28 Şubat 2012 Salı
Gaybdan Gelen Haberler
Muhammed İbn Ka'b el-Kurazî şunu anlattı:
Ömer Ibnu'l-Hattab, mescidde otururken, birisi onun yanından mescidin gerisine gitti. Bir adam:
- Müminlerin emiri! Geçeni tanıyor musun? dedi. Ömer:
- Kim o? dedi. (O adam şöyle dedi:)
- (Bu), Sevad îbn Kârib'tir. Şeref ve mevkisi olan Yemenli birisidir. Peygamberin ortaya çıkışını haber vermek üzere kendisine cin gelen kimsedir. Ömer:
- Onu bana getir, dedi. Onu çağırdı ve: Sen Sevad îbn Kârib misin? dedi.
- Evet diye cevap verdi. Ömer:
- Sen, cinin sana, Rasûlüllah'm ortaya çıkacağı haberini getirdiği kimse misin? dedi. Sevad:
- Evet, dedi. Ömer:
- Sen, hâlâ kahin misin? dedi. Sevad çok kızdı ve:
- Müminlerin emiri! Müslüman olduğumdan beri hiç kimse beni kahin olarak görmedi, dedi. Ömer:
- Subhanellah! Vallahi, bizim daha önce şirk üzerinde olmamız senin daha Önce kahin olmandan daha büyüktür. Sen bana cinin Peygamber'in (s.a.v.) zuhur edeceği haberini getirip getirmediğini söyle, dedi. Sevad:
- Müminlerin emîri! Cin bana o haberi getirdi. Bir gece uyurken, ansızın birisi bana gelip ayağıyla vurdu ve şöyle dedi:
Kalk! Sevad îbn Kârib! Düşün ve anla! Eğer düşünüyorsan! Luey îbn Galib'in soyundan Allah'a ve ona ibadet etmeğe davet eden bir peygamber gönderilmiştir. Sonra şu şiiri söylemeğe başladı:
Cinlerin haber araştırmalarına ve develere palan vurmalarına şaştım.
Onlar doğruyu aramak üzere hızlı Mekke'ye giderler.
Cinlerin iyileri kötüleri gibi değildir.
Sen Haşim (oğullarının) iyisine git gözlerinle başına kadar yüksel.
Onun söylediklerine aldırmayıp:
Bırak da uyuyayım. Akşama kadar uykusuz bir halde dolaştım.
ikinci gün ve üçüncü gün yine geldi ve şiiri söyledi.
Kalbime İslâmm sevgisi düştü ve onu arzu ettim. Sabah olunca yolculuk için hazırlık yaptım ve Mekke'ye gitmek üzere yola düştüm.
Daha yoldayken, bana Peygamber'in (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği haber verildi.
Medine'ye geldim. Peygamber'in nerede olduğunu sordum. Bana, mescidde olduğunu söylediler. Mescide vardım. Devemi bağladım. Rasûlüllah'ın (s.a.v.) etrafının cemaatla sarılmış olduğunu gördüm ve: Sen, benim söyleyeceklerimi dinler misin? ey Allah'ın elçisi! dedim. Ebu Bekr'e:
- "Onu yaklaştır, yaklaştır" dedi. Tam önüne gelip:
- Konuşmamı dinle, ya Rasûlellah! dedim. O:
- Gel. Sana cin gelme meselesini bana da anlat, dedi. Ben de şu şiiri söyledim:
- Bana, biraz yatıp uyuduktan sonra bir cin geldi. Başımdan geçenleri anlatırken yalan söylemiyordum.
Üç gece, hep o konuşup durdu. Sana Luey İbn Galib (soyundan) bir elçi geldi.
Paçaları sıvayıp hemen işe giriştim. Güçlü deve, beni çöllerde dolaştırdı.
Allah'tan başka Rab olmadığına ve senin her gaib hakkında güvenilen birisi olduğuna şehadet ederim.
Yine senin gönderilenler arasında Allah'a yakın vasıta olduğuna şehadet ederim. Ey en kerîmlerin ve en iyilerin oğlu!
Ey en hayırlı Peygamber! Sana geleni bize emret. Gelenler saçların beyazlığından bahsetse bile. Sevad İbn Karib'e senden başka, fayda verecek şefaatçinin bulunmadığı günde bana şefaatçi ol.
Rasûlüllah (s.a.v.) ve ashabı benim müslüman oluşuma çok sevindiler. Onların sevinçleri yüzlerinden okunuyordu.
Ömer atlayıp yanıma geldi ve:
- Ben senden bunu dinlemek istiyordum. (Senin cinin, bugün de gelecek mi?) dedi. O:
- Kur'an okuduğumdan beri hiç gelmedi, Cin'in yerine Allah'ın kitabı ne iyi bedeldir, dedi.
Kaynak
Ashabın Dilinden Rasulullah'ın Hayatı
Ömer Ibnu'l-Hattab, mescidde otururken, birisi onun yanından mescidin gerisine gitti. Bir adam:
- Müminlerin emiri! Geçeni tanıyor musun? dedi. Ömer:
- Kim o? dedi. (O adam şöyle dedi:)
- (Bu), Sevad îbn Kârib'tir. Şeref ve mevkisi olan Yemenli birisidir. Peygamberin ortaya çıkışını haber vermek üzere kendisine cin gelen kimsedir. Ömer:
- Onu bana getir, dedi. Onu çağırdı ve: Sen Sevad îbn Kârib misin? dedi.
- Evet diye cevap verdi. Ömer:
- Sen, cinin sana, Rasûlüllah'm ortaya çıkacağı haberini getirdiği kimse misin? dedi. Sevad:
- Evet, dedi. Ömer:
- Sen, hâlâ kahin misin? dedi. Sevad çok kızdı ve:
- Müminlerin emiri! Müslüman olduğumdan beri hiç kimse beni kahin olarak görmedi, dedi. Ömer:
- Subhanellah! Vallahi, bizim daha önce şirk üzerinde olmamız senin daha Önce kahin olmandan daha büyüktür. Sen bana cinin Peygamber'in (s.a.v.) zuhur edeceği haberini getirip getirmediğini söyle, dedi. Sevad:
- Müminlerin emîri! Cin bana o haberi getirdi. Bir gece uyurken, ansızın birisi bana gelip ayağıyla vurdu ve şöyle dedi:
Kalk! Sevad îbn Kârib! Düşün ve anla! Eğer düşünüyorsan! Luey îbn Galib'in soyundan Allah'a ve ona ibadet etmeğe davet eden bir peygamber gönderilmiştir. Sonra şu şiiri söylemeğe başladı:
Cinlerin haber araştırmalarına ve develere palan vurmalarına şaştım.
Onlar doğruyu aramak üzere hızlı Mekke'ye giderler.
Cinlerin iyileri kötüleri gibi değildir.
Sen Haşim (oğullarının) iyisine git gözlerinle başına kadar yüksel.
Onun söylediklerine aldırmayıp:
Bırak da uyuyayım. Akşama kadar uykusuz bir halde dolaştım.
ikinci gün ve üçüncü gün yine geldi ve şiiri söyledi.
Kalbime İslâmm sevgisi düştü ve onu arzu ettim. Sabah olunca yolculuk için hazırlık yaptım ve Mekke'ye gitmek üzere yola düştüm.
Daha yoldayken, bana Peygamber'in (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği haber verildi.
Medine'ye geldim. Peygamber'in nerede olduğunu sordum. Bana, mescidde olduğunu söylediler. Mescide vardım. Devemi bağladım. Rasûlüllah'ın (s.a.v.) etrafının cemaatla sarılmış olduğunu gördüm ve: Sen, benim söyleyeceklerimi dinler misin? ey Allah'ın elçisi! dedim. Ebu Bekr'e:
- "Onu yaklaştır, yaklaştır" dedi. Tam önüne gelip:
- Konuşmamı dinle, ya Rasûlellah! dedim. O:
- Gel. Sana cin gelme meselesini bana da anlat, dedi. Ben de şu şiiri söyledim:
- Bana, biraz yatıp uyuduktan sonra bir cin geldi. Başımdan geçenleri anlatırken yalan söylemiyordum.
Üç gece, hep o konuşup durdu. Sana Luey İbn Galib (soyundan) bir elçi geldi.
Paçaları sıvayıp hemen işe giriştim. Güçlü deve, beni çöllerde dolaştırdı.
Allah'tan başka Rab olmadığına ve senin her gaib hakkında güvenilen birisi olduğuna şehadet ederim.
Yine senin gönderilenler arasında Allah'a yakın vasıta olduğuna şehadet ederim. Ey en kerîmlerin ve en iyilerin oğlu!
Ey en hayırlı Peygamber! Sana geleni bize emret. Gelenler saçların beyazlığından bahsetse bile. Sevad İbn Karib'e senden başka, fayda verecek şefaatçinin bulunmadığı günde bana şefaatçi ol.
Rasûlüllah (s.a.v.) ve ashabı benim müslüman oluşuma çok sevindiler. Onların sevinçleri yüzlerinden okunuyordu.
Ömer atlayıp yanıma geldi ve:
- Ben senden bunu dinlemek istiyordum. (Senin cinin, bugün de gelecek mi?) dedi. O:
- Kur'an okuduğumdan beri hiç gelmedi, Cin'in yerine Allah'ın kitabı ne iyi bedeldir, dedi.
Kaynak
Ashabın Dilinden Rasulullah'ın Hayatı
26 Şubat 2012 Pazar
Adaletin Şartları
Adaleti tamamlayan 'şartları kısaca sayalım:
1- Akıllı olmak,
2- Bulûğ çağına ermiş olmak,
3- Müslüman olmak,
4- Sağlam, ehl-i sünnet inancına sahip olmak,
5- Dindarlık, takva sahibi olmak,
6- Özü-sözü doğru olmak,
7- Mürüvvet, güzel ahlâk sahibi olmak
Yukarıda saydığım özelliklere sahip olmayan birinden sizce ahirete, cennete ve Cemalullah'a kadar götüren bir adalet olabilir mi?
1- Akıllı olmak,
2- Bulûğ çağına ermiş olmak,
3- Müslüman olmak,
4- Sağlam, ehl-i sünnet inancına sahip olmak,
5- Dindarlık, takva sahibi olmak,
6- Özü-sözü doğru olmak,
7- Mürüvvet, güzel ahlâk sahibi olmak
Yukarıda saydığım özelliklere sahip olmayan birinden sizce ahirete, cennete ve Cemalullah'a kadar götüren bir adalet olabilir mi?
Sahabe Anlayışı
Sahabe, vahyinin nasslarıyla önümüze konulmuş şeksiz ve şüphesiz örnek modeldir. Ehl-i Sünnet'in Sahabe anlayışı, onların "seçilmiş" bir nesil olduğu gerçeği üzerine ibtina eder. Sahabe, tebliğden önce temsil etti, yaşadıklarını rivayet etti. Halleriyle konuştular. "Saadet Asrını", hususi renkleriyle bozmadan sonraki zamanlara taşıdılar. İnsanlar Allah Rasûlü'nü (sav) onlar vesilesiyle tanıdı. Fıkıh, Tefsir, Kelam. Sahabenin rivayet ettiği Kur'an ve Sünnet'ten neşet etti. Allah Rasıılü'nün (sav) talebeleri addedilmeleri ve medeniyetin taşıyıcıları olmaları adaletlerinin araştırılmadan kabul edilmesine gerekçe oldu. Eğer rivayetlerini kabul etme noktasında tereddüt olsaydı, İslâm "Saadet Asrı" ile sınırlandırılmış, sonraki yıllara taşınmamış olurdu.
Hicret Muhabbeti ve İyiye Yorma
Abdullah İbn Bureyde babasından aktarmaktadır.
Peygamber (s.a.v.) uğurlu, uğursuz yorumu yapmazdı. O sadece iyiye yorardı. Kureyşliler, Medine'ye giderken Allah'ın peygamberini yakalayıp kendilerine getirene yüz deve mükafat koymuşlardı.
Bureyde, Sehm oğulları kabilesine mensup olan ailesinden yetmiş kişi içinde hayvanına bindi. Allah'ın Rasuluyle görüştü. Rasulullah (s.a.v.) ona:
- "Sen kimsin?" dedi. Bureyde:
- Ben Bureyde'yim.
Bunun üzerine Rasulullah Ebu Bekr es-Sıddîk'e:
- "Ebu Bekr! İşimiz kolay [14] ve düzgün oldu, dedi. Rasulullah daha sonra: "Sen kimdensin?" diye sordu. Bureyde:
- Eslem'den, dedi.
Rasulullah (s.a.v.) Ebu Bekr'e:
- "Selametteyiz, [15] zarar görmedik" dedi.
Rasulullah yine:
"Kimlerdensin, Eslem'in hangi kolundan" dedi. Bureyde:
- Sehm oğullarından, dedi. Rasulullah bu defa da:
- "Senin okun [16] çıktı (Sen şanslısın) (Ebu Bekr!) dedi. Bureyde, Rasulullah'a (s.a.v.):
- Sen kimsin? dedi. Rasulullah da
- "Ben, Allah'ın Rasulü Muhammed İbn Abdillah'ım" dedi. Bureyde:
-Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim, dedi.
Bureyde 'yle yanındakilerin hepsi müslüman oldular. Sabah olunca, Rasulullah (s.a.v.):
- "Sancağın olmadıkça Medine'ye giremezsin" dedi. O da sarığını çözüp bir mızrağa bağladı ve Rasulullah'm önünde yürüdü. Rasulullah'a:
-Ey Allah'ın Peygamberi! Benim evime ineceksin, dedi. Peygamber (s.a.v.):
- "Şu deveme (nereye çökeceği) emredilmiştir" dedi. Bureyde şöyle demiştir:
-Sehm oğullarını, boyun eğerek zorlamaksızın (savaşsız) müslüman eden Allah'a hamdolsun. [17]
Açıklamalar
[14] Rasulullah burada Arapça'da Bureyde kelimesinin kökü olan "Berede" yi kullanmıştır ki "kolay oldu" manasına gelmektedir. İşte başlıkta kastedilen tefaul (iyiye yorma) budur. (Mütercimin notu).
[15] Rasulullah (s.a.v.) burada da Eslem'in kökü "Selime" yi kullanmıştır. (Mütercimin notu).
[16] Sehm oğulları ıfadesındeki "Sehm" kelimesi Türkçe'de "ök" manasına gelmektedir. Rasulullah (s.a.v.) "Senin okun çıktı" İfadesinde Sehm kelimesini kullanmıştır.
[17] Ahlaku'n-Nubuvve, 949, 969.
Abdurrahman İbnü’l-Cevzi, Ashâbın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, Uysal Kitabevi: 219-220.
Peygamber (s.a.v.) uğurlu, uğursuz yorumu yapmazdı. O sadece iyiye yorardı. Kureyşliler, Medine'ye giderken Allah'ın peygamberini yakalayıp kendilerine getirene yüz deve mükafat koymuşlardı.
Bureyde, Sehm oğulları kabilesine mensup olan ailesinden yetmiş kişi içinde hayvanına bindi. Allah'ın Rasuluyle görüştü. Rasulullah (s.a.v.) ona:
- "Sen kimsin?" dedi. Bureyde:
- Ben Bureyde'yim.
Bunun üzerine Rasulullah Ebu Bekr es-Sıddîk'e:
- "Ebu Bekr! İşimiz kolay [14] ve düzgün oldu, dedi. Rasulullah daha sonra: "Sen kimdensin?" diye sordu. Bureyde:
- Eslem'den, dedi.
Rasulullah (s.a.v.) Ebu Bekr'e:
- "Selametteyiz, [15] zarar görmedik" dedi.
Rasulullah yine:
"Kimlerdensin, Eslem'in hangi kolundan" dedi. Bureyde:
- Sehm oğullarından, dedi. Rasulullah bu defa da:
- "Senin okun [16] çıktı (Sen şanslısın) (Ebu Bekr!) dedi. Bureyde, Rasulullah'a (s.a.v.):
- Sen kimsin? dedi. Rasulullah da
- "Ben, Allah'ın Rasulü Muhammed İbn Abdillah'ım" dedi. Bureyde:
-Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim, dedi.
Bureyde 'yle yanındakilerin hepsi müslüman oldular. Sabah olunca, Rasulullah (s.a.v.):
- "Sancağın olmadıkça Medine'ye giremezsin" dedi. O da sarığını çözüp bir mızrağa bağladı ve Rasulullah'm önünde yürüdü. Rasulullah'a:
-Ey Allah'ın Peygamberi! Benim evime ineceksin, dedi. Peygamber (s.a.v.):
- "Şu deveme (nereye çökeceği) emredilmiştir" dedi. Bureyde şöyle demiştir:
-Sehm oğullarını, boyun eğerek zorlamaksızın (savaşsız) müslüman eden Allah'a hamdolsun. [17]
Açıklamalar
[14] Rasulullah burada Arapça'da Bureyde kelimesinin kökü olan "Berede" yi kullanmıştır ki "kolay oldu" manasına gelmektedir. İşte başlıkta kastedilen tefaul (iyiye yorma) budur. (Mütercimin notu).
[15] Rasulullah (s.a.v.) burada da Eslem'in kökü "Selime" yi kullanmıştır. (Mütercimin notu).
[16] Sehm oğulları ıfadesındeki "Sehm" kelimesi Türkçe'de "ök" manasına gelmektedir. Rasulullah (s.a.v.) "Senin okun çıktı" İfadesinde Sehm kelimesini kullanmıştır.
[17] Ahlaku'n-Nubuvve, 949, 969.
Abdurrahman İbnü’l-Cevzi, Ashâbın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, Uysal Kitabevi: 219-220.
24 Şubat 2012 Cuma
Hayırlı Cumalar ve Hz. Fatıma'nın Şefaatini umarak ...
Hz. İmrân bin Husayn şöyle anlatır:
Bir gün Peygamber efendimiz bana buyurdu ki:
“Yâ îmrân, sen de bilirsin ki, biz seni çok severiz. Kızım Fâtıma rahatsızmış. Eğer beraber gelirsen, onun ziyaretine ve hatırını sormaya gidelim.”
“Anam, babam, canım sana feda olsun yâ Rasûlallah, gidelim.”
Kalktım, beraberce Fâtımatüz Zehrâ'nin evine gittik. Peygamber efendimiz kapıyı çaldı ve, Esselâmü aleyküm yâ Ehle Beytî diye selâm vererek içeri girdiler. Fâtımatüz Zehra da cevap verdi:
“Ve aleyküm selâm, sevgili babam yâ Rasûlallah! Buyurunuz!”
“Kızım, yanımda İmrân bin Husayn da vardır. Onunla beraber geldik, başını ört!”
“Babacığım, seni hak Peygamber olarak gönderen Allahû Teâlâya yemin ederim ki, bu yün örtüden başka örtünecek bir şeyim yoktur.”
“Kızım, işte onunla örtün!”
“Ey Babacığım! Başımı örtsem vücudum, vücudumu örtsem başım açık kalır.”
“Bu örtüyü düz düzüne değil de, köşeleme, yâni uzunlamasına ört ki, vücudunun her tarafını kaplasın."
İmrân bin Flusayn diyor ki:
"Ben dışardan bu konuşmaları işittikçe, gözlerimden yaş, ciğerlerimden kan geliyordu. Hz. Fâtima'nın dünyaya hiç bağlanmamasına gıpta ediyordum. Nihayet Hz. Fâtıma sevgili Peygamberimizin tarifleri üzere güzelce başını bağlayıp örttükten sonra, içeri girmeme izin verdiler. İçeride Peygamber efendimizin arkasında oturdum."
Peygamberimiz, "Kızım, nasılsın, rahatsızlığın nasıl oldu?" diye hatırlarını sordular. O da dedi ki:
Babacığım, bu gece çok rahatsızdım. Sancıdan sabaha kadar uyuyamadım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, bir lokma ekmek yemeye bile takatim kalmadı. Açlıktan çok bitkinim.
Bu söz üzerine Allahû Teâla'nın habîbi, Resûl-i Ekrem efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Buyurdular ki:
“Kızım, sakın hâlinden şikâyet etme! Allahû Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben, yaratıkların en üstünü, Allahû Teâlâ'mn habîbi olduğum hâlde, üç gündür mideme bir lokma ekmek girmedi. Hâlbuki, Rabbimden istesem beni doyuncaya kadar yedirir. Fakat ümmetime ibret olması için geçici nzıklan, sonsuz rızıklar için feda ettim."
Rasûlüllah efendimiz, sonra mübarek elleriyle Hz. Fâtima'nın omuzlarını tutarak buyurdu ki:
“Müjdeler olsun ey kızım, sen Cennet kadınlarının hanım efendisisin!”
Allah Cümlemizi Şefaate uğrayanlardan eylesin..
Amiiin
Bir gün Peygamber efendimiz bana buyurdu ki:
“Yâ îmrân, sen de bilirsin ki, biz seni çok severiz. Kızım Fâtıma rahatsızmış. Eğer beraber gelirsen, onun ziyaretine ve hatırını sormaya gidelim.”
“Anam, babam, canım sana feda olsun yâ Rasûlallah, gidelim.”
Kalktım, beraberce Fâtımatüz Zehrâ'nin evine gittik. Peygamber efendimiz kapıyı çaldı ve, Esselâmü aleyküm yâ Ehle Beytî diye selâm vererek içeri girdiler. Fâtımatüz Zehra da cevap verdi:
“Ve aleyküm selâm, sevgili babam yâ Rasûlallah! Buyurunuz!”
“Kızım, yanımda İmrân bin Husayn da vardır. Onunla beraber geldik, başını ört!”
“Babacığım, seni hak Peygamber olarak gönderen Allahû Teâlâya yemin ederim ki, bu yün örtüden başka örtünecek bir şeyim yoktur.”
“Kızım, işte onunla örtün!”
“Ey Babacığım! Başımı örtsem vücudum, vücudumu örtsem başım açık kalır.”
“Bu örtüyü düz düzüne değil de, köşeleme, yâni uzunlamasına ört ki, vücudunun her tarafını kaplasın."
İmrân bin Flusayn diyor ki:
"Ben dışardan bu konuşmaları işittikçe, gözlerimden yaş, ciğerlerimden kan geliyordu. Hz. Fâtima'nın dünyaya hiç bağlanmamasına gıpta ediyordum. Nihayet Hz. Fâtıma sevgili Peygamberimizin tarifleri üzere güzelce başını bağlayıp örttükten sonra, içeri girmeme izin verdiler. İçeride Peygamber efendimizin arkasında oturdum."
Peygamberimiz, "Kızım, nasılsın, rahatsızlığın nasıl oldu?" diye hatırlarını sordular. O da dedi ki:
Babacığım, bu gece çok rahatsızdım. Sancıdan sabaha kadar uyuyamadım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, bir lokma ekmek yemeye bile takatim kalmadı. Açlıktan çok bitkinim.
Bu söz üzerine Allahû Teâla'nın habîbi, Resûl-i Ekrem efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Buyurdular ki:
“Kızım, sakın hâlinden şikâyet etme! Allahû Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben, yaratıkların en üstünü, Allahû Teâlâ'mn habîbi olduğum hâlde, üç gündür mideme bir lokma ekmek girmedi. Hâlbuki, Rabbimden istesem beni doyuncaya kadar yedirir. Fakat ümmetime ibret olması için geçici nzıklan, sonsuz rızıklar için feda ettim."
Rasûlüllah efendimiz, sonra mübarek elleriyle Hz. Fâtima'nın omuzlarını tutarak buyurdu ki:
“Müjdeler olsun ey kızım, sen Cennet kadınlarının hanım efendisisin!”
Allah Cümlemizi Şefaate uğrayanlardan eylesin..
Amiiin
22 Şubat 2012 Çarşamba
NÂS SURESİ TABERİ TEFSİRİ
Nâs suresi altı âyettir ve Medine'de nazi! olmuştur.[1]
Rahman ve Rahim olan Allahın adyıla.
1-6- Ey Muhammcd de ki: "Cin ve insanlardan olan ve insanların kalblrinc vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların rabbi, insanların maliki ve insaniam mabudu olan Allaha sığınırım."
*Ayet-i kerimede, Allah tealinin sıfatlarından "İnsanların maliki olma" sıfatı zikredilmiştir. Ta ki müminlerin, rablerine ta'zim ettikleri gibi bazı insanların ileri gelen diğer insanlara ta'zim etmelerinden vazgeçsinler, bütün insanların malikinin Allah teaia olduğunu bilsinler ve ona ta'zim edip kulluk etsinler.
Âyette geçen "Vesvas"dan maksat, "Şeytan'dır. "Sinsiliğinden" maksat ise iki şekilde izah edilmiştir.
Bir izah şekli şöyledir: İnsan, Allahı zikrettiğinde şeytan siner. Allahtan gafil,olduğunda ise ona vesvese verir. Bu bakımdan şeytana "Sinsi ve gizlenen" manasına gelen "Hannas" denilmiştir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Doğan hiçbir çocuk yoktur ki onun kalbinin üzerinde vesveseci şeytan bulunmuş olmasın. Çocuk akıl baliğ olup Allahı zikredince şeytan siner. Gafil olduğunda ise vesvese verir. İşte "Vesvasil Hannas" bu demektir.
Mücahid, Katade ve İbn-i Zeyd de bu âyeti bu şekilde izah etmişlerdir.
Diğer bir izah şekli de şöyledir: Şeytan, insanı Allaha isyan etmeye davet eder. Kendisine itaat edildiğinde siner. Yani şeytana ibadet eden kul, hesaba çekildiğinde şeytan ona sahip çıkmaz. Bilakis ondan kaçıp uzaklaşır." Bu izah tarzı da Abdullah b. Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Taberi, âyet-i kerimeyi şeytanın vesveselerinden herhangi bir türüne tahsis etmenin doğru olmayacağını, onun her türlü vesvesesinden Allaha sığınmayı emrettiğini söylemenin daha doğru olacağını söylemiştir.
Allah teala bu surede, Rablık, Maliklik ve İlahlık sıfatların zikretmiş ve insanın, kendisine musallat olan şeytanın şerrinden, bu sıfatların sahibi olan rab-bine sğınmasnı emretmiştir. Böylece insan, kendisini yoldan çıkarmak için her-şeyi yapan şeytanın şerrinden kurtulmuş olur.[2]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/285.
[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/286.
Kur'ân'la Yetinmeyen Kimse Ve Yüce Allah'ın Şu Kavli
Kur'ân'la Yetinmeyen Kimse Ve Yüce Allah'ın Şu Kavli:
"Sana indirdiğimiz o Kitâb ki karşılarında okunup duruyor- onlara kâfi gelmedi mi? Onda îmân edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve bir öğüt var" (el-Ankebût: 51) [54].
43-.......Ebû Hureyre şöyle diyordu:.Rasûlullah (S):
"Allah, Peygamber'e Kur'ân'ı teganni etmesi karşılığı kadar hiçbir şey için mükâfat vermemiştir" buyurdu.
Râvî Ebû Seleme'nin bir arkadaşı ona "Yeteğannâ bihi" sözüyle "Yecheru bihi (= Demek istiyor)" dedi(;aslında: "İstima' etmemiştir", fakat bundan murâd bol mükâfattır) [55].
44- Bize Alî ibnu Abdillah tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, ez-Zuhrî'den; o da Ebû Seleme ibn Abdirrahmân'dan; o da Ebû Hu-reyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S):
"Allah, Peygamber'e Kur'-ân'ı tegannî etmesi karşılığı kadar hiçbirşey için mükâfat vermedi" buyurdu.
Sufyân ibn Uyeyne: "Yeteğannâ" lafzının tefsiri "Yesteğnî bi-hi"dir, dedi. (Yânî "Kur'ân'la tegannî eder" demek, "Onunla yetinir, mustağnî olur" demektir, dedi.)
Açıklama
[54] "Men lem yeteğanne bil-Kur'ân" başlığı, Buhârî'nin Ahkâm'da getirdiği bir hadîsin parçasıdır. Buhârî bunu "Kur'ân'Ia yetinmeyen kimse" ma'nâsma almış, buna delîl olmak üzere de müteakiben el-Ankebût: 51. âyetini sevketmiştir. Bu parçanın bir ma'nâsı da "Kur'ân'Ia avaz yapmayan kimse"dir.
Bu iki ma'nâyı cem* etmek de mümkindir: Kur'ân'ı güzel ses ve avazla okumak, Kur'ân'daki bilgileri öğrenip uygulamakla yetinip diğer semavî kitâblar-dan vazgeçmek.
[55] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bundan sonraki hadîs de onun başka bir yoldan gelen rivayetidir.
Hadîsteki "İşitmek" ma'nâsma olan "el-Ezen"den murâd, rızâ ve kabul işit-mesidir. Bunun benzeri rukû'dan doğrulurken zikredilen "SemValîâhu timen hamideh" kavlidir. Bunun fiili "Taibe" ve "Taribe" bâbındandır.
Bu hadîsi Müslim ile en-Nesâî de Sufyân ibn Uyeyne hadîsinden olmak üzere tahrî etmişlerdir. Bunun ma'nâsı Yüce Allah hiçbirşeyi, bir peygamberin, aşikâre ilip güzelleştirerek yaptığı kıraatini kulak tutup dinlemesi kadar kulak tutup dinlememiştir, demektir. Bu da şundandır: Peygamber'İn kıraatinde, hilkatlerinin kemâlinden dolayı ses ve savt güzelliği ile haşyet tamamljğı bir yere toplanır. Bu ise kıraatte gaye olan birşeydir. Münezzeh ve Yüce Allah iyi olsun, fâcir olsun kullarının hepsinin savtım işitmektedir. Nitekim Âişe (R): "İşitmesi bütün sesleri ihata eden Allah'ı tesbîh ederim" demiştir. (Buhârî, Tevhîd, "Kavlullâ-hi Teâlâ: Ve kânellâhu semî'an basîran"). Lâkin Yüce Allah'ın, mü'min olan
kullarının kıraatlerini işitip dinlemesi daha büyüktür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen herhangibir işte bulunmayadur, onun hakkında Kur'ân 'dan birşey okumayadur ve sizler de hiçbir iş işiemeyedurun ki, onun içine daldığınız vakit biz başınızda şâhidizdir. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca birşey Rabb '-inden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha küçüğü de hâriç olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitâbda(yazûi)dır" (Yûnus: 61).
Sonra Yüce Allah'ın, peygamberlerinin kıraatlerini dinlemesi, bu büyük hadîsin delâlet ettiği gibi daha beliğdir. Buradaki "el-Ezen "i kimisi "Enir" ma'nâ-siyla tefsîr etmiştir. Evvelkisi yânî "işitmek" ma'nâsma olması daha yakındır. Çünkü şu hadîs bu ma'nâya delâlet etmektedir: "Allah hiçbirşeyi, Kur'ân'ı te-ğannî ederek yânî aşikâr kılarak okuyan Peygamberi dinlediği kadar dinlemedi."
Ezen, siyakın da buna delâlet etmesinden dolayı îstimâ', yânî bir söze kulak tutup dinlemek ma'nâsınadır. Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurdu:
* 'Gök yarıldığı, Rabb 'ini dinleyip boyun eğdiği zaman, ki gök zâten buna lâyık yaratılmıştır. Yer uzatıldığı, içinde ne varsa atıp bomboş kaldığı (bu hu-sûsda da) Rabb 'ini dinleyip boyun eğdiği zaman, ki yer zâten buna lâyık olarak yaratılmıştır" (el-İnşikaak: 1-5). Yânî Rabb'ini dinlediği zaman, ki o zâten buna lâyık olarak yaratılmıştır. Yânî zâten o, Rabb'inİn emrini dinleyip, ona itaat etmeye lâyık olarak yaratılmıştır. Binâenaleyh burada "el-Ezen" lâfzı, "îstimâ"' yânî kulak tutup dinlemekten ibarettir.
Bunun içindir ki, İbn Mâce'nin sağlam bir senedle Fudâle ibn Ubeyd'den rivayet ettiği bir hadîste şöyle gelmiştir: Fudâle dedi ki: Rasûlullah (S): "Allah 'm güzel sesli kimsenin Kur'ân okuyuşuna, şarkıcı kadın sahibi kimsenin kendi şarkıcı kadınını dinlemesinden daha şiddetli bir dinlemesi vardır" buyurdu.
Sufyân ibn Uyeyne'nin: "Teğannî" ile murâd; "Onunla yetinir" demektir, kavline gelince: Eğer o, Kur'ân'Ia dünyâdan yetinir demeği murâd ettiyse -ki Ebû Ubeyd el-Kaasım ibn Sellâm ve diğerlerinin mutâbaat etmiş oldukları kelâmdan zahir olan budur- bu, hadîsten murâd olan zahirin hilafıdır. Çünkü o hadîsi râvîlerin bâzısı "Cehr" ile yânî "Sesli okumak" ile tefsîr etmiştir. O da okuyuşu güzelleştirme ve okuyuşla sesi inceltmektir. Harmele şöyle dedi: Ben İbn Uyeyne'den işittim. O: "Yeteğannî bihî"nm ma'nâsı "Yestağnî bihî" demektir, diyordu.
Bana eş-Şâfiî şöyle dedi: "Yeteğannî"nin ma'nâsı böyle değildir. Eğer o böyle olaydı muhakkak "Yeteğânâ" şeklinde olurdu. O ancak Tehazzün etmek yânî sesi inceltip yufkalaştırmak ve terennüm etmektir. Muzenî ile Rubey' de Şafiî'den böyle naklettiler.
Buna göre Buhârî'nin bu baba, Yüce Allah'ın "Sana indirdiğimiz o Kitâb -ki karşılarında okunup duruyor- onlara kâfî gelmedi mi? Onda îmân edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve bir öğüt var" (e!-Ankebût: 51) kavlini başlık yapmasında bir nazar yânî tefekkür için bir meydan vardır. Çünkü bu âyet, Peygamber'İn doğruluğuna delâlet edecek birtakım mu'cizeler isteyen kimselere karşı bir red olarak zikredilmiştir. Çünkü öncekiyle birlikte âyet şöyledir: "Ona Rabb -inden (başkaca) âyetler de indirilmeli değil miydi? dediler. De ki: O âyetler an cak Allah 'm nezdindedir. Ben sâde apâşikâr haber verenim. Sana indirdiğimiz o Kitâb -ki karşılarında okunup duruyor- onlara kâfî gelmedi mi? Onda îmân edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve bir öğüt var" (el-Ankebût: 50-51). Bunun ma'nâsı "Sen Ummî bir kimse iken, senin üzerine Kur'ân'ı indirmemiz senin doğruluğuna delâlet edici bir âyet olarak onlara kâfî gelmedi mi?" demektir. Peygamber'in ümmiliği de şöyle belirtildi: "Sen bundan evvel hiç bir kitâb okur değildin. Elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı bâtıl söyleyenler elbette şübhelenirdV (el-Ankebût: 48). Yânî sen böyle ümmî olduğun halde o Kur'ân'ın içinde evvelkilerin ve sonrakilerin haberlerini getirdin, demektir. Bu ma'nâ nerede, Kur'ân okurken sesi güzelleştirmek yâhud Kur'ân'la diğer dünyâ işlerinden mustağnî olmak ma'nâsına olan Kur'ân'la tegannî nerede? Binâenaleyh her bir takdîre göre baba bu âyetin başlık yapılmasında düşünmeye bir meydan vardır (İbn Kesir).
"İkinci takdîre göre bu âyetin baba başlık yapılması, Buhârî sarihlerinin i'timâd ettikleri zahir bir vecihdir. Bu da mutlak olarak Kur'ân'la yetinip başkasına muhtaç olmamaktır ki, bunun içine buna uygun olacak herşey girebilir. Bu âyetin nuzûl sebeblerinden olmak üzere Taberî'nin tahrîc ettiği şu hadîsi zikrettiler: Müslümanlardan bir grup insan, Ehl-i Kitâb'dan işittiklerinin bâzısını yazmış oldukları birtakım kitâblarla geldiler. Bunun üzerine Peygamber: "Peygamberlerinin kendilerine getirdiğinden yüz çevirip diğer peygamberin başkalarına getirdiği şeylere yönelip rağbet etmesi bir kavme dalâlet olarak kâfî oldu" buyurdu. Akabinde bu âyet nazil oldu" (Muhammed Reşîd Rızâ).
Bu konuyu İbn Kesîr, Fadâiiu'l-Kur'ân Kitâbı'nda genişçe ve doyurucu olarak incelemiştir. Mısırlı Muhammed Reşîd Rızâ da kıymetli haşiyeler ilâve etmiştir: Kur'ân'ın Faziletleri, Mütercim: Mehmed Sofuoğlu, İstanbul, 1978.
"Sana indirdiğimiz o Kitâb ki karşılarında okunup duruyor- onlara kâfi gelmedi mi? Onda îmân edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve bir öğüt var" (el-Ankebût: 51) [54].
43-.......Ebû Hureyre şöyle diyordu:.Rasûlullah (S):
"Allah, Peygamber'e Kur'ân'ı teganni etmesi karşılığı kadar hiçbir şey için mükâfat vermemiştir" buyurdu.
Râvî Ebû Seleme'nin bir arkadaşı ona "Yeteğannâ bihi" sözüyle "Yecheru bihi (= Demek istiyor)" dedi(;aslında: "İstima' etmemiştir", fakat bundan murâd bol mükâfattır) [55].
44- Bize Alî ibnu Abdillah tahdîs etti. Bize Sufyân ibn Uyeyne, ez-Zuhrî'den; o da Ebû Seleme ibn Abdirrahmân'dan; o da Ebû Hu-reyre(R)'den tahdîs etti ki, Peygamber (S):
"Allah, Peygamber'e Kur'-ân'ı tegannî etmesi karşılığı kadar hiçbirşey için mükâfat vermedi" buyurdu.
Sufyân ibn Uyeyne: "Yeteğannâ" lafzının tefsiri "Yesteğnî bi-hi"dir, dedi. (Yânî "Kur'ân'la tegannî eder" demek, "Onunla yetinir, mustağnî olur" demektir, dedi.)
Açıklama
[54] "Men lem yeteğanne bil-Kur'ân" başlığı, Buhârî'nin Ahkâm'da getirdiği bir hadîsin parçasıdır. Buhârî bunu "Kur'ân'Ia yetinmeyen kimse" ma'nâsma almış, buna delîl olmak üzere de müteakiben el-Ankebût: 51. âyetini sevketmiştir. Bu parçanın bir ma'nâsı da "Kur'ân'Ia avaz yapmayan kimse"dir.
Bu iki ma'nâyı cem* etmek de mümkindir: Kur'ân'ı güzel ses ve avazla okumak, Kur'ân'daki bilgileri öğrenip uygulamakla yetinip diğer semavî kitâblar-dan vazgeçmek.
[55] Hadîsin başlığa uygunluğu meydandadır. Bundan sonraki hadîs de onun başka bir yoldan gelen rivayetidir.
Hadîsteki "İşitmek" ma'nâsma olan "el-Ezen"den murâd, rızâ ve kabul işit-mesidir. Bunun benzeri rukû'dan doğrulurken zikredilen "SemValîâhu timen hamideh" kavlidir. Bunun fiili "Taibe" ve "Taribe" bâbındandır.
Bu hadîsi Müslim ile en-Nesâî de Sufyân ibn Uyeyne hadîsinden olmak üzere tahrî etmişlerdir. Bunun ma'nâsı Yüce Allah hiçbirşeyi, bir peygamberin, aşikâre ilip güzelleştirerek yaptığı kıraatini kulak tutup dinlemesi kadar kulak tutup dinlememiştir, demektir. Bu da şundandır: Peygamber'İn kıraatinde, hilkatlerinin kemâlinden dolayı ses ve savt güzelliği ile haşyet tamamljğı bir yere toplanır. Bu ise kıraatte gaye olan birşeydir. Münezzeh ve Yüce Allah iyi olsun, fâcir olsun kullarının hepsinin savtım işitmektedir. Nitekim Âişe (R): "İşitmesi bütün sesleri ihata eden Allah'ı tesbîh ederim" demiştir. (Buhârî, Tevhîd, "Kavlullâ-hi Teâlâ: Ve kânellâhu semî'an basîran"). Lâkin Yüce Allah'ın, mü'min olan
kullarının kıraatlerini işitip dinlemesi daha büyüktür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen herhangibir işte bulunmayadur, onun hakkında Kur'ân 'dan birşey okumayadur ve sizler de hiçbir iş işiemeyedurun ki, onun içine daldığınız vakit biz başınızda şâhidizdir. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca birşey Rabb '-inden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha küçüğü de hâriç olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitâbda(yazûi)dır" (Yûnus: 61).
Sonra Yüce Allah'ın, peygamberlerinin kıraatlerini dinlemesi, bu büyük hadîsin delâlet ettiği gibi daha beliğdir. Buradaki "el-Ezen "i kimisi "Enir" ma'nâ-siyla tefsîr etmiştir. Evvelkisi yânî "işitmek" ma'nâsma olması daha yakındır. Çünkü şu hadîs bu ma'nâya delâlet etmektedir: "Allah hiçbirşeyi, Kur'ân'ı te-ğannî ederek yânî aşikâr kılarak okuyan Peygamberi dinlediği kadar dinlemedi."
Ezen, siyakın da buna delâlet etmesinden dolayı îstimâ', yânî bir söze kulak tutup dinlemek ma'nâsınadır. Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurdu:
* 'Gök yarıldığı, Rabb 'ini dinleyip boyun eğdiği zaman, ki gök zâten buna lâyık yaratılmıştır. Yer uzatıldığı, içinde ne varsa atıp bomboş kaldığı (bu hu-sûsda da) Rabb 'ini dinleyip boyun eğdiği zaman, ki yer zâten buna lâyık olarak yaratılmıştır" (el-İnşikaak: 1-5). Yânî Rabb'ini dinlediği zaman, ki o zâten buna lâyık olarak yaratılmıştır. Yânî zâten o, Rabb'inİn emrini dinleyip, ona itaat etmeye lâyık olarak yaratılmıştır. Binâenaleyh burada "el-Ezen" lâfzı, "îstimâ"' yânî kulak tutup dinlemekten ibarettir.
Bunun içindir ki, İbn Mâce'nin sağlam bir senedle Fudâle ibn Ubeyd'den rivayet ettiği bir hadîste şöyle gelmiştir: Fudâle dedi ki: Rasûlullah (S): "Allah 'm güzel sesli kimsenin Kur'ân okuyuşuna, şarkıcı kadın sahibi kimsenin kendi şarkıcı kadınını dinlemesinden daha şiddetli bir dinlemesi vardır" buyurdu.
Sufyân ibn Uyeyne'nin: "Teğannî" ile murâd; "Onunla yetinir" demektir, kavline gelince: Eğer o, Kur'ân'Ia dünyâdan yetinir demeği murâd ettiyse -ki Ebû Ubeyd el-Kaasım ibn Sellâm ve diğerlerinin mutâbaat etmiş oldukları kelâmdan zahir olan budur- bu, hadîsten murâd olan zahirin hilafıdır. Çünkü o hadîsi râvîlerin bâzısı "Cehr" ile yânî "Sesli okumak" ile tefsîr etmiştir. O da okuyuşu güzelleştirme ve okuyuşla sesi inceltmektir. Harmele şöyle dedi: Ben İbn Uyeyne'den işittim. O: "Yeteğannî bihî"nm ma'nâsı "Yestağnî bihî" demektir, diyordu.
Bana eş-Şâfiî şöyle dedi: "Yeteğannî"nin ma'nâsı böyle değildir. Eğer o böyle olaydı muhakkak "Yeteğânâ" şeklinde olurdu. O ancak Tehazzün etmek yânî sesi inceltip yufkalaştırmak ve terennüm etmektir. Muzenî ile Rubey' de Şafiî'den böyle naklettiler.
Buna göre Buhârî'nin bu baba, Yüce Allah'ın "Sana indirdiğimiz o Kitâb -ki karşılarında okunup duruyor- onlara kâfî gelmedi mi? Onda îmân edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve bir öğüt var" (e!-Ankebût: 51) kavlini başlık yapmasında bir nazar yânî tefekkür için bir meydan vardır. Çünkü bu âyet, Peygamber'İn doğruluğuna delâlet edecek birtakım mu'cizeler isteyen kimselere karşı bir red olarak zikredilmiştir. Çünkü öncekiyle birlikte âyet şöyledir: "Ona Rabb -inden (başkaca) âyetler de indirilmeli değil miydi? dediler. De ki: O âyetler an cak Allah 'm nezdindedir. Ben sâde apâşikâr haber verenim. Sana indirdiğimiz o Kitâb -ki karşılarında okunup duruyor- onlara kâfî gelmedi mi? Onda îmân edecek bir kavim için elbette bir rahmet ve bir öğüt var" (el-Ankebût: 50-51). Bunun ma'nâsı "Sen Ummî bir kimse iken, senin üzerine Kur'ân'ı indirmemiz senin doğruluğuna delâlet edici bir âyet olarak onlara kâfî gelmedi mi?" demektir. Peygamber'in ümmiliği de şöyle belirtildi: "Sen bundan evvel hiç bir kitâb okur değildin. Elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı bâtıl söyleyenler elbette şübhelenirdV (el-Ankebût: 48). Yânî sen böyle ümmî olduğun halde o Kur'ân'ın içinde evvelkilerin ve sonrakilerin haberlerini getirdin, demektir. Bu ma'nâ nerede, Kur'ân okurken sesi güzelleştirmek yâhud Kur'ân'la diğer dünyâ işlerinden mustağnî olmak ma'nâsına olan Kur'ân'la tegannî nerede? Binâenaleyh her bir takdîre göre baba bu âyetin başlık yapılmasında düşünmeye bir meydan vardır (İbn Kesir).
"İkinci takdîre göre bu âyetin baba başlık yapılması, Buhârî sarihlerinin i'timâd ettikleri zahir bir vecihdir. Bu da mutlak olarak Kur'ân'la yetinip başkasına muhtaç olmamaktır ki, bunun içine buna uygun olacak herşey girebilir. Bu âyetin nuzûl sebeblerinden olmak üzere Taberî'nin tahrîc ettiği şu hadîsi zikrettiler: Müslümanlardan bir grup insan, Ehl-i Kitâb'dan işittiklerinin bâzısını yazmış oldukları birtakım kitâblarla geldiler. Bunun üzerine Peygamber: "Peygamberlerinin kendilerine getirdiğinden yüz çevirip diğer peygamberin başkalarına getirdiği şeylere yönelip rağbet etmesi bir kavme dalâlet olarak kâfî oldu" buyurdu. Akabinde bu âyet nazil oldu" (Muhammed Reşîd Rızâ).
Bu konuyu İbn Kesîr, Fadâiiu'l-Kur'ân Kitâbı'nda genişçe ve doyurucu olarak incelemiştir. Mısırlı Muhammed Reşîd Rızâ da kıymetli haşiyeler ilâve etmiştir: Kur'ân'ın Faziletleri, Mütercim: Mehmed Sofuoğlu, İstanbul, 1978.
21 Şubat 2012 Salı
Azîz Ve Celîl Olan Allah'ın Kitabiyle Vasiyyet
Azîz Ve Celîl Olan Allah'ın Kitabiyle Vasiyyet
42-.......Talhatu'bnu Musarnf tahdîs edip şöyle dedi: Ben, Abdullah ibn Ebî Evfâ'ya:
— Peygamber (S) vasiyyet etti mi? diye sordum. O:
— Hayır, dedi. Ben de:
— Öyle ise, insanlara vasiyyet nasıl yazıldı, yâhud Peygamber vasiyyet etmediği hâlde insanlar nasıl vasiyyetle emrolundular? dedim.
Abdullah ibn Ebî Evfâ:
— Peygamber, Allah'ın Kitâbı'na tutunmakla vasiyyet etti, dedi [53].
42-.......Talhatu'bnu Musarnf tahdîs edip şöyle dedi: Ben, Abdullah ibn Ebî Evfâ'ya:
— Peygamber (S) vasiyyet etti mi? diye sordum. O:
— Hayır, dedi. Ben de:
— Öyle ise, insanlara vasiyyet nasıl yazıldı, yâhud Peygamber vasiyyet etmediği hâlde insanlar nasıl vasiyyetle emrolundular? dedim.
Abdullah ibn Ebî Evfâ:
— Peygamber, Allah'ın Kitâbı'na tutunmakla vasiyyet etti, dedi [53].
[53] Buhârî bunu, râvîlerin bakîyyesiyle birlikte diğer yerlerde de rivayet etti. Ebû Dâvûd ise ancak Mâlik ibn Miğvel'den gelen tarîklerden rivayet etmiştir.
Bu hadîs de İbn Abbâs'tan geçmiş olan "Rasûlullah Mushaf'ın iki kabı arasında bulunandan başka bîr şey bırakmadı" hadîsinin benzeridir.
Bu da şöyledir: İnsanlar üzerine kendi malları hususunda vasiyyet etmeleri yazılmıştır. Nitekim Yüce Allah: "Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit -eğer mal bırakacaksa- anaya, babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasiyyette bulunmak takva sahihleri üzerinde bir hakk olarak farz edildi" (el-Bakara: 180) buyurdu.
Amma Peygamber'e gelince, O kendisinden mîrâs olunacak birşey bırakmadı. O malını kendinden sonra cereyan edecek bir sadaka olmak üzere terk edince, mal hususunda bir vasiyyet yapmaya muhtaç olmadı. O kendisinden sonra Halîfe olacak birini de ta'yîn üzere vasiyyet etmedi. Çünkü bu iş, Peygamber'-in Ebû Bekr'e işaretleri ve îmâları ile zahir olmuştu. İşte bundan dolayı Ebû Bekr'e vasiyyet yapmayı düşündüğü zaman, sonradan bu niyetinden vazgeçip: "Allah da, mu'minler de ancak Ebû Bekr'e râzî olurlar" buyurmuştu. Hakîkaten de böyle olmuştur. Ve bir de Peygamber insanlara ancak Allah'ın Kitâbı'na uymayı vasiyyet etmiştir {İbn Kesîr).
20 Şubat 2012 Pazartesi
18 Şubat 2012 Cumartesi
Kur'ân'ın Diğer Sözlere Üstünlüğü ,Kur'ân okur mü'min kimsenin benzeri, tadı güzel, kokusu güzel turunç -portakal- meyvesi gibidir
40-.......Ebû Musa'dan: Peygamber (S) şöyle buyurdu: "Kur'ân okur mü'min kimsenin benzeri, tadı güzel, kokusu güzel turunç -portakal- meyvesi gibidir. Kur'ân okumaz mü'minin benzeri, tadı güzel ve fakat kokusu olmayan hurma gibidir. Kur'ân okuyan fâcir kimsenin benzeri, kokusu güzel, tadı acı rey hâne otu gibidir. Kur'ân okumayan fâcir kişinin benzeri ise tadı acı, kokusu yok Ebû Cehil karpuzu gibidir" [51].
41-....... Abdullah ibn Dînâr tahdîs edip şöyle dedi: Ben İbn Umer'den işittim, Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Geçmiş ümmetlerin müddetlen içinde sizin müddetiniz, ancak ikindi namazı ile güneşin batması arasındaki müddet gibidir. Sizin meseliniz ile Ya-hûdîler ve Hristiyanlar'ın meseli, birtakım işçiler tutan şu kimsenin meseli gibidir: O kimse:
— Gündüzün yarısına kadar benim için birer kırat yevmiyeye karşılık kim çalışır? dedi.
Yahudiler çalıştı.
Sonra:
— Gündüzün yarısından ikindiye kadar birer kırat yevmiyeye kim çalışır? dedi.
Hrıstiyanlar çalıştı.
Sonra sizler ikindiden akşama kadar ikişer kırat ikişer kırat yevmiye ile çalışıyorsunuz. Eski ümmetler:
— Biz çok çalıştık, az ücret aldık, dediler. Allah:
— Hakkınızdan eksilttim mi? buyurdu.
— Hayır, dediler. Allah:
— İşte bu, benim fadlımdır ki, ben onu dilediğime veririm, buyurdu [52].
Kaynaklar
[51] Buhârî bu hadîsi Sahih1 İvün. başka yerlerinde de getirmiştir. Hadîsin bâb ismine münâsebet ciheti, güzel kokunun varlığı ve yokluğunun Kur'ân'la beraber dev-retmesidir. Bu da iyiden ve kötüden çıkan, diğer bütün sözler üzerindeki şerefine delâlet etmiştir (İbn Kesîr).
[52] Bunun bir rivayeti Namaz Vakitleri Kitabı, "İkindiden bir rek'âte erişen kimse bâbı"nda geçmişti. Hadîsin bâb ismine münâsebeti, bu ümmetin, müddetinin kı-sahğıyle beraber, müddetleri uzun olmasına rağmen geçmiş ümmetlere üstün olmasıdır. Nitekim Yüce Allah: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız..." (Âlu îmrân: 110) buyurdu.
Müsned'de ve Sünen'de, Behz ibn Hakîm'den; o da babasından şu hadîs gelmiştir. Dedesi şöyle demiştir. Rasûlullah (S): "Sizler yetmiş ümmete ağır basıyorsunuz, sizler Allah'a göre o ümmetlerin en hayırlısı ve en keremlisisiniz" buyurdu.
Son ümmet bu yüksek şerefe ancak bu Azîm Kitâb olan Kur'ân bereketiyle zafer bulmuştur. Öyle Kur'ân ki, Allah ona, indirdiği her kitâb üstünde bir şeref vermiş, onu Öncekini koruyucu, neshedici ve hitâma erdirici kılmıştır. Çünkü geçmiş olan her kitâb yeryüzüne bir defada toptan inmiştir. Bu Kur'ân ise, hem kendisine, hem de indirildiği ümmete olan şiddetli i'tinâdan dolayı vakıalara göre parça parça indirilmiştir. Böylece her bir iniş, geçmiş kitâblardan bir kitabın inişi gibidir.
Geçmiş ümmetlerin en büyükleri Yahudiler ve Hristıyanlar'dır. Yahûdîler'e gelince, Allah onları Mûsâ zamanından îsâ zamanına kadar kullandı. Hristiyanlar' da îsâ'dan, Muhammed'i peygamber göndermesine kadar kullandı. Sonra da Muhammed Ümmeti'ni kıyametin kopmasına kadar kullandı. Bu son ümmetin zamanı, gündüzün sonuna benzetilmiştir. Ve Allah geçmiş ümmetlere birer kırat ücret verdi, bu ümmete ise ötekilere verdiğinin iki katı olarak, ikişer kırat ikişer kırat ücret verdi. Buna karşı o ümmetler: Ey Rabbimiz! Bize ne oldu ki amelce biz çoğuz, ücretçe biz azız? dediler. Allah: Ben sizin ücretinizden herhangi birşey eksilttim mi? buyurdu. Onlar: Hayır, dediler. Allah: İşte bu benim fadlımdır -yânî size verdiğimin üstünde olan bu ziyâdelik, benim dilediğime verdiğim bir şeydir-, buyurdu. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey îmân edenler, Allah'tan korkun, O'nun Peygamberi'ne de îmân edin ki, Allah size rahmetinden iki (kat) nasîb versin. Sizin için yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin. Sizi mağfiret eylesin. Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir."
16 Şubat 2012 Perşembe
Doruğa Varılmaz Yamaçlara Tırmanmadan
El hamdülillah müslümanız dinimizi tebliğ adına ne kadar çalışıyoruz acaba? bu soruyu kendimize sormamız gerekir. Peki tebliğ etmeden önce dinimizi yaşayabiliyor muyuz? Biz dinimizi yaşamadan tebliğ edersek münafıklığın ve münafıkların öncülüğünü yapmış olmazmıyız?
Ben önce dinini yaşama mücadelesi verenlerin bu soruya cevap vermelerini isterdim..Peygamber Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellemin hayatına baktığımızda dinini tebliğ etmek için insanlardan sabırla ve yıllarca yardım taleb ettiğini görüyoruz..
- Câbir b. Abdillah şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber Mekke’de on sene kaldı. Bu arada Ukkaz ve Mecenne panayırlarına gidiyor, hac mevsiminde insanların arasına karışıyor ve onlara şöyle diyordu:
-“Beni memleketine götürecek kimse yok mudur? Rabb’imin emirlerini tebliğ hususunda kim bana yardımcı olmak ister? Böyle bir kişiye cennet va’dediyorum”.
-“Beni memleketine götürecek kimse yok mudur? Rabb’imin emirlerini tebliğ hususunda kim bana yardımcı olmak ister? Böyle bir kişiye cennet va’dediyorum”.
Fakat bu on sene zarfında onu memleketine götürüp kendisine yardımcı olabilecek hiç kimse çıkmadı. Bir yandan da kavmi ve akrâbaları dışarıdan, mesela Yemen veya Mudar’dan gelen insanları çeviriyorlar ve onları “kendini şu gençten (Hz. Peygamber’den) sakın, yoksa fitneye düşersin” diye kandırıyorlardı. Öyle ki Hz. Peygamber Mina’da, Müzdelife’de insanlar arasında dolaşırken parmakla gösterilir oldu. Bu durum Allah Teâlâ’nın Medineli bir grup insanı peygamberine gönderinceye kadar devam etti. Biz Hz. Peygamber’i memleketimize kabul ettik ve onu doğruladık. Bizim insanlarımız Medine’den kalkıp Hz. Peygamber’e geliyorlar; müslüman olup Kur’an öğrenerek dönüyorlardı. Daha sonra bu müslüman olan kişiler kendi aile efradını da müslüman ediyordu. Böylece içinde Müslüman bulunmayan evi neredeyse kalmadı. Nihayet bir gün bir araya gelerek
- “Hz. Peygamber Mekke’nin dağlarında korka korka daha ne kadar dolaşacak ve gittiği yerlerden kovulmaya devam edecek?” dedik.
Bunun üzerine de yetmiş kişilik bir heyet oluşturarak hac mevsiminde Mekke’ye vardık. Akabe vadisinde buluşmak üzere sözleştik. Biz birer ikişer oraya toplandık ve Hz. Peygamber’e “Ey Allah’ın Rasûlü! Sana ne üzerine biat edelim?” dedik ve böylece ona biat ettik.(Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/363-364.)
Bu çaba niye son nefeste bir kelimei şehadeti getirebilmek için...
Bir sohbete gitmiştim kur'an sohbet bitti çay ve ikram sırasında bir hanım
-"Aman ne var ki bir La ilahe illallah diyemiyecekmiyiz canım kolay " dedi.
Bir gün bir terzi Allah dostlarından birine sorar:
-Peygamberimizin, "Allahü teâlâ, günahkâr kulunun tövbesini, canı boğaza gelmeden kabul eder" hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz?
Cevap vermeden o kimseye sorar mubarek zat.
- Mesleğin nedir?
-Terziyim, elbise dikerim.
-Terzilikte en kolay şey nedir?
-Makası tutup, kumaş kesmektir.
-Kaç senedir, bu işi yaparsın?
-Otuz senedir.
-Canın boğaza geldiği zaman kumaş kesebilir misin?
-Hayır, kesemem!
-Bir müddet zahmet çekip, öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tövbe et! O zaman belki yapamazsın, buyurdu.
Yani bir ömür boyu Allah için çalışma Allah'ı hatırlama, O'nun dinini yaymak için gayret gösterme bu terzi misalini iyi düşün son nefeste dillerimizde tutulabilir buda bir ihtimaldir dostlarım
Çok geçmeden kendimize çeki düzen verelim. Bildiğimizle amel edip bilmediğimizi öğrenmeye çalışalım, çevremizede iyi örnek olalım.
Sahabi vefat ederken arkadaşlarına vasiyet ederlermiş ki "Kabre girince ne olur hemen gitmeyin bana telkinde bulunun" Ve onların kalp gözleri açıktı. Müşahade ederdik münkeryn melekleri gelir sorgu sual ederdi bizde yukardan Rabbim Allah (c.c) dinim islam, nebim Muhammed Mustafa (sav), kıblem kabe...gibi cevaplarla yardımcı olurduk. Bu günde cemaat dağıldıktan sonra imamın telkin vermesi sünnettir. Günde enaz bir kere bu sual ve cevaplarıda kendimize telkin etmeliyiz. Bu sualleri veriyorum inşaallah faydalı olur.
Kabir sualleri ve cevapları
Rabbin kim?
CEVAPAllahü teâlâ.
Dinin nedir?
CEVAPİslâm dini.
Hangi Peygamberin ümmetindensin?
CEVAPMuhammed aleyhisselamın.
Kitabın nedir?
CEVAPKur'an-ı kerim.
Kıblen neresidir?
CEVAPKâbe-i muazzama.
İtikadda mezhebin nedir?
CEVAPEhl-i sünnet vel cemaat.
Amelde mezhebin nedir?
CEVAP4 mezhepten hangisi ise, mesela Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’den biri söylenir.
Ayrıca aşağıdaki esasları da bilmek lazımdır:
Kimin zürriyetindensin?
CEVAPÂdem aleyhisselamın.
Kimin milletindensin?
CEVAPİbrahim aleyhisselamın.
İman nedir? Amentü’nün esasları nelerdir?
CEVAPİman, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasaklara inanmak ve inandığını dil ile söylemek demektir.
İman, Amentü’de bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ tarafından bildirilen emir ve yasakların tamamını kabul etmek ve beğenmektir.
Amentü şöyledir:
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel ba'sü ba'del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
[Yani, Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]
Dilerim bu yazı faydalı olmuştur. Dualarda bir kalp ve umut olmak dileğiyle.
Allah'a Emaet Olunuz.Emine Kaya
13 Şubat 2012 Pazartesi
Mushaf'ın iki yanını kuşatan cildler arasında bulunandan başka birşey bırakmadı
Peygamber (S), Mushaf'ın İki Deffesî (Yânî Mushaf'ı İki Yanından İhata Eden Cildleri) Arasında Bulunandan Başka Birşey Bırakmadı Diyen Kimse Babı
39-.......Abdulazîz ibn Rufey' şöyle dedi: Ben Şeddâd ibn Ma'kıl ile beraber îbn Abbâs'ın yanma girdim. Şeddâd ibn Ma'kıl, îbn Abbâs'a:
— Peygamber (Sav) birşey bıraktı mı? diye sordu. İbn Abbâs:
— Mushaf'ın iki yanını kuşatan cildler arasında bulunandan başka birşey bırakmadı, dedi.
Biz yine beraberce Muhammed ibnu'l-Hanefiyye'nin yanına girdik ve ona da aynı suâli sorduk. Muhammed ibnu'l-Hanefiyye de:
— iki kap arasında bulunandan başka birşey bırakmadı, dedi[50].
kaynak
39-.......Abdulazîz ibn Rufey' şöyle dedi: Ben Şeddâd ibn Ma'kıl ile beraber îbn Abbâs'ın yanma girdim. Şeddâd ibn Ma'kıl, îbn Abbâs'a:
— Peygamber (Sav) birşey bıraktı mı? diye sordu. İbn Abbâs:
— Mushaf'ın iki yanını kuşatan cildler arasında bulunandan başka birşey bırakmadı, dedi.
Biz yine beraberce Muhammed ibnu'l-Hanefiyye'nin yanına girdik ve ona da aynı suâli sorduk. Muhammed ibnu'l-Hanefiyye de:
— iki kap arasında bulunandan başka birşey bırakmadı, dedi[50].
kaynak
[50] Buhârî bu hadîsi yalnız olarak rivayet etmiştir. Bunun ma'nâsı, Peygamber, kendisinden mîrâs alınacak hiç bir mal ve hiç bir şey bırakmamış olduğudur. Nitekim Cuveyriye'nin erkek kardeşi olan Amr İbnu'l-Hâris de: Rasûlullah (S) dînâr, dirhem, erkek köle, dişi köle ve hiçbİrşey bırakmadı, demiştir.
Ebü'd-Derdâ'nın hadîsinde "Peygamberler altın para ve gümüş parayı mîrâs bırakmadılar, onlar ancak ilmi mîrâs bırakmışlardır. Her kim bu ilim mîrâ-smdan almışsa, işte o bol bir pay almıştır" buyurmuştur. İşte bunun için İbn Abbâs da: Peygamber ancak iki kap arasmdakini, yânî Kur'ân'ı bırakmıştır, demiştir. Sünnet, Kur'ân'ı tefsîr edici, beyân edici ve tavzîh edicidir, yânî sünnet, Kur'ân'a tâbi'dir. En büyük maksûd Yüce Allah'ın Kitâbı'dır. Nitekim Yüce Allah: "Sonra biz o Kitâb 'ı kullarımızdan seçtiklerimize mîrâs bıraktık. İşte onlardan kimi nefsine zulmedendir, onların bâzısı mu 'tedildir, onlardan bir kısmı da Allah 'in izniyle hayırlarda öncü olanlardır, işte bu büyük fadidir" (Fâtın 32) buyurmuştur. (İbn Kesîr)
12 Şubat 2012 Pazar
Fatiha Suresinin Muhtevası
Fatiha Suresinin Muhtevası
Bir ismi de "Ümmül Kur'an" yani (Kur'anın anası) olan fatiha, çok derin mânâlar ifade etmektedir. Onun ifade ettiği mânâları tam anlamıyla kavrayabilmek oldukça güçtür ve onun yüceliğini ancak cenab-ı hak bilir.
Cenab-ı Hak bu sure-i celilede. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini gösteren delilleri bir arada zikretmeyi dilemiştir.
Fatiha süresindeki, Allah'a hamd, onu yüceltme ve onu övme, Allah'ın büyüklüğünü ve hükümranlığını kullarına hatırlatmak içindir. Böyle bir hatırlatma yapılmıştır ki, Allah'ın lütuflan karşısında kullan onu ansınlar, nimetlerinden dolayı ona hamdetsinler de Allah tarafından verilecek olan nimetlerin daha fazlasına layık olup, onun tarafından verilecek olan sevaplara hak kazansınlar.
Fatiha suresinde Allah'ın, kendisini tanıma nimeti verdiği ve itaat etmeye muvaffak kılma lütfunda bulunduğu kullarını zikretmesi ise, kullan üzerinde bulunan dini ve dünyevi bütün nimetlerin Allah tarafından verildiğini kendilerine belirtmek içindir.
Onları zikretmiştir ki, arzu ve isteklerini, tapınılan diğer putlara ve ilahlara değil sadece Allaha arzetsinler ve ihtiyaçlarını ancak ondan istesinler.
Yine fatiha suresinde, Allarım, kendisine isyan edenlerin başlarına getirdiği felaketleri, emrine karşı çıkanlara verdiği cezalan zikretmesi ise kullanın günah işlemekten sakındırmak, günah işledikleri takdirde cezadan kurtulamayacaklarını ihtar etmek ve onlan bu hususta korkutmak içindir.
Aksi takdirde Allah, onların başlarına daha önce helak olan diğer ümmetlerin başlarına gelen felaketleri getirir, onları da benzer cezalarla cezalandırır.
Sure-i ceiilede, kendilerine nimet verilenler, gazaba uğrayanlar ve sapıklığa düşenlerden bahsedilmektedir. Bunlardan, kendilerine nimet verilenler, şüphesiz ki Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınan ve islamin bütün vecibelerini yerine getiren inanmış müminlerdir.
Gazaba uğramış olanlar ise, Yahudilerdir. Yahudiler, Allah tealanın kendilerine vermiş olduğu çok çeşitli nimetlere karşılık nankörlüklerinden vaz geçmemişler ve sonunda cenab-ı hakkın gazabını hak ederek çok kötü sonuçlarla karşılaşmış, büyük felaketler yaşamışlardır.
Sapıklığa düşenler ise Hiristiyanlardır. Cenab-ı Hak onlara kendi tarafından bir Peygamber ve Hak bir din gönderdiği halde onlar o gerçek dinin esaslarını tahrif etmek suretiyle Allah'a eş koşmuşlardır. Allah'ın kulu ve Peygamberi olan Hz. İsa'ya "Allanın oğlu" elemişler annesi Hz. Meryem'e iftiralarda bulunmuşlardır. İşte âyet-i kerimede ifade edilen "Sapıklar"da bunlardır. [6]
kaynak
Fatiha Suresi Taberi Tefsiri,Fatiha Suresinin İsimleri
FATİHA SURESİ
Mekke'de nazil olmuştur, yedi âyettir.
1- Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla.
2-4- Hamd, âlemlerin râbbi, merhamet eden, bağışlayan ve ceza gününün sahibi olan Allah'a mahsustur.
5- Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.
6-7- Sen, bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkinc değil;[1]
GİRİŞ
Fatiha suresi yedi âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur. Kur'ân-ı kerimin âyetleri, nazil oldukları yer ve zamana göre "Mekkî" ve "Medenî" diye ikiye ayrılırlar. Bu konuda çeşitli görüşler bulunmakla beraber, çoğunluğun görüşüne göre, yer ve zaman itibariyle nerede ve ne zaman nazil olurlarsa oisunlar, Hicretten önce nazil olanlara "Mekkî" yani, "Mekke'de nazil olmuştur." Hicretten sonra nazil olanlara da "Medenî" yani "Medine'de nazil olmuştur." denir. Görül- . düğü gibi biı ayırımda hicret olayı esas alınmıştır.
Mekki ve Medeni âyetler, gerek muhteva gerekse diğer hususlarda bir kısım ayn özellikler taşırlar. Bu özellikleri bilenler, âyetin Mekki veya Medeni olduğunu anlarlar.
Mekkî âyetler, Allah'a eş koşmaya ve putperestliğe karşı yoğun bir hücum ifadesi taşırlar. İnsanları, Allah tarafından gönderilen vahye, Peygamberin davetine ve Allah'ın hidayetine çağırırlar. İnsanları kötülüklerden sakındırıp hayra yöneltirler. İnkârı, fâsikhğı, isyanı, cehaleti, huy kabalığını, kalb çirkinliğini, katı sözlülüğü ve benzeri menfî davranışları çirkin gösterirken, insanlara imanı, itaati, nizamı, ilmi, sevgiyi ve acımayı telkin ederler. Kalb ve dil temizliğini sevdirirler.
Mekkî âyetler şekil bakımından kısa fakat mânâ bakımından çok vecizdirler. Kur'ân-ı kerim, edebiyatın ve her çeşit söz sanatının ileri olduğu o dönemde bütün şair ve edipleri âciz bırakmıştır. Kur"an âyetlerinin bir benzerini kimse yapamamış ve onların anlamına yakın bir mânâyı da kimse bulup ifade edememiştir. Bunu şu ana kadar kimse yapamadığı gibi bundan sonra da yapamayacaktır.
Medenî âyetlere gelince: Bu âyetler, teşrii inceliklerden, hükümlerin tafsilatından, Medeni, cezai, iktisadi, siyasi hükümlerden bahsederler.
Devletler hukukundan, şahsi haklardan, ibadet ve muamelattan bahisle bu hususların nasıl yerine getirileceğini beyan ederler.
Medenî âyetler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar!, İslama davet eder, onların batıl inançlarını reddederler. Onların, daha önce gönderilmiş olan ilahi kitaplarda yapmış oldukları tahrifatı haber verirler.
Medenî âyetlerde muamelatla ilgili meseleler detaylı olarak anlatılır. Tarihte yaşamış ümmetlerin durumları beyan edilir. Bunların, Allah tarafından gönderilen Peygamberleri inkâr etmeleri sebebiyle başlarına gelen ilahi azaplar açıklanır. Onların başlarına gelen felaketleri ibret olarak ortaya koyar ve bu âyetler, aynı hataya düşerek aynı korkunç akıbetle karşılaşmamız için bizi uyarırlar... [2]
Fatiha Suresinin İsimleri
Fatiha suresinin bir'den çok ismi vardır. Bunları kısa olarak şöylece Özetlemek mümkündür:
a- Fatiha veya cl-Fatiha: "Açılacak bir şeyin veya yerin ilk açılan yeri veya okunup yazılacak bir şeyin evveli" demektir. Kur'an-ı kerimin tertibinde ilk sure Fatiha olduğu ve Kur'ana bu sure ile başlandığı için bu sureye bu isim verilmiştir.
b- Eihamd ve Elhamdülillah: .Surenin birinci kelimesi "Elhamd" olduğu için veya sure, Allah'a Hamd etmeyi ihtiva ettiği için ona bu isim verilmiştir.
c- Ümmül Kitap: "Kitabın anası" demektir, fatiha suresine bu ismin verilmesi, bu surenin, Kur'anın temel prensiplerini kapsamasmdandır. Şöyle ki, surede Allah teala, layık olduğu sıfatlarla anılmakta, kulların, yalnız ona kulluk etmeleri ve sadece ondan yardım dilemelerinin gerektiği bildirilmekte ve geçmişteki sapık ümmetlerin durumuna düşülmemesi öğüilenmektedir. Böylece bu surede genel prensipler zikredilmektedir. İşte bunun için bu sureye "Ümmül Kitap" ismi verilmiştir.
d- Ümmül Kur'an: "Kur'anın anası" demektir. Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Elhamdülillah, Ümmül Kur'andır. Ümmül kitaptır ve Seb'ul Mesanidir.[3]
e- El-Esas: Fatiha suresi Kur'anın temel prensiplerini kapsadığı için ona
"Ümmül Kitap" dendiği gibi aynı sebepten dolayı "El Esas" da denilmiştir, f- Elvafiyc: "Mükemmel" demektir, g- El Kâfiye: "Yeterli" demektir, h- Elkcnz: "Hazine" demektir.
ı- Seb'ul Mcsani: "Yedi âyet" veya "Devamlı tekrar edilen yedi âyet." demektir. Bu konuda Hicr suresinin seksen yedinci âyetinde: "Şüphesiz biz sana, yedi âyet olan, namazlarda tekrar edilen Fatihayı ve yüce Kur'ânı verdik." bu vurulmaktadır.
i- Essalah: "Namaz suresi" demektir. Fatiha suresine bu isim de verilmiştir. Çünkü Fatihasız namaz yoktur. Resulullah (s.a.v;) bir Hadis-i şerifinde:
"Fatiha'yi okumayan kişinin namazı olmaz. [4] buyurmuştur.
Her farz namazda Fatihanın en az iki rekatta birer kere okunması vaciptir. Ancak Hanefi mezhebine göre cenaze namazında Fatiha okunmaz. Çünkü bu namaz, tam anlamıyla bir namaz değil, ölen için dua mahiyetindedir.
j- Şükür: "Verilen nimetler karşısında o nimetleri vereni övmektir."
k- Dua "Kulun rabbinden istekte bulunmasıdır."
1- Şifa: Fatiha suresi manevi hastalıklara şifa mahiyetinde olduğu için ona bu isim de verilmiştir.
m-Ta'lim-i Mes'clc: "Dilek ve duada bulunmayı öğreten." elemektir. Çünkü onda, dilek ve temennilerin en büyüğü olan "Sen bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanla-nnkine değil." temennisi bulunmaktadır.
Taberi, Ebu Hureyre'nin, Resulullah'tan, Fatiha suresi hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Fatiha, Ümmül Kur'an (Kur'anın anası) Dua, Fati-hatül kitap (Kitabın başlangıcı) Seb'ul Mesani (Tekrar edilen yedi)uir. "Taberi. fatiha suresine "Fadihatül kitap" denilmesinin sebebinin, Kur'an-ı kerimin başında yazılması ve namazlarda ilk okunan âyet olması olduğunu söylemiştir.
Taberi, fatihaya "Ümmül Kur'an" denmesinin sebebinin de, önün, diğer surelerden önce zikredilmesi, yazılış ve okunuşta başta bulunması olduğunu söylemiştir. Zira Araplar, bir kısım şeyleri altında toplayana veya bir kısım şeylerin önünde gelene, o şeylerin "Anası" derler. Mesela: Beyni altında toplayan kafa derisine "Ümmü Re's" yani (Başın anası) demişler ve insanların, altında toplandıkları ordunun sancağına da "Ümm" yani (Ana) adını vermişlerdir. Taberi, Fatihaya "Yedi" denilmesinin sebebinin, onun, yedi âyetten meydana gelmiş olduğu meselesi olduğunu söylemişir. Fatiha bazı sahabi ve tabiin ve Küfe halkının çoğunluğuna göre âyetiyle birlikte yedi âyettir. Medine halkının çoğunluğu ve diğer âlimler ise fatihanın, besmelenin dışında yedi âyet olduğunu ve "En'amte aleyhim"den sonrasının, yedinci âyet olduğunu söylemişlerdir.
Taberi, fatihaya "Mesani" yani (ikilenen, tekrarlanan) denilmesinin sebebinin, onun, her nafile ve farz namazlarda tekrarlanması olduğunu, Hasan-i Basri'nin de bu görüşte olduğunu zikretmiş ve fatihaya "Mesani" denilmesinin, Kur'an'ın tümüne ve diğer bazı surelerine "Mesani" denilmesine ters düşmeyeceğini söylemiştir. Zira, Kur'anın diğer surelerine veya tümüne "Mesani" denilmesinin, başkaca izahlarının da olduğunu söylemiştir. [5]
kaynaklar
[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/63.
[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/65-66.
[3] Timizi, K. Tefsir el-Kur'Sn, sure 15, hah: 3, Hadis No: 3124
[4] Tirmizi, K. es-Salah, bab: 69, Hadis No: 247, bab: 116. Hadis No: 311
[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/66-68.
8 Şubat 2012 Çarşamba
Soğukların Şerrinden Rabb'ime sığınırım
alıntı |
Bu sene soğuk Türkiye'yi fena yakaladı artık dua etmeye başladım "Ya Rabbi soğuktan, kardan ve yağmurdan gelen şerlerden sana sığınırız.." dolayısıyla ekonomi sekteye uğruyor. olumsuz hava koşullarının son 42 yılın en uç noktasında seyretmesinden hava sıcaklığının eksi 32’leri, eksi 35’leri gördüğü yerler var
3. (1680)- Hz. Aişe (radıyallâhu anhâ) diyor ki: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ciddi bir şekilde, küçük dili görünecek derecede güldüğünü görmedim. O, sadece tebessüm ederdi." [Buhârî, Tefsir, Ahkâf 2, Edeb 68; Müslim, İstiska 16, (899); Ebu Dâvud, Edeb 113, (5098, 5099); Trimizî, Tefsir, Ahkâf, (3254).]
Buhârî'in bir rivayetinde şu ziyade mevcuttur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir bulut görecek olsa bu yüzünden bilinirdi. Ben (bir seferinde):
"Ey Allah'ın Resûlü, halk bir bulut görecek olsa, yağmur getirebilir ümidiyle sevinir, halbuki sen bir bulut gördüğünde üzüldüğünü yüzünden okuyorum, sebebi nedir?" diye sordum. Bana şu cevabı verdi:
"Ey Aişe! Bunda bir azab bulunmadığı hususunda bana kim te'minat verebilir? Nitekim geçmişte bir kavm rüzgarla azaba uğratılmıştır. O kavim azabı gördükleri vakit: "Bu gördüğümüz, bize yağmur getirecek bir buluttur" demişlerdi."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/352.)
EL-MELİKÜ (C.C.)
EL-MELİKÜ (C.C.)
“Mülkün ve bütün kâinatın yegâne sahibi, mutlak surette hükümdarı, sultanlar sultanı.”
Bir kimsenin melik, sultan veya hükümdar olabilmesi için bir mülke, bir teb'aya, bir orduya, bir idarî teşkilâta ihtiyacı vardır. Hiçbir şeyi olmayan adama melik denmez. Ordusu ne kadar kuvvetli, toprağı ne kadar geniş, halkı ne kadar zengin ve kudreti ne kadar heybetli olursa olsun dünya mülkünde şah olanların hiç birinin hükümdarlığı hakiki ve ebedî değildir. İnsan cihan mülküne Süleyman olsa yine bütün varlığı elden gidecek, kendisi de tahtından kara toprağa inecektir.
Âleme nice padişahlar gelip gitmiştir ki, onların yurtlarında şimdi başkaları saltanat sürüyor. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve saltanatı öyle mi?
O, öyle bir melik, öyle bir sultan ki, denizin dibinde bir âciz mahlûk darda kalsa ona imdat elini uzatır. Bir karınca niyaz ellerini açıp ondan bir şey dilese, karıncanın sesini duyar. Gözle görülmeyecek kadar küçük mahlûklar, mikroplar vardır ki, onların rızkını da Allahü Teâlâ vermektedir.
İşte melik olmanın, sultan olmanın, sonsuz bir kudrete ve kemâle sahip olmanın ifadesi... O, bazı kere âleme celâl sıfatı ile tecellî ettiğinde ağaçlar yerlerinden kopuyor, dağlar korkudan sarhoş bir hale geliyor, bulutlar ateş şimşekleri gibi gök yüzünde cevelân ediyor, yeryüzünde sular kaynayıp taşıyor ve bütün âlem halkı korkudan: “Yâ rabbi, Yâ Rabbi!” demeye başlıyor ve ancak onun rahmetine sığınarak selâmet buluyor. Hangi bir sultandır ki, bir lâhzada bütün kâinatın altını üstüne getirsin? Veya bir anda tufanları, fırtınaları dindirsin? Allahü Teâlâ'nın melikliği işte bu kadar muazzamdır ve O'na bir misâl bulunamaz.
Bir düşününüz ki, Yunus Aleyhisselâm balığın karnında, o zindanda, o fırtınalı denizde ümitsizliğe düşmedi ve benim bir Rabbim, bir sultanım var, benim sesimi işitir, bana imdat eder dedi ve şöyle tesbih etti:
“(İlâhî!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Şüphesiz ki ben zâlimlerden oldum.” [50]
Bundan sonradır ki Yunus Aleyhisselâm selâmet sahiline çıkarıldı. O, öyle bir melik. Öyle bir sultan ki, hükmü denizde geçer, karada geçer, gökte geçer ve her şey O'na boyun eğer, râm olur. Ahiretin nimetleri de O'nun elinde, dünyanın nimetleri de... Kıyamet gününün maliki de yine O'dur.
Evet:
Ey Rabbim! Sensin veren bahar bana, yaz bana,
Yine senin emrinle dokunur ayaz bana!..
Rahmetin lâlelerin başına kına yakar,
Bu hikmeti gördükçe gerekir niyaz bana!..
Mülk senin, hamd sanadır. Bir mislin, benzerin yok,
Tarife sığmazsın ki, ne söylesem az bana!..
Şimdi Elmalılı tefsirinden “El-Melik” isminin izahına bakalım:
“Evet korkudan dağların bile çatlayarak boyun eğeceği O Allah öyle bir Allah'tır ki, hakikatte O'ndan başka ibadet edilecek bir varlık yoktur. “El-Melik = Mülkün sahibi” bütün eşyanın mülk ve hükümdarlığı O'nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve nehiy, idare ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil kılma, mükâfat ve ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sahibi O'dur.
“Mülk elinde bulunan yüce Allah, kutludur.” Öyle melik ki, Kuddûs, gayet mukaddes her türlü kusurdan münezzeh, her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz demektir. Öyle ki “Esselâm” , selam, her selâmetin kaynağı, kendisi ayıbdan, kusurdan, eksiklikten, yokluktan kısacası her tehlikeden salim olduğu gibi, selâmet umulan, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O'dur.” [51]
Bir düşünelim ki, âlemde ne kadar hükümdar veya melik varsa, bütün bunlar halkından vergi alır. Onun saltanatı halktan topladığı servetlerle ayakta durabilir. Halbuki Cenâb-ı Zülcelâl kullarından hiçbir şey almaz, sadece verir. Kulların yaptığı iyilikler de belki yüz katıyla geri kullara döner. O hiçbir şeye muhtaç da değil, ama herşey, her mahlûk O'na muhtaç. Cebrail bile O'nun celâl mülkünde kanat çırpmaktan korkmuş, miraç gecesi efendimizi Sidretü'l-Müntehâ'da bırakmış:
“Ey Allah'ın Resulü, demişti, buradan bir parmak ucu kadar ileri geçecek olsam tecellî-i ilâhî'nin nuru beni yakar. Sen yürü, bu gece meydan senindir!”
Biz ne kadar geniş düşünürsek düşünelim, O'nun mülkünün ve saltanatının büyüklüğünü kemâliyle kavrayamayız. Fezanın boşluğunda öyle yıldızlar var ki, onların ziyası dünyamıza yüzlerce sene sonra ulaşabiliyor.
Yine fezanın boşluğunda değirmen taşı gibi durmadan dönen yıldızlar bir kerecik birbiriyle çarpışmıyor, bir kaza meydana gelmiyor. Binlerce senedir emir olundukları yerde akıp giden bu muazzam varlıklar O'nun saltanatının nihayetsiz kudretini göstermektedir.
O dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Bir şeyi yaratmayı murad ettiğinde ise ona sadece “Ol!” der, o şey hemen vücuda geliverir. Yine yüce Allah, dünyayı bir çalışma mekânı, ahireti de hesap günü olarak yaratmıştır. Büyük ve dehşetli gün oradadır, büyük mükâfat ta orada. Yine zâlimler ve kâfirler için ceza da oradadır.
O, öyle benzersiz bir sultandır ki, iyi ve salih kulları için altından ırmaklar akan cennetler, kâfir ve zâlimler hesabına da cehennemler hazırlamıştır. Alemde “ben hiç bir yere gitmem, hep dünyada kalacağım!” diyebilecek bir yiğit, bir arslan görülmemiştir. Eğer öyle olsaydı, hiçbir zâlim tahtından kara toprağa inmez, hesap diyarına sürülmezdi...
Şu bir hakikattir ki, “ben ahirete inanmam” diyen bir adam ahirete gitmekten kurtulamaz, ancak ahireti inkârı dolayısıyla cennete giremez ve cehennem onun ebedî mekânı olur...
A insan! Can kulağındaki gaflet pamuğunu çıkar da O'nun aşkıyla nağmeler koyveren kuşlara, bülbüllere, böcek ve tırtıllara dikkat et. Kâinattaki her varlığın onu zikrettiğini ve: “Yâ Rahîm, yâ Melik, yâ Azîz, yâ Kerîm!” dediklerini duy. Ve sen de bu zikir kervanına katıl. Bir bak, bir gör ki; kâinat kuşu onun yolunda kanat çırpar. Irmaklardaki sular başlarını taştan taşa vurarak onun emriyle akar ve sadece O'nun dilediği olur.
Buraya, yine O'nun bize kerîm kitabında tâlim buyurduğu bir dua ile nokta koyalım:
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kâdirsin.” [52]
Evet:
Bir O'dur en büyük kudret sahibi,
Bin âlem yaratır bu dünya gibi!. [53]
Kaynaklar
[50] Enbiya, 87.
[51] Hak Dini Kur'an Dili, 7/525.
[52] Âl-i İmran: 3/26.
[53] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 79-83.
“Mülkün ve bütün kâinatın yegâne sahibi, mutlak surette hükümdarı, sultanlar sultanı.”
Bir kimsenin melik, sultan veya hükümdar olabilmesi için bir mülke, bir teb'aya, bir orduya, bir idarî teşkilâta ihtiyacı vardır. Hiçbir şeyi olmayan adama melik denmez. Ordusu ne kadar kuvvetli, toprağı ne kadar geniş, halkı ne kadar zengin ve kudreti ne kadar heybetli olursa olsun dünya mülkünde şah olanların hiç birinin hükümdarlığı hakiki ve ebedî değildir. İnsan cihan mülküne Süleyman olsa yine bütün varlığı elden gidecek, kendisi de tahtından kara toprağa inecektir.
Âleme nice padişahlar gelip gitmiştir ki, onların yurtlarında şimdi başkaları saltanat sürüyor. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve saltanatı öyle mi?
O, öyle bir melik, öyle bir sultan ki, denizin dibinde bir âciz mahlûk darda kalsa ona imdat elini uzatır. Bir karınca niyaz ellerini açıp ondan bir şey dilese, karıncanın sesini duyar. Gözle görülmeyecek kadar küçük mahlûklar, mikroplar vardır ki, onların rızkını da Allahü Teâlâ vermektedir.
İşte melik olmanın, sultan olmanın, sonsuz bir kudrete ve kemâle sahip olmanın ifadesi... O, bazı kere âleme celâl sıfatı ile tecellî ettiğinde ağaçlar yerlerinden kopuyor, dağlar korkudan sarhoş bir hale geliyor, bulutlar ateş şimşekleri gibi gök yüzünde cevelân ediyor, yeryüzünde sular kaynayıp taşıyor ve bütün âlem halkı korkudan: “Yâ rabbi, Yâ Rabbi!” demeye başlıyor ve ancak onun rahmetine sığınarak selâmet buluyor. Hangi bir sultandır ki, bir lâhzada bütün kâinatın altını üstüne getirsin? Veya bir anda tufanları, fırtınaları dindirsin? Allahü Teâlâ'nın melikliği işte bu kadar muazzamdır ve O'na bir misâl bulunamaz.
Bir düşününüz ki, Yunus Aleyhisselâm balığın karnında, o zindanda, o fırtınalı denizde ümitsizliğe düşmedi ve benim bir Rabbim, bir sultanım var, benim sesimi işitir, bana imdat eder dedi ve şöyle tesbih etti:
“(İlâhî!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Şüphesiz ki ben zâlimlerden oldum.” [50]
Bundan sonradır ki Yunus Aleyhisselâm selâmet sahiline çıkarıldı. O, öyle bir melik. Öyle bir sultan ki, hükmü denizde geçer, karada geçer, gökte geçer ve her şey O'na boyun eğer, râm olur. Ahiretin nimetleri de O'nun elinde, dünyanın nimetleri de... Kıyamet gününün maliki de yine O'dur.
Evet:
Ey Rabbim! Sensin veren bahar bana, yaz bana,
Yine senin emrinle dokunur ayaz bana!..
Rahmetin lâlelerin başına kına yakar,
Bu hikmeti gördükçe gerekir niyaz bana!..
Mülk senin, hamd sanadır. Bir mislin, benzerin yok,
Tarife sığmazsın ki, ne söylesem az bana!..
Şimdi Elmalılı tefsirinden “El-Melik” isminin izahına bakalım:
“Evet korkudan dağların bile çatlayarak boyun eğeceği O Allah öyle bir Allah'tır ki, hakikatte O'ndan başka ibadet edilecek bir varlık yoktur. “El-Melik = Mülkün sahibi” bütün eşyanın mülk ve hükümdarlığı O'nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve nehiy, idare ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil kılma, mükâfat ve ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sahibi O'dur.
“Mülk elinde bulunan yüce Allah, kutludur.” Öyle melik ki, Kuddûs, gayet mukaddes her türlü kusurdan münezzeh, her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz demektir. Öyle ki “Esselâm” , selam, her selâmetin kaynağı, kendisi ayıbdan, kusurdan, eksiklikten, yokluktan kısacası her tehlikeden salim olduğu gibi, selâmet umulan, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O'dur.” [51]
Bir düşünelim ki, âlemde ne kadar hükümdar veya melik varsa, bütün bunlar halkından vergi alır. Onun saltanatı halktan topladığı servetlerle ayakta durabilir. Halbuki Cenâb-ı Zülcelâl kullarından hiçbir şey almaz, sadece verir. Kulların yaptığı iyilikler de belki yüz katıyla geri kullara döner. O hiçbir şeye muhtaç da değil, ama herşey, her mahlûk O'na muhtaç. Cebrail bile O'nun celâl mülkünde kanat çırpmaktan korkmuş, miraç gecesi efendimizi Sidretü'l-Müntehâ'da bırakmış:
“Ey Allah'ın Resulü, demişti, buradan bir parmak ucu kadar ileri geçecek olsam tecellî-i ilâhî'nin nuru beni yakar. Sen yürü, bu gece meydan senindir!”
Biz ne kadar geniş düşünürsek düşünelim, O'nun mülkünün ve saltanatının büyüklüğünü kemâliyle kavrayamayız. Fezanın boşluğunda öyle yıldızlar var ki, onların ziyası dünyamıza yüzlerce sene sonra ulaşabiliyor.
Yine fezanın boşluğunda değirmen taşı gibi durmadan dönen yıldızlar bir kerecik birbiriyle çarpışmıyor, bir kaza meydana gelmiyor. Binlerce senedir emir olundukları yerde akıp giden bu muazzam varlıklar O'nun saltanatının nihayetsiz kudretini göstermektedir.
O dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Bir şeyi yaratmayı murad ettiğinde ise ona sadece “Ol!” der, o şey hemen vücuda geliverir. Yine yüce Allah, dünyayı bir çalışma mekânı, ahireti de hesap günü olarak yaratmıştır. Büyük ve dehşetli gün oradadır, büyük mükâfat ta orada. Yine zâlimler ve kâfirler için ceza da oradadır.
O, öyle benzersiz bir sultandır ki, iyi ve salih kulları için altından ırmaklar akan cennetler, kâfir ve zâlimler hesabına da cehennemler hazırlamıştır. Alemde “ben hiç bir yere gitmem, hep dünyada kalacağım!” diyebilecek bir yiğit, bir arslan görülmemiştir. Eğer öyle olsaydı, hiçbir zâlim tahtından kara toprağa inmez, hesap diyarına sürülmezdi...
Şu bir hakikattir ki, “ben ahirete inanmam” diyen bir adam ahirete gitmekten kurtulamaz, ancak ahireti inkârı dolayısıyla cennete giremez ve cehennem onun ebedî mekânı olur...
A insan! Can kulağındaki gaflet pamuğunu çıkar da O'nun aşkıyla nağmeler koyveren kuşlara, bülbüllere, böcek ve tırtıllara dikkat et. Kâinattaki her varlığın onu zikrettiğini ve: “Yâ Rahîm, yâ Melik, yâ Azîz, yâ Kerîm!” dediklerini duy. Ve sen de bu zikir kervanına katıl. Bir bak, bir gör ki; kâinat kuşu onun yolunda kanat çırpar. Irmaklardaki sular başlarını taştan taşa vurarak onun emriyle akar ve sadece O'nun dilediği olur.
Buraya, yine O'nun bize kerîm kitabında tâlim buyurduğu bir dua ile nokta koyalım:
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kâdirsin.” [52]
Evet:
Bir O'dur en büyük kudret sahibi,
Bin âlem yaratır bu dünya gibi!. [53]
Kaynaklar
[50] Enbiya, 87.
[51] Hak Dini Kur'an Dili, 7/525.
[52] Âl-i İmran: 3/26.
[53] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 79-83.
Kur'ân'ın Okunması Sırasında Es-Sekîne'nin Ve Meleklerin İnmesi
Kur'ân'ın Okunması Sırasında Es-Sekîne'nin Ve Meleklerin İnmesi
38-.......Useyd ibn Hudayr (R) şöyle dedi: Bir kerre Useyd gece vakti el-Bakara Sûresi'ni okuyordu. Atı da yanında bağlanmıştı. Kur'ân'ı okuyorken birden at deprenmeye başladı. Useyd sustu. O susunca at da sâkinleşti. Useyd tekrar okumağa başladı. At yine şahlandı. Useyd sustu, at da sâkinleşti. Bundan sonra Useyd bir daha okumağa başladı, at yine hırçmlaştı. Useyd de artık vazgeçti. Useyd'in oğlu Yahya ise ata yakın bir yerde (yatmakta) idi. Atın çocuğa bir zararı dokunmasından endîşe ederek, çocuğu geriye çekti. Bu sırada başını kaldırıp göğe baktığında (beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi birtakım şeylerin parlamakta olduklarını gördü de) nihayet onu göremez oldu [48].
Sabah olduğunda Useyd, Peygamber'e bunu söyledi. Peygamber ona:
— "Oku ey Hudayr oğlu, oku ey Hudayr oğlu!" dedi,
Useyd:
— Yâ Rasûlallah, atın Yahya'yı çiğnemesinden endişelendim. Çünkü çocuk ata yakın bir yerde idi. Başımı kaldırıp çocuğa gittim. Başımı göğe doğru kaldırdığımda, beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi birçok şeylerin parlamakta olduklarını gördüm. Artık bu beyaz gölge tabakası içindeki ışıklı parlak cisimler manzumesi göğe doğru çekilip çıktı. Nihayet onu görmez oldum, dedi.
Peygamber (S):
— "Bilir misin onlar nedir?" buyurdu. Useyd:
— Hayîr, dedi. Peygamber:
— "Onlar meleklerdi, senin Kur'ân okuyuş sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerlerdi. İnsanlar da onlara bakarlardı. Onlar insanların gözünden gizlenemezlerdi" buyurdu [49].
Râvî İbnu'1-Hâd: Bana bu hadîsi Abdulah ibn Habbâb, Ebû Saîd el-Hudrî'den, Useyd ibnu Hudayr'dan tahdîs etti, dedi.
Kaynaklar
[48] Sekîne hakkında daha önce geçtiği yerde bâzı bilgiler verilmişti.
İbn Hacer şöyle dedi: Bu ibarede bir kısaltma vardır. Aslı, Ebû Ubeyd'in rivayet ettiği gibi: "Başını yukarıya kaldırdığında beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi birtakım şeylerin parlamakta olduklarını gördü de nihayet onu görmez oldu" şeklindedir. Buhârî'de buna benzer birçok hazflar vardır. Bunun sebebi, râvîlerin bâzısı rivayetinden terketmekte olduğu şey bilindiği için, rivayeti kısaltır. Buhârî de artık onun aslının kâmil olduğunu tanımayan kimseler hadîsi anlamasalar da, hadîsi o râvınin kısa lafzı üzere yazar. Burada rivayetin geri kalanında da kendisinden hazfedilen şeye bir misâl vardır (Reşîd Rızâ).
[49] Bu ifâde, Âdem oğullarının melekleri görmeleri caiz olduğuna delâlet eder. Râvî Useyd ibn Hudayr, sahâbîlerin en meşhurlarından olup Akabe Bey'atı'nda ve Bedir gazvesinde bulunmak meziyyetleriyle beraber, en yüksek bir hususiyeti de hoş sa-dâ ve edâ ile Ebû Mûsâ el-Eş'arî derecesinde te'sîrli Kur'ân okumasıdır. Bu se-beble melekler bile okuduğu Kur'ân'ı dinlemeğe gelmişlerdir. Bunun gibi bir tecellîye el-Kehf Sûresi'ni okurken de mazhar olmuştu. Useyd, Bedir'den Kudüs'ün fethine kadar bütün hayâtını cihâdla ve Kur'ân'a hizmetle geçirmiş, hicretin yirminci yılında vefat etmiş. Bakî kabristanına konulacağı sırada Mü'minlerin Emî-ri Umer, tabutunun iki kolunu yüklenmek suretiyle yüksek bir hürmet göstermiştir.
5 Şubat 2012 Pazar
El-Muavvizât Sûrelerinin Fazileti
El-Muavvizât Sûrelerinin Fazileti Babı
36-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) bir rahatsızlık duyduğu zaman kendi üzerine Muavvize (=Sığındıncı) sûrelerini okur, nefes ederdi. Hastalığı şiddetlendiği zaman O'na ben okur ve O'nun elinin bereketini ümîd ederek, kendi eliyle O'na meshederdim [46].
37-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Peygamber (S) her gece yatağına geldiği zaman iki elini birleştirir, sonra bunlara nefes ederdi. Şöyle ki: İki eline "Kul huve'llâhu ahad", "Kul eûzu bi-Rabbi'l-felâk" ve ' 'Kul eûzu bi Rabbi 'n-nâs'' sûrelerini okur (ellerine nefes eder), sonra bunlarla vücûdundan yetişebildiği yerlere sıvazlardı. Elleriyle sıvazlamaya başı ve yüzü üzerinden başlar, vücûdunun ön kısmım da sıvazlardı. Bu okuyup nefes ederek vücûdunu meshetmeyi üç defa tekrarlardı [47].
kaynaklar
[46] Bu hadîsi Müslim de Tıbb'da getirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Kul eûzu bi-RabbVl-felâk", "Kul eûzu bi-Rabbi'n-nâs'* Sûrelerine "Muavvizetâni" yâni "İki sığındıncı sûre" denir. Bu hadîste cemî* sigâsıyle geldiğine ve Arabça'da cemi' en az Üç sayısına denildiğine göre, "Kul huve'llâhu ahad" Sûresi de bu vasfa katılmıştır. Rasûlullah dâima bu üç sûre ile taavvüz eder, Allah'a sığınırdı. Rasûlullah bu sığınma dualarını yalnız hastalanıp rahatsızlandığı zamanlarda değil, her akşam yatağına yatarken de okurdu. Bundan sonraki hadîs bunun apaçık delîlidir.
Kur'ân-ı Kerîm bu sığındıncı üç sûre ile son bulmuştur. Bunlar bütün insanlığa ihsan edilmiş en güzel, en vecîz ve en câmialı sığınma, korunma dualarıdır. "Kul huve'llâhu ahad", bütün şirk ve imansızlık şerrlerinden inşam Allah'a sığındırır. Diğer iki sûre de bütün mahlûkaatın maddî ve ma'nevî, görünür ve görünmez şerrlerinden Allah'a sığındırır. Allah'a sığınıp Allah'ın himayesine nail olanlar da her türlü şerrlerden kötülüklerden tam ma'nâsıyle korunmuşlardır: "Allah en hayırlı koruyucudur, O merhamet edenlerin en merhametlisidir" (Yûsuf: 64), (Müslim Ter, VII, 46, "2192").
[47] Bu sûreler hakkında Tefsîr'de de bâzı açıklamalar geçmişti.
Namzada Besmele
Selamünaleyküm
Namaz kılarken bazı kardeşlerimizin bilmediği bir noktayı aydınlatmak istedim. Zammı sureden sonra eğer şafi mezhebine bağlı iseniz besmele çekersiniz eğer hanifi iseniz besmele çekmezsiniz.
Mübarek gecelerde kılınan bazı nafile namazlarda örneğin bir rek'atta elli ihlas okunacak ise bu sureler arasında şafiler besmele çeker hanifiler ise besmele çekmeden sureyi ardarda elli kere okur..
Farz olan beş vakit kıldığımız namazlarda da böyledir. euzu-besmele fatiha okunur sonunda aminden sonra şafiler besmele çeker zammı sureyi okur hanifiler ise besmele çekmeden zammı sureyi okur..
İnşaallah faydalanan kardeşlerim dualarında beni unutmazlar.
Namaz kılarken bazı kardeşlerimizin bilmediği bir noktayı aydınlatmak istedim. Zammı sureden sonra eğer şafi mezhebine bağlı iseniz besmele çekersiniz eğer hanifi iseniz besmele çekmezsiniz.
Mübarek gecelerde kılınan bazı nafile namazlarda örneğin bir rek'atta elli ihlas okunacak ise bu sureler arasında şafiler besmele çeker hanifiler ise besmele çekmeden sureyi ardarda elli kere okur..
Farz olan beş vakit kıldığımız namazlarda da böyledir. euzu-besmele fatiha okunur sonunda aminden sonra şafiler besmele çeker zammı sureyi okur hanifiler ise besmele çekmeden zammı sureyi okur..
İnşaallah faydalanan kardeşlerim dualarında beni unutmazlar.
4 Şubat 2012 Cumartesi
Kandile Şükür Namazı
Selamünlaleyküm hepimiz bir mevlid kandilini daha geride bıraktık Allah ibadetlerimizi ve dualarımızı kabul buyurur inşaallah. İnandığım ve bazı islam alimlerinin de görüşüne göre Mevlid Gecesi Kadir gecesinden de mübarek ve değerli bir gece çünkü; bu gece alemlerin yaratılışına vesile olan Yüce Rabb'imizin ""Levlâke, lemâ halaktü'l-eflâk = Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım!" buyurduğu Sevgili Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in dünyaya teşrif ettiği bir gecedir. Ve o dünyaya gelmeseydi kur'an da nazil olmayacaktı. Kur'an nazil olmasaydı kadir gecesi diye bir gecede olmayacaktı...
Böyle mübarek gecelerinin ertesi günü öğle namazı ile ikindi namaz arasında 4 rek'atlık kılınması çok efdal olan kandile şükür namazı adında bir nafile namazı vardır. Her rek'atte Fatiha'dan sonra
5 Ayetel kürsi,
5 Kâfirun suresi
5 İhlas suresi
5 Felâk suresi
5 Nas suresi
Namazdan sonra
Bu tespihat çekilir ve dua edilir. Bu gün öğle ile ikindi arasında namazdan sonra dualarınızda beni de unutmayın..
Allah'a emanet olun.
Böyle mübarek gecelerinin ertesi günü öğle namazı ile ikindi namaz arasında 4 rek'atlık kılınması çok efdal olan kandile şükür namazı adında bir nafile namazı vardır. Her rek'atte Fatiha'dan sonra
5 Ayetel kürsi,
5 Kâfirun suresi
5 İhlas suresi
5 Felâk suresi
5 Nas suresi
Namazdan sonra
Bu tespihat çekilir ve dua edilir. Bu gün öğle ile ikindi arasında namazdan sonra dualarınızda beni de unutmayın..
Allah'a emanet olun.
Kaynak fazilet neşriyat dua ve ibadetler |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)