mescidi Aksa) tarafına on altı ya da on yedi ay namaz kıldı. Resulullah (a.s.) Ka'be tarafına namaz kılmayı arzuluyordu. Yüce Allah da şu ayeti kerimeyi indirdi: "Yüzünü göğe doğru çevirip durmanı görüyoruz. Seni hoşnut kalacağın kıbleye doğru yönelteceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ve her nerede olursanız olun yüzünüzü onun tarafına çevirin." (Bakara, 2/144)
Bunu te'yid eden daha birçok hadisi şerif rivayet edilmiştir.

Mescidi Aksa aynı zamanda Yüce Allah'ın yeryüzündeki ilâhi âyetlerinden bir âyettir. Yukarıda verdiğimiz Mirac olayıyla ilgili ayette, Resulullah (a.s.m)'ın Mescidi Aksa'ya getirilmesiyle bağlantılı olarak: "Kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için..." denmesi buna delalet eder. Allah dileseydi Resulullah (a.s.m)'ı Mescidi Haram'dan da Mirac'a yükseltebilirdi. Ancak kendisine birtakım ilâhi âyetlerin gösterilmesi amacıyla önce Mescidi Aksa'ya getirilmiş ve oradan Miraca yükseltilmiştir. Demek ki, burası da Allah'ın yeryüzündeki ilâhi âyetlerinden bir âyettir. Dolayısıyla buraya asıl sahip çıkmaları gerekenler Müslümanlardır.

Mescidi Aksa'nın Tarihi

Tarihi kaynaklardan anlaşıldığına göre Mescidi Aksa'yı ilk inşa eden kişi Hz. Süleyman (a.s.)'dır. Kur'an-ı Kerim'in Sebe suresinin 14. ayeti kerimesinin tefsiriyle ilgili olarak verilen bilgiler de buna delalet etmektedir. Bu ayeti kerime de şöyle buyurulur:
"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimizde, onun ölümünü, bastonunu yiyen ağaç kurdundan başka onlara gösteren olmadı. Böylece o yere yıkılınca, anlaşıldı ki cinler eğer gaybı biliyor olsalardı aşağılayıcı azabın içinde kalmazlardı."
Bu ayetin tefsirinde şu bilgiler verilir: Süleyman (a.s.) Mescidi Aksa'nın inşasında cinlerden de yararlandı. Bu inşaat işinde insanların yapmaya güç yetiremeyecekleri zor işleri cinler yapıyorlardı. Ancak Süleyman (a.s.) bir gün mihrabında asasına dayanmış halde ibadet ederken öldü. Cinler onun ibadet ettiğini sanarak işlerini yapmaya devam ettiler. Sonuçta Süleyman (a.s.)'ın asasını içten güve yedi ve asa kırılınca onun cesedi de yere düştü. Böylece öldüğü anlaşıldı.

Bazı tarihi kaynaklarda Kudüs'ün M.S. 70 yılında yıkıma uğratıldığı Beyti Makdis'in de bu olayda yıkıldığı ifade edilmektedir. Ancak bu mekan yine bir mabed olarak biliniyor ve Beyti Makdis'in kalıntıları da korunuyordu. Şu an Yahudilerin "Ağlama Duvarı" Müslümanların ise "Burak Duvarı" olarak adlandırdıkları duvar, eski mabedin bir kalıntısıdır. M.S. 638 yılında Hz. Ömer (r.a.) döneminde Kudüs fethedildikten sonra Beyti Makdis'in yerinde Mescidi Aksa inşa edildi. Hz. Ömer (r.a.)'ın burayı mabed ittihaz etmesi de o mekanın kudsiyet ve ehemmiyetinden ileri geliyordu. Mescidi Aksa daha sonra Emevi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında genişletildi. Mescidi Aksa'nın hemen yakınında bulunan ve bugün Türkiye Müslümanları tarafından Mescidi Aksa zannedilen sekiz köşeli Kubbetu's-Sahra adlı mabed de Abdülmelik bin Mervan tarafından inşa ettirilmiştir.

Bakara suresi 143. ayette, kıblenin değiştirilmesi manasına gelen bir kelime var mıdır? Ayetin doğru meali hangisidir?


Bakara suresi 143. ayette, kıblenin değiştirilmesi manasına gelen bir kelime var mıdır? Ayetin doğru meali hangisidir?
İlgili ayetin meali şöyledir: 

“Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki insanlar nezdinde Hakk'ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu oldukça ağır bir iştir. Ancak Allah'ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir.” 
(Bakara, 2/143)

Ayette geçen “Daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yapmamız...”mealindeki ifadeyi, kıblenin değiştirilmesi, tahvil edilmesi, önceki kıble istikametine tekrar döndürülmesi gibi ifadelerle söylemek de doğrudur.

Hz. Peygamber (asv), kıble değişikliği ile ilgili bu âyetler gelinceye kadar (on altı veya on yedi ay, bk. Tirmizî, "Tefsir", 3) Kudüs'teki Beytülmakdis'e yönelerek namaz kılmışsa da, Kabe'nin kıble olması hususunda derin bir istek duyuyordu. Nitekim “Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz.”mealindeki bir sonraki ayette de onun bu özlemi dile getirilmektedir. Hz. Peygamber (asv)'in bu arzusu yönünde kıblenin değiştirilmesiyle kimlerin gerçekten Allah'ın Resulü'ne gönülden bağlı samimi müminler olduğu, kimlerin Müslüman görünmelerine rağmen münafık oldukları da ortaya çıkacaktı. Nitekim âyetin üslûbundan anlaşıldığına ve tefsirlerde yer alan bazı rivayetlere göre, hicretin 2. yılında Receb veya Şaban ayında gerçekleşen kıble değişikliği, neredeyse bir fitne sebebi olmuş; Hz. Peygamber (asv) ve Müslümanlar bu değişikliği memnunlukla karşılarken, Yahudilerle birlikte münafıklar da bunu bir dedikodu vesilesi yapıp Hz. Peygamber (asv)'e dil uzatmaya kalkışmışlardır. (bk. Taberî, ilgili ayetin tefsiri)

Kıblenin değiştirilmesi, Allah'ın hidayet verdiği kimselerdin dışında kalanlara -Yahudiler ve münafıklarla henüz İslâm'ı içlerine sindirememiş kesimlere- ağır gelmiş; önemli bir mesele olarak tartışma konusu yapılmış; hatta -Yahudilerin de telkiniyle- Müslümanlar arasında daha önce Kudüs'e yönelerek kılınan namazların boşa gitmiş olacağı kaygısına kapılanlar bile olmuştur. İşte âyette "Allah imanınızı asla zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." buyurularak O'nun, kendisine iman ve itaatin gereği olarak yapılan amelleri kabul edeceğine, dolayısıyla bu hususta bir kaygıya kapılmanın yersiz olduğuna dikkat çekilmiştir. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetin tefsiri)

Not: Prof. Dr. Davut Aydüz’ün, "Kıble'nin Tahvili ile İlgili Ayetlerin Kur'an'daki Tertibi" isimli şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz:

Kur’ân-ı Kerîm’in tertib ve düzeni, âhenk ve insicamı, O’nun mûcizevî buudlarından birini teşkil ettiği gibi, ifade tarzı ve anlatım keyfiyeti de beşer karihasını aşan, insan kudretini âciz bırakan bir başka mûcizevî buudunu teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm, 23 sene zarfında, değişik olaylar, durumlar, muhataplar karşısında, parça parça olarak peyderpey inmesine rağmen O’nun sûreleri, âyetleri ve hattâ kelimeleri arasında birbirine zıt düşen, birbirinin âhengini bozan tek bir ifade, tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Bir solukta söylenmiş şiir gibidir adeta O’nun bütünü. Bu ise ancak, 23 seneyi bir “an” gibi gören, geçmişi bu günle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen, hâsılı, zamandan ve mekândan münezzeh olan bir Zat’ın kelâmı olmakla açıklanabilir. Halbuki Kur’ân vahyinin, devamlı sûrette değişen sebep ve hâdiselere göre ceste ceste gönderilmesi, bir yandan konuların mahiyetindeki değişiklik, diğer yandan parçalar arasındaki zaman farkı, tabiî olarak, onlardan bahsederken irtibatsızlığa sebep olmalıydı.

Bunları bir sûre başlığı altında toplamak, normalde dağınıklığa yol açmalıydı.“...Eğer O, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, O’nda birçok tutarsızlık bulurlardı.” (Nisâ/4: 82).

İşte sûreler ve âyetler arası bu tanzim bile, tek başına gösterir ki Kur’ân, beşer kelâmı değil, her şeyi bilen Zâtın kelâmıdır (Draz, 152).

Bu gerçeğe rağmen, Kur’ân’a ve sûrelere bir bütün olarak bakamayan oryantalistler ve onlar gibi düşünenler, sûreler ve âyetler arası intizâm ve irtibatı anlayamamaktadırlar. Anlayamayınca da, kendi akıllarını tek doğru kabul etmekte ve Kur’ân-ı Kerîm’in mevcut tertibinin hatalı olduğunu söyleyerek başka tertipler teklif etmektedirler. Halbuki Kur’ân, nâzil olduğu sıraya göre düzenlenmeyip, vahye müstenid Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) emriyle elimizdeki mevcut şekliyle tertip edilmiştir. Bu tertipte birçok hikmetler vardır. Bu hikmetleri müfessirlerimiz, gerek tefsirlerinde âyetleri tefsir ederlerken, gerekse müstakil kitaplarda açıklamışlardır. Âyetler ve sûreler arası hikmetleri bulup çıkarmak için ciddî gayret sarfeden müfessirlerimiz, eğer iki âyet veya iki sûre arasındaki münâsebeti bilememişlerse, hiçbir zaman mevcut tertibi beğenmemezlik etmemiş ve başka bir tertip teklif etmemişlerdir. Fakat oryantalistler ve onların tesiri altında kalanlar, mevcut tertipteki âyetler arası münasebeti bilemeyince, kendi akıllarına göre yeni bir tertip teklif etmektedirler. Halbuki ilâhî bir kitap, hiçbir zaman keyfî tertibe bırakılamayacağı gibi, böyle bir yol açık olsa, farklı tertipte kişiler sayısınca Kur’ân ortaya çıkacaktır. Allah (c.c.), böyle bir şeyden Kur’ân’ı bugüne kadar muhafaza etmiş ve “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.”(Hicr/15: 9) âyeti gereği kıyâmete kadar da muhâfaza edecektir.

Oryantalistlerin, Kur’ân’ın tertibi ile ilgili tenkit ettikleri hususlardan birisi de, Bakara sûresindeki kıble ile ilgili âyetlerdir. Onlara göre mevcut tertip, anlam ilişkisi bakımından tutarlı değildir ve anlam karışıklığı vardır. İddialarına göre âyetlerin dizilişi, 143-115-144-142 şeklinde olmalıdır:

"Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamber’in izinden gidenlerle O’ndan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu oldukça ağır bir iştir, ancak Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah, imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir."
(Bakara, 2/143)

"Doğu da Batı da Allah’ındır, hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır. Muhakkak ki Allah’ın lûtfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır."
 (Bakara/2: 115)

"Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık müsterih ol, işte memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz. Haydi çevir yüzünü Mescid-i Haram’a doğru! Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kıbleyi çevirmenin gerçekten Rabbileri tarafından olduğunu bilirler. Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir."
(Bakara, 2/144)

"Akılsız insanlar, “Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola yöneltir.”
 (Bakara, 2/142).

Biz, bu makalemizde, mevcut tertibe göre Bakara sûresindeki kıble ile ilgili âyetleri (115,142,143,144) kısaca açıklayarak, aralarındaki münâsebeti göstermeye çalışacağız.

وَ ِللهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ إِنَّ اللهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

"Doğu da Batı da Allah’ındır; hangi tarafa dönerseniz, orada Allah’a itaat ve ibadet ciheti vardır. Muhakkak ki, Allah’ın lûtfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır."
 (Bakara/2: 115)

Bu âyetten bir önceki âyet şudur:

"Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyip, oraların ıssız ve harap hâle gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Bunlar, oralara ancak korka korka girebilirler. Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır."
 (Bakara, 2/114)

Müfessirlere göre, bu iki âyet arasında şöyle bir münâsebet vardır:

Allah’ın mescitlerini, içlerinde Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak, hem Allah’ın, hem mescitlerin, hem de insanların hakkına çok büyük bir tecavüzdür. Şu hâlde, mescitlere saldırmak ve onların maddeten veya manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapanlar en zalim kimselerdendir... O mescitlerden men edilen ve Allah’a cidden ibadet etmek isteyenler asla ye’se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet etmekten engellendik diye Allah’tan ve Allah’a ibadetten vazgeçmemelidirler. Çünkü sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri ve istikametleriyle bütün yeryüzü Allah’ındır (Ebû Hayyan 1:530; Bikâî, 2:122). Şu hâlde, her nereye dönerseniz dönünüz, orada, Allah’a ibâdet edecek bir yön, bir cihet vardır. Allah’ın bir mekânı yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün cihetler O’nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zarurî değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret hâlinde her yana, her cihete namaz kılınabilir. Allah’ın, Peygamberlere bir kıble emretmesi darlıktan veya bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve onları birlik ve beraberlik demek olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah, lûtfu ve rahmeti geniş olduğu için daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan daha hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir (Taberî, 1:501; Kurtubî, 2:82).

Büyük müfessir Taberî’ye göre: 115’nci âyette kıblenin çevrileceğine işaret vardır. Elmalılı da, âyetle ilgili açıklamalarında aynı hususa yer vermekte ve “Bakara sûresinin bu 115’inci âyetinde ibadet için, özellikle namaz kılmak için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin değişmesi işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin değişmesi gerektiğine işaret edilmiştir” demektedir (Yazır, 1:394).

115’inci âyette kıblenin ileride değiştirileceğine dair bu işaretten sonra, kıble değiştirildiği zaman sefihlerin söyleyecekleri şeyler önceden haber verilerek şöyle deniliyor:

سَيَقُولُ السُّفَهَآءُ مِنْ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ ِللهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَآءُ إِلَى صِرَاطٍمُسْتَقِيمٍ

"Akılsız insanlar: “Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır. O, dilediği kimseyi doğru yola yöneltir."
 (Bakara, 2/142)

İnsanlar içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı anlayışsızlar diyecekler ki, bunları, yani Muhammed ve ümmetini, bulundukları kıblelerinden yani Beyt-i Makdis’den çeviren nedir? Bu söz, neshi inkâr eden ve kıblenin tahvîline itiraz etmek isteyen Yahudiler, münafıklar (Vahidî, 42-43; Taberî, 2:1) ve Mekkeli müşrikler (Kurtubî, 2:148) tarafından ileri sürülmüş, âyet de onlar hakkında inmiştir.

İşte bütün bunlara karşı ve daha doğrusu, kıblenin değişmesinden önce sefihlerin ne diyecekleri ve onlara nasıl cevap verileceği hususuna işaret etmek üzere (Taberî, 1:2; Zemahşerî, 1:242; Nesefî, 1:83) 142 ve 143’ncü âyetler inmiştir.

Asrımızın değerli müfessirlerinden Seyyid Kutub’a göre de bu âyet, gelecekten haber vermektedir. Bu âyet, kıblenin değiştirilmesi neticesinde beyinsizlerin söyleyecekleri uydurma lâflar ve sorulara bir mukaddimedir. Âyet-i kerîme, söyleyecekleri şeylerin belli, plânlarının malûm ve cevaplarının hazır olduğu hissini vermek için istikbâl sigası ile başlıyor. Hem yersiz soru sorma hareketlerinin tesirini tedavi ediyor, hem de Resûlullah’a onlara verilecek cevabı telkin ediyor... (Kutub, ilgili âyet)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Mekke’de iken, bazılarına göre Kâbe’ye, bazılarına göre Beyt-i Makdis’e, doğru namaz kılıyordu. Bu iki görüşü telif edebilen daha başkalarına göre ise, Kâbe’yi önüne alarak Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılıyordu (İbn. Kesir, 1:226). İbn Atiyye ve Cessâs gibi bazı âlimlere göre Mekke’de “Kâbe öne alınarakâ“ Beyt-i Makdis’e doğru yönelmenin emredilmesiyle Müslümanlar, Kâbe’ye yönelen müşriklerden ayırdediliyor ve aynı zamanda da imtihan ediliyorlardı. Fakat Medine’de, Kâbe ile Beyt-i Makdis’i cem’etmek mümkün olmadığından, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmaya başlayınca, bu iş putperest Araplar’ın gücüne gitti. Daha sonra tekrar Kâbe’ye dönülerek namaz kılınması emir buyurulduğu zaman putperest Araplar sevindi, yahudiler rahatsız oldu (İbn Atiyye, 2:7; Cassas, 1:106). Yahudiler ve münâfıklar: “Bu ne iş böyle, kâh buraya, kâh oraya? Bunda kesinlik yok ve kararlılık olsa böyle olur mu?” diyerek, Müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya çalıştılar.

Medine döneminin başında Peygamberimizin Beyt-i Makdis’e dönmesinin emredilmesiyle (Taberî, 2:5; İbn Ebî Hatim, 1:248) kendi Kâbe’lerini bırakmaya hazır olmayan müşrik Araplar denendi. Bu, kabilecilik geleneğini, bu tür cahiliye değerlerinin tesirlerini yok etme adına zorlu bir imtihandı, fakat samimi mü’minler başarılı oldular, kabile taassubu içinde olanlar ise imtihanı kaybettiler. Kıble, Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiğinde ise Müslüman olan Yahudi ve Hırıstiyanlar deneniyordu. Atalarının kıblesinden başka bir kıble kabul etmek onlar için çok zordu. Bu şekilde İslâm’dan yüz çevirenler, Allah’ın gerçek kullarından ayırdedildi ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) yanında sadece gerçek mü’minler kaldı (Mevdudî, 1:107). Onlar kıble değişikliklerine itiraz etmedikleri gibi, imanlarında ve imanlarının gereği namazlarında samimi olduklarından ve diğer Müslüman kardeşlerini kendi nefisleri kadar sevdiklerinden: “Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar ne olacak?” diye telâş ve endişeye kapıldılar. Bunun üzerine şu âyet indi:

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَآءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَآإِلاَّ لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى الله ُوَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيع َإِيمَانَكُمْإِنَّ اللهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

"Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle O’ndan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu, oldukça ağır bir iştir, ancak Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah, imanınızı (Beyt-i Makdis’e doğru kıldığınız namazlarınızı) zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir."
 (Bakara, 2/143).” (Ebû Davud, sünne 16; Tirmizî, tefsir 3; Süyutî, 29)

Hz. Peygamber (s.a.s.), yukarıdan beri devam edegelen bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan Cibril’in yolunu gözlüyor ve atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâbe’ye yönelmek için Allah’a duâ ediyordu. Nihayet şu âyetler nâzil oldu:

قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَآءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواوُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ

"Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık müsterih ol, işte memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz. Haydi çevir yüzünü Mescid-i Haram’a doğru! Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kıbleyi çevirmenin gerçekten Rableri tarafından olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir."
 (Bakara/2: 144)

Kıblenin çevrilmesi hakkındaki 115’nci âyetle başlayıp, 142 ve 143’ncü âyetlerle devam eden işaretler, bu 144’ncü âyet ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık namazda Kâbe’ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. (Yazır, 1: 436)

Sebeb-i Nüzûl Rivâyeti:

Resûlullah (s.a.s.), Medîne’ye geldikten sonra 16 veya 17 ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldı. Namaz kılarken Kâbe’ye doğru yönelmeyi arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: “Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz...” (Bakara, 2/144) meâlindeki âyeti indirdi. Bu âyet nâzil olunca, beyinsizler -Yahudiler-: “Bu müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?..”(Bakara, 2/142) dediler. Yüce Allah: “De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır.” (Bakara, 2/142) buyurdu (Buharî, salât 31; Vahidî, 42)

Bu rivâyetin zâhirine bakarak 144’ncü âyet, 142’nci âyetten önce inmiştir denilebilir. Şu kadar ki, Bu rivâyet konusunda Tâhir b. Aşur’un önemli bir değerlendirmesi vardır. Ona göre bu rivâyette, bu konudaki benzeri rivâyetlerde olmayan derc (ilâve) vardır. Bu ilâve de, 144’ncü âyetin, 142’nci âyetten önce indiği intibaını uyandırmaktadır. Halbuki Buharî, bu rivâyeti Sahîh’inde üç ayrı yerde zikretmiştir. Bunlardan “salât 31”de zikrettiği rivâyet; Abdullah b. Recâ, İsrâîl, Ebû İshâk ve Berâ’ senediyle gelmektedir. Bu rivâyet bizim yukarıda verdiğimiz rivâyettir. Senetteki râvilerden birisi hadise, kendine göre açıklama gayesiyle سَيَقُولُالسُّفَهآءُ مِنَ النَّاسِ (Bakara, 2/142) ilâvesini yapmıştır.

“İman 30”da zikredilen rivâyetin senedi ise: Amr b. Hâlid, Zührî, İbn İshâk ve Berâ’ şeklindedir. Bu rivâyette ise, önceki rivâyetten farklı olarak (Bakara 142’nci âyet yerine), yine râvilerden birisi tarafından açıklama gayesiyle dercedildiği anlaşılan şu ifade vardır: وَكَانَتِ اْليَهُودُ قَدْ أَعْجَبَهُمْ

Buhârî’nin bu rivâyeti zikrettiği üçüncü yer ise, “tefsir Bakara 12”dir. Buradaki senet ise şu şekildedir: Ebû Nuaym, Züheyr, Ebû İshâk, Berâ’. Bu rivâyette, önceki iki rivâyetteki dercler yoktur. Müslim (mesâcid 11), Tirmizî, (Bakara, h.no.2964), Nesâi, (kıble 1) ve İbn Ebî Hâtim’in tefsirinde (I: 252-3) zikredilen rivâyetlerde de aynı şekilde سَيَقُولُ السُّفَهَآءُ مِنَ النَّاسِ (Bakara, 2/142) ilâvesi (derci) yoktur. Zira bu rivâyetten hareketle bazı âlimler, 144’ncü âyetin, 142’nci âyetten önce indiğini söylemişlerdir. Fakat bu âlimler tertibin de bu şekilde olması gerektiği hususunda herhangi bir görüş beyan etmemişlerdir (Kurtubî, 2:158). Tam aksine, Taberî, Zemahşerî, Bikâî, Nesefî ve Ebû Hayyân gibi bir çok âlim, 142’nci âyetin önce gelmesinin hikmetleri üzerinde durmuşlar ve bu âyetin gelecekten haber veren bir mûcize olduğunu söylemişlerdir (Taberî, 2:2; Zemahşerî, 1:242; Ebû Hayyan 1:593).

Gerçekten de, şunu belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerîm, hâdiseleri anlatırken, mutlaka kronolojik bir sıra takip etmez. Bunu, O’nun hemen bütün kıssaları anlatmasında görebiliriz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bir tarih kitabı değildir. O, bu kıssaları ana maksatları çerçevesinde anlatır; tarihî bilgi vermek için anlatmaz. Geçmiş kavimlerin kıssalarını anlatırken, arada Resûlüllah’a ve Ashabına dönerek, konu ile ilgili hatırlatmalarda bulunur. Çünkü, o hatırlatmanın tam yeri orasıdır ve bu hatırlatma kıssa ile bağlantılıdır. Aynı şekilde, savaştan bahsettiği yerde namaza, infaka, faizin haramlığına girer. Bunlar da “ister bir arada inmiş olsun, isterse farklı zamanlarda inmiş olsun farketmez“ nihaî olarak bir arada bulunmalıdır. Çünkü Kur’ân, hayata modern görüş açısıyla bakmaz; O hayata bir bütün olarak bakar. Nasıl çevremizde dağlar, dereler, yollar, ağaçlar, otlar, düzlükler, çukurlar iç içe ise, nasıl hayat bölünemez bir bütün ise, aynı şekilde, Kur’ân da kâinatın düzenini yansıtır. Eğer insanlara kalsa idi, tabiat için de, hattâ insan vücudu ve ondaki organların yerleri için de herkes kendine göre bir düzen teklif ederdi. Tabiî Allah, herkesin eksik aklını nazara alacak değildir. O, gerekeni yapar ve insana düşen, O’nun yaptığını anlamaya çalışmaktır. Bir hâdiseyi anlatırken de bazı âyetlerin diğerlerinden önce inmiş olması, onların Kur’ân’da önce yer almalarını gerektirmez. Her âyet, Kur’ân’ın bütünlüğü içinde nerede yer alması gerekiyorsa, orada yer almalıdır. Kur’ân-ı Kerîm, bir defada inmemiştir ki, iniş sırasına göre bir tertip söz konusu olsun. Hemen her bir âyetin, iniş sebebinin dışında, onunla bağlantılı, bir de Kur’ân’ın bütünüyle bağlantılı çok daha başka maksatları ve mânâları vardır. Bunları nazara alamayan ve kendi kıt akıllarını, şaşı bakışlarını Kur’ân’a hakem yapmaya kalkanlar, kendilerini kimin yerine koymaya çalıştıklarının farkında olmalıdırlar.

Muhammed A. Draz’ın konu ile ilgili görüşleri:

Mevcut tertipte, âyetler arasında anlam ilişkisi açısından tutarsızlık olmadığı, yukarıda verdiğimiz kısa açıklamalardan da anlaşılmaktadır. Muhammed A. Draz’ın, en-Nebeü’l-Azîm isimli kitabından konuyla ilgili âyetlerin tertibi hakkında verdiği bilgiyle makalemizi noktalamak istiyoruz:

Draz, kitabının ikinci kısmında, Bakara sûresinin konuları arasındaki nizam ve insicamdan bahsetmektedir: “Bu sûre, hayli uzun olmakla beraber, başlıca bölümleri, bir mukaddime, dört maksat ve bir hatimeden ibarettir. Mukaddime: Kur’ân’ın şanını ve vazifesini tarif etmekte, ondaki hidayetin, selim kalb taşıyanlar nezdinde âşikâr olduğunu, ancak kalbi mühürlenmiş olanların yahut kalbinde hastalık bulunanların ondan yüz çevireceklerini beyan etmektedir.

Birinci maksat: Bütün insanları İslâm’a davet hakkındadır.

İkinci maksat: Husûsiyle Ehl-i Kitâbı, bâtıl itikadlarını terkederek bu hak dine girmeye davet etme hakkındadır.

Üçüncü maksat:
 Bu dinin ahkâmını tafsîlatlı olarak bildirir.

ِrdüncü maksat: Bu dinin hükümlerinin ifâ edilmesini sağlayacak müeyyideler ve teşvik edici hususlar ihtivâ eder.

Hâtime: 
Bu maksatları hâvi olan daveti kabul edenleri tanıtır ve onların, dünya ve âhiretteki âkibetlerini beyan eder.

Daha sonra bu maksatları âyetlerle gösteren Draz, sûrenin ikinci maksadı olan, Ehl-i Kitâbı dâvet bölümünün 40-162’nci âyetler arasında yer olan 123 âyetten meydana geldiğini bildirir. Bu bölümü de kendi arasında dörde böler:

Birinci kısımda: Hz. Mûsa’nın (a.s.) bi’setinden itibaren Yahudilerin geçmişte yaptıklarından,

İkinci kısımda: Bi’seti nebeviyeye muasır olan Yahudilerin durumlarından,

Üçüncü kısımda: Hz. İbrahim’in anlatıldığı yerden itibaren Müslümanların ilk döneminden,

Dördüncü kısımda: 
Bi’set vaktinden Müslümanların hâl-i hazır (o zamanki, yani Kur’ân’ın nâzil olduğu zamanki) durumundan bahsedilmektedir.

Draz’ın taksimine göre kıblenin tahvili ile ilgili âyetler, bu dördüncü kısımda yer almaktadır. Bunlar da 135-162’nci âyetler arasıdır.

Draz’a gِre, bu âyetlerin ِnceki âyetlerle olan irtibatı şöyledir: “Az önce geçen pasajda (122-134’ncü âyetler arası), Hz. İbrahim’in (a.s.) dininin zikredilmesiyle, onun kıblesinin anlatılmasının, nasıl güzelce mezcedildiği görülmüştür. Burada da Müslümanların dinlerinin ve kıblelerinin zikredilmesine, işte o kıssa, pek kuvvetli bir temel teşkil etmiştir.

Bundan sonra, İslâm’ın en mühim iki şeâirinin yani namaz ve haccın medârı olan Kâbe’yi Muazzama meselesindeki iddialarının iptal edilmesine süratle geçilir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmâil’in (a.s.) Kâbe’yi merci ve namazgâh edinmelerinin anlatılmasıyla da onun, dindeki yerinin ehemmiyeti gösterilmektedir. Fakat bu, Müslümanların, Kâbe’yi kıble edinip daha önceki kıblelerini terk etmelerini bahane ederek nübüvvete ta’n eden ve hattâ zayıf Müslümanları fitneye düşüren mücadelecileri susturmaya yetmez. Bu hususta daha fazla tafsilata ihtiyaç vardır ki, delil ikâme edilip şüphe reddedilsin. Bundan ötürü bu hususa fazlaca ihtimam gösterilir. Şöyle ki:

Evvelâ Hz. Peygamber’e (s.a.s.), bu değişikliğin hikmetini soranlara, bunun, yaptıklarından ötürü hiç kimsenin kendisini sorguya çekemeyeceğini ve bunun Yüce Zât’a ait bir emir olduğunu bildiren bir “izzet cevabı” vermesini bildirir ki, o da şudur: “Yönlerin hepsi müsâvidir; Allah bizi dilediği cihete yöneltir, nasıl ki dosdoğru yola hidâyet eden de O’dur!”

Sonra, bir defa Hz. Peygamber’e (s.a.s.), bir defa mü’minlere, bir defa da her iki gruba birlikte olarak, gerek ikâmet gerek sefer hâllerinde, her nerede olurlarsa olsunlar, bu kıblede sebat etmelerini mufassal ve te’kidli bir üslûbla emreder (148-149).

Bu kesin emirlerin arasında, eski ve yeni teşriin esrarına dâir dilediği miktarda bilgi verir ve bu muvakkat kıblenin, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) tabi olanla O’ndan ayrılanı açığa çıkarmak için, Muhacirlerin imanlarını sınama hikmetine mebni olduğunu söyler. Fakat bu ebedî kıblenin tayin edilmesi ise yüce hikmet ve maksatlara şamildir. “Bu kıble, ey en iyi ümmet, sizin gibi en iyi ümmete en münasip bir kıbledir. Bu kıble, ey Peygamber, kıble olarak gösterilmesi için, nice zamandır bir vahiy gelir mi diye iştiyakla beklediğin kıbledir. Bu kıble, ehl-i kitâbın kendilerine verilen ilâhî kitapta haber verilen hak kıbledir. Fakat onlar hasedleri ve inatları sebebiyle bunu gizlemektedirler. Bu kıble, Allah Tealâ’nın, Kendi indinden olduğuna şahitlik ettiği hak bir iştir. Bu kıble, insaflıların size karşı hiçbir delil ileri süremeyeceği, fakat zalim düşmanların ise bu hususta mücadeleden vazgeçmeyecekleri bir kıbledir. Fakat siz ey Müslümanlar, onlardan çekinmeyin...” (Draz, 158 vd, 181 vd.)

Sonuç olarak; Kur’ân’a bir bütün olarak bakıldığında O’nun; bir solukta söylenmiş bir şiir gibi âhenk içinde olduğu görülecektir. Kezâ, O’nun sûreleri de böyledir. Fakat Kur’ân’a böyle bakamayanlar, hem âyetler, hem de sûreler arasında tutarsızlıklar olduğunu zannedebilir. Kur’ân’ın nüzûl sırasına göre değil de, elimizdeki şekliyle tertîp edilmesinde, müfessirlerimizin açıkladığı ve ihlâsla gayret edenlerin her gün yeni yeni buldukları birçok hikmetler vardır. Ama Kur’ân’a, O’nu tenkit düşüncesiyle yaklaşan oryantalistlerin ve onlar gibi düşünenlerin bunu ne kabul etmeleri, ne de görmeleri mümkündür. Dolayısıyla onlar, mevcut tertibi beğenmeyecek, her gün yeni yeni tertipler teklif edeceklerdir.

Resûlullah (s.a.s.), Medîne’ye geldikten sonra 16 veya 17 ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldı. Namaz kılarken Kâbe’ye doğru yönelmeyi arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: “Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz...” (Bakara, 2/144) meâlindeki âyeti indirdi. Bu âyet nâzil olunca, beyinsizler -Yahudiler-: “Bu müslümanları daha önce yöneldikleri Kıbleden çeviren sebep nedir?..” (Bakara, 2/142) dediler. Yüce Allah: “De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır.” (Bakara, 2/142) buyurdu (Buharî, salât, 31; Vahidî, 42).

Kaynaklar
el-Bikâî, Nazmu’d-Dürer, Kâhire1970.
Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut 1993.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Zaman, İstanbul.
İbn Atiyye, el-Muharreru’l-Vecîz, Katar 1981.
İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, (thk. M.İ.el-Bennâ ve diğerleri), İstanbul 1992.
Kurtubî, el-Cami’ Li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1985.
Muhammed A. Draz, en-Nebeü’l-Azîm, Kâhire 1969.
Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, İstanbul 1993.
Taberî, Câmiu’l-Beyân, Beyrut 1988.
Tâhir b. Aşur, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Tunus 1984.
Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, Demâm, 1991.
Vehbe Zühaylî, et-Tefsîru’l-Münîr, Beyrut 1991.

(Yeni Ümit Dergisi, Nisan--Haziran 2000)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Kaynak

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı