7 Ekim 2018 Pazar

Bakara Suresi ilk beş ayetin kırık meali


الم ﴿1 ذَٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ﴿2 الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ﴿3 وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿4 أُولَٰئِكَ عَلَىٰ هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ﴿5

Meali: 1. (Elif, Lâm, Mîm.)



2. İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir.

3. Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.

4. Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler.

5. Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir. (Bakara 1-5)


Bakara suresi Medine’de nazil olmuştur. 287 ayet, 6120 kelime, 25500 harften müteşekkildir. Böyle olmakla Kur'an-ı Kerimde bulunan en uzun suredir. En kısa sure ise Kevser suresidir. En uzun ayet yine bakara suresi içerisinde bulunan 282. Ayet, deyn yani borç ayetidir. En kısa ayeti ise وَالْفَجْرِveوَالضُّحَىٰayetleridir.
Bakara suresinin surelerin en büyüğü olmasındaki hikmet,



bakara suresinde, hükümler tafsilatı ile açıklanıp, darbı meseller verilip, hüccet ve deliller getirildiği içindir. Hiçbir sure bakara suresinin şamil olduklarına şamil değildir. Bu nedenle usulü tefsir alimleri tarafından bakara suresine “…………………………..……” “Kur'an'ı kerimin çadırı” denilmiştir.



İbn-i arabi hazretleri “ahkamül Kur'an” isimli kitabında şöyle demiştir; “bazı şeyhlerimden, hocalarımdan işittim, üstadım şöyle diyordu; bakara suresinde bin emir, bin nehiy (haram-yasak), bin hüküm (hikmet) ve bin haber vardır. Bakara suresi çok ve büyük fıkhi mevzuları içerdiği için, Abdullah ibn-i Ömer hazretleri tam sekiz yılını bu surenin tefsirini tahsil ve talimiyle geçirdi.”




İmam Fahreddin razi hazretleri tefsiri kebirinde şöyle buyurmaktadır: “bil ki, bazı vakitler, dilimin üzerinde şöyle bir kelime geçti; “muhakkak bu kerim surenin faidelerinden ve inceliklerinden onbin mesele istinbat etmek (inceleyip çıkarmak) mümkündür.” (ruhul beyan tefsiri 1/118)




İşte böylesine muazzam bir sure olan bakara suresinin ilk beş ayetinden bahs etmeye çalışacağız, Cenab-ı Hakk aklen ve ruhen anlamaı ve mucibi ile amel edebilmeyi nasip eylesin.




الم bakara suresini ilk ayeti hurufu mukatta diye isimlendirilen الم harfleridir. Bu harflerin bi zatihi kendisinde ve bu harfler ile başlanmasında pek çok esrarı ilahi mevcuttur.



Ebu Bekr-i Sıddik buyuruyor ki; “her kitabın bir sırrı vardır. Allah’ın kur’an’da ki sırrı da bu, surelerin başında bulunan harflerdir.” (mevızei hasene 544)




Bu harfler ile yani Kur’an-ı Kerimin müteşabih harfleri ile başlamasının sebeplerinden biri ukala (akıl sahiplerinin) ve hikmet sahiplerinin mertebelerinin bilinmesi içindir. Akıl ve hikmet sahibi kimseler bununla acziyetlerini itiraf etsinler, bundan ibret alsınlar ve Kur'an-ı Kerimin ayetlerinin üzerinde düşünsünler diyedir.





İlim sahipleri, surelerin başındaki sure açan bu değerli harflerle ilgili murat-ı ilahinin ne olduğu hakkında çok konuşmuşlardır.



1- Denildi ki; müteşabih harfler gizli ilimlerden ve kapalı sırlardandır. Yani Cenab-ı Allah’ın ilmini ve manasını kendisine ayırdığı müteşabihlerdir. O Kur’an-ı Kerimin sırrıdır. Biz bunların zahirine iman eder ve onları bilmeyi Allah’a havale ederiz. Bunların kur ’anı kerimde zikredilmesinin faydası onlara iman edilmeyi istemektir.



الم derken ا (elif) ……. (Allah), ل (lam) …….. (latif –kullarına lütfeden), م (mim) ……. (mecid) demektir. O zaman kelimeler ……. (enallahül latifül mecid) diye “ben Allah azimüşşanım, latif ve mecidim” diye te’vil edilir.



Kur’an-ı Kerimde geçen pek çok surenin başında hurufu mukatta vardır. –elif lam ra- kef ha ya ayn sad- kaf- gibi pek çok yerde Cenab-ı Hakk hurufu mukatta ile hitap etmiştir.



..… elif lam ra kavli şerifi ………………………... Ben azimüşşan Allah’ım ve görüyorum demektir.



….. kef ha ya ayn sad …. Ben azimüşşan, kerim (çok ikram eden), hâdi (hidayet veren) , alim (her şeyi hakkıyla bilen), sadık (vadinde doğru olanım) demektir.



İne Cenab-ı hakkın kavli şerifi olan ….… kaf Allah’ın …… kadir (gücü yeten, takdir eden) ve ….. kahir (kahreden) olduğuna işarettir.



….… nun Cenab-ı Allah’ın ….. nur (aydınlatıcı, nurlandıran) ve …… nasır (yardım edici) olduğuna işarettir.



Bunların her biri Cenab-ı Hakkın bir ismi şerifinden alınmadır. Araplarda, bazı harfler ile iktifa etmek (yetinmek) bir alışkanlıktır.



Cenab-ı Hakk’ta buna uygun bir dille kur’an-ı Kerimi inzal etmiştir.



2- Yine denildi ki; kur’an-ı Kerimde pekçok surenin başında zikredilen bu harfler, kur’an-ı Kerimin normal harflerden telif edildiğine delalet etmesi içindir. O harflerde …. Elif ba harfleridir.



Elif lam mim, ve diğer mukatta harfler, iki sevgilinin arasında, harfler ile konulmuş ve ikisinden başkasının muttali olup anlayamayacağı muamma birer şifre kabilindendir. Gerçekten bu şifreyi Cenab-ı Allah, hiçbir nebiyyi mürselin ve mukarreb yani Allah’a yakın olan meleğin güç yetiremeyeceği vakitte peygamber efendimiz ile beraber olduğu zaman koymuştur. Cebrail as ve başkasının esrar ve hakiatine ulaşamayacağı şifrelerle, Cebrail as’ın lisanı ile konuşmak için bu harfleri vazettmiş, koymuştur. Nitekim;



Cebail as …… kef ha ya ayn sad ayeti kerimesini getirip ….kef dediğinde efendimiz Hz. …… bildim dedi. …. Ha dediği zaman, efendimiz hazretleri ………….. Bildim dedi. Cebrail as … ya dediği zaman efendimiz Hz. ….. bildim dedi. Cebrail ….. ayn dediği zaman efendimiz haz ………… bildim dedi. Cebrail as … sad dediği zaman, efendimiz Hz. ……………. Bildim dedi. Cebrail as efendimiz hazretlerine;



……………………….….. benim bilmediklerimi sen nasıl bildin diye sordu. (ruhul beyan tefsiri 1/121)



İbn-i abbas ra buyuruyor ki; “elif Allah, lam Cebrail as, mim de Muhammed demektir.” Yani Allah, Cebrail as vasıtası ile kitabı Kur’an-ı Kerimi Muhammed as’a indirdi. Demektir.



Yine bazı alimler; “bu harfler kula; namazda elif gibi dikilmesini, lam gibi eğilip rukü yapmasını ve mim gibi secdede toplanmasını tembih ediyor” buyurmuşlardır. (mevızei hasene 544)



Bazı arifler demişlerdir ki; mukatta harfleri hakkında söylenilen bütün sözler, nazari ve itibaridir. Nazari sözler, söyleyenin tahminidir, gerçek değildir ancak, Cenab-ı Allah’ın bu ayetlerde ki maksadını kendisine keşifle bildirdiği kişiler hariç.” (ruhul beyan tefsiri1/123)



Cenab-ı Hakk Musa as’a tevratı indirdiğinde, Tevrat bin sure, her surede bin ayet idi. Musa as şöyle niyaz etti: “ya rabbi! Bu kitabı okumaya ve ezberlemeye kim güç getirebilir.” Cenab-ı Allah:


- Ben bundan daha büyük bir kitap indireceğim! Dedi. Musa as;

- Ya rabbi kimin üzerine indireceksin? Allah cc

- Peygamberlerin sonuncusunun üzerine, buyurdu. Musa as

- Ya rabbi! Onun ümmeti nasıl okuyacaklar? Ömürleri kısadır. Ded, Cenab-ı Hakk

- Ben o kitabı onlara kolaylaştıracağım. Hatta sabileri (küçük çocukları) bile onu okuyacaklar. Buyurdu. Musa as

- Ya rabbi bunu nasıl yapacaksın? Diye sordu. Cenab-ı Hakk:

Ben gökten 103 kitap indirdim.
50’si Şit’e, 30’u İdris’e, 20’si ibrahim’e, Tavrat’ı sana, Zebur’u Davud’a, İncil’i İsa’ya, Kur’an-ı Kerim’i Muhammed mustafa’ya indireceğim. Kur’an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki; bütün kainatı bu kitapta zikrettim. Bütün bu kitapların manalarını Muhammed’in kitabında zikredeceğim ve hepsini 114 yüzondört surede toplayacağım. Bu sureleri otuz cüz kılacağım. Cüzler yedinin yedisinde olacaktır. Yedinin manası fatihanın yedi ayetinde olacaktır. Sonra manaları yedi harfte olacaktır. O yedi harf ………..(bismillahi) Allah’ın adı iledir, harfleridir. sonra bütün bunların hepsi الم elif lam mim’in elifinde olacaktır. Sonra bakara suresini açar ve elif lam mim derim.”



Cenab-ı Hakk tevratta böyle zikredip vadetti. Sonra onu Muhammed mustafa hazretlerine indirdiğinde, Yahudiler bunun o kitap olmasına karşı çıktılar. Onun için Cenab-ı Hakk
ذَٰلِكَ الْكِتَابُ işte o kitap buyurdu.

لَا رَيْبَ فِيهِ  Kur’an-ı Kerim’de şüphe yoktur. Muhakkak Kerim’in kendisi tarafından indirildiğinden yani Hz. Allah tarafından indirildiğinden şüpheye mahal yoktur. İnsanlar onun hakkında şüpheye kapılsalar da kapılmasalar da Kur’an-ı Kerim hakkdır.

-----

هُدًى لِلْمُتَّقِينَ müttekıler için hidayettir. Müttekıler için yani delalette iken takva ile müşerref olup, takva üzerinde daimi olan kişiler için hidayettir yani irşad eden yol gösteren ve her şeyi açıklayan büyük bir beyandır.



Bu Kur’an-ı Kerim’e bakan mü’min, kafir herkese şamildir. Bu itibar ile Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim hakkında:
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Kur’an-ı Kerim insanlara hidayettir, buyurdu. Yani bütün insanlara hidayet kaynağıdır. Yani Kur’an-ı Kerim bütün insalığa geldi ama hususi olarak, takva ehline hidayet ve yol göstericidir.



Birçok insanın hidayeti bulamaması onu, Kur’an-ı Kerim’i hidayet kaynağı olmaktan çıkartmaz. Güneş güneştir, körler onu görmese bile. Bal baldır, ağzının tadı bozulanlar, balın tadını hissetmeseler bile. Misk misktir, her ne kadar koku alma duygusu kaybolmuş kimseler, miskin kokusunu duymasalar bile.



Öyleyse Kur’an-ı Kerim hidayete ulaşmak isteyen kimseler için hidayet vesilesidir. Hidayeti arzu edenler için Kur’an-ı Kerim lezzeti bol olan bal, kokusu doyumsuz olan misk, sıcak ve aydınlığı çok olan güneş gibidir. Hatta onlardan daha da çok üstündür.

لِلْمُتَّقِينmüttekı kelimesinin anlamı, koruyucudur. İttika kelimesinden alınmadır. İttika ise iki şey arasındaki sur, duvar gibi engele denir. Yani mütteki insan, sanki Allah’ın emirlerine sarılmayı ve yasaklarından kaçmayı, kendisiyle, cehennem azabı arasında bir siper olarak koymaktadır. Yani takva sahibidir.

Takva; şer’i şerifin örfünde, kişinin ahirette kendisine zarar verecek şeylerden tam, mükemmel bir şekilde korunmasından ibarettir. Takvanın üç mertebesi vardır.

Birincisi; küfürden kaçarak; yani imana girmekle, insanın ebedi azaptan korunmasıdır.

İkincisi; yani günah olan bütün fiilleri terk etmektir. Hatta topluluğun yanında küçük günahları bile terk etmektir. İşte şer-i şerifte takva olarak bilinen budur.

Üçüncüsü; sırrını, içini, kendisini Cenab-ı Hakk ile olmaktan meşgul edecek şeylerden, uzaklaşarak külliyen, tamamen Allah’a yönelmektir.



Herşeyi açıklayan Mübin olan kitabın, Ku’an-ı Kerimin hidayeti bu mertebelerin hepsine şamildir.



Peki acaba biz ne derecedeyiz. Acaba takvanın hangi mertebesine ulaştık.



Umumun yani sıradan insanların hidayeti islam iledir. Demek ki biz takvanın birinci mertebesine Cenab-ı Hakk’a iman etmek sureti ile ulaştık. Elhamdülillah. Umum sınıfından çıkıp havas sınıfına dahil olduk yani hususi insanlardan olduk.



Havassın yani seçkinleri hidayeti, yakıniyyet tam bir iman ve ihsan iledir. Acaba bu mertebeye ulaşabildik mi, imanımız kamil bir dereceye ulaşabildi mi, günah olan bütün fiillerden kaçınıyor, hatta küçük günahları bile terk etmeye çalışabiliyor muyuz? İşte bunun için nefsimizi muhasebeye çekmemiz gerekir. Ve bu mertebeye ulaşınca da ehass olur ki;



Ehassın yani en seçkinlerin hidayeti, hicabın keşfi yani gözlerinden perdelerin kalkması ve herşeyi olduğu gibi görmekledir. Bu takvanın en üst mertebesidir. Evliyaullahın mertebesi budur.



İşte Müslümanın ulaşması gereken takva derecesi budur.



Beyazıt-ı Bestâmi hazretleri, Hemedân taraflarında, ustur otunun tohumlarından satın almıştı. Bestâma vardığında tohumların içinde iki karınca gördü. O tohumlar ile birlikte yine Hemedân’a döndü. O iki karıncayı Hemedân’da bıraktı.



Yine imam-ı Azam Hz. Alacaklı olduğu kişinin ağaçlarının gölgesinde oturmazdı. Çünkü haberde kendisinden faydalanılan her borç faizdir denilmiştir. İmamı Azam Hz.’de bu hususa dikkat ederek, gölgeye bile dikkat göstermiştir.



Eba yezid hazretleri, sahrada arkadaşıyla beraber elbiselerini yıkadılar. Arkadaşı kendisine;



- Üzüm bağı duvarına asalım dedi. O:

- Duvarlarına kazık çakamayız dedi. Arkadaşı:

- Şu ağaca asalım dedi. O:

- Dalları kırabiliriz, olmaz dedi. Arkadaşı:

- Yere serelim dedi. O:

- Yer davarların, hayvanların otlağıdır. Hayvanların otlaklarını örtüp haklarına tecavüz edemeyiz. Dedi. Arkadaşı: peki elbiselerimizi nasıl kurutacağız diye sordu. O:


- Sırtımızda kurutacağız dedi ve öyle etti. Elbiselerini kendi sırtına serdi. Rükûa varır gibi durdu. Elbisenin bir tarafı kuruyunca diğer tarafını çevirdi. Diğer tarafı kuruyuncaya kadar öylece kaldı.

Peki, bu mertebeye nasıl ulaşacağız? Ehli takva takva sahibi nasıl bir kimse olmalıdır? Cenab-ı Hakk surenin devamında takva sahibi kimseleri açıklıyor, buyuruyor ki;

الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ onlar yani takva sahipleri ki gayba inanırlar.



İman, kalp ile tasdik etmektir. Tasdik olunan Cenab-ı Allah, tasdik eden kulunu güven ve emniyete kavuşturur. Yani onu yalandan emin kılar, fiili olarak onun nefsini azaptan korur.



“el-kevâşi’de şöyle dedi: şeriat’ta iman, kalp ile itikad, dil ile ikrar ve azalar ile amel etmektir. İslam, hudû yani boyun eğmek ve teslim olmaktır. Her iman islamdır, ama her islam iman değildir. İslam ile beraber kalben tasdik olmadığı zaman, adam zahiren yani görünüşte Müslüman olur; içten tasdik etmemiş olur. Zahiri teslimiyyet olmadan da, içten tasdik etmiş olmaz.



Mevlana Ebus-Suud hazretleri, tefsirinde şöyle dedi: şer-i şerifte; peygamberimiz hazretlerinin dininden, tevhid, peygamberlik, ölümden sonra dirilme, ahirette ceza ve benzerleri gibi; bilinmesi zaruri olan şeyleri tasdik etmeden iman tahakkuk etmez, gerçekleşmez.



İmanın alametleri ise 3 şeydir;



(1) Hakiki bir itikad, inanç, (2) imanı dil ile ikrar etmek ve (3) icabıyla amel etmektir.



Ömer bin el Hattab hazretlerinin (Hz. Ömer efendimizin) şöyle dediği rivayet edilmiştir;



“Biz bir ara Rasûlullah hazretlerinin yanında oturuyorduk. Yanımıza elbisesi gayet beyaz, saçları simsiyah üzerinde yolculuk eseri görünmeyen ve bizden kimsenin kendisini tanımadığı bir adam çıkageldi. Nihayet efendimiz sav hazretlerinin önünde oturdu. İki dizini efendimiz hazretlerinin dizlerine dayadı. Ellerini dizlerinin üzerine koyup oturdu. Ve:



- Ya Muhammed! Bana İslam'dan haber ver, İslam'ı anlat, dedi. Rasûlullah hazretleri:



- İslam: senin Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasulu olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, ramazan orucunu tutman ve yoluna gücün yeterse Beyti (Kabe’yi ziyaret ve) haccetmendir, buyurdu. O kişi

- Doğru söyledin. Dedi. Haz Ömer diyor ki;

- Biz onun sualine ve tasdikine hayret ettik. O kişi sonra:

- İman nedir? Dedi. Rasulullah sav

- İman: senin, onu görür gibi, Allah’a ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da muhakkak Allah seni görüyor, dedi. O;

- Doğru söyledin, dedi. Sonra

- Bana kıyametin saat ve vaktinden haber ver, dedi, Rasulullah sav:

- Bu hususta sorulan (peygamber efendimiz), sorandan daha alim değildir, buyurdu. O:

- Doğru söyledin, dedi. Sonra:

- Bana kıyametin işaretlerinden haber ver? Dedi. Rasulullah sav Hz.

- Cariyenin sahibesini doğurması, yalın ayak, çıplak ve koyun çobanlarının yüksek binalar yapmakta birbirleriyle yarıştıklarını görmekliğindir, dedi. O:

- Doğru söyledin, dedi. Sonra ayrıldı gitti. Bir zaman sonra rasulullah bana buyurdular ki;

- Ya Ömer o adamın kim olduğunu bildin mi? Ben:

- Allah ve rasulu daha iyi bilirler, dedim. Efendimiz hazretleri:

- O Cebrail aleyhisselam idi. Size dininizin emirlerini öğretmek için geldi. Cebrail, hep benim kendisini tanıdığım surette gelirdi, ancak bu sureti hariç, buyurdular.

Demek ki iman, sadece Allah’ı ve peygamber efendimizi inanarak tasdik etmekten ibaret değil, bu tasdik ile birlikte, aynen görürmüşçesine, aşk ve şevkle, ihlas ile Cenab-ı hakka ibadet etmek, peygamber efendimizin sünnetlerini işleyerek, yolundan ilerlemektir. Diğer bir tabir ile sadece kâl ile yani söz ile iman ettim demek değil, hal ve harekâtına, ameline de inancını yansıtmakla olur. Ancak böyle olduğu zaman kul tam manası ile iman etmiş, imanı kamile ulaşmış olur.

وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ o takva sahipleri namazı ikame ederler, namaz kılarlar.

 الصَّلَاةَ kelimesinin bir manası namaz olduğu gibi, başka manaları da vardır.

Dua manasına gelir.

Sena, övgü manasınadır.

Kıraat yani okuma manasına gelir.

Rahmet manasına gelir.
Bu kadar manayı ihtiva eden
الصَّلَاةَ kelimesi ile namazın isimlendirilmesinin sebebi ise;

Namazın kıyamında kıraat yani okuma, ka’delerinde yani oturuşlarında sena ve dua olduğu ve namazı kılan kimseye rahmet olduğu içindir.

Bu ayette beş vakit namaz murat edilmektedir. Namazı ikamet etmek: ona devam etmektir.

İşte içerisinde bu muazzam manaları saklayan namaza dikkat etmek, devam etmek lazımdır. Ancak devam ederken tadili erkana riayet ederek, en güzel surette kılmaya özen göstermelidir.

İbrahim en nehai hazretleri şöyle dedi: bir adamın rüku ve secdelerini hafif tuttuğunu, yani tadili erkana riayet etmeden namaz kıldığını görürsen onun ailesine acı. Yani o kimsenin geçim sıkıntısından dolayı ailesine acıyın.

Demek ki namazda tadili erkana riayet etmemek geçim sıkıntısına sebebiyet vermektedir. Öyle ise namazı nasıl kılmak lazım, bakınız;

Zahit Hatem bir gün, Ali Asım bin Yusuf’un huzuruna vardı. Asım ona dedi ki;

-          Ey Hatem! Namazı güzel kılıyor musun? Hatem:

-          Evet, dedi. Asım;

-          Nasıl kılıyorsun? Diye sordu. Hatem:

-          Namaz vakti yaklaştığı zaman, abdestimi güzelce alırım. Sonra namaz kılacağım yere yerleşirim. Hatta bütün uzvum, bende karar bulur. İki kaşımın arasında Kâbe’yi görürüm. Makamım yani kabrim önümde, Cenab-ı Allah üzerimde ve kabrimde olanları bilmektedir. Sanki ayaklarım sırat köprüsünün üzerindedir. Cennet sağımda, cehennem solumdadır. Ölüm meleği Azrail aleyhisselam arkamda durmaktadır.

Bu namazı son namazım olarak zann ve kabul edip “Allahu Ekber” diyerek ihsan ile yani Cenab-ı Allah’ı görür gibi, tekbir alırım. Kıraatı yani fatiha ve zammı sureleri tefekkür ile yani manalarını düşünerek okurum. Tevazu ile rükûa eğilirim. Tazarru ile secde ederim. Sonra namazı tamamladığımda otururum.  Ümitle teşehhüdü okurum. Dil üzerine selam veririm, sonra ihlas için selam veririm. Böylece korku ve ümit arasında namazımı kılarım. Sonra sabra dayanırım.

Sonra Asım sordu:

-          Ey Hatem! Senin namazın hep böyle mi? Hatem:

-          Ta otuz (30) yıldan beri namazım bu şekildedir, dedi. Asım ağlamaya başladı. Ve:

-          Ben hayatımda asla böyle bir namaz kılmadım, dedi.

Peki şimdi düşününce acaba bizler Hz. Hatem gibi bir rekat namaz kılabildik mi? Kimimiz on kimimiz 20 kimimiz 30 yıldır acizhane namaz kılıyoruz ancak kıldığımız namazlardan bir tanesi bu kadar ihlaslı bu kadar takvalı olabildi mi? Ya da Hz. Asım gibi bu namazı dinlerken, kendi gafletimizden pişmanlık duyarak gözümüzden bir damla yaş akıtabildik mi?

İşte Cenab-ı hakkın ayeti kerimede takva sahiplerinin özellikleri olarak haber verdiği namaz ibadetinin asıl bu haliyle işlenmesi, yerine getirilmesi lazımdır.

Ancak farz olan namaz emri ile insanlar birkaç tabakaya ayrılırlar;

Birinci tabaka: namazı farz olarak kabul etmeyenlerdir ki; bunların reisleri Ebu cehildir. Akıbetleri ise; sekar cehennemidir (müdessir suresi 42-43-44-45-46)

İkinci tabaka: namazın Allah’ın emri olduğunu kabul edip namaz kılmayanlardır. Bunlar kitap ehli olanlar yani Yahudi ve Hristiyanlardır. Akıbetleri ise; cehnnemdeki gayya vadisidir. (Meryem suresi 59) Gayya cehennemde bir dereke yani çukurdur. Cehennemin en korkunç ve ürkütücü yeridir. Her gün cehennem ehli defalarca ondan kurtulmak isterler.

Üçüncü tabaka: bazı namazlarını kılarlar bazı vakitleri tembellikten dolayı kılmayanlardır. Bunlar münafıklardır. Münafıkların varacakları yer cehennemin veyl vadisidir. (nisa suresi 145) cehnnemin veyl vadisi vardır. Veyl, dünyanın bütün dağları içine konsa bile onu tıkamaz yani yine akar.

Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur;

“kim bir namazı vakti geçesiye kadar terkederse (kazaya bırakırsa), cehennem ateşinde, bir hukub azap olunur. Biri hukub seksen yıldır. Her yıl 360 gündür. Ahiretin her günü sizin günlerinizle bin sene kadar uzundur.  (mektubatı imamı rabbani c1 sf 274)

Alimler dediler ki; namazı geciktirip vaktinde kılmamak büyük günahlardandır. Büyük günahların küçüğü, denildiği gibi, 70 kere annesiyle zina etmiş gibidir.

Dördüncü tabaka: namazın farz olduğunu kabul edip, şartlarıyla vakitlerinde kılmaya riayet ettiler.

Bunların reisi Muhammed Mustafa’dır s.a.v. Bunların akıbeti ise Firdevs cennetidir. Firdevs, cennetin en yüksek ve en kıymetli yeridir. Orada mü’minler, arzularının son mertebesine kavuşup, Rabblerini görürler.

Hukema yani hikmet ehli şöyle dediler: “yıldız ol. Eğer buna gücün yetmiyorsa, ay ol. Eğer buna da gücün yetmiyorsa güneş ol. Yani bütün geceyi aydınlatan yıldız gibi, bütün geceyi namaz kılarak geçir. Ya gecenin bazısını aydınlatan ay gibi, sen de gecenin bir kısmını ibadetle geçir. Veya gündüzleri aydınlatan güneş gibi sen de geceleyin namaz kılamıyorsan, bari gündüzleri namaz kıl, demektir.

Mükatil hazretleri dedi ki: efendimiz hazretleri Mekke'de iken, akşam vaktinde iki rekat, sabah namazı vaktinde iki rekat namaz kılardı. Miraca çıktığı zaman beş vakit namaz kılmakla emrolundu.

Namaz miraç gecesi farz kılındı. Çünkü miraç, vakitlerin en üstünü, hallerin en şereflisi ve münacatların en izzetlisidir. Namaz da imandan sonra taatin en faziletlisidir. Böylece ibadetlerin en faziletlisi, vakitlerin en faziletlisinde farz oldu. Namaz, kulun rabbine vasıl olması, ulaşması ve ona yaklaşmasıdır.

Rasulullah s.a.v. hazretleri miraca çıktığında, semavat ve melekûtun gizliliklerine şahit oldu, seyretti. Göklerde olan meleklerin ibadetlerini gördü. Onların ibadetleri çok hoşuna gitti o ibadetlerin ümmetine de farz olmasını istedi. Cenab-ı Allah, bütün meleklerin ibadetini, beş vakit namazın içinde topladı. Zira meleklerin bir kısmı kıyamda yani ayakta durup ibadet ediyorlardı. Kimi rükûdaydı. Onlardan kimi de secde halindeydi. Kimi hamd ediyordu; kimi de tesbih okuyordu. Ve bunların dışında ibadetler de yapıyorlardı. Cenab-ı Allah, beş vakit namaz kıldıklarında gök ehlinin bütün sevablarını o yüce rasul hazretlerinin ümmetine verdi.

Çünki efendimiz hazretleri o gece yani İsrâ (miraç) gecesi, melekleri, ikişer, üçer ve dörder kanatlı şekillerde gördü. Ameller üzerine müvekkel olan melekler, ibadetlerin ruhlarıyla göğe yükselirken, Cenab-ı Allah, meleklerin bu suretlerini namazların nurunda topladı. Zira ibadet nurani bir suret ve şekil ile edilir. Bu konuda birçok işaretler vardır. Belki Cenab-ı Allah melekleri salih amellerden yaratır. Bu konuda sahih hadis-i şerifler vardır. İşte böylece Cenab-ı Allah, meleklerin kanatlarını üç mertebe üzere yarattı. Senin kendisiyle Allah’a uçacağın, Allah rızasını kazanacağın kanatlarını, namazlarını da meleklerin kanatlarına uygun olarak, iki rekat, üç rekat, dört rekat kıldı ki, melekler sana istiğfar etsinler.

Cenab-ı Hakk evvela 50 vakit olarak farz kılmış ancak peygamber efendimizin, ümmeti üzerine hafifletilmesini istemesi üzerine her vakitte 10 hasene verilmek sureti ile 50 vaktin sevabı kendisine verilmiş olur.

Namazın beş vakit olmasının başka bir hikmeti de, geçmiş ümmetlerin her biri değişik vakitlerde namaz kılıyordu. Cenab-ı Hakk dünya ve ahiretin faziletlerinin hepsini, efendimiz hazretlerinde ve onun ümmetinde topladı. Onun ümmetini de böylece ümmetlerin arasında en faziletli ümmet kıldı.

Sabah namazını ilk önce kılan Âdem aleyhisselamdır.

Öğle namazını ilk önce kılan İbrahim aleyhisselamdır.

İkindi namazını ilk önce kılan Yunus aleyhisselamdır.

Akşam namazını ilk önce kılan İsa aleyhisselamdır.

Yatsı namazını ilk önce kılan Musa aleyhisselamdır.

Beş vakit namazın bu şekilde efendimiz sav hazretlerinin ümmetinde beş vakit olarak karar kılmasının sırrı budur.

Yine bir rivayette denildi ki; Âdem as, beş vakit namazın hepsini kılıyordu. Ondan sonra peygamberlerin arasında bu beş vakit bölüştürüldü.

Vitir namazını ilk önce efendimiz sav hazretleri miraç gecesinde kıldı. Ve onun için, efendimiz sav hazretleri “rabbim bana namazı ziyade etti” buyurdular. Yani Allah, beş vakit namazdan fazla olarak vitri bana ziyade kıldı.

İlk secdeye varan Cebrail as’dır. Bundan dolayı peygamberlerin arkadaşı ve onların hizmetkarı oldu.

İlk önce ……… sübhanallah (Allah noksan sıfatlardan münezzehtir) diyerek tesbih eden Cebrail as’dır.

İlk önce …….. elhamdülillah (hamd Allah’a mahsustur) diyerek hamd eden Âdem as’dır.

İlk önce …….. la ilahe illallah (Allah’dan başka ilah yoktur) diyerek tevhit kelimesini söyleyen nuh as’dır.

İlk önce …… Allah ekber diyen İbrahim as’dır.

İlk önce ….. la havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim (azim, büyük ve aliyy, yüce olan Allah’dan başka, hiçbir kuvvet ve hali değiştirecek yoktur.) diyen efendimiz sav hazretleridir.

Namazın şartlarından biri abdesttir. Abdestin her edep, sünnet ve farzında bir sır olup, taharet, maddi ve manevi temizliğe işaret eder; insan ancak abdest ile namaz kılmaya hazır olur.

Ellerini yıkamak; kişinin nefsini günahların kirinden temizlediğine ve aynı zamanda kalbin hayvani, kibir, hırs, şehvet, gadap, cimrilik ve kin gibi şeytani kötü sıfatlardan doğan kirden ve pasdan temizlemeğe işarettir.

Yüzü yıkamak; dünya sevgisinin zulmetinden kirinden, kişinin himmet ve gayretini temizlemeğe işarettir. Gerçekten dünya sevgisi bütün hataların başıdır.

Namazın şartlarından biri de “istikbal-i kıble” yani kıbleye dönmektir. İstikba-i kıblede, Hakk Teâlâ hazretlerinin rızasını istemenin dışında kalan her şeyden yüz çevirmek, rabba daha yakın olmak ve münacaatlar için rabbin huzuruna teveccüh etme ve Allah’a yönelmeye işaret vardır.

İftitah tekbiri alırken elleri kaldırmak, himmet elini yani çalışma ve gayretini, dünya ve ahiretten kaldırmaya ve bütün ibadetleri sadece Allah rızası için işlemeye işarettir.

Tekbir, Hakk Teâlâ hazretlerine tazimdir. Bu da Cenab-ı Allah’ın, kulun kalbinde ki bütün isteme, muhabbet, tazim ve izzetten daha büyük olduğuna delalet eder.

Niyetin tekbire yakın olması ise, Allah’ın rızasını aramada kulun niyetinin doğru ve sadık olduğuna işarettir.

Sağ eli sol elin üzerine koymada ve her iki eli göğsün üzerine koymada; Mâlikinin önünde kulluğun tarifini yapmak ve kalbi ma sivadan, Allah’ın gayrısındaki muhabbetten muhafazaya işarettir.

Namazda fatiha suresinin ve okunmasının vacip olması ve namazın fatihasız caiz olmaması; kulun, alemlerin rabbine, şükür, sena ve hamd ederek, gerçekten rabbinin lütuf ve ikramlarını istemeye hazırlandığına ve hidayeti istediğine işarettir.

Kıyam, rükû ve secde kulun alemi ervaha döndüğüne işaret olduğu gibi aynı zamanda kulun gayb alemindeki meskene döndüğüne işarettir; ondan geldiği gibi… insanın bu aleme taalluku, bu aleme gelmesi, bu alemle olan alakası, ilk önce nebatat, bitki, sonra hayvaniyyet ve daha sonra insanlıkla olmuştur.

Kıyam insanın özelliği, rükû hayvanın özelliği ve secde ise nebatat, bitkilerin özelliğidir.

Kul, insani tekebbürden yani büyüklük taslama düşüncesinden kurtulup; hudû ve büyük bir inkisar, kalp kırıklığı ile hayvani rükûa döner. İnsan, rükû ile hayvani sıfatlardan kurtulur. İnsan hilm ve eziyete tahammül ile kar eder. Sonra insan, hayvani rükûdan nebati secdeye döner. İnsan secde ile, bitkiliğin zilletinden ve süfliliğin aşağılığıdan kurtulur. Ebedi ve daimi olan büyük kurtuluşu içeren, huşunun kazancı ile insan kar elde eder.

Huşu, kullukta yükselmenin en mükemmel alametidir.

İşte kul, hakkı ile namaz kıldığı vakit, kullukta yükselmiş olur.

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ  ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infak ederler.
İnfak malının bir kısmını farz ve nafile olarak Allah yolunda hayır yolunda sarfetmektir. Farzdan maksat zekat, nafileden maksat sadaka ve diğer hayru hasenattır.

İnfak namaza en yakın ibadettir. O namazın çok yakın ve kendisinden ayrılmayan arkadaşı kardeşi gibidir.
her şeyin zekatı kendi cinsinden olur. Enes bin malik hazretlerinden rivayet olunduğu gibi…

…… ( zekatüddari en yettehıze fiha beytün liziyafetin) ( ruhul beya 1/156)

“evin zekatı, içinde bir odayı misafir için ayırmaktır.”

Zenginlerin infakı mallarından olur. Malı ihtiyaç sahiplerinden saklamamaları ile olur.

Abidlerin zekatı, nefislerinden olur. Nefis ve hayatlarını Allah yolunda hizmetten alıkoymamakla olur.

Ariflerin zekatı, kalplerinden olur. Kalplerini murakabenin hakikatlerinden kesmezler. Yani gaflete düşmez, her an Cenab-ı Hakk ile meşgul olurlar.

Kısacası; zenginlerin infakı cepten mal çıkartmalarıdır. Fakirlerin, gönül erlerinin zekatı ise ağyarı yani Allah’tan başka her şeyi kalplerinden çıkartmaları ile olur.

-          Öyle ise gücümüz yettiğince Allah yolunda infak için uğraşmamız gerekmektedir. Var ise malımızı yok ise canımızı ortaya koyarak infakta bulunmamız gerekmektedir.

Zira ayette önce iman ayeti zikredildi. Çünkü önce iman gelir. İman kalp ile olur. Sonra namaz gelir; o da beden ile olur. Daha sonra infak gelir; o da mal ile olur. O bütün ibadetlerin toplamıdır.

İmanda kurtuluş vardır.

Namazda münacat ve yalvarma vardır.

İnfakta dereceler vardır.

İmanda beşarat vardır, müjdeler vardır. Zira zerre miktarı imanı olan kimsenin cezasını çektikten sonra cennete gireceği müjdesi vardır.

Namazda keffaret yani günahların silinmesi vardır.

İnfakta ise temizlik vardır. İnfak olunan nimeti riya kibir gibi günahlardan temizler.

İmanda şeref vardır.

Namazda yakınlık vardır.

İnfakta malın artması vardır.

Bu ayette dört şey zikredilmiştir. Takva, gayba iman, namaz, infak yani zekat ve sadaka vermek. Bu dört özellik ise hulefai raşidinin sıfatıdır. Ayeti kerimede onların faziletleri beyan olunmuştur. (Ruhul beyan tefsiri 1. Cilt)

Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:

Yüce Allah yeri yarattığı zaman, yer depreşmeye başladı; bunun üzerine dağları yarattı, onun üzerine koydu. Bundan sonra yer depreşmeden durdu.

Melekler bu işe şaşırdılar ve şöyle dediler;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında dağlardan daha güçlü bir şey var mıdır?
şöyle buyurdu;

-          Evet var, demirdir.

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında demirden daha güçlüsü var mıdır?

-          Evet var, ateştir.

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında ateşten daha güçlüsü var mıdır?

-          Evet var, sudur?

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında sudan daha güçlüsü var mıdır?

-          Evet var, rüzgardır.

Tekrar sordular;

-          Ya rabbi! Yarattıkların arasında rüzgardan daha güçlüsü var mıdır?

Şöyle buyurdu;

-          Evet var… bu, ademoğlunun verdiği bir sadakadır. Bu sadakayı sağ eli ile verirken, sol elinden gizler. İş bu sadaka, rüzgardan daha güçlüdür. (dürretül vaizin 2/127)

Götürülen sadakanın, yaratılmışlar arasında en güçlü duruma gelmesi için şartlarına uymak gereklidir.

·         Sadakanın başta gelen şartı; onu gizli tutmaktır.

Bu sebepten ötürü: geçmişte gelip geçen büyük zatlar, sadakalarını insanların gözünden saklamaya çok çok önem vermişlerdir. O kadar ki; aralarında gözü görmeyen dilenciyi arayan dahi çıkmıştır. Ta ki, kendisine kimin sadaka verdiğini bilmeye…

Yine onlardan bazısı vereceği sadakayı fakirin elbisesine uyurken iliştirmiştir.

Bazısı fakirin geçeceği yol üzerine bırakmıştır ki, geçerken oradan bulsun ve alsın…

·         İkinci şartı ise; sadaka verilen dille elle eziyet edip minnet altında bırakmamak…

·         Üçüncü şartı; sadakayı, malının en temizinden çıkarıp vermektir.

·         Dördüncü şartı; güler yüzle sevindirici bir şekilde vermektir, asık yüzle istemeye istemeye değil…

·         Beşinci şartı ise; sadakaya layık bir yer aramaktır.

Sadaka verileceği zaman, ilim sahibi Allah’tan korkan bir kimseye sadaka vermek daha yerinde olur. Zira o kimse aldığı sadaka ile, Allah’a itaatı yolunda yardım bulmuş olur.

Ya da verilecek sadaka eli darda olan salih bir kimseye verilebilir.

Peygamber efendimiz;

“sadaka sahibinin elinden çıktığı zaman, beş cümle konuşur; onlar sırası ile şöyledir;

1.       Der ki;

-          Ben küçüktüm beni büyüttün.

2.       Der ki;

-          Bundan önce sen benim bekçimdin; şimdi de ben seni bekleyeceğim.

3.       Der ki;

-          Ben düşmandım, şimdi beni dost eyledin.

4.       Der ki;

-          Ben fani idim, şimdi beni baki eyledin.

5.       Der ki;

-          Ben azdım, çoğalttın.”

Peygamber efendimiz bir hadisi şerifinde;

-          Din kardeşini doyuncaya kadar yediren, kanıncaya kadar içiren bir Müslümanı; yüce Allah, cehennemden uzak eder. Sonra onunla cehennem arasına yedi hendek açar ki; bir hendekle diğer hendek arası beş yüz senelik yoldur.

Sonra cehennem şöyle yalvarır:

‘Ya rabbi! İzin ver sana şükür secdesi edeyim; Muhammed ümmetinden birini azabımdan azad etmeyi diledin. Zira, ben, ümmetinden sadaka veren bir kimseye azab etmek için Muhammed’den utanıyordum; ne var ki, emrine de itaat etmek zorundayım.’

Bunun üzerine Cenab-ı Hakk; bir lokma ekmek, bir avuç hurma ile sadaka verenin cennete girmesi için emir verir.” Buyuruyor.

İsrailoğulları arasında çetin bir kıtlık oldu; bu kıtlık, ard arda senelerce sürdü.

Bir kadının yanında bir lokma ekmek vardı; onu yemek için ağzına koydu. Tam o sırada kapıdan bir dilenci seslendi.

-          Allah için bana bir lokma ekmek ver.

O kadın da, hemen o bir lokma ekmeği ağzından çıkardı; o dilenciye verdi.

Sonradan, odun toplamak için o kadın ormana gitti. Küçük bir oğlu vardı, onu da yanında götürdü.

Çocuğun yanından ayrıldığı bir sırada bir kurt geldi; çocuğu kapıp götürdü.

Çocuğun anası, sesi duyar duymaz geldi; durumu anlayınca kurdun peşine düştü.

Bunun üzerine Hz. Allah, Cebrail as’ı yolladı; o da gelip kurdun ağzından çocuğu çıkarıp anasına verdi. Sonra da o kadına şöyle dedi:

-          Ey Allah’ın hayır sahibi kadın kulu; verdiğin bir lokmaya karşıt bu çocuğun kurtarılmasından hoşnut musun?

Gündelik hayata çokça kullandığımız “verilmiş sadakası varmış” sözünün ne güzel bir tezahürüdür bu hadise.

Peygamber efendimiz sadaka hakkında buyuruyor ki;

“sadaka vermekte, beş önemli özellik vardır; şöyle ki;

1-      Malın uğurunu bereketini artırır.

2-      Hastaya şifa olur.

3-      Sadaka verenlerden, Allah belayı def eder.

4-      Sadaka verenler sıratı şimşek gibi geçip giderler.

5-      Sadaka verenler, hesaba çekilmeden, azaba uğramadan cennete girerler.”

Bir dölengeç (delice,doğan) kuşu Süleyman aleyhisselama gelip şöyle dedi:

-          Adamın birinin bir ağacı var; ben de onun üzerine yavruluyorum. O adam da geliyor, yuvamı bozuyor, yavrularımı atıyor.

Süleyman as ağacın sahibini çağırdı ve şöyle dedi;

-          Olmaya ki, bir daha böyle bir şey yapasın…

Daha sonra iki şeytanı çağırdı ve onlara şöyle dedi:

-          Gelecek sene, bu adam yine bu kuşun yuvasını dağıtır, yavrularını atarsa… onu tutun, ikiye ayırın, bir parçasını doğuya, bir parçasını da batıya atın.

Ertesi sene oldu; ama o adam Süleyman as’ın dediklerini unuttu. Ağaca çıkacağı zaman bir loma sadaka verdi. Sonra çıkıp o kuşun yuvasını dağıttı, yavrularını da attı.

Bunun üzerine kuş yine geldi, durumu Süleyman as’a anlattı; o ağacın sahibini şikâyet etti.

Bu şikayet üzerine, Süleyman as o iki şeytanı çağırdı; kendilerini cezalandırmak istedi. İkisine de şöyle dedi;

-          Neden size verdiğim emri yerine getirmediniz?

Şöyle dediler;

-          Ey Allah’ın halifesi, bu ağacın sahibi ağaca çıkmak istediği zaman onu yakalamak istiyoruz. Ama o, daha önce Müslüman bir kimseye bir parça ekmek sadaka veriyor.

Bundan sonra yüce Allah gökten iki meleği onun yardımına yolluyor; o melekler de tutup birimizi doğuya atıyor, birimizi batıya… o verdiği sadaka sebebi ile şerrimizi ondan uzaklaştırıyor.

Hz. Enesin rivayetine göre peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur;

“sadaka, bela çeşitlerinden yetmiş belaya engel olur; onların en küçüğü cüzam ve alaca hastalığıdır.” (dürretül vaizin 1/126-133)

 وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ  o takva ehli ki sana indirilen Kur’anı kerime başından sonuna kadar iman ederler.

وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ  ve senden önce indirilene iman ederler. Yani Tevrat incil ve diğer önceki kitaplara iman ederler. Hepsine iman etmek farzı ayındır.


وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ  ve onlar yani takva ehli yakıni bir iman ile ahirete inanırlar.yani onar ahireti katıyyen bilirler.

Ahirete yakıni olarak inanmanın semeresi (meyvesi), ahirete hazırlanmaktır. Şu on vasıf sahiplerinin hala gafletten uyanmadığını ve ahirete imanının yakınini göstermediği söylendi.

Aldanan kişiler;

1-      Allah’ın kendisini yarattığına kesin inanıp; fakat kendisine (can-ü gönülden ihlas ile) ibadet etmeyen,

2-      Kendisine rızık verenin Cenab-ı Allah olduğuna kesin inanıp, bu iman ile mutmain olup huzura kavuşmayan.

3-      Dünyanın geçici olduğuna kesin inandığı halde, ona itimad eden.

4-      Varislerinin kedisinin hakiki düşmanı olduğuna inandığı halde, onlar için mal toplayan ve içinde harama bulaşıp ahiretini heder eden.

5-      Ölümün geleceğine kesin inanıp da; ölüm için hazırlanmayan.

6-      Kabrin kendisi için varılacak bir yer olduğunu bilip onu hayır ve hasenat ile tamir etmeyen.

7-      Deyyan olan haz Allah’ın kendisini hesaba çekeceğine inanıp; delil ve hüccetlerini sağlan yapmayan, yani kurtuluşuna sebep olacak hayır ve hasenat işlemeyen.

8-      Sıratı geçeceğine inanıp; günah yükünü hafifletmeyen.

9-      Cehennem ateşinin, facirlerin (kötü kişilerin) yeri olduğuna kesin olarak inanıp; ondan kaçmayan.

10-   Cennetin ebrarın yani iyilerin yurdu olduğuna inanıp; cennet için amel işlemeyenler… bunlar aldanan kişilerdir. (ruhul beyan tefsiri 1. Cilt)

Bazı alimlere tevhidden yani bir olan Allah’a iman etmekten sorulduğu zaman; “tevhid yakındır.” Demişlerdir. Yakınden sorulduğu zaman da; “ bütün mahlukatın harekat ve sekenatın Cenab-ı Hakk’ın fiili ile ve kudretiyle olduğunu bilmektir. Zira, Allah tektir, şeriki yoktur. Bunu böyle işleyen hakiki muvahid olmuş olur.” Yani hakiki imana sahip olmuş olur.

Peygamber efendimize soruldu;

“bir şahıs çok günah işliyor, fakat hakka yakınıyyeti çok kuvvetlidir. Başka bir şahsın da ibadeti çok fakat yakınıyyeti zayıftır. Bunların hangisi daha hayırlıdır?”

Pegamber efendimiz; “ çok günah işlediği halde kuvvetli yakıniyyeti olan kimse daha hayırlıdır.” Buyurdu. Çünkü o şahsın, her günah işlediğinde, azim ve yakinle Hakk’a tevbe ederek günahlarını bağışlatıp cennete girmesi mümkündür. (abdullatif 13- 15)

Ebu turab buyuruyor ki;

“bir genci gördüm. Sahrada (çölde) azıksız yürüyordu. ‘eğer bu genç yakin sahibi değilse (imanı kuvvetli değilse), helak olur.’ Dedim. Sonra kendisine yaklaştım;

-          Ey genç! Sen bu yerlerde azıksız mı yürüyorsun? Diye sordum. Genç bana;

-          Ey yaşlı! Başını kaldır, Allah’tan başka bir şey görüyor musun? Dedi. O zaman ona

-          İşte şimdi istediğin yere git. Dedim”

Öyle kuvvetli bir imana sahip ki, çölün ortasında dahi olsa rabbinin kulu ile beraber olduğunu rızkını nasip edeceğini biliyor ve diyor ki, sen Hz. Allah’tan başkasını görüyor musun, o bana yar ve yardımcıdır. (ruhul beyan 1. Cilt)


 أُولَٰئِكَ عَلَىٰ هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ   . Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.

الْمُفْلِحُون  arzuya ulaşan, arzuya nail olan demektir. Sanki kendisine zaferin bütün değişik yolları açılmıştır. Ona kapanan hiçbir yol yoktur.

Onlar cennete girmekle umduklarına nail oldular. Kıyamet gününde cehennemin ateşinden kurtuldular. Onlar için dünya ve ahirette hayır kapıları kesinleşmiştir.

Felah yani kurtuluş üç şeyde olur;

1-      Nefse karşı zaferdir. Nefse karşı zafer, nefsin heva ve hevesine uymamak; dünyanın hoş ve süslü görüntüsüne aldanıp yoldan çıkmamak ve şeytanın vesveseleri ve kötü arkadaşlar fitnesinden felah bulup yüzünün akıyla çıkıp kurtulmaktır. Nefsi emmare dünya ve şeytanın kötü imtihanlarında başarılı olmaktır. Onlara yenilmemektir.

2-      Kurtuluştur; küfürden delaletten bid’at ve cehaletten, nefsin gururu, aldatması ve şeytanın vesvesesinden, imanın gitmesinden, imanı kaybetmekten, kabrin yanlızlığından, yeniden dirilişin korkularından, sırat köprüsünde ayağının kaymasından, şiddetli sert ve haşin olan cehennem zebanilerinin kendisine musallat olmasından, cennetlerden mahrum olmaktan, kat-i nida ve ayrılıktan kurtulmasıdır.

3-      Kişinin ebedi mülkte ve sürekli olan cennet nimetlerinde baki olması, zevali olmayan sonu olmayan bir mülkü bulması, değişmeyen ve başkasına intikal etmeyen nimetlere kavuşması, ardında asla bir hüzün olmayan bir sürura sevince kavuşması, beraberinde ihtiyarlık olmayan bir gençliğin olması, beraberinde şiddet ve zorluk olmayan rahat, beraberinde hastalık olmayan sıhhat, hesabı olmayan büyük ve sonsuz bir nimet, perdesi olmayan bir kavuşmadır. Yani gerçek felah kişinin perdesiz olarak Allah’ın cemalini müşahede etmesidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı