29 Ağustos 2015 Cumartesi

Tekasür suresini okumaya devam eden kişi..




*Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Tekasür suresini okumaya devam eden kişi manevi alemde ‘şükrü eda eden’ diye isimlendirilir.“
*Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir kere Ashabına buyurdu ki: “sizin herbiriniz her gün 1.000 ayet okuyamaz mı?” buyurdu. Onlar (Radıyallahü Anhüm): “Buna kimin gücü yeter ya Resulallah?” dediklerinde, Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): “Sizin biriniz Tekasur suresini okumaya kadir değil midir?” buyurdu.
Her gün okuyan kabir azabından emin olur.
*Tam ve yarım baş ağrıları için Tekasür suresinin ikindi namazından sonra okunması çok faydalıdır.
*Her gün okuyan, İlahi hoşnutluğa mazhar olur; işleri açılır, kazancı artar.
*Dünyevi ve uhrevi musibetlerden kurtulmak için günde üç defa okunur.
*Her kim bu sureyi okumaya devam ederse, kendisine dünyada verilen nimetlerden dolayı hesaba çekilmez.
*Bir kişi, yağmur yağarken oturup ara vermeksizin 7 kere bu sureyi okursa, Allah’u Teala o kimseye hesapsız sevap verir.

23 Ağustos 2015 Pazar

EL-AZÎM İSMİNİN ANLAMLARI VE ÖZELLİKLERİ




Asu Asude
SAHİBİESMA-ÜL HÜSNA
- 18:10

EL-AZÎM İSMİNİN ANLAMLARI VE ÖZELLİKLERİ
Büyüklük sahibi.
Azim, çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlüğün tek sâhibi, pek azametli, yüce olandır.
Kendisine büyük ümitler beslenen.
Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.
Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O’ndadır.

Azîm İsminin Faziletleri, Sırları ve Zikri
Günde 1020

Sözünün tesirli ve sayırlı olmak için

Ya Azim ismini zikreden korktuğu ve çekindiği şeylerden korunur. Hastaysa şifa bulur. İnsanlar arasında itibarlı olur, şerefi yücelir. İstek ve arzularına kavuşur. İşlerinde başarıya ulaşır. Yüksek mertebelere ulaşır.

BARKOTTAKİ GİZLİ ŞİFRE


Bulent Selvı

İLGİNÇ GERÇEKLER
  -  00:16
 
 
Barkod kimin icin icad edilmiş buyrun bakin!!!
BARKOTTAKİ GİZLİ ŞİFRE
bildiğiniz gibi barkot çeşitli ararlılarla ve farklı kalınlıkları olan çizgilerin yan yana gelmesi ile oluşmuş sistemlerdir ve bugün alışverişin vazgeçilmez kolaylaştırıcı unsurudur . Fakat barkoda dikkatli bakıldığında diğerlerinden uzunlukları farklı olan tam 6 adet çizgi vardır . Bu çizgilerin ilk iki tanesi başta ikinci iki tanesi ortada son iki tanesinde sondadır. Peki neden Bu çizgiler diğerinden uzundur. Çünkü yapılan araştırmalar barkot makinelerinin bu çizgileri okumadığını göstermiştir yani eşit boyda çizgilerin olması okunmasını bile kolaylaştırmaktadır. Fakat 6 çizgi daha uzundur. BU aklınızın bi köşesinde kalsın.

Şimdi ikinci bilgiye geçelim eski ve yeni ahitte kıyamet alametlerini anlatırken şöle bir cümle geçer "o gün üzerinde şeytanın işareti olmayan hiç bir şey ne alınabilir nede satılabilir" şimdi buda aklınızda dursun

son ve en can alıcı bilgi ise şudur.

Kabala bilindiği gibi Yahudi aleminin yüzyıllardır kullandığı görünüşte sadece güzel hayat vadeden bir büyü sistemidir ve bu büyü sistemi "Hiram Abas" tan bu yana Yahudi önde gelenleri tarafından kullanılır. kabala ile ilgili gerekli ve detaylı bilgi internette her yerde bulabilirsiniz. Ve kabalada büyü dilinde iki düz çizgi ( II ) 6 sayısını sembolize eder yani yan yana eşit uzunlukta iki çizgi 6 demek .

Şimdi bütün bilgileri harman edelim barkodun baş orta ve sondaki iki uzun çizgilerini alın yan yana koyun ( II II II ) bunu kabala dilinde yorumlayın sonuç (666) dır. Yani bütün Hıristiyan ve Yahudi alemine göre şeytanı sembolize eden sayı.

Bunu bence unutmayın. Buradaki bilgilerin doğruluğundan şüphe edenler nette ve eski ve yeni ahitte gerekli çalışmayı yapabilirler

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Ne güzeldir, İnsan olmak, insanca davranabilmek...




Ne güzeldir,
İnsan olmak, insanca davranabilmek...
Yalandan riyadan uzak kalabilmek.
Elindeki ile yetinmek başkalarının elindekini kıskanmadan sevinebilmek,
Ve en içten duygularla daha çok ver Yâ Rabb diyebilmek …
Ne güzeldir,
İnsanlara ışık olabilmek..
Sevilmeden sevebilmek,gelmeyene gidebilmek...
İncitmekten,kırmaktan,nefretten uzak kalabilmek...
Titreyen minik yüreklere korkma diyebilmek, sevgiyle şefkatle sarılabilmek..
Ne güzeldir,
Kul olabilmek, Allah’a Aşk İle uzanabilmek. Ölmeden Ölebilmek.
Ne güzeldir Yâ Rabb , Sende yok olabilmek.
Sen diyebilmek ve Yarattığın herşeyde Seni Görebilmek..
Ne güzeldir kapten Allah’a ulaşabilmek…♥
Allah hepinizden razı olsun ve hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırsın..,

9 Ağustos 2015 Pazar

Tesettür bir tavırdır





Tesettür bir tavırdır..Imandan gelir..Sadece örtünmuyorum ben,kalbimi de aklımı da haramdan korumaya çalışıyorum demektir..
Kardeşin yanarak can veriyor bu resimde sadece mümin olduğu için..!
İnanmak..bedel ödemeye hazır olmaktır..
Toparla kendini kardeşim Allah için uyan bu uykudan..Tesettürüne göre davran toplum için de yani IMANINA GÖRE davran artık! 

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Yeni Proje: Laikliğin miadı doldu, Kur’an Müslümanlığı verelim...





LÜTFEN...LÜTFEN...OKUYUN...

Yeni Proje: Laikliğin miadı doldu, Kur’an Müslümanlığı verelim...


Sünnet’in ve Hadislerin inkarı, ulusal boyutta kemalizmin, küresel boyutta ise siyonizmin bir projesidir. Kemalizm, güçlü iken Ehl-i Sünnet itikadına açıkça cephe alarak medreseleri, tekke ve zaviyeleri kapatmış, alimleri asıp kesmiştir.
Bugün kemalizm ideolojisinin Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu kadar gücü yok. Gücünü büyük ölçüde yitirmiş durumda. Bu nedenle açıkça Ehl-i Sünnet’e cephe alamıyor. Tıpkı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem döneminde güçsüz kalan müşriklerin Medine’ye gelerek “münafıklık” yaptıkları gibi, bugün de bazı kimseler Kur’an müslümanlığı adı altında Müslümanları Ehl-i Sünnet’ten yani Islam’ın ana yolundan ayırarak güçsüz bırakmanın gayreti içerisinde.

Islami bir hayat sürmek istemeyen ve fakat kendilerinin de Müslüman olmadığının bilinmesinden rahatsız olan entel kesim, bugüne kadar M. Kemal’in kendilerine sağladığı “laiklik” kalkanıyla arzu ettikleri biçimde hayatlarını idame ettirdiler. Ama artık laiklik miadını doldurmak üzere ve Müslümanlar aslına avdet ediyor. Dolayısıyla kimin Müslüman olup olmadığı hal ve hareketlerinden, kılık ve kıyafetlerinden anlaşılacak. Kimin yahudi dönmesi(daha doğrusu dönmediği), kimin bizans artığı olduğu ortaya çıkacak. Işte bütün korkuları bu.

Güçsüz kalan kemalistler, bunu önlemek için son şans olarak, metin itibariyle farklı yorumlara müsaid olan Kur’an ayetlerini kendi hayat tarzlarına uydurmakta görüyorlar. Bunu gerçekleştirebilmenin yolu da hiç kuşkusuz Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Sünneti’ni/Hadislerini devre dışı bırakmaktan geçiyor. Zira Sünnet, Kur’an’ın açıklaması ve pratiğe/hayata aktarılmasını sağlıyor. Zira Sünnet, Kur’an’ı nefsine uydurmak isteyenlerin önündeki adetaaşılmaz bir Çin seddidir.

Açık saçık gezmeyi, içki içmeyi, kısaca bütün ahlaksızlıkları Medeniyet sanan ve bunları şimdiye kadar “Atatürk ve Laiklik” zırhına sığınarak gerçekleştiren kemalist kesim, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in Sünnetini/Hadislerini devre dışı bırakmayı başardığında “Kur’an’dan bunu anlıyorum” diyerek Islam’a uygun olmayan hayat tarzlarını devam ettirebilecektir.
“Kur’an Müslümanlığı”nı savunanlardan bazılarının “Kur’an’a göre içki haram değil, Kur’an’da başörtüsü yok, Kur’an’da yatıp kalkmaktan ibaret olan emevi namazı yok” demeleri boşuna değildir.

*

Kadir Çandarlıoğlu

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Rabbimiz..Giyimi ve sanal alemdeki resimleri ile Çıplaklıgi yayan kullarını affet.. onlara hidayet ver bilmiyorlar azab edeceğini..






Rabbimiz..Giyimi ve sanal alemdeki resimleri ile Çıplaklıgi yayan kullarını affet.. onlara hidayet ver bilmiyorlar azab edeceğini..
İlim ver onlara Sana duyulması gereken o saygıyı ve ürpertiyi de.. Rabbimiz..onlar Sana inanıyorlar gerçekten ve bulundukları ortam ve yaşadıkları çocukluk ve alamadiklari dini eğitim yüzünden bu haldeler affet..Rabbimiz..bizleri ve bizden önceki tüm inananları bağışla kalplerimizde inananlara karşı tek bir kin bırakma şüphesiz Sen Rauf ve Rahîm'sin Amin

4 Ağustos 2015 Salı

RABITA NEDİR? RABITA ŞİRK MİDİR? RABITA NASIL YAPILIR?


RABITA NEDİR? RABITA ŞİRK MİDİR? RABITA NASIL YAPILIR?
TARİH: 7 AĞUSTOS 2014


Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, Altınoluk dergisinde yayınlanan “Tasavvuf; Kur’ân ve Sünnet’le Kemâle Ermektir (2)” başlığında; sâlihlerle beraber olmayı, rabıtanın manasını, nasıl yapıldığını ve şirk olup olmadığını anlatıyor.

TASAVVUF; SÂLİHLERLE BERABERLİKTİR

Şeyh Sâdî, hâl­ler­de­ki si­râ­yetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğine dâir şu misalleri verir:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı; nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından, Cehennem’e dûçâr oldular. (Kocalarının peygamber olması bile onlara fayda vermedi.)”

Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, mü’minleri sâdık ve sâlih kullarıyla beraber olmaya teşvik ederek:
يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِق۪ينَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!”(et-Tevbe, 119) buyurmaktadır.

Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede; “sâdıklar olun” buyurmuyor; “sâdıklarla beraber olun” buyuruyor. Çünkü sâdık olmak, sâdıklarla beraberliğin en tabiî neticesidir.

Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri der ki:

“Âyet-i kerîmedeki «Sâdıklarla beraber olun!» emri, dâimî bir sû­rette beraberliği ifâde eder. Âyette «beraberlik», mutlak olarak zikredildiğinden, hem fiilî, hem de hükmî beraberliği ifâde eder. Fiilî beraberlik, sâ­dıkların meclisinde kalp huzuruyla, fiilen bulunmaktan ibârettir. Hükmî beraberlik ise gıyâblarında da onların hâllerini tahayyül etmekten ibârettir.”

Sâlih zâtlara muhabbet duyup, onların gıyâbında da kendini onların yanında hissetmek, onların nazarıyla hayat ve hâdiselere bakabilmek, kişiye büyük bir mânevî zindelik kazandırır. İşte tasavvufta bu mânevî faydayı temin mülâhazasıyla; râbıtaya büyük bir ehemmiyet verilmiştir.

RABITA NEDİR?

Râbıta, muhabbeti dâimâ canlı tutmaktan ibarettir. Esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir insan yoktur. Herkes birileriyle kalben irtibat hâlindedir. Bir anne-babanın evlâdına, evlâdın anne-babasına, bir delikanlının nişanlısına, bir gencin sevip kendisine örnek aldığı bir şahsa da, böyle bir kalbî bağı vardır. Yani dünyevî ve fânî şeylerde bile, böylesine tabiî bir muhabbet bağı varken, mâneviyatta bu bağın olmaması düşünülemez.

Tasavvufî mânâdaki râbıtanın en güzel misâli, ashâb-ı kirâm ile Peygamber Efendimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem- arasındaki muhabbet bağıdır.

Ashâb-ı kirâmın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼle olan kalbî irtibatları sayesinde ruhlarında meydana gelen in‘ikâs ve insibağ, Efendimizʼin hâllerinin kendilerine transfer olmasıyla neticelendi. Bundan dolayıdır ki sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e samimiyetle;

“Canım, malım, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyebilmekten, büyük bir haz ve lezzet aldılar. Allah ve Rasûlü’nün yolunda her şeylerini fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler.


“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96) hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girerek Efendimizʼin gıyâbında da Oʼnunla hâl beraberliği, fiil beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği içinde oldular. Bu kalbî beraberlik bereketiyle Cenâb-ı Hakkʼın müstesnâ lûtuflarına mazhar oldular.

Nitekim müşrikler tarafından tuzağa düşürülüp esir edilen Hubeyb -radıyallâhu anh-ʼın, Mekkeʼde şehîd edilmeden önce bir tek arzusu vardı: O da Rasûlullah Efendimizʼe muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek… Fakat kiminle gönderebilirdi ki?! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:

“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlʼüne ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti. O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsında; “Ve aleyhisselâm!” buyurdu. Bunu duyan ashâb hayretle:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:

“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye Anlaşması öncesinde de Hazret-i Osman’ı, elçi olarak Mekke’ye göndermişti. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattıysa da müşrikler izin vermediler. Ayrıca onu göz hapsine alarak:

“–İstiyorsan bir tek sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler.

Kendisini Allah ve Rasûlü’ne adamış olan o mübârek sahâbî ise, muhteşem bir sadâkat dersi vererek şöyle dedi:

“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyaret ederim. Allah Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum…” (Ahmed, IV, 324)

Öte yandan, Hudeybiye’de bekleyen mü’minlere Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği şâyiası ulaşınca, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, onun bu sadâkatine daha muhteşem bir sadâkatle karşılık vererek, gerekirse müşriklerle harbetmek üzere ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup:

“Allâh’ım, bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûl’ünün hizmetindedir.”[3] buyurarak ona olan îtimâdını izhâr etti.

İşte ashâbın, Allah Rasûlüʼnün gıyâbında da sahip olduğu kalbî beraberlik duygusu böyleydi. Âdeta farklı bedenlerde, aynı yürekle yaşıyorlardı.



KALBÎ BERABERLİK: RÂBITA…

Râbıta mevzuunda sahâbe içindeki en zirve misâl ise, şüphesiz ki Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın Peygamber Efendimizʼle olan kalbî irtibâtıdır.

Hazret-i Sıddîk, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe öyle derin bir muhabbetle bağlıydı ki, Oʼnun bir tebessümüne dünyaları vermeye râzı hâle gelmişti. Oʼnun yolunda her şeyini fedâ etme arzusu içindeydi. Hattâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında bu cömert arkadaşını taltif ederek;

“Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiç kimsenin malından faydalanmadım…” buyurmuştu.

Bütün varlığını Allah Rasûlü’ne fedâ eden o sadâkat timsâli sahâbî ise, bu sözden bile bir nevî ayrı görülme mânâsı sezerek nemli gözlerle;

“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlâllah?!” dedi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11)

Böylece kendisini bütün varlığıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’na cân u gönülden râm olduğunu ifâde etti. Çünkü onun gönlü, artık Allah Rasûlü’nün kalp âlemini yansıtan berrak bir ayna hâline gelmişti. Bu sayede nebevî esrârın en yakın mahremi olmuştu. Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit her şey, onun kalbinde çok derin bir mânâ kazanmıştı. Öyle ki Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh’ın âyetlerini, Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini ve hâdiselerin hikmetini idrâk etme hususunda, ashâbın en önde geleni oldu. Hiç kimsenin kavrayamadığı nice nebevî nükteleri, üstün bir firâset ve basîretle sezdi. Nitekim Vedâ Haccı’nda:

“…Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) âyeti nâzil olmuştu. Herkes, dînin tamamlanmış olmasına sevindi. Fakat Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bundan, Allah Teâlâ’nın pek yakında Sevgili Rasûlü’nü ebedî âleme dâvet buyuracağı hakîkatini sezdi. Gönlüne düşen ayrılık ateşinin ıztırâbıyla hüzne gark oldu.

Onun bu ince kavrayışını gösteren misallerden bir diğeri de şudur:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son günlerinde hastalığının ağırlığı sebebiyle mescide çıkamamıştı. Cemaate namaz kıldırması için de Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı imam tâyin etmişti. Fakat bir ara kendisini iyi hissederek mescide çıktı. Ashâb-ı kirâma bâzı nasihatlerde bulunduktan sonra şöyle buyurdu:

“−Şânı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ile kendi katındaki nîmetler arasında serbest bıraktı. O kul da Allah katındakini tercih etti!..”

SICAK GÖZYAŞLARI…

Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir’in hassas ve rakik kalbi mahzunlaştı, ardından da sıcak gözyaşları dökmeye başladı. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir nevî vedâ hitâbında bulunduğunu hissetmişti. Ayrılıktan inleyen bir ney gibi feryâda başladı. Hıçkıra hıçkıra:

“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)

Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını ve dünyaya vedâ hâlinde olduğunu kavrayamamıştı.Hattâ ashâb, Hazret-i Ebû Bekir’in ağlamasına bir mânâ verememiş, büyük bir hayretle birbirlerine:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercih eden sâlih kişiden bahsederken şu ihtiyarın ağlaması, doğrusu şaşılacak şey!” dediler. (Buhârî, Salât, 80)

Çünkü dünya veya Allah katındakileri tercih hususunda serbest bırakılan sâlih kulun, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu, akıllarına bile getirmemişler ve Hazret-i Ebû Bekir’in sezdiği gerçeği sezememişlerdi.

Bu esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hem Hazret-i Ebû Bekir’in mahzun gönlünü teselli, hem de ashâbına onun değerini beyan etmek için, sözlerine şöyle devam etti:

“Bize iyiliği dokunan herkese bunun karşılığını aynıyla veya fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ!.. Onun o kadar iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah verecektir.


Sohbetiyle olsun, malıyla olsun bana en fazla ikramda bulunan, Ebû Bekir’dir. Eğer ben, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, mutlakâ Ebû Bekir’i dost edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği daha üstündür.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâr-ı bekāya irtihâlinden birkaç gün evvel de:

“Mescide açılan bütün (husûsî) kapılar kapansın, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın![4] Zira ben, Ebû Bekir’in kapısının üzerinde nur görüyorum…”[5] buyurdular.

Böylece bütün kapılar kapatıldı, sadece Ebû Bekir’ın kapısı açık kaldı. İşârî mânâda bu demektir ki, Allah Rasûlü’ne mânevî yakınlık kapısı, O’na, Hazret-i Sıddîk misâli tam bir sadâkat, teslîmiyet, itaat, fedâkârlık, dostluk ve muhabbetle açılabilir.

Velhâsıl gönüldeki muhabbeti taze tutmak demek olan râbıta; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ulaşan mürşid-i kâmiller silsilesiyle kalbî irtibâtı kuvvetlendirerek bu beraberlikten mânen istifâde etmeye çalışmaktır.



YEMEN’DEKİ YANIMDA…

Allah dostlarıyla olan bu kalbî beraberliğin yanında zâhirî beraberlik de olabilirse, bu,“nûr üstüne nûr” olur. Fakat tasavvufî terbiyede kuru kuruya bir zâhirî beraberlik de makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da, gafletleri sebebiyle hiçbir hisse alamazlar.

Öte yandan, uzak diyarlardaki nice samimî müridler, mürşidlerine duydukları engin muhabbet, hürmet, hasret ve bağlılıkları vesilesiyle, müstesnâ nasiplere nâil olabilirler.

Nitekim büyükler; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” buyurmuş­lardır. Bu sebeple mühim olan; nerede olursak olalım, râbıta hâlini, yani kalbî beraberlik duygusunu yitirmemektir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun, Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurmuştur.[6]

RABITA ŞİRK MİDİR?

Tasavvufî terbiyede mühim bir usûl olan râbıta, bilhassa 19. asırdan itibâren bâzıları tarafından, âdeta bir îman-küfür meselesi hâline getirilerek şiddetle tenkit edilmiştir. Hâlbuki râbıta, -daha önce de ifâde ettiğimiz üzere- gâyet tabiî bir psikolojik vâkıadır. Bu şekilde anlaşılıp tatbik edilen bir râbıtanın, îtikâdı zedeleyecek hiçbir tarafı yoktur.


Bu hususta Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “…Kalbi mal-mülk gibi dünyevî şeylere bağlı olan ve bunları düşünen kişi kâfir olmuyor da, kalbi (kâmil) bir mü’mine bağlamak (ve ona muhabbet duymak), niçin küfre sebep olsun?”[7]

Üstelik gönlü mânevî rehberlere bağlı olmayan insanların; “Tabiat boşluk kabul etmez.” hakîkati sebebiyle, yanlış örneklerin peşine takılması da kuvvetle muhtemeldir. Nitekim; “Hak ile meşgul olmayan kalbi, bâtıl işgâl eder.” denilmiştir.

Velhâsıl râbıta, mürîdin mürşidine duyduğu muhabbeti dâimâ gönlünde tâze tutarak onun sâlih amellerini ve güzel hâllerini taklide çalışmasından ibârettir. Zira sâlih zâtların sohbet ve irşadları kadar, muhabbetleri de tesirli ve faydalıdır…

RABITA NASIL YAPILIR?

Sâlih zâtlardan mânevî istifâde hususunda, -yeri gelmişken- resim mevzuuna da kısaca temas etmek gerekir:

Günümüzde teknik imkânların çoğalmasıyla, bir fotoğraf çekme furyası başlamış bulunuyor. Âdeta her yer bir fotoğraf stüdyosu, herkes fotoğrafçı oldu. Sâir zamanlardaki bir yana; Kâbeʼde tavaf ederken, Arafat vakfesini edâ ederken, Ravzaʼda ziyaret esnâsında bile, haddinden fazla fotoğraf ve video çekimleriyle meşgul olunduğunu, esefle görmekteyiz. Bunlar, ibadetin feyz ve rûhâniyetini zedeleyen, mâlâyânî kabîlinden işlerdir.

Aynı husus, mânevî sohbetlerde de maalesef yaşanıyor. Sohbetlerde kalbî beraberlik, tefekkür ve tahassüs ile mânen istifâdeye teksif olmak îcâb ederken -belki de iyi niyetle, bir mânevî hâtıra kalması düşüncesiyle- fotoğraf ve videolar çekildiğine sıkça şâhit oluyoruz. Fakat bu işe haddinden fazla ehemmiyet vermek, doğru değildir. Tıpkı dozajını aştığında şifâ yerine zehir olan ilâç gibi, bunlar da kişinin mâneviyâtına zarar verebilir.

TASAVVUF; SÛRET DEĞİL, SÎRET YOLUDUR!..

Unutmayalım ki, ilâhî kameralar zâten her ânımızı kaydediyor. Bunlar, âhirette önümüze konulup seyrettirilecek…

Daha önce de ifâde edildiği üzere, sâlihlerle beraberlik ve râbıtada mühim olan; zâhirî, şeklî ve sûrî beraberlik değil, kalbî ve rûhî beraberliktir.


Sâmi Efendi Hazretleri buyurur ki: “Râbıtada mürşidin hayâlini tefekkür etmeye lüzum yoktur. Muhabbet lâzımdır. Zâten bir insan, sevdiğini dâimâ (gönül) gözünün önünde bulundurur.”[8]

Resim, insanın sonsuzluğa ve mücerrede uzanabilen tahayyülünü, maddî plâna hapsederek sınırlandırır. Ayrıca İslâmʼın resimle alâkalı hükümleri de mâlumdur.[9]İnsanların resimleri/sûretleri, onların zarf tarafıdır. Mühim olansa, insanın mazrûfudur, yani gönül âlemidir. Tasavvuf yolu da, sûret yolu değil, sîret yoludur. Sâlih ve sâdıklarla beraberlikten maksat; onların sûretlerinden ziyâde, sîretleriyle beraberliktir. Faydalı olan asıl resimler; iç dünyadaki akislerdir, gönüllerde kalan ulvî hâtıra ve intibâlardır.

Cenâb-ı Hak, sevdiklerinin gönül dokusundan hisse alabilmeyi, onların ahlâkıyla ahlâklanmayı, böylece her dâim zikreden, fikreden ve şükreden selîm bir kalbe sahip olmayı, cümlemize nasîb eylesin…

Âmîn!

Dipnotlar: [1] Attâr, Tezkire, s. 622. [2] Attâr, Tezkire, s. 629. [3] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7. [4] Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 3, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Salât 80; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 2; Tirmizî, Menâkıb 15. [5] İbn-i Sa‘d, II, 227; Ali el- Müttakî, Kenz, XII, 523/35686; İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, XXX, 250. [6] Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22. [7] Ali bin Hüseyin Safî, Reşahât-ı Aynü’l-Hayât (thk. Ali Asgar Mu‘îniyân), Tahran 2536/1977, II, 636-637. [8] Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Musâhabe, c. 6, sf. 151, Erkam Yay. İst. 1982. [9] Tafsîlât için bkz. Nebîler Silsilesi, c. 1, sf. 213-214, Erkam Yay. İst. 2013.

KAYNAK: Osman Nûrî Topbaş, Altınoluk Dergisi, Ağustos, 2014.

TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?


TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?
TARİH: 29 NİSAN 2015



Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.

Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifâdeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşamaktır.

Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.

Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.

Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.

TASAVVUF, TAKDİR-İ İLÂHİ’YE RIZA GÖSTERMEKTİR

Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul”olabilme mahâretidir.

MUHABBET, ŞEFKAT VE MERHAMET İNSANI OLABİLMEK

Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’­minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrû­miyet ve ihtiyaçlarını telâfî mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-i asliye hâline gelmesidir.

TASAVVUF KUR’ÂN VE SÜNNET’E UYMAKTIR!

Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’le hemhâl olabilmek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır.

Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda, vecd içinde yaşayabilme gayretidir.

Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’­ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.

O HÂLDE TASAVVUF NE DEĞİLDİR?

Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî yönü ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte, bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîati hafife almak da, tasavvufun hakîkatinden uzaklığın açık bir göstergesidir.

KALP TEMİZLİĞİ YETER Mİ?

Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da, amelin az olsa da olur(!)” şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.

TAKVÂ ASLÂ GERİ PLANA ATILMAMALI!

Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bâzı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd ve takvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, âdeta şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icrâ edilen bir mûsikî meclisi hâline getirilmektedir.

Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, Mesnevîʼnin ilk 18 beyti içinde yer alan şu ifâdeleriyle; kendisini dinlediği hâlde maksat ve gâyesini idrâk edemeyen gâfillerden şöyle yakınmaktadır:

“Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım.

Herkes kendi anlayışına göre bana dost oldu. Lâkin içimdeki esrârı idrâk etmedi.

Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.

Ham ruhlar, olgun ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”

BÜTÜN ALLAH DOSTLARININ FEYİZ KAYNAĞI KUR’ÂN VE SÜNNETTİR

Ayrıca, bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz kiKur’ân ve Sünnet’tir. O, bu hakîkati bir rubâîsinde bütün cihâna şöyle îlân eder:

“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”

Bu beyânıyla Mevlânâ Hazretleri kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Yani pergelin sabit ayağının dâimâ şerîate bağlı bulunduğunu, hayatını Kur’ân ve Sünnetʼin tâlimatlarına göre tanzim etmeye gayret gösterdiğini açıkça beyân etmektedir.

O hâlde şerʼî hükümlerle amel etmeden Hazret-i Mevlânâʼnın yoluna mensûbiyet iddiâsında bulunmak, evvelâ Hazretʼin aziz rûhunu incitecektir.

TARÎKATLERDE TİCARÎ FAALİYETLERE GİRİLMEMELİ

Diğer taraftan, bâzı tarîkatlerde de, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel niyetlerle birtakım ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle takvâ hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya dönüşülmektedir. Bu ise, bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik veyokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir menfaat çarkına dönüşmesidir.

BAZI TARÎKATLERDE TAVİZ VERİLEN ŞER’Î ÖLÇÜLER

Bâzı tarîkatlerde ise, helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine; “benim kalbim temiz(!)” gibi, içi doldurulmamış ifâdelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz verildiği görülmektedir. Sanki kalp te­miz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.

HELÂL VE HARAMA RİÂYET EDİLMELİ

Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te, ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu, görmezden gelinmektedir.

Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâ­tınen bütünleşebilme gayretidir. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî ke­mâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son nefesine kadar büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, hangi mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini yerine getirmekle mükelleftir.

HARAMLAR ASLÂ HELÂL OLMAZ!

Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:

“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?»diye bakarken, nurdan bir ses geldi:

«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle memnunum ki, artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.

Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:

«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.»dedim.

Şeytan:

«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.

Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir lûtfu olduğu şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”

Cemaatten biri:

“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;

“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!” cevabını verdi.

KUR’ÂN VE SÜNNETE UYMAYAN KİŞİ TASAVVUF EHLİ OLAMAZ

Hakîkaten bir kul, güzel hâli, sâlih amelleri ve mânevî derecesi sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Bâtına ehemmiyet vermek, zâhire de ehemmiyet vermeyi îcâb ettirir. (Yani zâhir ve bâtının bir âhenk içinde olması zarurîdir.) Bâtınla meşgul olurken zâhiri ihmâl eden kimse zındıktır. Onun elde ettiği bâtınî hâllerin hepsi istidraçtır.[1] Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer’î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikâmet yolu işte budur.”[2]

Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.

İLÂHİ EMİRLERE UYMAYAN MÜ’MİN SEYR U SÜLUK YOLUNDA MESAFE KAT EDEMEZ

Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhî emirlere göre tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr u sülûk yolunda bir mesafe katetmesi düşünülemez.

Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir göstergesidir.

KİŞİ MANEVİYATINI NASIL SAKATLAR?

Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam” gibi ifâdelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.

Kıskançlık ve hasetleri sebebiyle, Hazret-i Yûsufʼu öldürmeye teşebbüs eden kardeşlerinin Kurʼân-ı Kerîmʼde beyân edilen şu ifâdeleri de, kulu haramlara düşürmek için nefsin kurduğu tuzakların tipik bir misâlidir:

“(Yûsufʼun kardeşleri aralarında dediler ki:) Yûsufʼu öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” (Yûsuf, 9)

“NASIL OLSA TEVBE EDERİM” DİYEREK HARAMLARA DALMAK

Dolayısıyla, gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlarda tevbe edip hâlini ıslâh etme düşüncesiyle bugün haramlara dalmak, hem tevbeyi hafife almaktır hem de kendini nefsânî arzuların kölesi hâline getirmektir. Bu hâl ise mânevî hayatına zehir serpmekten farksızdır.

Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb eder:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;
Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”[3]

TASAVVUF, HAYATIN HER SAFHASINDA ŞERİATE RİAYETİ GEREKTİRİR

Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi mânâsızdır.

Unutmayalım ki, İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir vücûdu ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden ayakta kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasten göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm anlayışı ortaya koyar.

TASAVVUF, İSLÂM’I BÜYÜK BİR AŞK VE ŞEVKLE YAŞAMA GAYRETİDİR

Bu bakımdan gerçek tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk, vecd ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir.

Dipnotlar: [1] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâller. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları yavaş yavaş helâke sürükler. [2] İmâm-ı Rabbânî,Mektûbât, III, 87-88, no: 87. [3] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Mescide giderken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı dua




NURU HÜDA
HADİSİ ŞERİFLER
- 13:44

Mescide giderken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı dualardan bazısını okumalıdır. Bu dualardan birisi şudur

اللَّهُمَّ اجْعَلْ فِي قَلْبِي نُورًا وَفِي بَصَرِي نُورًا وَفِي سَمْعِي نُورًا وَعَنْ يَمِينِي نُورًا وَعَنْ يَسَارِي نُورًا وَفَوْقِي نُورًا وَتَحْتِي نُورًا وَأَمَامِي نُورًا وَخَلْفِي نُورًا وَأَعْظِمْ لِي نُورًا
“Allah’ım! Kalbime, gözüme ve kulağıma nur ver. Sağımda, solumda, üzerimde ve altımda nur var eyle! Önümde ve arkamda nur kıl! Allah’ım! Nurumu artır!” (Buhârî rivayet etmiştir.)
Bu dualardan bir diğeri de şudur:

«باسم الله، آمنت بالله، توكلت على الله، لا حولَ ولا قوة إلا بالله. اللَّهُمَّ بِحَقِّ السَّائِلِينَ عَلَيْكَ، وَبِحَقِّ مَخرجي هَذَا، فَإِنِّي لَمْ أَخْرُجْ أَشَراً، وَلاَ بَطَراً، وَلاَ رِيَاءً، وَلاَ سُمْعَةً، خَرَجْتُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِكَ، وَاتِّقَاءَ سُخْطِكَ، أَسْأَلُكَ أَنْ تُعِيذَنِي مِنَ النَّارِ، وتُدخِلَني الجنة»
“Allah’ın adıyla… Allah’a iman ettim, Allah’a tevekkül ettim. Güç ve kuvvet yalnız Allah’ın yardımı iledir. Allah’ım! Senden isteyenler (e olan) vadin ve benim (mescide doğru) şu çıkışım hakkı için beni ateşten korumanı ve cennetine koymanı istiyorum. Allah’ım! Ben, ne azgınlık, ne böbürlenme, ne gösteriş ne de riya için çıkmadım; ben (ancak) senin rızanı kazanmak ve gazabından korunmak için çıktım.” (İbn Mâce rivayet etmiştir, senedi zayıftır)

Sokaklar,sevgili mağdurları ile dolu..!



Sokaklar,sevgili mağdurları ile dolu..!
Sevgilisine inanıp Namusunu teslim etmiş kızlar,
Sevgilisi tarafından pazarlanan kızlar...
Sevgilisi tarafından geneleve düşürülmüş kızlarla dolu.!
.
Sevgili olan kişiler anlık cinsel haz peşindedirler...
Bir erkeği harekete geçiren en büyük sebeplerden birisi
cinsel hazdır... Bir erkek sevgilisini gerçek bir eş yerinde görmediği için evleneceği kadınla yapmayı düşünmediği şeyleri sevgilisi ile yapar..!
Ne gariptir ki kızlarda bu durumdan hiç rahatsız değil..!
_
Erkekler sevgililerini kullanılıp atılan bir mal gibi görür,
biraz eğlenip sonra bir bahane ile bırakırım düşüncesindedirler.
Yapılan istatistiklere göre sevgilisi ile evlenen erkek %10 çıkmamıştır.!

Sevgili peşinde koşmak fikri,erkeklerde yuva kurma
ve aile olma düşüncesini ortadan kaldırır..
Bugün biri ile yarın biri ile derken asla bir kadına bağlanamayacaktır,
zamanlada hiçbir kadına güven duygusu kalmaz,
her kadını potansiyel fahişe gibi görür.!

Bir kadın ilk kimle beraber oldu ise o kişiye aşık olur..
O kişi ile evlenmeyip başka birisi ile evlenince dul gibi olur,
eşine asla özel duygular hissettiremez,
çünkü o özel duygular bir kere yaşanır...
Boşanmaların en büyük sebebi evlilik öncesi yaşanan ilişkilerdir.!
.
Fahişelik yapan kızların büyük bir kısmı
sevgilileri tarafından evlenmek vaadi ile kandırılmış kızlardır. !
Evlilik dışı beraberlikler zamanla kızlarda fahişe psikolojisi oluşturuyor, kendini bir erkeğe ait göremiyor ve namus duygusunu kaybedip birçok erkekle beraber olabiliyor...
.
Başınıza gelen her hangi bir musibet,
kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir..(şuara süresi 30.ayet)
.
Flörtte tuzak vardır. !
Flörtte çok defa, kız,
erkek tarafından kandırıldıktan sonra terkedilir.!
Flörtte çok defa, iffet elden gider. !
Namuslu Müslüman bir kız için bundan büyük felâket olamaz..
.
Ey iman edenler!
Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın.
Allah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.!
[Haşr Suresi 18. Ayet]

7 yasındaki cocuga tesettürü, abdesti, Namazi ögretmeyip, yarısma programları izlettirmenin vebalini nasıl ödeyeceksiniz?





7 yasındaki cocuga tesettürü, abdesti, Namazi ögretmeyip,
yarısma programları izlettirmenin vebalini nasıl ödeyeceksiniz?
.
10 yasindaki cocuk daha evdeki kibleyi bilmiyor,
ama sorsan tüm filmleri, futbolcuları sayar...
Ben burada sucu cocukta degil,
anne babada ararım, kusura bakmayın...
.
Anne ve babasının izledigi ahlaksız programları,
cocuk da izlemek zorunda kalıyor...
Ta cocukken cıplaklık, zina, fuhus yerlesiyor bilincaltına...
Yasak asklar, icki sofraları, acık gezmeler dogal gelmeye basliyor.
Izledigimiz haber spikerinin bile basi acik,
e hani yabanci kadinin avret yerine bakmak günahtı?
.
Cocuk 15 yasina geldiginde iyice raydan cikiyor,
bu sefer aglamaya baslıyorlar..
bu cocuk niye böyle oldu, hic laf söz dinlemiyor..
.
Ablacım, abicim, sen 15 yildir bu cocuk icin ne yaptın?
Ne ögrettin ki?
Nasil bir örnek oldun?
Kurana, Sünnete uydun mu?
- Aldin sohbetlere, camiilere götürdün mü?
Bak "gönderdin mi?" demiyorum, BERABER EL ELE GITTINIZ MI?
- Araba yolculuklarinda islamda yasak olan calgi aletleri mi dinliyorsunuz? Cocuklari müzik dinlemeye mi alistiriyorsunuz?
.
- islami hayatına yerlestirmis insanlarla görüsüyor musunuz?
Yoksa daha haremlik selamlik nedir bilmeyen ailelerle balkonlarda kadin erkek karisik okey mi oynuyorsunuz?
.
Cocuk degil, öncelikle SEN ne yaptin?
Gercekten müslüman gibi yasamak istediginden emin misin?
---
Ümmü H.

Muhakkak ki allah Teala sana esma-i hüsnayı telkin etmiş. 0 isimlerle allah Teala’ya dua edilirse istenen verilir..




Asrı Saadette ticaretle uğraşan bir tacir mümin vardı. Bu tacir ticaretinde helal haramı gözetir. allah ve Resulü için bu ticareti yapar herkesin hakkına riayet ederdi. Ticaretini Şam ile Medine arasında gerçekleştirir çoğunlukla da ticaret kervanları ile hareket etmez tek başına yolculuk yapmayı severdi.

Bir alacağını almış satacağını da satmış ve Şam’dan Medine ye doğru hareket etmişti. Epeyce yol almıştı ki baştan aşağı silahlı bir eşkıya ile karşılaştı. Eşkıya bu mümin taciri tehdit etti;

"Mallarını şuraya indir develerini de şu ağaca bağla.”
Mümin tacir:

“Mallarım senin olsun beni bırak gideyim.


Eşkıya;

"Bugüne kadar soyup da öldürmediğim kimse yok Senin hem mallarını alacağım hem de canını.”

“Madem beni öldürmeye kararlısın senden son bir talebim var"

“Söyle talebini”
“Ben Müslüman'ım abdest alıp iki rekât namaz kılayım ondan sonra beni öldür."

Eşkıya izin verir. Tacir önce abdestini alır sonra da İki rekât namaz kılar ve ellerini Rabbine açar:

‘Ya Vedud! Ya Vedud! Ya Ze’l-arşi’l-mecîd! Ya Mübdi Ya Mu’id! Ya Fe’aalün lima yürid! Eselüke bi-nuri vechike’l-lezi mele’e erkane arşike ve es’elüke bi-kudretike’l-leti kadderte biha halkake ve bi rahmetike-lleti vesiat külle şeyin. La ilahe illa ente. Ya Muğis eğisni! Ya muğis eğisni! Ya muği eğisni!

Mümin tacirin duası bitmişti ki çok garip bir hadise meydana gelir. Birden beyaz bir at üstünde yeşil elbiseli elinde de harbe olan bir süvari peyda oldu. Eşkıya şaşırmış ne yapacağını bilemez bir durumda idi. Eşkıya taciri ve malları unuttu ortaya çıkan bu süvariye saldırdı. Süvari bir darbe ile eşkıyayı yere düşürdü.

Süvari tacire dönerek: “Öldür bu eşkıyayı" dedi.

"Ben hayatımda kimseyi öldürmedim insan öldürmeyi hoş görmem. Beni bağışla.”dedi.

Sonra süvari eşkıyayı bir darbe ile öldürdü.

Tacir sordu: “Sen kimsin?"

“Ben üçüncü kat gökte duran bir meleğim. Bu adamı öldürmeyi allah Teala bana nasip etti. Sen namazından sonra ellerini kaldırıp duaya başladığında gök kapılarının çalındığını duyduk öyle şiddetle çalınıyordu ki. Mühim bir hadisenin olduğunu anladık. İkinci defa dua ettiğinde gök kapıları açıldı. Üçüncü defa dua ettiğinde allah Teala Cebrail Aleyhisselam’ı görevlendirdi.



Cebrail Aleyhisselam şöyle dedi:

‘Dua eden falan mümini kim kurtaracak” Ben talep ettim de görevlendirdiler. Ey allah Teala’nın mümin kulu! İyi bil ki! Senin yaptığın bu duayı kim yaparsa allah Teala onun sıkıntısını giderir ona yardım eder.”

Bu hadiseden sonra mümin tacir yola koyulur ve Medine’ye varır. Soluğu Kâinatın Efendisi Sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda alır ve başından geçen hadiseyi anlatır. Taciri dinleyen Kâinatın Efendisi Sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

"Muhakkak ki allah Teala sana esma-i hüsnayı telkin etmiş. 0 isimlerle allah Teala’ya dua edilirse istenen verilir.” 

Hakkın belirişi.. Üç evreli değişmez bir yolculuktur.. Fünun/bilgi..Cünun/cinnet..Sükun/huzur..


Hakkın belirişi..
Üç evreli değişmez bir yolculuktur..
Fünun/bilgi..Cünun/cinnet..Sükun/huzur..
izleyelim Efendimizin yolculuğunu..
"Oku yaratan Rabbinin adıyla.."Alak Sûresi ayet 1
bilginin gelişi Fünundur bu..
Vahiy gelince eve döner Allah Rasulu Hatice Annemize der ki "ört üstümü" ürperti içindedir..değişim başlamıştır..Cünun..varlığındaki dalgalanma anı..
Uyarı gelir hemen Rabbimizinden;
Ey giysisine bürünüp kenara çekilen!
Kalk da uyar!
Rabbinin yüceliğini duyur..!
Muddessir Sûresi Ayet 1-2-3

Son aşama sükunet..
"Ey süküna kavuşmuş benlik..!
Dön Rabbine razı etmiş ve razı edilmiş olarak.."
Fecr 27-28
Gerçek müminler, o Rasulu sadece şekli değil manevi olarak da izleyebilenlerdir..

2 Ağustos 2015 Pazar

Şanlı Bayrağım ..




Ravza-i Mutahhara

RESİMLER VE VİDEOLARIMIZ
  -  19:10
 
 
Şanlı Bayrağım ..

Ben bir bayrak tanıyorum ..
Rengi kandan kırmızı  ..
Ay vurmuş yüzüne  ..
Yıldız arma olmuş göğsüne ..

Ben bir bayrak tanıyorum ..
Düşmana gözdağı vermiş  ..
Dosta şerbet ..
Ezdirmemiş kendini kimseye ..

Ben bir bayrak tanıyorum ..
Şeref madalyalı ..
Barışa sevdalı ..
Göklerin kralı..

Ben bir bayrak tanıyorum ..
Yüzüme vurur sıcaklığı ..
Can yoldaşım ..
Rüyalarımın altın tacı  ..
O Türkiye demek ..
O Şan demek ..
O Şeref demek ..
O Namus demek ..
Ona bizden başkasının  ..
Eli asla değmeyecek ..
#Şehitler   #Ölmez   #Vatan   #Bölünmez 
#Unutma   #Unutturma   #Buvataniçincanınıverenleri  

Fatıma Ali'nin kır çiçeği idi Ali ise Fatıma'nın göz bebeği..



Fatıma Ali'nin kır çiçeği idi
Ali ise Fatıma'nın göz bebeği
Ali fatıma'dan başka koku çekmedi sinesine
Fatıma Ali'den başkasını haram kıldı gözlerine,
Sadâkatti sevmek ve kilitlemekti nefsini sevdiğinin nefsine
Hz.Ali ve Hz.Fatıma validemizin sevgisi ve aşkı nakş olsun birbirini sevenlerin yüreklerine..



1 Ağustos 2015 Cumartesi

Üç grup insanla Allah, Kıyamet Günü konuşmayacak, yüzlerine bakmayacak, temize de çıkarmayacaktır.




Enes BHADİSİ ŞERİFLER
- 20:45



Hem onlar için pek acıtıcı bir azap da vardır.

Bunlar:

Verdiğini başa kakan, elbisesini sırf gurur ve gösteriş kastıyla giyen ve yalan yere yemin ederek malına müşteri çekenlerdir.

Müslim, İman: 171


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı