HZ. EBU BEKİR (R. ANH)
Babab Adı: Ebû Kuhafe Osman bin Amr.
Anne adı: Selma binti Sahr bin Amr bin Ka'b (Ümmü'l Hayr)
Doğum Tarihi ve Yeri: Fîl vakasından 2 yıl 4 ay sonra takriben Miladi 573. yıl. Mekke'de doğdu
Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicrî 13. Miladî 634. Cemaziül ahir ayı Medine'de Kabri RasûîüUah (sav)'in bulunduğu yerdedir.
Fiziki Yapısı: Uzun boylu, beyaz tenli, zayıf bedenli arık yüzlü (uzun yüzlü), seyrek sakallı, çukur gözlü, çıkık alınlı, gür sakallı idi.
Eşleri:
1. Katile binti Uzza,
2. Ümmü Ruman binti Amr,
3. Cüneybe binti Harice,
4. Habibe Fahita binti Haris,
5. Esma binti Ümeyse.
Oğulları :
1. Abdullah,
2. Abdurrahman,
3. Muhammed.
Kızları:
1. Esma,
2. Ayşe,
3. Ümmü Gülsüm.
Gazveleri : Bedir, Uhud, Hendek ve sonraki birçok savaşlar
Hicreti: Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.
Sahabeden Kiminle Kardeşti : Harice b. Zeyd, b. Ebi Züheyr.
Kabilesi: Abdullah bin Atik, b. Ebu Kuhafe, Osman b. Amr, b. Amr b. Ka’b, b. Sa’d, b. Teym, b. Mürre, b. Ka’b, b. Nadr, b. Kinane’dir.
Lakabı/Künyesi: Asıl adı Abdül Kabe, Atik: Rasulullah (sav) ona Abdullah adını verdi. En meşhur künyesi Ebu Bekir-i Sıddık.
Kiminle Akrabalığı: Rasulullah (sav)in kayınbabası, Hz. Aişe (R.anha)’nin babasıdır.
Hz. Ebû Bekir (R.a.), putperest bir toplumda dünyaya gelmiş olmasına rağmen putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan hanif bir tüccardır. İslam'la tanıştıktan sonra Rasûlüllah (sav) için sadık bir yârdır. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Muhammed (sav)'in yetiştirdiği hidayet yıldızlarının ilkidir. Çünkü Hz. Muhammed (sav.)'in İslâm'ı tebliğe başlamasından sonra iman eden hür erkeklerin; raşit halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ilkidir. Câmiu'l Kur'an, es-Sıddîk, el-Atik lakaplarıyla bilinen büyük sahabidir. Sadakatin sembolü haline gelen bir inkılabçıdır. Kur'ân-ı Kerim'de hicret sırasında Rasûlüllah'la beraber olmasından dolayı, "...mağarada bulunan iki kişiden biri.”[171] şeklinde ondan bahsedilmektedir. Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm'dan sonra Rasûlüllah (sav)'in ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına "atik"; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da "sıddık" lakabıyla anılmıştır. "Deve yavrusunun babası" manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur.
Teymoğulları kabilesinden olan Ebû Bekir'in nesebi Mürre b. Kâ'b'da Rasûlüllah'la birleşir. Anasının adı Ümmü'l-Hayr Selma, babasının ki Ebû Kuhafe Osman'dır. Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir... b. Murra ...et-Teymî'dir. Bedir savaşma kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi müslüman olmuştur. Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir'in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû Bekir'in Rasûlüllah (sav)'den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir. İslâm'dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan hanif bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber'den hiç ayrılmamıştır. Bütün servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır. Ebû Bekir (R.a.)'a bunu yaptıran onun sahih imanıdır. Sahih iman, sahibine sadakat, samimiyet ve sehavet armağan eder. İman, sadakat, samimiyet ve sehavetten gelmez, aksine sadakat, samimiyet ve sehavet imandan gelir!
Hz. Ebû Bekir, Fil yılından iki sene birkaç ay sonra 571'de Mekke'de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek câhiliye döneminde çok yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke'nin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasûlüllah (sav)'e iman eden Ebû Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm'ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanlarm bir çoğu İslâm'ı onun davetiyle kabul etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir hayatı boyunca Rasûlüllah'm yanından ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur. Rasûlüllah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (sav) bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir'e danışırdı. [172]
Ebû Bekir (R.a.) emin bir müsteşar idi. Müslüman kendisine danışılan ve kendisi de başkasına danışan şura insanıdır. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın kızı Hz. Aişe (R.anha) anlatıyor: " Ashâb bir mesele hakkında ihtilafa düştüğü zaman babam hemen imdada yetişir ve o mesele hakkında kesin hükmü verirdi.” [173]
Ebû Bekir (R.a.) emin bir müsteşar idi. Müslüman kendisine danışılan ve kendisi de başkasına danışan şura insanıdır. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın kızı Hz. Aişe (R.anha) anlatıyor: " Ashâb bir mesele hakkında ihtilafa düştüğü zaman babam hemen imdada yetişir ve o mesele hakkında kesin hükmü verirdi.” [173]
Hz. Ebû Bekir (R.a.); problem adam değil, çözüm adamıdır. Mekke şirk devletinde Daru'l Erkam'da oluşturulan İslâm Cemaati'nin danışmanı Hz. Ebû Bekir (R.a.)'dir. Şunu bilelim ki; müslümanlarm cemaatı şura'sız olmaz. Şûra meclisi bulunmayan bir oluşum, İslâm cemaati sayılmaz. Şûra'yı önemsemeyen kişi de İslâm cemaatinin üyesi olamaz. Araplar ona "Peygamber'in veziri" derlerdi. Teymoğulları kabilesi Mekke'de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir'in babası Mekke eşrafmdandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzelahlâkı ile tanınan, sevilen bir kişi idi. Mekke'de "eşnak" diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (sav.) ile büyük bir dostlukları vardı. Sık sık buluşur, Allah'ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müşavere ederlerdi. İkisi de câhiliye kültürüne karşıydılar, şiir yazmaz ve şiiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.
İslâm'ı benimsemesi: Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed (sav) ile karşılaştığında, Rasülüllah (sav) ona, "Allah'ın elçisi" olduğunu söyleyip "Yaratan Rabbinin adıyla oku” [174]
diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: "Allah'ın birliğine ve senin O'nun rasûlü olduğuna iman ettim" demiştir. Hz. Hatice'den sonra Rasûlüllah'a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (sav) İslâm'ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir seksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta
diye başlayan âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: "Allah'ın birliğine ve senin O'nun rasûlü olduğuna iman ettim" demiştir. Hz. Hatice'den sonra Rasûlüllah'a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (sav) İslâm'ı tebliğinin ilk zamanlarında kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir seksiz ve tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta
"Hz. Peygamber (sav) zamanında halk, bilmedikleri dinî meseleleri kimlere sorarlardı?" diye sorulunca, Abdullah b. Ömer (R.a.):
"Ebû Bekir'e ve Ömer'e sorarlardı. Ben, onlardan başkasını bilmiyorum!” [175] demiştir. Süyûtî (R.ha.)'in delillerle tesbitine göre:
"Ebû Bekir, Kitab ve Sünnete Ashabın en vâkıf olanı idi.” [176]
Mü'min Ebû Bekir, hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm'a adamış, bütün hayırlı işlerde en başta gelmiştir. Ebû Bekir (R.a.), Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kişileri İslâm'a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır.
Kendisi de Mescid-i Haram'da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir, iman ettikten sonra İslâm'ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı Esma da iman etmiş, fakat oğullan Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe henüz iman etmemişlerdi. Osman b. Affan, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. .Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanları İslâm'a davet eden odur. Ebû Bekir (R.a.), tebliğiyle ve servetiyle İslam'a insan kazandıran iman adamıdır.
Müşriklerin eziyetleri çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peyganıber (sav), Hz. Ebû Bekir'e de Habeşistan'a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü'l Gımâd'da Mekke'nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığım ve Mekke'ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke'ye dönmüşlerdir. İbn-i Dugunne, akşam üzeri Kureyş ileri gelenlerini dolaşarak onlara:
“Ebû Bekir gibi insanlar memleketinden çıkmaz ve çıkarılmazlar. Yoksullara yardım eden, akrabasını ihmal etmeyen, yetimleri gözeten, misafiri en iyi şekilde ağırlayan, afetlere duçar olanlara yardım elini uzatan bir insanı mı memleketinden çıkarıyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine Kureyşliler İbn-i Dugunne'nin Ebû Bekir'i himayesine reddedemediler. Ona:
"Peki Ebû Bekir'i bırak Rabbine evinde ibadet etsin. Namazını orada kılsın, dilediğini okusun ama bizi rahatsız etmesin ve yaptıklarını açıklamasın. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı dinlerinden döndereceğinden korkuyoruz." dediler. İbn-i Dugunne de bunları Ebû Bekir'e anlattı. Ebû Bekir bir müddet böylece Rabbine ibadet etti. Namaz kıldığını hiç kimseye göstermiyor evinin dışında Kur'an okumuyordu. Fakat daha sonra Ebû Bekir, evinin avlusuna bir mescid yaptı ve orada namaz kılmaya, Kur'an okumaya başladı. Müşrik kadınları ve çocukları onun başına toplanarak Kur'an okurken gözyaşlarını tutamayan bu duygulu insanı hayretle seyrediyorlardı. Bu durum Kureyş ileri gelenlerini endişelendirdiğinden İbn-i Dugunne'ye bir adam göndererek onu çağırttılar. İbn-i Dugunne gelince ona:
“Biz Ebû Bekir'e senin himayen dolayısıyla evinde rabbine ibadet etmesine müsaade etmiştik. Fakat o hududu aşarak evinin avlusunda bir mescid/cami yaptı ve orada açıktan açığa namaz kılmaya ve Kur'an okumaya başladı. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı dinimizden döndereceğinden korkuyoruz. Ona mani ol! Eğer evinde Rabbine ibadet etmek isterse etsin ve eğer inat eder de ibadetini açıktan açığa yapmak isterse ondan, himayenden çıkmasını iste! Seninle olan anlaşmamızı ihlal etmek istemeyiz. Ebû Bekir'in ibadetini açıktan yapmasını kabul edemeyiz," şeklinde konuştular, İbn-i Dugunne de Ebû Bekir (R.a.)'a gelerek:
“Senin için yaptığım anlaşmanın şartlarını biliyorsun. Ya anlaşmanın şartlarına riayet ederek sesizee evinde ibadet edersin yahutta himayemden çıkarsın. Bir adamla ilgili yapmış olduğum anlaşmanın ihlal edildiğini arapiarm duymasını istemem" dedi. Ebû Bekir (R.a.) da ona:
“Senin himayene muhtaç değilim. Senin himayeni sana iade ediyorum. Allah'ın himayesi bana yeter," karşılığını verdi. Bunun üzerine İbn-i Dugunne kalkarak:
“Kureyşliler! İbn-i Ebû Kühâfe himayemden çıkmıştır. Arkadaşınızla ne haliniz varsa görün." şeklinde konuştu.[177]
Dikkat edilirse, Ebû Bekir (R.a.), ahkâm-i şirkin/şirk hükümlerinin egemen olduğu Mekke Şirk Devleti'nde müşriklerin icazetlerine ve iradelerine bağlı bir müslümanlığı reddetmiştir. Müşrik düzenlerin, küfrî kadroların müsaade ettiği kadar müsîüman olmayı kabul edenlerin imanları sahih değildir. Kâfirlerin iradesiyle ve. müsaadesiyle mukayyed olan bir din,. Allah'ın dini değildir. Olsa olsa Allah'ın dini adına uydurulmuş bir dindir. Ebû Bekir (R.a.) İbn-i Dugunne'ye;
"Senin himayene muhtaç değilim. Senin himayeni sana iade ediyorum. Allah'ın himayesi bana yeter," demekle böyle uyduruk bir dine sahip olmadığını ortaya koymuştur.
Ebû Bekir (R.a.), şirk kanunlarının uygulandığı, fiilen ve hükmen Daru'ş Şirk olan Mekke'de bir mescid inşâ ederek orada İslamî faaliyetini devam ettirmiştir. Ebû Bekir (R.a.)'m yapmış olduğu mescid, bir mescid-i takva'dır. Çünkü Ebû Bekir (R.a.)'m bu mescidi bir Dar'uş Şirk olan Mekke'de yapılmış olmasına rağmen, müşriklerin icazetine; iradesine ve müsaadesine bağlanmamıştır. Bundan açıkça anlıyoruz ki; Daru'ş Şirk olan beldelerde mescid-i takvalar olabilir. Daru'ş Şirk'te mü'minler tarafından hizmete açılan mescid-i takva'lar, salih amellerin merkezleridir. Bazıları tarafından ileri sürülen; ''Daru'ş Şirk'teki/Daru'l Harb'deki bütün mescidler, birer mescid-i dirar'dırlar" iddiası gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Daru'l Harb haline gelmiş beldelerde müşrik düzenlerin ve küfrî kadroların icazetini, iradesini hiçe sayarak Ebû Bekir (R.a.)'m bu misyonunu devam ettiren mü'minierin açmış oldukları mescid-i takvaları, mescid-i dırar hükmünde kabul etmek, ashâb-ı kiram'ı ve ashâb-ı kiram'm Rasûlüllah (sav)'den öğrenmiş olduğu İslamî anlayış ve yaşayışı anlamamaktır.
Ebû Bekir (R.a.) Daru'ş Şirk olan Mekke'de yapmış olduğu Mescid-i Takva'da Allah'ın himayesine sığınarak Allahû Teâla'nın emrettiği ve müsaade ettiği şekilde müsîüman olmaya gayret ediyordu. Ancak müşrikler, Ebû Bekir (R.a.)'ı eziyet ettiler. Ebû Bekir (R.a.), imanı uğrunda çilelere katlanmış model İslamî bir şahsiyettir. Hz. Aişe (R.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (sav)'ın ashabı toplandıklarında otuzsekiz kişi idiler Ebû Bekir dinlerini açıktan açığa yaymak hususunda Rasûlüllah (sav)'e ısrar etti. Rasûlüllah (sav):
"Ebû Bekir! Henüz çok azız" buyurdu. Fakat Ebû Bekir (R.a.) ısrarında devam etti. Nihayet Rasûlüllah (sav) İslâm'ı açıktan açığa yaymaya karar verdi. Herkes kendi aşiretine İslâm'ı tebliğ etmek üzere Kabe'nin etrafına dağıldılar. Ebû Bekir (R.a.) ayağa kalkarak oradakilere bir konuşma yaptı. O sırada Rasûlüllah (sav) oturuyordu. Böylece Ebû Bekir (R.a.), insanları Allah'a ve Rasûlullah'a davet eden ilk hatip olmuştur. Müşrikler, Ebû Bekir'in ve diğer müslümanların üzerine yürüdüler. Müşrikler tarafından Ebû Bekir (R.a.) ayaklar altına alındı. Ve çok fena dövüldü. Fasık Utbe b. Rebia yaklaşarak altına sert şeyler dikilmiş çarıklarıyla ona vurmaya, yüzüne sürtmeye başladı. Ve onun karnına çıktı. O kadar dövdü ki, Ebû Bekir tanınmaz hale geldi. Teymoğulları koşarak geldiler. Müşrikleri Ebû Bekir'den uzaklaştırdılar ve Ebû Bekir'i bir kilim üzerine koyarak evine getirdiler. Öldüğünde kanaat getirmişlerdi Onu eve getirdikten sonra Teymoğulları dönerek kâbeye girdiler ve:
“Allah'a yemin olsun! Eğer Ebû Bekir ölürse Utbe b. Rebia'yı da mutlaka öldüreceğiz" dediler. Tekrar Ebû Bekir'in yanma döndüler. Benû Teymoğullar, Ebû Bekir ayılmcaya kadar başında beklediler. Ebû Bekir ancak akşam üstü konuşmaya başladı. Ve etrafındakilere:
“Muhammed ve Ashâbı'na ne oldu?" dedi. Bu sözü üzerine Teymoğulları onu azarladıktan ve kınadıktan sonra kalkarak annesine:
“Ona birşeyler yedirip içirmeye bak," dediler. Annesi onunla başbaşa kalınca birşeyler yedirmeye zorladı. Fakat
“Rasûlüllah ve Ashabı nasıl?" diye soruyordu. Annesi:
“Allah'a yemin ederim! Arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok," diye cevap verince, Ebû Bekir (R.a.):
“Ümmü Cemile gidip Rasûlüllah hakkında ondan bilgi al," dedi. Bunun üzerine annesi Ümmü Cemil'e gelerek:
“Ebû Bekir, senden Muhammed b. Abdullah hakkında bilgi istiyor." dedi. Ümmü Cemil:
“Ben ne Ebû Bekir'i ne de Muhammed b. Abdullah'ı tanıyorum. İstersen seninle beraber oğlunun yanına giderim" deyince Ebû Bekir'in annesi Ümmülhayr:
“Peki" dedi ve beraberce Ebû Bekir'in yanına geldiler. Ebû Bekir baygın ve durumu ağırdı. Ümmü Cemil, Ebû Bekir'in yanına yaklaşarak yüksek sesle:
“Allah'a yemin olsun! Sana şu kötülükleri yapan bir kavim fasık ve kâfirdir. Dilerim Allah'dan senin intikamını onlardan alsın," dedi. Ebû Bekir (R.a.):
“Rasûlüllah nasıl?" diye sordu. Ümmü Cemil:
“Burada annen var nasıl söyliyeyim?" dedi. Ebû Bekir:
“Ondan sana hiçbir kötülük gelmez" deyince, Ümmü Cemil:
“Rasûlüllah sağ selimdir" dedi. Ebû Bekir (R.a.):
“Şimdi nerede?" diye sordu. Ümmü Cemil:
“İbn-i Erkam'ın evinde," dedi. Ebû Bekir (R.a.):
“Yemin ederim! Rasûlüllah (sav)'in yanma gitmedikçe hiçbir şey yiyip içmeyeceğim," dedi. Bir müddet beklediler. Ebû Bekir iyice kendine geldikten ve insanlar dağıltdıktan sonra Ebû Bekir'i alıp evden çıkardılar. Yürürken onlara dayanıyordu. Onu böylece Rasûlüllah (sav)'in yanına getirdiler. Ebû Bekir (R.a.)'ı görünce Rasûlüllah (sav) koştu ve onu öptü. Diğer müslümanlar da ona sarıldılar. Rasûlüllah ona son derece acımıştı. Ebû Bekir (R.a.):
“Ya Rasûlüllah! Anam babam sana feda olsun. Bana hiçbir şey olmadı. Sadece o fasık yüzüme vurdu o kadar. Bu kadın, çocuğuna karşı son derece şefkatli annemdir. Sen çok hayırlı ve mübarek bir insansın. Onu Allah'a davet et ve onun için Allah'a dua et. Belki Allah senin hatırın için onu ateşten kurtarır," dedi. Ebû Bekir (R.a.)'in bu teklifi üzerine Rasûlüllah onun annesi için dua etti ve onu Allah dinine davet etti. O da İslâm'ı kabul etti. Rasûlüllah (sav) ile birlikte o evde bir ay kaldılar. Otuz dokuz kişiydiler. Hamza b. Abdulmuttalib (R.a.), Ebû Bekir (R.a.)'in dövüldüğü gün müslüman olmuştu. [178]
Mekke'de müslüman olmanın bedeli, Medine'de müslüman olmanın bedelinden farklıdır. Kişi Mekke'de müslüman olmuşsa, hastahaneyi, hapishaneyi ve mezarhaneyi göze almalıdır. Mekkî toplumlarda işkenceye, baskıya, hakaretlere, tehditlere rağmen, Müslüman İslâm'a teslimiyetini, müslümanlara ise mensubiyetini devam ettirmekle mükelleftir. Mekkî toplumlarda müslüman ne kadar işkence görürse görsün, Cemaatü'l Müslimin'i terkedemez. Müslüman Allah yolunda başına gelen musibetlerden ötürü başkalarına fatura kesemez. Ebû Bekir (R.a.), müşriklerin işkencelerinden sonra ilk cümle olarak "Muhammed ve Ashabına ne oldu?" diyorsa ve Mekke'deki İslâm cemaatinin karargahı olan "Daru'l Erkam"a gitmediği müddetçe hiçbir şey yemeden, içmeden rahat etmiyorsa, bu bize Mekkî toplumlarda müslüman insan için Cemaatü'l Müslimin dediğimiz Daru'l Erkam'ların su gibi, ekmek gibi, hava gibi birer ihtiyaç olduklarını hatırlatır. Müslüman aç kalabilir ama cemaatsız kalamaz. Çünkü Mekkî toplumlarda cemaatsızlık, dinsizlik kadar tehlikelidir!
Mekke'de onüç yıl devletsiz kalmasına rağmen, onüç gün cemaatsız kalmayan Rasûlüllah (sav)'in yanında yeraîan Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Aişe'nin rivayetine göre, Rasûlüllah hicret emrini alıp Ebû Bekir'e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini söyleyince Ebû Bekir sevinçten ağlamaya başlamıştı.[179]
Mekkî toplumlarda yaşayan her müslüman bir Medine yolcusudur. Medine yolculuğunun adı hicrettir. Hicret, İslâm devletinin arefesidir. Başka bir ifadeyle hicret, cemaatten devlete giden yoldur. Bu yolda yürümeyi hakedenler, Mekke'de cemaat olabilenlerdir. Mekkî toplumlarda cemaatsız ve imamsız yaşayanların hicret diye bir yolculukları olamaz. Medine yolculuğu şerefine nail olanlar, Hz. Ebû Bekir (R.a.) gibi, şirk cephesinin bütün tehditlerine rağmen, İslâm cemaatını terketmeyen ve İslâm cemaatının imamına olan bağlılıklarını devam ettirenlerdir.
Bakınız Hz. Peygamber'in bir gecede Mekke'den Kudüs'e oradan Sidretü'l Münteha'ya gittiği İsra ve Mirâc hâdisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir'e yetiştirdikleri zaman;
"Bunu kim söylüyor" dedi. Müşrikler;
“Bunu Muhammed söylüyor" dediler. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (R.a.);
"Muhammed (sav) söylüyorsa doğrudur." demiştir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir'e; ihlâslı, asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında, "Sıddîk" lâkabı verildi. Kur'an tabiriyle,
"O, ne iyi arkadaştı” [180] denilebilir.
Tirmizî'nin İbn-i Abbas (R.a.)'dan rivayetine göre: Peygamber efendimiz (sav)'e hicret emri, İsrâ Suresinin 80 nci âyetiyle verilmiştir:
“(Ey Muhammed!) De ki: "Rabbim! Beni, takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzur içinde koy ve çıkacağım yerden de dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet ver.” [181]
O sıralarda müşrik ve fakat güvenilir bir adam olan Abdullah b. Üreyklt'ı yol kılavuzu olarak tuttular. [182]
İşte o “Sıddîk" ile o "Emîn", o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.
İşte o “Sıddîk" ile o "Emîn", o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket ederek hicret etmişlerdir.
Üç kişi olarak sefere çıkmak sünnettendir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Tek başına sefere çıkan binitli şeytandır. İki yolcu iki şeytandır. Üç yolcı ise bir kervandır/cemaattır.” [183]
“Üç kişi sefere çıktığı zaman, içlerinden birini emir tayin etsinler.”[184] Rasûlüllah (sav) ile sadık dostu Ebû Bekir (R.a.) bu yolculuğu iki kişi olarak değil, üç kişi olarak yapmış olmaları, bize sefere üç kişinin çıkmasının sünnete uygun olduğunu gösterir.
Hicreti Sevr mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) mağarada keşif yaptıktan sonra Rasûlüllah içeri girmiştir. Ebû Bekir'in kızı Esma yolda yemeleri için azıklarını hazırlamıştı. Onlar Mekke'den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını yollayarak aramaya başladılar. Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil başkanlığında Esma'nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar. Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı. Buna rağmen kızı Esma onun nerede olduğunu, nereye gittiğini kâfirlere söylememiştir.
Mekkî bir toplumda tevhidi bir mücadele veriyorsanız heran eviniz keyfî, küfrî ve cebri kadrolar tarafından aranabilir. Buna hazır olmalısınız. Kendi ehl-i beytinizi bu hususta eğitmelisiniz, Hz. Ebû Bekir (R.a.) bize bunu öğretir. Müşriklerin bütün hakaret ve işkencelerine rağmen Ebû Bekir (R.a.)'m kızı Esma (R.anha), müşriklere sır vermiyor. Mekkî toplumlarda mü'min erkek olsun, mü'mine kadın olsun, ser verir sır vermez!
İz süren Mekkeli müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler. Rasûlüllah bu sırada Kur'ân'da anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: "Üzülme, Allah bizimledir.”[185]
Nitekim Allah ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalarına rağmen onları bulamadılar. Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine'ye yönelen Rasûlüllah ile Ebû Bekir Küba'ya vardılar.
Nitekim Allah ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalarına rağmen onları bulamadılar. Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine'ye yönelen Rasûlüllah ile Ebû Bekir Küba'ya vardılar.
Ebû Bekir mağarada kaldıkları günü şöyle anlatır: "Rasûlüllah (sav) ile beraber bir mağarada bulundum. Bir ara başımı kaldırıp baktım. O anda Kureyş casuslarının ayaklarını gördüm. Bunun üzerine,
“Ya Rasûlüllah, bunlardan birkaçı gözünü aşağı eğse de baksa muhakkak bizi görür” dedim. O,
“Sus ya Ebû Bekir, iki yoldaş ki, Allah onların üçüncüsü olsun, endişe edilir mi?” buyurdu.
Allah yolunda başa gelen belâ ve musibetler karşısında birbirimizi Allah'ın yardımı ve tevekkülü ile teselli etmemiz, Peygamberimizin mücadele sünnetindendir.
Küba'da üç gün kalan Rasûlüllah ile Hz. Bbû Bekir nihayet Medine'ye vardılar. Medine'de Hz. Ebû Bekir humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlüllah,
"Allah'ım Mekke'yi bize sevgili kıldığın gibi Medine'yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır” diye dua ettiği zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diğer sahabeler iyileştiler.
Hz. Ebû Bekir (R.a.), Peygamber (sav)'in duasını alan adamdır. İslâm toplumu içinde müslümanm sorumluluklarından birisi de, "Dua Alan Adam" haline gelebilmektir. Söylemleriyle, eylemleriyle ve icraatlarıyla İslâm ümmetinin bedduasını alan adamın geleceği karanlıktır, zorludur. Ama söylem ve eylemleriyle İslâm ümmetinin duasını alan adamın geleceği ise aydınlıktır, nurludur. Ebû Bekir (R.a.) misyonuna sadakat gösterenler, hangi makam ve mevkiide olurlarsa olsunlar, mü'minlerin duasını almaya gayret edenlerdir.
Bu arada Hz. Âişe ile Hz. Muhammed (s.â.s.)'in düğünleri yapıldı. Mescidi Nebî inşâ edildi. Masrafların bir kısmım Hz. Ebû Bekir karşıladı. Medine'de kardeşlik tesis edildiğinde Ebû Bekir'in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu. Hz. Ebû Bekir Medine'de Mescidi Nebî'nin inşasına katıldı. Rasûlüllah İslâm'ı yaymak ve düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine dışına gönderiyor, bunlara bazan Hz. Ebû Bekir de katılıyordu. Rasûlüllah ile birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda Ebû Bekir de yer aldı. O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu.
Rasûlüllah'ın bizzat idare ettiği harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır. Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Uşeyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır. Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın en yakınında yer almış olup onun "veziri" gibi idi.
Ebû Bekir (R.a.), hem mübelliğ, hem muallim, hem muhacir ve hem de mücahiddi. Allah yolunda mü'min olarak mübelliğ ve muallim, muhacir ve mücahid olmak, İslâmî kimlik ve kişiliğin gereğidir.
Müslüman insan hem muhacirdir ve hem de mücahiddir. Hem mübelliğdir ve hem de muallimdir.
Bedir'de, oğlu Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır. Sadece o değil, Bedir'de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile çarpışmıştı. Bedir savaşı, müslümanların İslâm'ı herşeyden üstün tuttuklarını, Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir. Şunu bilelim ki; akide bağı, neseb bağın: dan daha kuvvetlidir.
Allah ve Rasûlüne karşı hudud yarışma kalkışanlarla ve bu uğurda savaşanlarla anlaşmak, onlarla uzlaşmak, mü'min insanın vasfı değildir. Bunlar mü'min insanın en yakınları olsalar bile mü'min insan tarafından reddedilirler. Allah'ın hizbine mensup olmak bunu gerektirir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin, babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kainlerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Hizbulİah/Allah'ın hizbi dininin yardımcılarıdir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Hizbullah (Allah'ın hizbi) olanlardır.”[186]
Rasûlüllah'ın bir amcası Hamza, İslâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı. Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müşriklerle beraberdi. Hattâ kızı Zeyneb'in eşi Ebû'l-As da Rasûlüllah'a karşı müşriklerle birlikte savaşıyordu.
Hicretin 9. yılında Medine'de büyük bir kıtlık oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam'da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı. Rasülüllah, bu orduya karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebû Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı. Onuncu yılda "Veda Haccı"nda bulunan Allah'ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.
Hicrî onbirinci yılda hastalanan Rasûlüllah (sav) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefat etti. Onun vefatını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü. Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O'nun için "öldü" diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti. Vefat haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlüllah'ı alnından öptü ve
"Babam ve anam sana feda olsun ya Rasûlüllah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o kadar büyük ki, üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma; hatırında olalım..." dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer'i susturdu ve;
"Ey insanlar, Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Allah apaçık hakikattir. Muhammed'e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah'a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bakî ve ebedîdir. Size Allah'ın şu buyruğunu hatırlatırım:
"Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaklar.”[187]
Allah 'in kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasım ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz.”[188]
Allah 'in kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetine sarılan doğruyu bulur, o ikisinin arasım ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat vermeyiniz.”[188]
Hz. Ebû Bekir (R.a.) bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlüllah'ın teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sak-ifesinde toplanarak Hazrec'in reisi olan Sa'd b Ubâde'yi Rasûlüllah'tan sonra halife tayini için bir araya gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde'ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde'nin ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey'at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebü Bekir'in konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir'e bey'at etti ve,
"Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlüllah'ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve biz sana bey'at ediyoruz. Rasûlüllah'a hepimizden daha sevgili olan sana bey'at ediyoruz" dedi.
Hz. Ömer'in bu ani davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir'e bey'at ettiler. Bu özel bey'attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî'de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey'at edildi. Rasûlüllah'ın defni sah günü gerçekleşirken, onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû Bekir yine fîrasetini ortaya koydu ve "Her peygamber öldüğü yere defnedilir" hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı giderdi. Rasûlüllah'ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'nın evinde Haşimoğulları ve yandaşları ile toplandığı ve bey'ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir. Hz. Ali rivayetlere göre, el-Bey'atü'l-Kübrâ'ya bey'at edildiği haberini alır almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmiştir.[189]
Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in cenazesini defnetmeden kendilerine bir halife tayin etmeye çalışmışlardır. Sahabelerin bu tavırlarından anlıyoruz ki; hilafet; İslâm'ın dünyada olmasını emrettiği şer'i bir makamdır. Bu makamın bir gün dahi olsa ihmal edilmesi ve müslümanlarm halifesiz kalmaları caiz değildir. Yerde Peygamber (sav)'in cenazesi olsa dahi halife tayininden vazgeçilemez.
Ehl-i Hal ve'l Akd Meclisi'nin tavsibiyle hilafet makamına geçen halife'ye bey'at etmeyi ertelemekte caiz değildir. Hz. Ali (R.a.)'ın aylarca Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir'in üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer rivayetlere aykırıdır. Rasûlüllah'ın en yakın ashabı arasında hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasında zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter farklılığı rol oynuyordu.
Meselâ Ebû Bekir yumuşak ve sakin davranırken, Hz Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebü Bekir'in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir'in arkasında yer almışlardır.
Hz. Ali (R.a.), Rasûlüllah'ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini söylemiş [190]
ancak, İbn Abbas'ın Rasûlüllah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir'in halifeliğine karşı kimseden bir karşı çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir. Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hülefa-i Raşidinin ilkidir. Raşid halifelik onunla başlamıştır. El-Hilafetu Raşide/Raşid Halifelik, insanları Allahû Teâla'nın gönderdiği şeriat ile irşad edip idare etme yöntemidir. Kıyamete kadar yaşayacak olan tüm dünya müslümanlarmın idare biçimidir. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın ilk halife seçilmesinin bir çok nedenleri vardır. Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir'in faziletine dair Mescid'de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine İmam tâyin etmiştir. Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlüllah'ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma'ya, "Rasûlüllah'ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri durmam" diyerek, Fâtıma'nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlüllah'ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir.[191]
Sonraları Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında Fâtıma'ya ki, Ebû Bekir'e gidip miras isterken onu savunmuştu mirastan hiçbir şey vermemesi de ashabın Rasûlüllah'ın sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir.[192]
ancak, İbn Abbas'ın Rasûlüllah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir'in halifeliğine karşı kimseden bir karşı çıkış olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeliğidir. Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hülefa-i Raşidinin ilkidir. Raşid halifelik onunla başlamıştır. El-Hilafetu Raşide/Raşid Halifelik, insanları Allahû Teâla'nın gönderdiği şeriat ile irşad edip idare etme yöntemidir. Kıyamete kadar yaşayacak olan tüm dünya müslümanlarmın idare biçimidir. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın ilk halife seçilmesinin bir çok nedenleri vardır. Hz. Peygamber ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir'in faziletine dair Mescid'de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine İmam tâyin etmiştir. Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlüllah'ın mirasından pay almak için gelen Hz. Fâtıma'ya, "Rasûlüllah'ın yaptığı hiçbir şeyi yapmaktan geri durmam" diyerek, Fâtıma'nın peygamberin kızı olmasını dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlüllah'ın yanındayken ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir.[191]
Sonraları Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında Fâtıma'ya ki, Ebû Bekir'e gidip miras isterken onu savunmuştu mirastan hiçbir şey vermemesi de ashabın Rasûlüllah'ın sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir.[192]
Hz. Ebû Bekir "Rasûlüllah'ın Halifesi" seçildikten sonra Mescid'de yaptığı konuşmada, "Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi hakkiyle yaparsam bana yardım ediniz, yamlırsam doğru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü'ne itaat ettiğim müddetçe sîz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekme demiştir.[193]
Hz. Ebû Bekir (R.a.) hilafeti esnasında mürtedlerle mücadele gündeme gelmiştir. Irak ve Suriye Fütuhatı, Hz. Ebû Bekir Rasûlüllah'ın halifesi olduktan sonra, onun vefatıyla Arabistan'da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalancı peygamberlere, "namaz kılarız, ama zekât vermeyiz" diyenlere karşı savaş açtı. Esvedu'l-Ansi, Müseylemetü'l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü'l-Mal'e konulup dağıtılmaya başlanmıştır. Böylece tarihte "Hukuku'l Fukara" için savaşan ilk devlet, İslam devleti oldu. [194]
Dolayısıyla yeryüzünde fakirlerin haklarını garanti eden tek devlet, İslâm devletidir. Dünyada fakirlik problemini çözüme kavuşturan da İslâm devleidir. İslâm devleti; temeli Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine dayanan ve insanların üzerinde Allah'ın hükümlerini icra eden edip adaleti ikame eden yegâne hak ve hukuk devletidir.
Dolayısıyla yeryüzünde fakirlerin haklarını garanti eden tek devlet, İslâm devletidir. Dünyada fakirlik problemini çözüme kavuşturan da İslâm devleidir. İslâm devleti; temeli Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine dayanan ve insanların üzerinde Allah'ın hükümlerini icra eden edip adaleti ikame eden yegâne hak ve hukuk devletidir.
Rasûlüllah'ın hazırladığı, ancak vefatı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu yolundan alıkoy mam ıştır. Rasûlüllah (sav)'in vefatından önce, Ömer b. Hattab (R.a.) dahil bütün Medinelileri ve civar kabile mtislümanlarmı savaşa gitmek üzere toplamış, Üsame b. Zeyd (R.a.)'i de onlara komutan tayin etmişti. Fakat ordunun tümü henüz Medine hendeğinin dışına bile çıkmadan Rasûlüllah (sav) Hakk'ın rahmetine kavuştu. Onun vefatını duyunca Üsâme derhal orduyu durdurarak Hz. Ömer (R.a.)'e:
“Halife'ye git ve ordunun Medine'ye geri dönmesi için ondan izin iste. Çünkü Ashabın ileri gelenleri ve güçlüleri ordumda bulunuyorlar. Ayrıca ben, müşriklerin müslümanların ailelerine, Rasûlüllah'ın ehli beytine ve halife'ye saldırmalarından korkuyorum." dedi. Ensar da:
"Eğer Ebû Bekir bunu kabul etmeyip, mutlaka gitmemizi isterse bizim şu isteğimizi ona bildir. Bize Üsâme'den daha yaşlı birini komutan tayin etsin." dediler. Üsame'nin emri üzerine Hz. Ömer doğru Hz. Ebû Bekir (R.a.)'a gitti ve Üsame'nin söylediklerini ona bildirdi. Bunun üzerine Ebû Bekir (R.a.):
"Köpeklerin ve kurtların beni burada paramparça edeceklerini bile bilsem, Rasûlüllah (sav)'in verdiği bir kararı katiyyen bozamam" dedi. [195]
Rasûlüllah (sav)'in kararlarına sadakat imandandır. Peygamberin sünnetinden vazgeçmek ile, Peygamberin kendisinden vazgeçmek eşdeğerdir. Şartlar ne kadar zor olur olsun, mü'min insana düşen görev Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetine ittibadır.. İnsanların çoğunun savaşmaya gönülsüz olduğu, bu durumda kimlerle birlikte savaşmayı düşündüğü kendisine sorulduğunda; Esma ve Aişe'yi göstererek: "Şu iki kızımla birlikte" demişti. Yanında iki kızı olduğu halde binlere karşı koymayı göze alan Ebu Bekir'in tek bir gayesi vardı: O da Allah Rasûlü'nün mirasının bozulmadan sonraki kuşaklara aktarılmasıydı. Bu olaydaki asıl mesaj ise bütün olumsuzluklara rağmen Hz. Ebû Bekir'in dik durması, dini için ülkesini ve bütün varlığını terk etmeyi göze alabilmesi ve Rabbine olan sonsuz iman ve tevekkülüdür.
Hz. Ebû Bekir, yufka yürekliliği yanında, icab ettiğinde son derece sert ve kararlı tutumlar da sergilemiştir. Hudeybiye musalahası esnasında, Hz. Peygamber (sav)'in vefatını müteakip meydana gelen irtidat olaylarını bastırılmasında ve Efendimizin vefat sırasında yaşanan panik karşısında tutumu bunu göstermektedir. Ebû Hureyre (R.a) diyor ki:
“Eğer Ebû Bekir olmasaydı, Peygamber'in vefatından sonra ümmet-i Muhammed helak olurdu.”
Hz. Peygamber (sav)'in vefatından sonra arap kabilelerinden bir çokları irtidat etti. Müslümanlar kış gecesinde yağmura tutulup dağılan koyunlara döndüler. Ortaya çıkan bu kaos ve anarşiden müslümanları kurtaran Hz. Ebû Bekir'in dirayet ve kararlılığı oldu. Sarsılan iman zeminini tekrar sağlamlaştırdı. Yalancı peygamberleri ortadan kaldırdı. Hz. Ömer döneminde modern anlamda teşkilatlandırılan İslâm devletinin alt yapısını hazırladı.
İki senelik halifelik dönemi mü'minler için bir rahmet oldu. Ümmet için yaşadı, ölümü esnasında bile geride kalanları düşündü: Eski elbise içine kefenlenmesini emretmiş, dirilerin yeni elbiseye daha fazla muhtaç olduklarını söylemişti. Binlerce insan senelerce köle gibi çalışıp kendilerine mezar (pramit) yaptıranlar ve eski elbiseyle gömülmeyi yeğleyen Hz. Ebû Bekir... İnsanlık için hangisi daha yararlı? Günümüz dünyasında hem müslümanlarm hem de gayri müslimlerin Hz. Ebû Bekir'in duruş ve tavrından olacağı çok dersler vardır. Sadık ve Sıddîk olmak kolay değil. Herşeyin bir bedeli var. İman, amel, fedakarlık, basiret, ilim, ahlâk ve sebat, akibet iki cihanda necat.
Ebû Bekir (R.a.) duruşu, Allah yolunda dik başlı olmanın değil, başı dik olmanın ifadesidir. Onun duru duruşu, hem müslümanlar için hem de gayr-i müslimler için bir ibretler ve örnekler hazinesidir. İnsanlık hala onun hasretini çekmektedir. Ebû Bekir'in İslâm için ortaya koyduğu fedakarlıkların karşılığını kıyamette ancak Allah Teâlâ verecektir. Çünkü dünyada bu fedakârlıkları karşılayacak bir bedel yoktur. Efendimiz onun için
"Ey Ebû Bekir! Ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman sana yetmez mi?" buyurmuşlardır. [196]
Ayrıca
Ayrıca
"Bana Ebû Bekir'in malı kadar kimsenin malı faydalı olmadı. Ben müslüman olmasını istediğim herkesten bir zorluk gördüm. Ebû Bekir hariç. Zira o, teklifim karşısında hiç tereddüt etmeden kabul etti. Eğer kendime Allah'tan başka mutlak bir dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebû Bekir'i edinirdim.” [197]
Ashabı kiramın fazileti, ümmet içindeki değeri herkesçe bilinmektedir. Hz. Ebû Bekir'i bu özel konuma getiren sebepleri genel ifadelerle başta belirtmeye çalıştık.
Ashabı kiramın fazileti, ümmet içindeki değeri herkesçe bilinmektedir. Hz. Ebû Bekir'i bu özel konuma getiren sebepleri genel ifadelerle başta belirtmeye çalıştık.
Ebû Bekir (R.a.), Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre İsyanlarını bastırmıştır. İçte isyancılarla mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans'ın ordularıyla karşılaşılmıştır. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, fetihlerle İslâm diyarına katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye'nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir. Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefat etmiştir.
Said İbn-i Müseyyeb (Rh.a.) rivayet ediyor: Ebû, Bekir (R.a.) Şam tarafına ordu gönderdiği zaman Yezid b. Ebû Süfyan, Amr İbnü'l Âl ve Şürahbil İbn-i Hasene'yi komutan tayin etti. Ordu harekete geçtiği zaman Ebû Bekir de onları uğurlamak için ordu kum an d ani arıyla beraber Seniyyetü'l Veda denilen yere kadar yürüdü. Oraya gelince komutanlar:
“Ey Rasûlüllah'ın halifesi, sen yürüyorsun biz binekliyiz." dediler. Ebû Bekir (R.a.) de cevap olarak:
“Bırakın da Allah yolunda bu kadar zahmete katlanayım." dedi. Ve onlara şu tavsiyede bulundu:
"Allah'tan korkmanızı tavsiye ediyorum. O'nun yolunda cihad edin. Allah'ı inkâr edenlerle savaşın. Zira Allah dinine yardım edecektir. Harp ganimetlerini muhafaza edin. Haksızlık yapmayın. Korkak olmayın, yeryüzünde fesad çıkarmayın. Verilen emirlere karşı gelmeyin. Müşrik düşmanlarla karşılaştığınız zaman onları üç şeye davet edin. Eğer birini kabul ederlerse onlara dokunmayın ve serbest bırakın; İslâm'a davet edin, eğer bunu kabul ederlerse onlara dokunmayın. Sonra Medine'ye hicret etmelerini söyleyin. Eğer kabul ederlerse diğer muhacirlerle aynı hak ve vazifelere sahip olduklarını da söyleyin. Şayet müslüman olur ve yerlerinde kalmak isterlerse Allah'ın koymuş olduğu hükümlere tabi diğer Araplar gibi olacaklarını ve diğer müslümanlarla beraber harbe katılmadıkça, fey' ve ganimetlerden bir hisse alamıyacaklarını da haber verin. Eğer İslâm'a girmeyi kabul etmezlerse onlara cizye vermelerini bildirin. Cizyeyi kabul ederlerse onlara dokunmayın. Şayet cizye vermeyi de kabul etmezlerse Allah'a sığınarak onlarla savaşın. Hurma ağaçlarını kesmeyin ve yakmayın. Hayvanları ve meyve ağaçlarını kesmeyin. Çocuklara, ihtiyarlara ve kadınlara dokunmayın. Manastırlarda inzivaya çekilmiş bir takım insanlar bulacaksınız onları kendi hallerine bırakın. Diğer bazılarının da bir takım kötü niyetlerle başlarının ortasında traş edilmiş bir boşluk olduğunu göreceksiniz. Böylelerin de boyunlarını vurun.” [198]
Dikkat edilirse, İslâm harb hukuku insanîdir. İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş, adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek İslâm'ın himayesine giren kavimler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.
Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in hilafeti döneminde mürtedier taifesi ortaya çıktı. Mürtedlerin zuhuru esnasında Hz. Ebû Bekir (R.a.) derhal Muhacirleri ve Ensarları toplayarak istişare etti. İstişarede fikrini şöyle beyan etti:
Araplar dinlerinden dönerek koyun ve develerinin zekâtını vermemişler, İranlılar da, sizin kendisinden çok büyük yardım gördüğünüz adamın öldüğünü iddia etmişler ve sizinle savaşmak üzere Nihavendd'de toplanmışlar ve şehri tehdit etmişlerdir. Bu durumda ne yapmanın lazım geldiğini söyleyiniz. Ben de sizden biriyim ve bu tehlikeler karşısında yükü en ağır olanınızın. dedi. Muhacirler ve Ensar başlarını önlerine eğerek uzun bir müddet düşündüler. Sonra Hz. Ömer b. Hattab (R.a.) söz alarak:
“Ey Rasûlüllah'ın halifesi! Ben, senin araplarm zekât vermelerini istememen, sadece namaz kılmalarını kâfi görmen kanaatindeyim. Zira onlar cahiliyyet adetleri üzereler. İslâm henüz tam manasıyla onlar tarafından benimsenmedi. Ya Allah onları tekrar hayıra döndürür veyahutta müslümanları kuvvetlendirir. O zaman bizim de onlarla savaşacak gücümüz olur. Şu andaki Ensar ve Muhacirlerin, bütün Arapları ve İranlıları yenecek güçleri yoktur." dedi.
Hz. Ömer (R.a.)'ı dinledikten sonra Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Osman (R.a.)'a döndü. O da aynı şeyleri söyledi. Hz. Ali (R.a.) de buna benzer şeyler söyledi. Muhacirler onların görüşlerine katıldılar. Daha sonra Hz. Ebû Bekir (R.a.), Ensar'ın fikrini sordu. Onlar da bu görüşte olduklarını belirttiler. Ebû Bekir (R.a.) bu durumu görünce minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra:
Allahû Teâla, Hz. Muhammed (sav)'ı hakkın yok denecek kadar az, İslâm'ın müdafaasız ve din düşmanlarının hedefi olduğu, İslâm bağlarının son derece zayıfladığı ve müslümanlarm azaldığı bir zamanda göndermiştir. Müslümanları Hz. Muhammed (sav)'in etrafına toplayarak onları kıyamete kadar bakî, şerefli bir ümmet yapmıştır. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın emrini yerine getireceğim. Bize zafer ihsan edip, va'dini gerçekleştirinceye kadar O'nun yolunda savaşacağım. Bizden, savaşta ölenler şehid olur cennete girerler. Sağ kalanları ise Allah yeryüzüne hâkim kılar, yeryüzü onların olur. Bu bir gerçektir. Zira Allah böyle hükmetmiştir. Asla sözünden dönmeyen Allah şöyle buyuruyor:
“Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere şunları vadetti: Daha öncekileri yeryüzüne hükümran kıldığı gibi, onları da hükümran kılacak.” [199]
Allah'a yemin ederim, Rasûlüllah'a veripte bana vermekten kaçındıkları bir yular bile olsa ve beraberlerinde ağaçlar, taşlar, bütün cinler ve insanlar olduğu halde bana karşı koysalar, ruhumu Allah'a teslim edinceye kadar, bu yuları almak için onlarla savaşacağım. Allahû Teâla namazla zekât arasında bir fark gözetmemiş, bilâkis onları birarada emretmiştir." şeklinde bir hitabede bulundu.
Hz. Ömer (R.a.) tekbir getirmekten kendini alamayarak:
Allah'ın mürtedlerle savaş fikrini Ebû Bekir (R.a.)'ın kalbine yerleştirdiğini görünce
“Onun haklı olduğunu anladım." dedi. [200]
İslâm bir bütündür; asla parçalanmayı ve bölünmeyi kabul etmez. Müslüman olarak İslâm'ın bir kısmını kabul edip bir kısmını da reddedenler mürteddirler. İslâm'ın bir hükmü ile bütün hükümlerini inkâr etmek aynıdır. İslâm'ın tek bir hükmünü reddeden, diğer hükümlerinin hepsini kabul etse dahi müslüman sayılmaz. Bundan dolayı Hz. Ebû Bekir (R.a.) zekât'ı reddetmekle birlikte müslümanlık iddiasında bulunanları mürtedlerden saymıştır. Hz. Ebû Bekir (R.a.) bu mürtedlerle anlaşma da yapmamıştır. Çünkü İslâm fıkhında mürtedlerle anlaşma yapılmaz. Mürtedler ya İslâm'a tekraren geri dönüp kurtulacaklardır veya öldürüleceklerdir. Mürtedterle savaşmak, şer'i otoritenin başında bulunan halifenin görevlerindendir. Mürtedlerle anlaşma yapıp onları himaye eden bir kimse müslümanların halifesi olamaz!
İslâm'da Müslümanların halifesi dahil hiç kimse mürtedlere karşı tavizkâr davranma hakkına sahip değildir. Şunu bilelim ki; "İslamiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var Hariçte olsa, musalaha etse; dahilde olsa, cizye verse; İslamiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü; vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir hükmüne geçer.” [201]
Hz. Ebû Bekir (R.a.) bir taraftan mürtedlerle savaşırken, öbür taraftan Kur'ân-ı Kerîm'in etrafında meydana getirilmek istenen şek ve şüpheleri bertaraf etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in toplanması "Mushaf'ın Meydana gelmesi, Hz. Ebu Bekir (R.a.)'ın döneminde olmuştur. Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ'nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer'in Kur'ân'ın toplanması fikrine önce sıcak bakmamışsa da sûnra ona hak vererek, Kur'ân âyetlerinin toplanmasını sağlamıştır. Rasûlüllah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashabın çoğu da Kur'ân hafızı idi. Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da azahnca Kur'ân'ın muhafazası hususunda endişe edildi. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit'in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Ayrıca şahitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ' ile te'kid ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandı ve "Mushaf" meydana getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir'den Ömer'e, ondan da kızı Hafsa'ya geçti ve Hz. Osman zamanında çoğaltılarak Dârü'l-İslâm'ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.
Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine'de yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer'in namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişare ederek Hz. Ömer'i halifeliğe uygun gördüğünü söyledi. Hz. Ömer'in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman'a yazdırdı. Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdiği Rasûlüllah gibi altmışüç yaşında vefat etti. Vasiyeti gereği Rasûlüllah’ın yanına omuz hizasında olarak defnedildi. Böylece bu iki büyük insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.
Hz. Ebû Bekir (R.a.) kişilik olarak tam bir yöneticidir. Tacir olarak geniş bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvası ile ashâb içinde ilk sırada yerahr. Karakteri; yumuşak huyluluk, çok düşünüp az konuşmak, tevazu ile belirgindi. Hz. Âişe'nin rivayetine göre, "gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi zayıf" biri idi. Câhiliye döneminde müşrikler ona güvenir, diyet ve borç alacak işlerinde onu hakem tanırlardı. Rasûlüllah'ın en sadık dostu olan Ebû Bekir'in Mirâc olayında sergilediği sonsuz bağlılık örneği ona "es-Sıddîk" lâkabını kazandırmıştır. O bu olayda "O ne söylüyorsa doğrudur" demiştir.
Cömertlikte ondan üstünü de yoktur. Bütün malını mülkünü İslâm için harcamış, vefat ederken vasiyetinde, halifeliği müddetince aldığı maaşların, topraklarının satılarak iade edilmesini istemiş ve geride bir deve, bir köleden başka birşey bırakmamıştır. Dört eşinden altı çocuğu olan Ebû Bekir, kızı Âişe'yi Rasûlüllah ile hicretten sonra evlendirmiştir.[202]
Hicret sırasında mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine yatıp uyumuş olan Peygamber'i uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken Hz. Peygamber uyanıp ne olduğunu sorduğunda, "Anam-babam sana feda olsun ya Rasûlüllah" demesi olayı Ebû Bekir'in Rasûlüllah'a olan bağlılığının örneklerinden sadece biridir. Hz. Ebû Bekir'in beyaz yüzlü, zayıf, doğan burunlu, sakallarını kına ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam olduğu rivayet edilir.[203]
Vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşabiliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.
Vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşabiliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.
Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya hürriyetini yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarını istemek cesareti yoktu...
Hilâfet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kiralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve meşru olsun olmasın rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu malını rastgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebileceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.
Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı. [204]
Emevüerle birlikte bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in bey'at ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması .elbette ki düşünülebilecek bir şey değildir. Hz. Hüseyin'in bu arzu edilmez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni işte budur. O, en kötü sonuçlan bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye karar verdi.
Bu yiğitçe karşı duruşun sonuçlarım herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir mü'minin bu serveti korumak için hayatım feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir.
Böylesine önemli zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler olabilir. Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçlan önemsemez. Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir. Zulüm, sayı ve kaynak bakımından, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur gider. Böyle durumlarda şartlan göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir
Hz. Hüseyin, hiç bir hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini simgeler. Bir konuşmasında; "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti; tümüyle faziletten yoksun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile getirir:
"Hüseyin Allah'ın iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek hayatını ortaya koydu. Bu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve Hak yolundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir."
Yeryüzünde Müslümanlar açısında iman korunmadığı ve İslâm yaşanmadığı zaman matem başlar, Müslümanlar yaslı hale gelir. Bir tahlil ve tesbit olarak Müslümanlar tarihinde gerek imanın korunması ve gerekse İslâm ümmeti içerisinde infak yarışması kıyamete kadar devam edecek olan bir yarışmadır. Bu yarışmada bir mü'min için Ebû Bekir (R.a.)'ın misyonunu yakalamak, ehl-i beytine/ailesine Allah'ın rızasını ve kitabını, Peygamberinin sevgisini ve sünnetini miras bırakmayı, maddi serveti miras bırakmanın önüne geçirmekle mümkündür. Mü'min olarak bizi ayakta tutan ve müslüman varlığımızın devam etmesini sağlayan maddi serveti değil, Allah rızası ve kitabı ile Rasûlüllah'ın sevgisi ve sünnetidir. Allah'ın rızası ve kitabı ile Peygamberinin sevgisi ve sünnetini kaybedenlerin müslümanlıklarmı devam ettirmeleri mümkün değildir. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın tavırından bunu anlıyoruz.
İslâmî hizmetlerde bütün servetini infak etmek herkese nasib olacak bir durum değildir. Bugün bu, İslâm ümmetinin Ebû Bekri olanlara veya olmak için gayret edenlere ancak nasip olur.
Hz. Ebû Bekir (R.a.) hayatını ve servetini Allah'ın rızasına adamış adamdır. Allahû Teâla buyuruyor:
“O ki, Allah yolunda malım verir, temizlenir. Onun yanında, başka bir kimse için karşılığı verilecek hiçbir nimet yoktur. O ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir. Elbette yakında kendisi de hoşnut olacaktır.” [205]
Bu ayet-i kerimeler, Hz. Ebû Bekir (R.a.)'m başında geçen şu hadise üzerine nazil olmuştur. Rivayete göre Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in güçsüz, düşkün köle ve cariyeleri hürriyetlerine kavuşturmak için mal sarfettiğini gören babası:
“Ey Oğul! Görüyorum ki zayıf olanları kurtarıyorsun. Eğer sağlam ve genç olanlar için aynı malı sarfedersen onlar senin için bir güç olur" dediği zaman, Hz. Ebû Bekir (R.a.) şöyle cevap vermiştir:
“Ey babacığım, ben Allah katındaki mükafaatı bekliyorum.” [206]
Görüldüğü gibi, Hz. Ebû Bekir (R.a.), Allah rızası için çalışmış ve O'nun rızasını herşeyin üstünde tutmuştur. Mü'min İnsanın hayatında en büyük değer ölçüsü, Allah rızasıdır. Onu kazanmayan neyi kazanırsa kazansın boştur.
Hz. Ebû Bekir'in nasslara aykırı hiçbir görüşü bize ulaşmamıştır, çünkü böyle bir reyi yoktur. Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlüllah'ı herkesten daha çok tanıyordu. Bu yüzden hilâfetinde kendisine karşı içte muhalif bir hareket olmamış ve fitneler görülmemiştir.[207]
İhtilâf veya ihtilâflarda çözümsüzlük, bid'atler onun devrinde yaşanmamıştır. "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" buyuran Rasûlüllah'ın haberi sanki lâfızda ve mânâda Hz. Ebu Bekir'de zahir olmuştur.
Kaynaklarda onun, "Ben ancak Rasûlüllah'a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim" diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir.[208]
Bir meseleyi hallederken önce Kur'ûn'a bakar, bulamazsa Sünnet'te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişare eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği'nİn ihtilâfa yol açmasında Ömer'in Muhacirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.
Bir meseleyi hallederken önce Kur'ûn'a bakar, bulamazsa Sünnet'te araştırır, orda da bulamazsa ashâbla istişare eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği'nİn ihtilâfa yol açmasında Ömer'in Muhacirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.
Rasûlüllah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra birçok "maslahat gereği" diye yapılan değişiklik gibi üç talâk sayılmıştır. Yani Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın tüm uygulamalarını aynen tatbik etmek istemiş; bazen kalpleri İslâm'a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi maslahat gereği veya zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashabına uymuştur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke'de Mescid-i Haram'da İslâm'ı tebliğ eder ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir'e hilâfetinde "Halifet-u Rasâlillah" denilmiş, sonraki halifelere ise "Emîri'l-Mü'minîn" denilmiştir.
Mâlî işlerini Ebû Ubeyde, kadılık ve kaza işlerini Hz. Ömer, kâtipliğini Zeyd b. Sabit ve Hz. Ali, başkumai danlığmı Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır. Medine Dârü'l-İslâm'ın başkenti olmuş, Mekke, Taif, San'a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cureş, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır. Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beşte biri Beytü'l-Mal'de toplanmıştır. Hz. Ebû Bekir, Mukillîn denilen çok az hadis rivâye Ken ashâbdan sayılır. O, yanılıp da yanlış birşey söylerim yalnızca yüz kırk iki hadis rivayet etmiş veya ondan bize bu Fikhu's Sahabe adar hadis rivayeti nakledilmiştir.
[171] et-Tevbe: 9/40.
[172] İbn Haldun, Mukaddime, 206.
[173] Begavi; İbn-i Asakir; Müntehab:4/346.
[174] el-Alâk: 96/l.
[175] Tabakatü't Kübra/ İbn-i Sa'd, C:2, Sh: 334-335.
[176] Tarihu'l Hulefa: 41-44.
[177] El- Bidaye: 3/94-95.
[178] El- İsabe Fi Ma'rifeti Sahabe: 4/447 ; El-Bidaye: 3/30.
[179] İbn Hişâm, es-Sire, II, 485.
[180] en-Nisâ: 4/69.
[181] İsrâ: 17/80.
[182] İslam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal, Sh:403-404, İst/1981.
[183] Sünen-i Ebu Davud/Ebu Davud, Cihad: 86, Beyrut/ty.
[184] Sünen-i Ebu Davud/Ebu Davud, Cihad: 87, Beyrut/ty.
[185] et-Tevbe: 104/40.
[186] Mücâdele: 58/22.
[187] Âli İmrân: 3/144.
[188] İbn Hişâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198.
[189] Taberî, Târih, III, 207.
[190] Taberî, a.g.e., IV, 236.
[191] Taberi, III, 220.
[192] İbn Teymiye, Minhâc'üs-Sünne, III, 230.
[193] İbn Hişâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203.
[194] Fıkhu'l Evleviyyat/Yususf El- Kardavi, Sh: 24, Beyrut/2001
[195] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve'l Ef’al: 5/314; Beyhakî: 6/ 305; İbn-i Asakir: 1/117
[196] Ebû Dâvud, Hadis no: 4652
[197] Tirmîzi, Menakib, Hadis no, 3662
[198] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve'l Ef’al: 2/295-296; Beyhakî: 9/ 85.
[199] Nur: 24/55.
[200] Kenzu'l Ummal ,Fi Süneni'l Ekval ve'l Ef’al: 3/142.
[201] Mektubat/Said Nursi, Sh: 410, İst/1976.
[202] Tabakat-i İbn Sa'd, VI, 130 vd.; İbnu'l-Esir, II, 115 vd.
[203] İbnü'l Esir, el-Kâmil fi't-Târih, II, 419-420.
[204] Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985
[205] Leyl: 92/18-21
[206] Tefhimu'l Kur'an/Mevdudi, C:7, Sh: 149, İst/1.976
[207] Buhâri, Fedâilü'l-Ashâbi'n-Nebî, 3.
[208] Taberî, IV, 1845; İbn Sa'd, III, 183
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder