28 Şubat 2016 Pazar

Ölümü Hatırlamak





Bismillahirrahmanirrahim
Ölümü Hatırlamak (1)
Allahü Teala buyurur:
<<İnsanların hesab görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hala habersiz, haktan yüz çeviriyorlar>>
(21-Enbiya:1).

<<De ki: <<Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüme mutlak yakalanacaksınız; sonra; görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz>>. O size işlediklerinizi haber verecektir>>
(62-Cum’a: 8) buyurmuştur.

Resul-i Ekrem s.a.v.): <<Zevkleri yok eden ölümü, çok anın>>buyurmuştur. Buhari ile Müslim Ebü Hüreyre’den

Yine Resul-i Ekrem:<<Eğer siz Adem oğullarının ölüm hakkında bildiklerinizi hayvanlar bilseydi, onların vücudlarında et bulup yiyemezdiniz>>buyurmuştur.Buhari ile Müslim Ebü Hüreyre’den.

Hz Aişe (r.a.) Resul-i Ekrem’e,<<Şehidlerle beraber haşrolacak kimse var mı?>> diye sorunca, Resul-i Ekrem:<<Evet, günde yirmi def’a ölümü hatırlayan, şehidlerle haşrolur>>diye cevap vermiştir.Buhari ile Müslim Ebü Hüreyre’den.

Çünkü yirmi def’a ölümü hatırlamak, insanı dünyaya aldanmaktan alıkor ve ahiret için hazırlanmağa; ölümü unutmak ise insanı dünya zevkine sürüklemeğe sebeb olur.

İhya 4 cilt say 805-806.


Resul-i Ekrem:<<Mü’minin hediyesi ölümdür>> buyurmuştur.İbn Ebi’d-Dünya, Taberani,
Hakim Abdullah İbn Ömer’den (r.a.) mürsel olarak rivayet etmişlerdir.


Çünkü dünya, mü’minin tutuklu bulunduğu bir yerdir. Zira burada devamlı olarak nefsi ile mücadele, şehvetlerine karşı riyazet ve şeytanın saldırısına karşı savunma halindedir. Ölüm ise bütün bu sıkıntılardan azad olmak demektir. Azadlık ise kendi hakkında bir hediyedir.

Yine Resul-i Ekrem:
<<Ölüm, her mü’min için bir kefarettir>> buyurmuştur.Ebü Nuaym <<Hilye>>de rivayet etmiştir.

Bununla da gerçek müslümanı kasdetmiştir. O Müslüman ki, Müslümanlar onun elinden ve dilinden emin olmuş, mü’minin iyi vasıfları kendisinde yerleşmiş, ancak farzları yerine getirmek ve büyük günahlardan kaçınmakla bazı ufak tefek hataları olmuştur ki, ölüm bunları yok eder.

Bir gün Resul-i Ekrem Mescid’e girmiş, orada bazı kimselerin konuşup gülüştüklerini görünce:<<Ölümü anın, iyi biliniz ki, nefsimi kudret alinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız>> buyurmuştur.İbn Ebi’d-Dünya İbn Ömer’den (r.a.) rivayet etmiştir.
İhya 4 cilt say 806-807.

Bir def’a Resul-i Ekrem’in huzurunda bir adamı övdüklerinde, Resul-i Ekrem:
Bu adamın ölümü anması nasıldır? diye sordu.Onlar da:
Ölümü andığını hiç hatırlamıyoruz, deyince, Resul-i Ekrem:
O halde adamın bir değeri yoktur buyurdu.İbn Ebi’d-Dünya, Enes’den (r.a.) rivayet etmiştir.

İ b n Ö m e r (r.a.) anlatıyor:<<Bir gün, onuncu şahıs olarak Resul-i Ekrem’in huzurunda bulunuyordum. Ensar’dan birisi,(Peygamberimiz Resul-i Ekreme (s.a.v.) Mekkeden Medineye hicretinde, Ona ev sahipliği yapan, Her türlü yardımda bulunan sahabeler.) <<İnsanların en akıllısı ve en keremlisi kimdir?>> diye sordu. Resul-i Ekrem:

<<Ölümü daha çok anan ve onun için daha çok hazırlanandır. İşte dünyanın şerefini ve ahiretin keremini ihraz (Kazanmak) eden akıllılar bunlardır>> buyurdu.
İhya 4 cilt say 807.

İ b n Ş i r i n ‘in yanında ölümden bahsedildiği vakit odun kesilir ve bütün azaları ölmüş gibi donardı.

Ö m e r b. A b d ü l a z i z her akşam adamlarını başına toplar, ölümden ve kıyametden bahsederler ve adeta bir ölen varmış gibi ağlarlardı.

İ b r a h i m e t- T e y m i :İki şey beni dünya zevkinden ayırmıştır. Biri ölümü hatırlamak, diğeri de Allah huzurunda hesap vermeyi düşünmektir>> dedi.

K a’b da (r.a.):<<Ölümü bilene dünyanın elem ve sıkıntıları kolay gelir>>dedi.

M i t r a f diyor:<<Rü’yamda Basra mescidinin ortasında adamın biri <<Ölümü hatırlamak, korkanların kalbini deldi, vallahi, onları şaşkın görüyorum>> dediğini duydum>>dedi.

E ş ‘ a s anlatıyor:<<Hasan-ı Basri’nin sohbetine devam ederdik. Onun sohbeti, Cehennem, ahiret ve ölüm işini hatırlatmaktan ibaret idi>>.

S a f i y y e (r.a.) diyor:<<Kadının biri Hz. Aişe’ye (r.a.) kalbinin kasvetinden(Kalp katılığı) şikayet etti. Hz. Aişe (r.a.):<<Ölümü çok an ki, kalbin yumuşasın>> buyurdu. Kadın da böyle yaptı ve kalbi yumuşadı. Bunun üzerine kadın Hz. Aişe’ye (r.a.) gelerek teşekkür etti>>.
İhya 4 cilt say 808.

25 Şubat 2016 Perşembe

Sultan Selim’i ‘Yavuz’ yapan şey neydi?


Bugün, (20 Eyl 2015 )Osmanlı ve Ortadoğu tarihine silinmez bir damga vurmuş olan Yavuz Sultan Selim’in 495. vefat yıldönümü. Kaotik günler yaşadığımız doğru ama bunlar bize değerlerimizi unutturmamalı.

İtiraf edeyim ki, Yavuz Sultan Selim hakkında kitap yazmaya koyuluncaya kadar ben de bu denli kapalı ve müşkil noktaların karşıma aşılmaz surlar halinde çıkacağını tahmin etmemiştim. Lakin kazın ayağı hiç öyle değilmiş. Öyle meçhuller var ki Yavuz ve Şah İsmail ile ilgili, şaşırıp kalıyorsunuz. Sadece birisini söyleyeyim:

Bizim Yavuz’un icadı olduğunu zannettiğimiz ve Halep Ulucamii’ndeki hutbede adının “Hakimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” şeklinde okunmasına itiraz edip “Bana iki kutlu şehrin, Mekke ve Medine’nin hakimi değil hâdimi, “Hakimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” deyin dediğini biliyoruz ama bu unvanı ilk kullananın Memluklerin mücahid Sultanı Baybars olduğunu bilmiyoruz! Yani Yavuz bu ihtiram unvanını icad etmiş değil, kendisinden 2,5 asır kadar önce yaşamış bir başka büyük Sultan tarafından kullanılıp sonradan terk edildiğini bilerek bunu değil de onu tercih etmiş! Tarihteki ruh ikizini bulmuş!

Bu, bence Yavuz’u küçülten değil, tam tersine büyüten, tarihi ne kadar derinden okuduğunu gösteren bir bilgi…

Peki Şah İsmail’in ailesinin Kürd olduğunu biliyor muydunuz?

Bu da nereden çıktı, demeyin, hem de ünlü Türk tarihçisi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın hâlâ Türkçeye tercüme edilmemiş olan, 1957 yılında Şam’da basılan bir dergide yayımladığı “Sur l’origine des Safavides” adlı makalesinde geçiyor bu bilgi. “Safvetu’s-Safâ” adlı Safevilerin soyu üzerine o devirde yazılan eserin nüshaları üzerinde yaptığı karşılaştırma Prof. Togan’ı bir şaşkınlıktan diğerine düşürüyor. Zira eserin Şah İsmail’den önceki nüshaları ile onun zamanındaki ve oğlu Tahmasb devrindeki nüshalarında ciddi değişiklikler yapılmış, kimi bilgiler makaslanmış, kimileri de değiştirilip yeniden yazılmış.


Şah İsmail Kürt müydü?

Togan’a göre eserin Şah İsmail’den önceki nüshalarında Safevilerin kökeni Kürt bir ataya dayandırılırken sonradan Araplaştırılmaya çalışılmış ve Hz. Ali’ye Hz. Hüseyin kanalıyla ulaşan bir soy zinciri uydurulmuş. Seyyid yapılmış. Bir ara da Türkleştirilmeye çalışılmış. Askerleri Kızılbaş Türkmenlerinden oluştuğundan onları küstürmemek için bu defa Farsça “Safvetu’s-Safâ”nın tamamı değil(!) ‘Buyruk’ gibi kısımları Türkçeye tercüme ettirilmiş ve Akkoyunlu Uzun Hasan’la annesi tarafından akrabalık ilişkisi vurgulanarak Türkmen asıllı oldukları vurgulanmış.

Böylece herkese bir pay çıkmış. Neticede Şah İsmail ve oğullarının Sincarlı bir köylü Kürt aileden geldikleri oldukları unutturulmuş.

İşte Zeki Velidi Togan’ın bu bilimsel makalesinin aradan geçen 58 yıla rağmen Türkçeye tercüme ettirilmeyişinin ‘sırrını’ da burada aramalıyız. Kızı Prof. Dr. İsenbike Togan’dan makalenin Türkçeye çevrilmediği bilgisini teyid ettikten sonra Türkçesini “Derin Tarih”te yayınlamayı teklif ettiğimde teşekkür etmekle yetindi ve ileride neşredilecek külliyatın içerisinde basılacağını söyledi. Eh. Bekliyoruz merakla.

Bir başka ilginç nokta, Çaldıran seferi öncesinde Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki mektuplaşmalardır. Çok yazılıp çizildi, üzerine efsaneler bina edildi ama nedense başlı başına ilmî bir şekilde neşir ve tahlili yapılmadı mektupların. Elbette Hammer, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Feridun Emecen ve Selahattin Tansel “mükatebe” üzerinde genişçe durmuştu ama bu beş mektup başlı başına çalışılmış değildir.

Halbuki Feridun Beğ’in “Münşeâtu’s-Selâtin” adlı kaynak kitabında Yavuz’un dört mektubu ile Şah İsmail’in cevabı tam metin olarak mevcut, eserin yazma ve basma nüshaları elimizde. Mevzuya en fazla ziyade kafa yoran Feridun hocadan analitik bir makale beklemek hakkımız.

Burada ilginç olan husus, Yavuz’un Şah İsmail’e gönderdiği dört mektuptan ikisinin Farsça, diğer ikisinin ise Türkçe olması, ‘Türkçeciliği’ pek medhedilen Şah İsmail’in üstelik Türkçe bilen hasmına Farsça bir mektup göndermiş olmasıdır. Bu durumda Yavuz’un Farsça, Şah İsmail’in Türkçe divanlar yazmalarını nasıl yorumlamak gerekir? Ehli düşünsün.

Şimdi mektupları kısaca değerlendirelim.



“Yolumuzdan dönmeyeceğiz”

1) Yavuz’un 23 Nisan 1514 tarihli ilk mektubu İzmit’ten yazılmış olup Farsçadır ve Tacizade Cafer Çelebi tarafından kaleme alınmıştır. Safevi casusu Kılıç eliyle gönderilen mektupta Şah İsmail’in zındıklığı mülhidlikle birleştirdiği, fitne çıkardığı, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e küfrettirdiği, tövbe istiğfar etmezse gelip topraklarını alacağını yazmış, zırh giyip kılıç kuşandığını ve yola çıktığını dile getirmiş, kısacası meydan okumuştur.

2) “Münşeât”taki ikinci Farsça mektupta Yavuz, öncekine benzer ifadeler kullanmış, Şah İsmail’in ailesinin dervişlikten geldiğini hatırlatmak üzere kendisine hırka, asa, misvak ve kuşak gibi şeyhlere mahsus eşya göndermiştir.

3) Yavuz’un Erzincan’dan yazılmış üçüncü mektubu ise Türkçedir. Azerbaycan’a doğru gelmekte olduğunu söyleyen Yavuz, Şah İsmail’e korkmaması için bir miktar askerini geride bıraktığını yazıyor, topraklarına girdiği halde kendisinden kaçmasına mânâ veremediğini söylüyor, ölümden korkanların kılıç kuşanması ve ata binmesi münasip olmaz, diyor, eğer bir parça “gayret ve hamiyyet” varsa karşısına çıkmasını istiyordu.

4) Ancak son mektup yola çıktıktan sonradır ki Şah İsmail’in Farsça mektubu Yavuz’a ulaşır. Yavuz’unkilere kıyasen yumuşak sayılabilecek bir üslupta yazılmış olan mektubunda İsmail, alttan almakta ama kendisine karşı kullanılan üslubu bir sultana yakıştıramadığını, bunların ancak afyonla sarhoş olmuş kâtiplerin yazabileceğini, bu nedenle bir kutu afyon gönderdiğini ama savaşa da hazır bulunduğunu yazmaktaydı.

5) Ve Yavuz’un o sert finali. Yine Türkçe ve yine hasmını yerin dibine batıran bir üslup. Çermik’ten yazılmıştı. Ülkesine girdiği halde Şah İsmail’in ordusunun daima kaçtığı, toprakların bir hükümdarın nikâhlısı gibi olduğu, erkek ve merd olanların ona başkasının elinin değmesini isteyemeyeceği vs. belirtiliyor ve “Miğfer yerine mi’cer (yaşmak) ve zırh yerine çadır (çarşaf) ihtiyar eyleyüb serdarlık sevdasından ve sipehsalarlık hevasından feragat eyleyesün” deyip kendisine bir kadın elbisesi gönderiyordu.

Çaldıran’dan bir hafta kadar önce yazılan mektup köprülerin atıldığı anlamına geliyordu. Öte yandan Yavuz, Eleşkirt civarında ayaklanan yeniçerilerin arasına korkusuzca dalarak şöyle haykırmıştı:

“Şahın adamları efendileri için can verirken içimizdeki bazı gayretsizler buralara kadar gelmiş olan bizleri geri döndürmeye uğraşıyorlar. Yolumuzdan dönmeyecek ve emre itaat edenlerle devam edeceğiz. Geri dönerlerse ‘din-i mübîn’ yolundan dönmüş olurlar. Eğer er iseniz benimle hem-inan ve revan olun. Yoksa yalnız başıma da giderim.”

Velhasıl Yavuz’u ‘Yavuz’ yapan şey, davasındaki gevşemezliğiydi.

19 Şubat 2016 Cuma

Cuma Namazı ile ilgili Hikaye




Selma E.
- 08:32

Adamın biri bir gün eşeğine buğday yükleyerek değirmene varır. Eşeğin sırtındaki buğday çuvallarını indirir indirmez eşek kaçar ve kaybolur. Adam eşeğin peşine düşerek aramaya koyulsa Cuma namazını kaçıracaktır.

Tam bu sıkışık anda adamın tarla komşusu çıkagelir ve der ki, “Bugün sulama sırası senindir; hemen git; nöbetini kullanarak toprağına su ver. Sıranı kaçırırsan bir daha nöbet sana gelinceye kadar tarlanı sulayamazsın.” Adam, Cuma namazını kaçırmamak için kaybolmuş eşeğini aramaktan vaz geçmişken bu defa da başına tarla sulama derdi çıkar. Dünyalık geçim bakımından işlerin her ikisi de biri birinden mühimdir. Eşeğin peşine düşmezse hayvancağız tamamen kaybolabilir; ya da canavarların birine yem olur. Halbuki köylü eşeksiz geçinemez. Öteye beriye yüklerini kim taşıyacak ve neyin sırtına binerek yolculuğa çıkacak?

Tarla, zamanında ve düzgün aralıklarla sulanmadığı taktirde o yılki ekinler ya noksan olur. Ya da hiç olmaz. Bu da bir köylü için bütün ev halkının o yıl açlıkla karşı karşıya kalması demektir. Ayrıca buğday çuvalları da değirmende kalmaktadır. Adamın sırasını bekleyip ekini öğütmesi ve onu evine götürmesi lazımdır ki karısı öğle yemeğine ekmek pişirebilsin.

Adam işlerin hangisine koşayım diye düşünüp dururken Cuma namazının vakti gelip çatar. Hemen hatırına varlıkların biricik sahibi Allah’ın kesin emri gelir. “Cuma ezanı okunduğu zaman, dünyalık işlerinizi bırakarak Allah’a ibadet etmeye koşunuz. Cumadan çıktıktan sonra işlerinize dağılarak helal yollardan geçiminizin peşine düşünüz.” Adam şöyle düşünür: “Az sonra yüce Allah’ın kesin emri beni ibadet yerine çağıracaktır. Şu anda kafamı yoran dünyalık nimetlerle birlikte daha nice nimeti bana veren O değil midir? Üstün ve ortaksız bir gücün sahibi olarak, O verdiği nimetleri istediği anda geri alıp kulu çaresizlik içinde çırıl çıplak bırakacağı gibi elden kaçar gibi olan nimetleri tekrar kulunun eline ve emrine veremez mi? O halde tamam, herşey ne olursa olsun; ben Cuma namazına gidiyorum.” Bu kesin karardan sonra saydığımız bütün sıkışık işlerini yüzüstü bırakarak camiye koşar. Dünya işlerinin kafa yoran düşüncelerinden sıyrılarak Allah’ın evine gider.

Hatibin okuduğu hutbeyi can kulağıyla dinlerken, hafta içinde yaptığı günahları bir bir aklından geçirir; daha önceki Cuma namazından çıkarken artık günah işlemiyeceğine gönülden söz verdiği halde sözünü tutamıyarak yaptığı dine aykırı hareketlerden ötürü yüreğinde derin bir pişmanlık duyar. Esirgeyen ve bağışlayan Allah’dan, her adımını O’nun emrine uygun şekilde atamadığı için samimi bir utanç duyar.

Pişmanlık ve utancının manevi gözyaşları ile gönlünü karartan günah pasları silinir. Kalbinin bir hafta önceki o tatlı rahatlığa ve Allah (c.c.) huzurunda teslim olmuşluğa tekrar büründüğünü hisseder ve sevinir. Fakat bu sevincin yanında “ya ibadetlerimi yüce Allah (c.c.) kabul etmezse; ya farkında olmadan ağır şekilde Allah’ı gücendirecek bir günah işliyor ve Allah’ın yaygın esirgeciliğini kendimden uzaklaştırıyorsam“ diye içinde bir korku ve endişenin kıpırdadığı duyar. Sonra aklında gelir ki iyi bir mü’min zaten her an Allah’ın rahmetine güvenecek hem de O’nun korkusunu hiçbir an gönlünden çıkarmıyacak, bu iki duyguyu aynı anda taşıyarak kendini yolun doğrusu üzerinde tutacaktır.

O halde bu korkulu ve aynı zamanda ümitli hali temiz bir mü’minin özlenen halidir. Sağlam bir mü’mine yakışır duygu ve düşünceler taşıdığına ayrıca sevinir. Allah’ın öz evinde O’na bağlılıkların en samimisini sunarak Cuma namazını kıldıktan ve arınmış bir gönülle ibadet evinden çıktıktan sonra adam, evine varır.

Bir de ne görsün!… Namazdan önce kafasını yoran ve neredeyse Cumayı kaçırmasına sebep olmak üzere bulunan bütün işler, adeta kendiliğinden oluvermiştir. Eşeği eve dönmüş, buğday öğütülmüş, tarlası da sulanmıştır. Yemek pişirip taze ekmek hazırlayan karısı sofrayı kurmuş kocasının camiden dönmesini beklemekteydi. Karısına “bu işler nasıl yoluna girdiğinden dolayı içinde katmerli sevinç duyar, ve karısı olanları anlatır; adamın birisi değirmene gitmişti, kendisinin sanarak bizim buğdayları öğütmüş, çuvalları evine getirince yanlışlık yaptığını anlamış ve bize göndermiş. Eşek az önce kendiliğinden dönerek eve geldi. Komşunun tarlasını doldurup taşan su, bizim tarlaya akarak toprağımızı sulamış ve işte işler gördüğün gibi yoluna girmiş.”

Adam bir yandan Allah’a karşı, mü’min kalabalığı ile birlikte samimi kullak borcunu yerine getirip gönül rahatlığına kavuştuğundan ötürü öte yandan namaz öncesi canını sıkan işler, zincirlemesine kendiliğinden yoluna girdiğinden dolayı ayrıca katmerli sevinç duyar, kullarının her işini yoluna koyan yüce Allah’a şükürler ederek karısı ve çoluk çocuğu ile birlikte sofraya oturur.

Yüce Allah (c.c.) hepimizi dünyalık işleri uğruna dini vazifelerini ihmal etmemeyi beceren ve böylelikle her iki dünyada mes’ut olan kullarından eylesin, amin!…

17 Şubat 2016 Çarşamba

Ben kalbi kırıklarla beraberim..





[ Ben kalbi kırıklarla beraberim ]

❤ Dua Arapça bir kelime olup çağırmak, birisine mesaj vermek, onunla irtibat kurmak manalarına gelir. Özel kullanımı esas alındığında ise, kulun Allah'a yalvarması, halini arzetmesi, içini dökmesi, ihtiyaçlarını dile getirmesi demektir.

Dua günümüzde sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülmüştür. Öncelikle dua, imanın en önemli göstergelerinden birisidir. Duâ, Allah ile kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifade ile, kulun düşüncesinin Rabb'e arz edilmesi şeklidir duâ. Kul erişemeyeceği ve iktidarıyla elde edemeyeceği her şeyini, mutlak iktidar sahibi olan Kadîr-i Mutlak'tan ister; işte bu isteğin adıdır duâ. O, helezonlar hâlinde kuldan Rabb'e yücelen tatlı bir nağmedir...

Duâ imanın en berrak bir göstergesi olduğu gibi aynı zamanda kulluktur, ibadettir. Hatta Peygamber Efendimizin (asm) beyanıyla ibadetin özüdür o. Duâ Rabb'e dönüş ve yönelişin adıdır. Yine duâ, kuldan Rabb'e yükselen kulluk nişanı, Rab'den kula inen rahmet simgesidir. Daha doğrusu o, Allah'la kul arasında olan münasebetin tam odak noktasıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde, duâdan bahsetmemek mümkün değildir.

Dua kulluğun simgesi ve başlı başına bir ibadet olduğuna göre sadece insana has bir olgu değildir. Bu yönüyle kainattaki bütün mahlukat onunla ilgilidir. Toprağın bağrına atılan bir tohum, çatlamak, başını topraktan çıkarmak ve güneşe doğru filizlenmek için dua eder. Ama biz onun dilini anlamayız. Yumurtaları üzerinde yatan kuş, yavruları için dua eder. Ama kendi lisanında. Ağaçlar, mevsimi geldiğinde meyve vermek için dua ederler. Ama insan bunun farkında değildir.

İşte müminin kainata bakışı budur. Kur'an-ı Kerim'de buyrulur ki

"Kainatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin, Onu anmasın, Ona dua etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını anlamazsınız."

Yine Kur'an'da Allah korkusundan yarılan, dağlardan yuvarlanan taşlardan bahsedilir. Gök gürültüsünün hamd ile Allah'ı tesbih ettiğinden bahsedilir. Peygamber Efendimiz (asm)

"Bu dağ Uhud'dur. O bizi sever biz de onu severiz."

buyurur. Yine Peygamberimiz (asm) hayvanların kendi dillerince Allah'ı andığını söyler. Evet Allah'tan korkan taşlar, insanları seven dağlar, Allah'ı zikreden canlı veya cansız mahluklar. Müminin kainata bakışı budur. Biz bu mahlukatın dillerini anlasaydık fırtınalı denizin "Ya Celil, Ya Celil" diye zikrettiğini duyacaktık. Dillerini anlasaydık, kedilerin "Ya Rahim, Ya Rahim" diye dua ettiğini işitecektik. Yani sözün kısası sadece insanlar dua etmez. Bütün mevcudat, bütün varlık kendi dilinde dua eder.

Duanın Hayatımızdaki Önemi

Biraz önce söylediğimiz gibi her şey dua etmektedir. Hayatı, duâsız düşünmek mümkün değildir. Yaşadığımız hayat, baştan sona kadar duâdan ibarettir. Duâ, Rıza-i İlâhî'nin şifresi ve cennet yurdunun da anahtarıdır.

Duânın bizatihi ibadet olduğunu, hatta ibadetin özü olduğunu ifade etmiştik. Onun için ibadetin önemi hakkında söylenen her şey dua için de geçerlidir.

Duanın önemi hakkında söylenmesi gereken en önemli şey Furkan suresinde geçen şu ayet olmalıdır:

"Habibim, insanlara de ki, duanız olmasaydı Allah katında ne ehemmiyetiniz vardı."

Evet Allah katında bizim ehemmiyetimiz, değerimiz duamız sayesindedir. Duamız yoksa bir değerimiz de yok demektir. Onun için Allah'ın bütün sevgili kulları duadan bir an bile uzak kalmamışlardır. Mesela Kur'an'da peygamberler anlatılırken hep onların duaları nazara verilir ve onların dua insanları oldukları vurgulanır. Hz. Adem (as) dua eder ve hatası affedilir. Hz. Nuh (as) o denli gürül gürül dua eder ki, onun duası neticesinde tufan gerçekleşir ve o da tufan peygamberi olur. Hz. İbrahim (as) dua dua yalvarır ve nesiller sonra Peygamber Efendimiz (asm) diyecektir ki

"Ben dedem İbrahim'in duasıyım..."

Hz. Musa (asm) her dem dua halindedir ve duasıyla kardeşi Hz. Harun (as), bir insana lutfedilen en büyük makama mazhar olur, yani peygamber olma şerefiyle şereflendirilir. Hz. Yunus (as)'un, Hz. Eyyub (as)'un ne hazin duaları vardır. Hz. Zekeriya (as), Hz. İsa (as) hep dua insanlarıdır. Ve Peygamber Efendimiz (asm), ömründe bir an bile duadan uzak olmamıştır. Peygamber Efendimizin (asm) duaları bir araya getirildiğinde oldukça hacimli bir dua mecmuası ortaya çıkmaktadır.

Sonra peygamberlerin varisleri olan din büyüklerine baktığımızda onların da birer dua kahramanı olduklarını ve hayatlarını dua çevresinde örgülediklerini görüyoruz. Bir Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerinin, bir Şah-ı Nakşibendi, bir İmam-ı Rabbani Hazretlerinin dualarına baktığımızda kalbimiz duracak gibi oluyor ve onların kulluk şuurlarına, Cenab-ı Hak karşısındaki saygılarına hayret ediyoruz.

Kısacası Allah'ın bütün sevgili ve değerli kullarının hayatında dua çok önemli bir yer işgal etmektedir. Onlar büyük insan olduklarından mı duaya bu kadar önem vermektedirler, yoksa duaya çok ehemmiyet verdiklerinden mi büyük insan olma payesine ermişlerdir? Şöyle veya böyle ayet bize diyor ki

"Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz vardı."

Başka bir ayette Rabbimiz

"Anın beni, anayım sizi."

buyurmaktadır. Cenab-ı Hakk'ın bizi anması ne büyük bir şeydir. İşte kul, bu büyüklüğe ve bahtiyarlığa O'nu anmakla ulaşır. Dua etmek de O'nu anmaktan başka nedir ki? Büyük bir zat çevresindekilere der ki "Ben Allah'ın beni andığı vakitleri biliyorum." Ona bunu nasıl bildiği sorulduğunda "Ben O'nu andığım zaman O da beni anmaktadır. Zira kendisi bunu ifade buyurmaktadır." diye cevap verir.

Evet dua çok ama çok önemlidir. Rahmet elinin üzerimizde dolaşması, duâ sayesindedir. Duâ, aynı zamanda gazabın da paratoneridir. Evet, hakkımızda rahmeti ve rızayı celp, gazap ve öfkeyi def edecek olan müessir bir ubudiyettir duâ. Çok defa beşer imkânının tükendiği noktada duâ şuuru başlar. Rabbin kapısına duâ ile varılır, o kapıda duâ ile konuşurlar ve rahmeti hakkımızda sağnak sağnak celbeden de duadır. Evet dua rahmetin celbine vesile olduğu gibi belayı ve musibeti de ortadan kaldırır.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

"Allah katında duadan makbul ve kıymetli hiçbir şey yoktur."

Çünkü Rahmeti Sonsuz bizden dua etmemizi istemektedir. Mümin suresi 60. ayette Rabbimiz buyurmaktadır ki:

"Bana dua edin size icabet edeyim, cevap vereyim."

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurur Efendimiz (asm):

"Allah'ın fazlından isteyin. Allah kendinden istenilmesini sever."

Şu halde biz dua etmekle Allah'ın sevdiği bir şeyi yapmış oluyoruz. Allah'ın sevdiği bir iş olmasının yanında Onun emrettiği bir ibadeti yerine getirmiş oluyoruz.
Öte yandan dua, insanı hayırlara, iyiliklere yönlendirir. Evet istiğfar, günahlardan tövbe kötülüklere yönelmeye mani olduğu gibi dua da insanı iyiliklere yönlendirir.

Dualarda Neler Söylenmeli, Neler İstenmeli?

Dualarımızda her şeyi isteyebiliriz. Ancak öncelikle ve daima en önemli şeyleri istemeliyiz. Nedir en önemli olan şey? Dünyada mutlu bir hayat sürmek mi? Hayır. Çünkü bu dünyada mesûdâne bin senelik bir hayat, cennet hayatının bir saatine mukabil gelmez. O zaman en önemli şey cennet hayatı mı? Hayır. Zira gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen cennet hayatının bin senesi, bir an Rabbimizin cemalini müşahede etmeye denk değildir. Buna rağmen en önemli şey bu da değildir.

"Ve Rıdvânun minallahi ekber."

Her şeyden öte, her şeyin üstünde, her şeyden önemli olan Allah'ın rızasıdır. O kazanıldığı zaman diğerleri de kazanılmış demektir. Öyle ise dualarımızda mütemadiyen Onun rızasını istemeliyiz.

Bizim ne güzel adetlerimiz vardır. Birisinin bir iyiliğini gördüğümüzde "Allah razı olsun!.." deriz. Bu üç kelimelik basit cümle aslında en önemli duayı ifade etmektedir. Keşke hep birbirimizle karşılaştığımızda ve ayrılırken birbirimize böyle desek. Keşke her telefon konuşmamız bu duayla son bulsa. Keşke her radyo programı, televizyon programı bununla açılsa kapansa. Ve böylece bu kadar sık karşılaştığımız bu duadan birisi kabul edilince, ahirette beratımızı aldık demektir. Bu güzel âdet, dinî kitaplarımıza da yansımıştır. Bu kitaplarda geçen isimlerden sonra hep parantez içinde bu dua tekrar edilir.

Öyleyse dualarımızda en çok Allah'ın rızası istenmeli, ondan başka ahiret saadeti istenmeli. Peygamber Efendimiz (asm)

"Cenneti istediğin zaman Firdevsi iste!"

buyurmaktadır. Firdevs, cennetin en yüce mertebesidir. Ayrıca dünyada ve ahirette hasene, iyilik, güzellik istenmelidir. Her şeyin hayırlısı ve Allah rızasına muvafık olanı istenmelidir. Günahlarımızın bağışlanması talep edilmelidir.

"Sana ahvalimi arz etmeğe hacet mi var Ya Rab!
Günahkarım, recaya elde bir kuvvet mi var Ya Rab!"

şuuru içinde Necip Fazıl gibi demeliyiz ki:

"Bende sıklet, sende letafet...
Allah'ım affet!
Latiften af bekler kesafet...
Allah'ım affet!
Etten ve kemikten kıyafet...
Allah'ım affet!
Şanındır fakire ziyafet...
Allah'ım affet!
Acize imdadın şerafet...
Allah'ım affet!
Sen mutlaksın, bense izafet!
Allah'ım affet!
Ey kudret, ey rahmet, ey re'fet!
Allah'ım affet!"

Mü'min bencil değildir. Biz dualarımızda kendimiz için istediklerimizi en yakın daireden başlayarak ailemiz için de istemeliyiz. Peygamber Efendimiz (asm) bize bunu talim buyurmaktadır. Daha sonra akrabalarımız, komşularımız, tanıdıklarımız adına da dua etmeliyiz. Bu, mü'min olmanın gereğidir. Bir hadis-i şerifte buyrulur ki:

"Bir kimse kendisi için istediğini mü'min kardeşi için istemedikçe hakiki mü'min olamaz."

Daha sonra daireyi genişleterek ülkemizin dirliği birliği için dua etmeliyiz.

"Biz kısık sesleriz.. minareleri,
Sen ezansız bırakma Allah'ım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını;
Ya kovansız bırakma Allah'ım!
Mahyasızdır minareler.. göğü de
Kehkeşansız bırakma Allah'ım!"

"Müslümanlıkla yoğrulan yurdu
Müslümansız bırakma Allah'ım!"

"Yarının yollarında yılları da
Ramazansız bırakma Allah'ım!
Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü
Ya çobansız bırakma Allah'ım!
Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız
Ve vatansız bırakma Allah'ım!"

"Müslümanlıkla yoğrulan yurdu
Müslümansız bırakma Allah'ım!"


(Arif Nihat Asya)
Evet vatanımızı milletimizi dualarımızda ihmal etmemeliyiz. Bununla da yetinmeyerek tüm İslam alemini duamızda yadetmeliyiz. Dünyanın değişik yerlerinde sıkıntıya maruz kalan din kardeşlerimizin kurtulması için, bugün dağılmış bir görüntü arz eden İslam aleminin yeniden derlenip toparlanması için dua etmeyi ihmal etmemeliyiz. Eğer bir günlük duamızda bunları dile getirmezsek, o gün vefasızlık ettiğimize inanmalıyız. Ümmet-i Muhammed (asm) için edilecek şu dua abdalların duası olarak meşhurdur:

"Allahümmerham Ümmete Muhammed." (Allah'ım, Ümmet-i Muhammed'e rahmet ve merhametinle muamele et)

Müslüman, himmeti alî insandır. Onun için duamız bu söylediklerimizdeh ibaret olmamalı, tüm insanları kapsayıcı olmalıdır. En yüce dinin mensupları olarak bütün insanlığın inandığımıza inanması, duyduğumuzu duyması, sevdiğimizi sevmesi için dua etmeliyiz.

"Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan
Sözümüz cümle heman kıssa-i canan olsa."

"Allah'ım sen adını dünyanın dört bir tarafında duyur.
Kalmasın sana inanmayan bir mahzun gönül.
Habib-i edibinin nam-ı celili, güneşin doğup battığı her yerde şehbal açsın."

sözleri her gün bizim vird-i zebanımız, dilimizden düşürmediğimiz duamız olmalı.

"Ya ilahi
Hak tanınsın: kimse gaddar, kimse mağdur olmasın;
Mest olup ikbal meyinden, sonra mahmur olmasın!
Bir misafirhanedir, dünyaya mağrur olmasın;
Ya ilahi, rahmetinden kimseler dur olmasın!"

Dualarımızda Dünyaya Ait İstekte Bulunabilir miyiz?

Dualarımızda elbette dünyaya ait isteklerde bulunabiliriz. Bir yazarımızın ifadesiyle,

"Dua kabın çok geniş olsun. Varsın ona kainat bile sığsın. Sen onu, Sahibinden istiyorsun ya."

Mesela Peygamber Efendimiz (asm) yağmur duası yapmıştır ve yağmur duası, O'nun sünneti olarak o günden bugüne değin gelmiştir. Daha önce bahis mevzuu yaptığımız bir hadisi yine hatırlatalım:

"Allah'ın fazl-ı kereminden çok çok isteyin. Şüphesiz Allah kendisinden istenilmeyi sever."

Bakara suresi 186. ayette Rabbimiz şöyle buyurur:

"Kullarım sana beni sorduğunda söyle onlara ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulurlar."

Gafir Suresi 60. ayette de şöyle buyurulur

"Bana dua edin size icabet edeyim, cevap vereyim."

Allah Yaptığımız Dualara Çok Önem Veriyor. Ancak Bazen Duada İstediğimiz Şeyler Gerçekleşmiyor?

Dualarımızla alakalı bir-kaç hususa dikkat etmemiz gerekiyor. Birincisi: Dua ikiye ayrılır. Birisi fiilî dua (tavır ve hareketle yapılan dua), ikincisi kavlî dua (dilimizle yapılan dua). Bir şeyin gerçekleşmesi için bu iki duaya riayet edilmeli. Mesela hasat mevsiminde bereketli mahsul için dua dua yalvaran kimsenin bu duasının gerçekleşmesi için öncelikle fiilî duasını bihakkın eda etmesi ve toprağın bağrına tohum atması gerekir. Zamanı gelince tarlasını sürmesi, gerekiyorsa sulaması hep fiilî dua kapsamındadır. İmtihanında başarılı olmak için dua eden öğrencinin öncelikle ders çalışmak suretiyle fiilî duasını yapması gerekmektedir.

İkincisi: Duanın bir ibadet olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla duanın semeresi, neticesi uhrevîdir, ahirete aittir. Dünyaya ait maksatlar ise duanın sebebi değil vakitleridir. Mesela yağmursuzluk hali, yağmur duası ibadetinin vaktidir. Bir hadis-i şerif konumuzu aydınlatması bakımından önem arzeder:

"Kul duasında şu üç şeyden birisini mutlaka kazanır: ya duası sayesinde günahı bağışlanır veya dünyada mükafatını alır veya ahirette mükafatını kazanır."

Yani dua ettiğimizde, mutlaka kazanç içinde bulunmaktayız.

Üçüncüsü: Bize şahdamarımızdan yakın olan Rabbimiz, bizi bizden iyi bilmektedir. Dolayısıyla bir şey istediğimizde, o şeyin bizim için hayırlı olup olmayacağını da en iyi O bilir. Mesela erkek evlat isteyen bir kula Hz. Meryem gibi bir kız evlat lutfedildiğinde duası kabul olunmadı denmez. Allah daha hayırlısını verdi denir. Yine mesela ben mal istediğimde Allah'ın bana nasib edeceği mal benim Karun gibi yerin dibine batmama sebep olacaksa, Allah'ın beni fakir yaşatması Onun ayrı bir rahmet tecellisidir.

Nasıl Dua Etmeliyiz? Duanın Adab ve Erkanı

Peygamber Efendimizin (asm) ve maneviyat büyüklerimizin talim buyurduğu bir takım dua adabı ve erkanı vardır:

Birincisi: Dua için bazı şerefli vakitleri kollamak. Mesela sene içinde bayram ve arefe günleri, duanın makbul olduğu günlerdir. Aylardan Ramazan dua için en uygun, altın bir zaman dilimidir. Bir hadiste ifade buyurulduğuna göre oruçlunun duası kesinlikle kabul edilir. Dolayısıyla mübarek Ramazan'da oruçlu dillerimizle mümkün olduğu kadar çok dua etmeye gayret etmeliyiz. Mesela cuma günleri de dualar için en elverişli günlerdir. Gün içinde seher vakitleri tam dua vakitleridir. Efendimiz (asm) buyurur ki;

"Allah seher vakitlerinde rahmetiyle dünya semasına nüzul eder. 'Yok mu dua eden duasını kabul edeyim, yok mu bağışlanmak isteyen onu bağışlayayım.' der."

Evet, seher vakitleri dua için en elverişli vakitlerdir.

"Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde
Kevkeblerin et seyrini seyran gecelerde
Gafletle uyumak ne reva abd-i hakire
Şefkatle nida eyleye Rahman gecelerde
Dil beyt-i Hudâ'dır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzul eyler o Sultan gecelerde."

İkincisi: Kıbleye yönelinir ve eller kaldırılır. Bir hadis meali şöyledir:

"Kulları, ellerini kaldırıp bir şey istedikleri zaman Allah onları boş çevirmekten haya eder."

Üçüncüsü: Her hayırlı şeye besmele ile başlanıldığı gibi duaya da besmele ile başlamalı. Başta Cenâb-ı Hakk'a, can u gönülden bir iştiyakla hamd ve senâ edilir. Meselâ,

"Rabb'im, gökleri ve yeri yaratan Sensin. Kalbimden geçenleri bilen Sen'sin. İçime îmân ve itminânı yerleştiren sensin. Gönlümü arzuyla dolduran ve buna mukâbil cenneti de şimdiden donatan Sen'sin. Bülbülü şakıtan, güle rengini bahşeden yine Sen'sin."

İşte böyle umum âlemde cereyan eden tasarrufları sayıp, hepsini Cenâb-ı Hakk'a isnât ettiğini, tazarru ve niyâz dolu bir üslûpla ifâde etme hamd ve senâ demektir ki, Allah Râsûlünün (asm) duâlarında bunu açıkça görmekteyiz. Bundan sonra salavat-ı şerife okunmalı. Peygamber Efendimiz (asm) için yaptığımız salât ü selamlar mutlaka kabul edilecek dualardır. Bundan dolayı duanın başında ve sonunda salât ü selam okunur ve ikisi arasında dile getirilen duaların da bunlarla beraber kabul edileceği ümidi beslenir.

Dördüncüsü: Duayı hafif sesle, gönülden ve hüzünle yapmaktır. Âraf suresinde buyurulur ki:

"Rabbinize gönülden ve için için yakararak dua edin."

Duada yapmacık sözlerden kaçınılmalı ve ses yükseltilmemelidir.

Beşincisi: İstenilen şeylerin muhakkak surette Cenâbı Hak tarafından kabul göreceğine, zerre kadâr tereddüt göstermeden, kıvrana kıvrana ve duânın ayrılmaz bir şartı olan yalvarış, yakarış edâsıyla.. meselâ; deniz ortasında, bir tahta parçası üzerinde kalmış ve bütün kurtulma ümidinin ortadan kalktığını anlamış bir insanın teslîmiyeti içinde ve böyle bir ruhla teveccüh edip Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir ki, duânın özü, hayatı da işte bu ihlâs ve bu samimiyettir.

Duânın kabul edilmediğini düşünmek katiyyen yanlıştır. Duâ, eğer şartlarına uygun yapılmışsa muhakkak kabul görür. Ancak kabul edilen dua, bizim istediğimizin aynı olmayabilir. Bazan bizim istediğimiz, bizim için hayırlı olmadığından, bir rahmet eseri olarak Cenâb-ı Hak bize, istediğimizi değil de esas istememiz gerekeni ihsan buyurur. Bazan da duâmız âhiretimiz hesabına kabul görür. Onun için, yapılan duâların mutlak surette kabul edileceğini düşünerek duâ etmek çok mühimdir. Hem niye kabul edilmesin ki Rabbimiz şeytanın duasını bile kabul etmiştir. Cennetten kovulduğunda şeytan, kıyamete kadar mühlet istemiş ve Cenab-ı Hak ona istediği bu mühleti vermiştir.

"Sen Allah'ı seversen, Allah seni sevmez mi?
Sen O'na dua etsen, lebbeyk kulum demez mi?"

Bir Allah dostu şöyle diyor:

"Allah'tan yirmi senedir bir şey istiyorum. İstediğim şeyi vereceğinden hiç ümidimi kesmedim."

İşte dualarımızda böylesine ümitli ve ısrarlı olmalıyız.

Altıncı husus: Duaların kabul olmasında günahlardan tövbe etmek ve kul haklarını ifa etmek çok önemlidir. Onun için çevremizdekilerle helalleşmeli ve dualarımızı istiğfar ve tövbe ile bezemeliyiz.

Çoğunlukla Duası Makbul İnsanlardan Söz Edildiğini Duyarız. Duaları Makbul İnsanlar Kimlerdir?

Evet, Allah katında bazı makbul kulların duaları da makbuldür. Mesela Allah'ın en sevgili kulları peygamberler. Burada aklınıza şöyle bir soru gelebilir: "Peygamber Efendimiz (asm) aramızdan ayrılmıştır. Onun duasına nasıl mazhar olabiliriz ki?" Evet Efendimizin (asm) duasına mazhar olabiliriz. Zira O bize bir miras bırakmıştır. Onun tavsiye ettiği pek çok hayırlı ve güzel ameller vardır ki O bunları yapan için hayır duada bulunmuştur. İşte biz bunları yaptığımızda Onun duasına mazhar olabiliriz. Öte yandan Peygamber Efendimiz (asm) her ne kadar bedenen aramızda bulunmasa bile ruhen bizimle beraberdir. Kur'an'da

"Şehidlere ölü demeyin. Onlar hayattadır ama siz hissetmezsiniz."

buyurulmuyor mu? Madem şehidler hayattadır, şehitlik mertebesinden daha yüksek makamda bulunan peygamberler de hayattadır. Ama biz onları hissedemeyiz. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmaktadır ki:

"Ümmetimden bana salât ü selam getirenin bu selamı bana ulaştırılır. Ben de karşılık veririm."

Öyleyse biz Peygamber Efendimizin (asm) sünnetine uygun bir hayat yaşayarak Onun duasına ve şefaatine mazhar olabiliriz ümidindeyiz.

Duası makbul insanlardan bir zümresi de Allah'ın sevgili kullarıdır. Çevremizdeki böyle muhterem büyüklerimiz varsa hayır dualarını almaya gayret etmeliyiz.

Bundan başka yaşlıların da duası kabule şayandır. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

"Cenab-ı Hak saçı başı ağarmış bir pir-i fani dua ettiğinde, onun duasını kabul etmemekten hicab duyar."

Ana-baba duası da çok önemlidir. Bu yazıyı okuyanlar hiç durmasınlar. Anne-babası yakınında ise varsınlar yanına, ellerini eteklerini öpsünler ve hayır dualarını talep etsinler. Anne-babası uzakta bulunanlar bir telefon çevirsinler, hal-hatır sorup hayır dualarını alsınlar.

Bunlardan başka mazlumun, mağdurun duası da çok çabuk kabul görür. "Alma mazlumun âhını çıkar aheste aheste." derler. Evet mazlum ve mağdurun duasına çok rağbet edilmeli ve bedduasından da çok sakınılmalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak onlarla beraberdir. Bir kudsi hadiste şöyle buyrulur:

"Ben kalbi kırıklarla beraberim."

[ Halim Çalış Sorularla islamiyet ]
http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=13150

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı