4 Ağustos 2014 Pazartesi

DUA RAHMET KAPILARININ ANAHTARIDIR




GÖNÜL SOHBETLERİTartışma
- 16:54
#Dua



DUA RAHMET KAPILARININ ANAHTARIDIR

Bütün ilâhî dinlerin en temel ve hassas ibadetlerinden biri de duadır. Esasen dua, insanda fıtrîdir. Üstün bir varlığa inanan her insan, şu veya bu şekilde dua eder. Her insan zorlandığı, üstesinden gelemediği bir durumla karşılaştığında, inandığı üstün varlığa sığınır, ondan yardım bekler.
Cenab-ı Mevlâ insanoğlunun bu özelliğine şöyle işaret buyuruyor: “İnsana bir darlık dokunduğu zaman; yanı üzere yatarken, otururken, yahut ayakta bize yalvarır. Ama biz onun sıkıntısını giderince sanki bize yakaran o değilmiş gibi davranır.” (Yunus/12)
Evet; sıkıntılı anlarda Allah’a yalvarıp dua etmek, sadece imanı kâmil ve dinî hassasiyeti yüksek insanlara has bir durum değildir. Hatta çeşitli şekillerde Allah’a ortak koşanlar da böyle zamanlarda O’na yönelir ve dua ederler.
Dua fıtrîdir demiştik. O kadar fıtrî ki, imanı en zayıf olanlar bile dua ile gönüllerinde bir ferahlık ve rahatlama hisseder. Sıkıntılarının son bulacağına ümidi artar. Bu yönüyle dua, insanın ruhu için şifa, bunalımlara karşı bir kalkan gibidir. Günümüzde dünyanın bir çok yerinde müşahade edildiği gibi, dua etmeyen toplumlar da ruhen çökmüş toplumlardır.
Hiç şüphesiz, dinî hassasiyeti yüksek bir müslüman için dua, insan psikolojisine olumlu etkilerinin çok ötesinde manalar taşır. Mümin bilir ki, darlık veya genişlik zamanlarında Cenab-ı Mevlâ’ya gönülden yapılan dua, gelmiş olan sıkıntıları gideren, gelmemiş olanların da gelmesine mani olan bir vesiledir. Dua, kulluğun ta kendisidir, dinimizin temel direklerinden biridir. Müminin silahıdır. Kulu Rabbi’ne bağlayan bir köprüdür.
Mümin, duanın insanın manevi yanı üzerindeki etkisini ise şöyle bilir ve yaşar: Allah’a yönelişin feyz ve bereketiyle kalpler adeta yıkanır ve saflaşır. Arınmış bir kalp de kulu Rabbi’ne yaklaştırır.
Duadan söz ederken, günümüzde çok yaygın olan bir yanlış anlayışa da değinmek gerekir: Dinimizin bizden istediği dua, ihmalkârlık ve tembellik yapıp, her şeyi Allah’tan beklemek değildir.
Allahu Tealâ her şeyi bir sebebe bağlı olarak yaratmakta, nimetlerini bu sebeplerin arkasından göndermektedir. Allah’ın bahşettiği güç ve iradeyle sebep ve tedbirlere yapışmadan yapılan dua kabul olunur mu? Buna dua değil, temenni demek daha doğru değil midir?
Arzulanan hayırlı sonuçlara ulaşmak için kulun elinden geleni yapması, “fiilî dua” dediğimiz asla ihmal edilmemesi gereken bir dua türüdür. Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz, “Çalışmadan dua eden, silahsız harbe giden gibidir.” buyuruyorlar.
Tedbir ve sebeplere sarılma konusunda, şu ölçüyü de gözden kaçırmamak gerekir: Sebeplere sarılmak kulun vazifesidir; ancak sonucu yaratacak olan yine Cenab-ı Mevlâ’dır. Eğer O dilerse, bize sebepsiz gibi görünen bir şekilde nice sonuçlar da yaratabilir. O halde çalışıp gayret etmeli, bu gayret sırasında ve sonrasında Cenab-ı Mevlâ’ya gönülden dua etmelidir. Eskiler, “gayret bizden, tevfik (yardım ve başarı) Allah’tan” derken, bu ölçüyü ne güzel anlatırlar!..
Evet; dua, gerekenlerin yapılmasıyla birlikte Cenab-ı Hakk’ın ihsanını istemektir. İhmal ve tembelliğin telafisini Allah’tan istemek değildir.
Alemlerin Rabbi’ne kul olma şuuruna sahip insanın gönlündeki ulvî duygular, O’na dua ile ulaştırılır. Alemlerin Rabbi ile kurulan bu irtibat da ulvî duyguları yoğunlaştırır. Duasız insanlar, bu halden mahrumdurlar ve ruhen kör bir halde yaşarlar. Onların maddi güçleriyle ulaştıkları sonuçlar gerçekte bir başarı değil; ya kendilerini azaba götürecek bir mühlet ya da insanlık için, tertemiz dünyamız için bir bozgundur. Ulaşılan sonuçların gerçek bir zafer olabilmesinin şartı, ancak Alemlerin Rabbi ile sımsıkı irtibattır.
Müminin hayatını duadan ayırdetmek mümkün değildir. Bu özelliği ile İslâm’ın duası, hayattan kopuk, sadece bir tür rahatlama yolu olarak yaşayan diğer dinlerin duasından ayrılır.
İslâm ile diğer dinler arasındaki insanı, hayatı, kainatı ve Allah’ı kavrayışla ilgili derin farklılıklar, duada da kendini gösterir. Yüce Dinimiz’deki her hüküm ve ibadet gibi dua da tevhid akidesi içinde hakiki manasına kavuşur. Müslüman, her amelinde olduğu gibi dualarında da şirkin zerresine bulaşmaktan kaçınır. Allahu Tealâ’nın şu uyarıları, onun için şaşmaz ölçülerdir:
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem oğlu İsa’yı ilâh edindiler. Halbuki bunlar da bir olan Allah’a ibadetten başkasıyla emrolunmamışlardır” (Tevbe/31)
“Allah’ı bırakıp da kendilerine putlardan bir takım dostlar edindiler. Derler ki, ‘bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye bunlara tapıyoruz.’ Şüphe yok ki Allah, onların müminlerle ihtilafa düşegeldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir.” (Zümer/3) Ve:
“Gördün mü o heva ve hevesini ilâh edinen kimseyi?” (Furkan/43)
Zikredilen bu ve diğer bazı ayet-i celileler, insanların ya kendi nefislerini ya da başka bir çok şeyi şu veya bu sebeplerle ilâh edindiklerini izah eder. Müslüman, tevhide aykırı bu noktaları inceden inceye düşünerek, dualarında ve diğer bütün amellerinde yanlışa düşmekten kendini korur.
Müslümanın duada Rabbi’nden istedikleri sadece hayırlardır. O, bütün insanlığın esenliği için dua eder. Her kim olursa olsun, Yüce Allah’ın bir eseri olduğu için azap görmesini temenni etmez. Zalimlerin bile ıslahına dua eder. Kahır için duayı, ancak “ıslahı mümkün değilse” şartıyla eder.
Yeryüzünde Allah’ın halifesi olma şerefiyle yaratılan insan için en mukaddes an, yüce Rabbi’ne dua ve niyazda bulunduğu andır. Zira varoluşun gayesi Mevlâ’ya kulluk ve ihlasla ibadettir ve dua ibadetin özüdür.
Dua, özünde Allah’a boyun eğmek, gönülden Hakk’a yönelmektir. İnsanın, Yaratıcısı karşısında acziyetini ortaya koyması, kulluğunu ispat etmesidir. İnsanın kalbinden süzüle süzüle kopup gelen yalvarışın ve yakarışın dil ile ifadesidir.
Duadan zevk almak velâyetin başlangıcı, kalbin uyanıklık işareti ve imanın kemâl neşesidir. Eli arşa uzanan, sözüyle özünü birleştiren ve “Yarabbi!..” diye yakaran bir kuluna Cenab-ı Mevlâ kabulle karşılık verir. Hz. Mevlâna, Mesnevi’sinde şöyle diyor: “Eğer Hüda bizi zatına yar edinmek isterse, meylimizi dua ve niyaz tarafına çeker.”
Mevlâmız has kullarını Kur’an-ı Kerim’de şöyle medheder: “Gerçekten inananlar, korkarak ve umarak dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan hayır için harcarlar.” (Secde/16)
Bir diğer ayet-i kerimede de Habib-i Edibin gözbebekleri olan Ashab-ı Suffe’ye atıfta bulunularak şöyle buyurulur: “Ey Muhammed! Sabah-akşam Rableri’nin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerine dalarak gözlerini o kimselerden ayırma!” (Kehf/28)
Bu arada şu da unutulmamalıdır: Her dua perdeleri aşarak Allah’ın huzuruna yükselemez. Her halükârda duanın kabul şartlarına riayet gerekir.
Edebine ve şartlarına riayet ederek dua eden bir mümin de, duasının semeresini görmekte acele etmemeli veya ‘dua ettim de Rabbim kabul etmedi’ diyerek ümitsizliğe düşüp, niyazını terk etmemelidir. Çünkü Cenab-ı Mevlâ, bazen bilmediğimiz hikmetlerle duanın neticesini erteler. Bazen de istediğimiz şeyi değil, bizim için hayırlı olanı verir. Hiç şüphesiz, bizim için neyin daha hayırlı olacağını O daha iyi bilir.
Ne mutlu o mümine ki, devamlı Allah’ın kapısındadır. Dua ile Cenab-ı Hakk’ın rahmet kapısını çalmaktadır. Başka bir kapı olmadığının farkındadır.
İslamın düşünce ve ibadeti kamil insanın şahsında müşahhas hale geldiği gibi dua da kamil insanın ağzında müsahhaslaşır ve gerçek manasına, hüviyetine kavuşur.
Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı