29 Mayıs 2016 Pazar

ADEM ALEYHİSSELÂM’IN BEŞ ÖĞÜDÜ





ÂDEM ALEYHİSSELÂM’IN BEŞ ÖĞÜDÜ

Âdem aleyhisselâm’ın oğlu Şit aleyhisselâm’a beş öğüt öğütlediği ve bunları kendisinden sonraki evlâdlarına da öğütlemesini istediği rivâyet edilir. Âdem aleyhisselam bu beş öğütünde oğlu Şit’e şunları söyler:

1. Evlâdlarına söyle, dünyaya tamah etmesinler. Zîrâ ben ebedî cennete tamah ettim ve Allah buna râzı olmadı ve beni cennetten çıkardı.
2. Kadınların hevâi arzularıyla hareket etmesinler. Zîrâ ben karımın hevâi arzusuna uyarak bana yasak edilmiş olan meyveden yedim de sonra elimde pişmanlıktan başka bir şey kalmadı.
3. Yapmak istedikleri her şeyin sonunu düşünsünler. Eğer ben işin sonunu düşünmüş olsaydım, mâruz kaldığım musîbete uğramayacaktım.
4. Yapmak istedikleri bir şeyden vicdanları titrerse onu yapmasınlar. Zîrâ ben o meyveden yiyeceğim sırada vicdânım titremişti. Fakat ben bunu dinlememiştim. Bunun için, sonunda elimde yalnız bir pişmanlık kalmıştı.
5. Ne olursa olsun, işlerinde birbirleriyle müşâvere etsinler. Zîrâ ben o meyveden yemeden önce meleklerle istişâre etmiş olsaydım başıma bunlar gelmeyecekti.

《Tenbîhü’l-Gâfilîn, c.1, s.236》

15 Mayıs 2016 Pazar

Hazreti Ömer Radıyallahü Anh, hilafeti zamanında..


Hazreti Ömer Radıyallahü Anh, hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hazreti Ömer'e arzettiler. Hazreti Ömer (R.A.) gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak ta'yin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin malî durumunu sordu. Onlar:

- Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Çünkü rüşvet olacağı korkusundan, en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor, dediler. Bu sözler Halife Ömer'in hoşuna gitmişti:

- Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da vardır herhalde... Dedi. Onlar: Hakimlerinden şikâyetlerinin de olduğunu ve bazı hallerinden memnun olmadıklarını söyleyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:

1 — Hakimimiz vazifesine her zaman sabah namazından sonra başlaması lâzım geldiği halde kuşluk vakti vazifesinin başına gelir.

2 — Hakimimizi hiç bir gece aramızda görmüyoruz. O hep kendi başına evine çekilir halkla münasebet kurmaz.

3 — Hele haftada birgün, evinden dışarı bile çıkmaz, kapısını arkasından sürgüleyip içerden ses bile vermiyor.

4 — O'nun şahid olduğu bir hadise vardır. O hadise aklına geldiği zaman baygınlık gelir ve üzüntüsünden hastalanır. O hadise ise Eshaptan Hubeyb'in öldürülmesidir, dediler.

Hımıslıların şikâyetlerini sonuna kadar dinleyen Hazreti Ömer, onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de kusurlarının sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.

Hakim, Hazreti Ömer'in huzuruna geldiğinde, Halife O'na Hımıslıların bazı şikâyetleri olduğunu söyleyerek dört kusurunun sebebini sordu. O, bu dört hatasını şöyle izah etti:

Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum, ikincisi ise; gündüzleri halk için vazife gören bir kimsenin gece olunca Hak için vazife görmesine müsaade edersiniz her halde. Ben akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.

Üçüncüsü ise; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada birgün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.

Hubeyb'in şehid edilmesini hatırlayınca bayıldığım ise doğrudur. Çünkü müşrikler Hubeyb'i asarlarken ben yanlarında idim. Belki mani olabilirdim, ama o zaman İslâmla müşerref olmamıştım, sadece hadiseye seyirci kaldım. İşte bu hadise aklıma geldikçe kendimi tutamıyor mes'uliy etinden korktuğum için bayılıyorum, hastalanıyorum, diye sayarak dört kusurunu da Halife Ömer'e izah etti.

Sa'd bin Amir'in (R.A.) bu izahatı karşısında göz yaşlarını tutamayan Halife çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça ağlar «Ah Sa'd ah Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş» der onunla iftihar ederdi. (1)

8 Mayıs 2016 Pazar

Resullullha'tan Gaza, Cihad ve Şehidlik



Ebûl Ferec el Cevherî, Hasen Basrîden rivâyet eder. O da îmâm-ı Hasen bin Alîden “radıyallahü anhümâ” rivâyet eder.


Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” bir gün hutbe okuyup, halkı gazâ ve cihâda teşvîk etdi. Bir şahıs ayak üzere kalkıp, dedi ki,


"yâ imâm! Bana fî sebîlillah cihâdın ve gazâların sevâbından haber ver."


Hazret-i Alî buyurdular ki,


"Bir gün Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile gazâya gidiyorduk. Senin benden süâl etdiğin gibi, ben de hazret-i Resûl-i ekremden süâl etdim; dedim ki, yâ Resûlallah! Bize gazâ ve cihâdın sevâbından haber ver.

Hazret-i Server-i kâinât buyurdular ki:


"Bir kavm gazâya niyyet eylese, Hak Sübhânehü ve teâlâ onlar için Cehennemden kurtuluşuna berat yazar. Kaç kişi sefer için hâzırlansa, Allahü teâlâ onlar ile meleklere övünüp, buyurur ki, görün, benim kullarımı, benim yolumda gazâya hâzırlanırlar. Ehline ve evlâdına vedâ’ eylerken, evi ve davârları onlar için aglar. 
Ve günâhlarından temizlenip, anadan doğmuş gibi olurlar. Yılanın, derisinden çıkdığı gibi olurlar. Hak Sübhânehü ve teâlâ her adımına kırk bin melek verir. Dört tarafından hıfz ederler. İşleledikleri her hasene ve her sevâb iki kat yazarlar. Ona bin âbid ibâdeti sevâbı yazılır. Öyle âbid ki, bin yıl ibâdet etmiş olur. Harbe gitmek üzere yola girdiği zemân, Hak Sübhânehü ve teâlâ o kadar sevâb verir ki, dünyâdaki bütün insanlar kâtib olsalar, onun hesâbında yapmktan âciz olurlar. Düşmâna karşı olup da, harbe başlasalar, melekler onları çevirip, üzerlerine durup, nusret ve zafer için, düâ ederler. 
Arşın altından bir melek, (El-cennetü tahte zelâl-issuyuf) ya’nî Cennet kılıçların gölgesi altındadır diye, nidâ edip, çığrışırlar. Kılınç dokunup, her şehîd olana, sıcak günde soğuk su içmiş gibi, lezzetli gelir. Her kılınç darbesi yiyip, atından yere düşmezden evvel, Hak teâlâ hûrî gönderir. Sağından ve solundan yetişip, müjde verirler. Hak Sübhânehü ve teâlânın onun için, Cennetde hâzır eylediği kerâmâti (ikrâmları) ve sevâbı haber verirler ve müjdelerler. Ondan sonra yere düşse, bir ses gelip, der ki,


“Merhâbâ ey temiz rûh! Temiz bedeninden çıkdın. Müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ senin için Cennetinde o kadar sevâb ve ecrler ve mülk ve ni’metler hâzırlamışdır ki, ne gözler görmüşdür, ne kulaklar işitmitdir. Ne de kimsenin hâtırına gelmişdir.


Hazret-i Resûl-i Ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,


"Allahü teâlâ o şehîd hakkında buyurdu ki, onun ehline ve evlâdına halîfeyim. Her kim onu râzı eder, beni râzı eder. Her kim onu incitir, beni incitir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Şehîdlerin rûhlarını yeşil kuşların kursağına koymuşdur. Cennete girip, yemişlerinden yerler. Şehîde Cennet-ül firdevsde yetmiş kasr verirler. Her iki kasrın arası San’a ile Tehâme arası mesâfe kadardır. O kasrların nûru şark ve garb [doğu-batı] arasını doldurur. Her kasrın yetmiş kapısı vardır. Altındandır. Her kapıda perde asılmışdır. Kapının üstünde bir köşk vardır. Her bir köşkün içinde yetmiş çadır vardır. Her çadırda yetmiş kanepe [sedîr] vardır. Her sedîrin ayakları inciden ve yâkutdan ve zeberceddendir. Her sedîr üzerinde kırk döşek vardır.
Her döşeğin yüksekligi kırk arşındır. Her döşekde bir hûrî ayn ve her hûrî aynın kırk câriyesi vardır. Başlarında inciden tâclar ve boyunlarında mendiller ve ellerinde murassa leğen ve ibrik tutarlar.





Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yemîn edip, buyurdu ki, 

"kıyâmet gününde, Şehîdler yerlerinden kalkıp, mahşer yerine gelirken, yollarında enbiyâ (peygamberler)  aleyhimüsselâm olur. Onlar geldikde, ayak üzerine kalkarlar. Şehîdler gelip, mücevherlerle süslü kürsîler üzerine otururlar. Her şehîd evlâdından ve ehlinden ve akrabâsından ve ahvâl ve ahbâbından yetmişbin kişiye şefâ’at edecekdir.


Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” der ki; hazret-i Server-i Enbiyâ bunu böyle buyurdular.


Nevfel “radıyallahü anh” derler bir yiğit, iki oğlunu ve hâtununu yanında getirip dedi ki,

"Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ben düâ edeyim, Siz âmîn deyiniz. Böylece düâm kabûl olsun."
 Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, 
"Sen söyle, ben âmîn diyeyim." Nevfel “radıyallahü anh” el kaldırıp, dedi ki:

"Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle. Bu iki oğlunu yetîm eyle. Vâlidelerini dul eyle."
 Ondan sonra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip, düşmâna karşı çıkdı. Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehîd etdiler.

Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” der ki, 

"ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bildirdim. Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mubârek etsin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile berâber geldiler.

Sa’d bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: 
"Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! şübhe yokdur ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ yarın kıyâmet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskden güzel kokar. Süâlsiz, hesâbsız Cennete gidersin.

Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defn etdiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra süâl etdiler.

O Resûl-i Hüdâ “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki;

"Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona basdım."

Gazâ temâm olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ “sallallahü aleyhi ve sellem”, hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.

Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder ki, sayısız ganîmetler ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik.

Medîneye yaklaşdıkda; Medîne halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya çıkıp, hâtunlar ve kızlar, def çalar, Şi’r okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât hazretlerine selâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mubârek olsun, dedikden sonra, dedi ki,

"yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu."

 Hazret-i Fahr-i âlemin mubârek gözlerinden yaş revân olup, yanında olanlar da ağladılar.

Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki,

"yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim dayanabilir ki, ben söyliyeyim. Mubârek eli ile ardına işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ona da hâtun varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyliyebilirim. Eli ile ardına işâret etdi; geçdi. Ondan sonra hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Hâtun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevâb vermeyip, geriye işâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” geldi.


Mû’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” der ki: 
"Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında [üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri geride kimse de kalmamışdı. Çünki, hâtun onlara da sordu. O yâr-i gârı Mustafâ [ya’nî Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” mubârek sakalını avucuna alıp, gönlü perîşân olarak, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh edip, dedi ki;

-yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmakdan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşâ edersem, ya’nî Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habîbine muhâlefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, miskînenin gönlü tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, 

o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel sür’atle gelip, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mubârek elini açıp, Alîye “radıyallahü anh”, sonra Sahâbe-i güzîne yetişdi ve selâm verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kaldılar.


Zübeyr bin Avvâm hazretleri der ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âdet-i Şerîfleri idi ki, seferden geldikde, mescide varıp, iki rek’at nemâz kılardı. Sefere gitmiyenler gelip, selâm verip, tebrîk ederlerdi. Yine mescide vardı. Otururken kapıda kalabalık oldu.

Nevfel içeri girip, selâm verdi. Resûl-i ekrem hazretleri Nevfeli karşılayıp, selâmını alıp, yerine oturtdukdan sonra, kendileri de oturdu. Buyurdu ki,

"sübhânallah! Bu bir âyetdir ki, Hak teâlâ açıkladı. Acabâ kimin eliyle zâhir oldu;" derken, o ânda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” der ki:

"Gözüm ile gördüm ve kulağım ile işitdim. Başında Cebrâîlin imâmesi (sarığı)vardı. Yâ Muhammed! şükr secdesi eyle ki, ümmetinde Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ aleyhissalâtü vesselâm gibi, ölüyü dirilten kimse yaratdı. Allahü teâlâ sana selâm eder." 

Buyurur ki,

"benim Habîbim, eğer senin mağara arkadaşın Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” sakalı avucunda iken, bir kerre dahâ (Yâ ALLAH) demiş olaydı, izetim-celâlim hakkı için, bütün şehîdleri, diriltirdim. Yâ Muhammed! Ebû Bekr kuluma söyle ki, ben ondan râzıyım. O da benden râzımdır. Onun sözünü doğru çıkarmak için, Nevfeli diriltdim. Zîrâ o câhiliyye döneminde yalan söylememişdir. "


Bunun üzerine, Server-i Âlem, Ebû Bekrin sakalını öpüp, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâmın verdiği müjde haberini söyleyip, buyurdular ki: 

"Yâ Ebâ Bekr! Hakdır ve lâyıkdır ki, Allahü teâlâ sana ikrâm etmişdir. Şükrler olsun o Allahü teâlâ hazretlerine ki, ben dünyâdan ayrılmadan evvel, ümmetimde hazret-i Îsâ aleyhisselâm gibi, Allahü teâlânın izniyle ölüyü dirilten kimse yaratdı." 

Ondan sonra Ebû Bekr hazretleri imâmesini çıkarıp, başını açıp, dedi ki: 

"Yâ Resûlallah! Hazretinden utanırım. Yoksa imâmemi [sarığımı] Cehennem ateşinin üzerine koyardım. Cehennemin ateşini ümmetinin büyük günâh işleyenlerinden men’ ederdim."

 Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömr sürdü. Evvelki oğullarından gayri iki oğlu dahâ oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.


Ba’zı rivâyetde hanımı söylenmeyip, fakîr bir annesi olduğu söylenmişdir. Nevfel, silâhını kuşanıp, atına binip, muhârebeye katılmak üzere geldi. Annesi, ağlıya ağlıya feryâd ederek, Fahr-i kâinâta gelip, dedi ki:

"Yâ Habîballah! Benim gözümün yaşına merhamet eyle. Hayâtımda, görür gözüm ve tutan elim budur. Bundan gayri sığınacağım yokdur. Gâyet garîb ve fakîrim. Benim oğlum gençdir. Harb ahvâlinden haberi yokdur. Naz ile büyümüşdür. Soğuğa ve sıcağa dayanamaz. Ben zelîl kalırım. Kimse benim hâlimi bilmez."

 Hazret-i Resûl-i ekrem o fakîrin göz yaşına acıdı. O civâna dedi ki, 

"oğlum ben sana kefîl olayım ki, gazâ sevâbını kazanasın. şehîdlik mertebesine erişesin. Dertli annenin rızâsını gözet. Bunun yaşlılığı vaktinde, göz yaşını akıtdırma. Bu garîb bize şefâ’ate gelmiş iken, ayrılık ateşiyle yakma."

 İbâdet meydânının pîri, ağlıyarak;

"Yâ Resûlallah! Beni men’ etme. İhtiyârım elde değildir. Hak yoluna gönlüm cân ve baş oynamak [koymak] diler. Nihâyet anneme bir düâ edin ki, düânız sâyesinde, önce ona Allahü teâlâ sabr ihsân etsin."

 Bunun üzerine Resûl-i ekrem Nevfelin vâlidesine dedi ki, 

"gel bu yiğidi hayrlı yolundan men’ etme." 

Çileli annesi, Sultân-ı kâinâtın emrine muhâlefet etmedi. Dedi ki,

"Yâ Resûlallah! Oğlum, yeni resîddir, Sefer ahvâlini bilmez ammâ, sana ısmarladım. Her hâlini gözetesin."

 "Fahr-i âlem hazretleri, Allahü teâlânın izni ile olur, "

buyurdu. 

Bir rivâyetde sâlim ve ganîmetlerle dönünce, annesi Resûl-i ekremin huzûruna varıp, o hidâyet şemsi nûr-i nübüvvet ile etrâfı aydınlatıp, sürûr ile geldiler. Fakîr kadın rikâb-ı hümâyûna yüz sürüp, iştiyakla, oğlunu sordu. O şefkat deryâsı, musîbet [kötü] haberi vermekle gönlü kırılır endîşesi ile çekinip, hüsn-i edeble cevâb verip, dedi ki,
" geride kaldı. Gelenlerden süâl edesin. "

O derd sâhibi [Nevfelin annesi] bekledi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” se’âdetle geldikde, süâl etdi. 
Buyurdular ki,

"Habîbullahdan süâl etmedin mi?" 

Miskîne [fakîr kadın] dedi ki, 

"süâl etdim. Böyle cevâb buyurdular." 

Hazret-i Mürtedâ bildi ki, hazret-i Risâlet penâh, bunun gönlünü kırmamak için, musîbet haberini vermemişler. Sultân-ı kevneyne muhâlif söylemeyip, aynı şeklde cevâb verdiler. Sonra da hazret-i Osmân, hazret-i Ömer, böylece hazret-i Ebû Bekre erişdi “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

Otuzuncu Menâkıb:DÖRT BÜYÜK HALİFE KİTABINDAN
yazan Emine Kaya

5 Mayıs 2016 Perşembe

Al-i İmran, 190-191 Meali Tefsiri



Rabbimiz Kuranı Kerimde mealen şöyle buyurur:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini
izlemesinde derin kavrayış ve akılıselim sahipleri için elbette alınacak dersler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken hep Allah’ı hatırlayıp anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye çok derin düşünürler. Sonra derler ki; Rabbimiz! Sen yerleri ve gökleri boşuna yaratmadın. Seni tüm yakışıksız ve noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizi cehennem azabından koru.”

(Al-i İmran, 190-191)



190- إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ihtilafında, selim akıl sahipleri için ibretler vardır.”

Bütün bunlarda, his ve vehim şaibelerinden uzak parlak akıllara,

-Saniin varlığına ve birliğine,

-İlminin ve kudretinin kemâline apaçık deliller vardır.

Ayette gökler ve yer, ayrıca gece ve gündüz nazara verildi. Bunlarla yapılan istidlal, bunların hepsinin değişken olmasıdır. Bu üçü, değişmenin bütün nevilerini içine alır. Çünkü değişiklik,

1-Ya bir şeyin zâtında,

2-Ya bir cüzünde,

3-Veya pozisyonunda olur.

-Gece-gündüzün değişmesi birinciye,

-Elementlerin sûretlerinin değişmesi ikinciye,

-Feleklerde görülen pozisyonların değişmesi ise üçüncüye bir misaldir.

Hz. Peygamber bu ayetle alakalı şöyle buyurur: “Bu ayeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!”



191- ْ الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَىَ جُنُوبِهِمْ

“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine uzandıklarında Allah’ı anarlar.”

Onlar bütün hâllerde daima zikrederler. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Cennet bahçelerinde dolaşmak isteyen kimse Allahı çokça ansın.”

Ayet, insanların durumuna göre üç farklı durumda namaz kılınabilmesine de işaret eder. Hz. Peygamber (asm) İmran Bin Husayn’a şöyle der: “Namazını ayakta kıl. Şayet ayakta kılamazsan oturarak kıl. Oturarak da kılamazsan uzandığın yerden ima ile kıl.”

İmamı Şafii bu ayete dayanarak uzanarak namaz kılan kimsenin sağ yanına uzanmasının uygun olduğunu söyler.

وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ “Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler.”

Onlar, ibret almak ve istidlalde bulunmak için göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler.

Tefekkür, ibadetlerin en efdalidir.

Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Tefekkür gibi bir ibadet yoktur.”

Çünkü tefekkür kalbe mahsustur ve yaratılışın da bir gereğidir. Hz. Peygamber şöyle bildirir:

“Adamın biri yatağına yatmıştı. Başını kaldırdı, semaya ve yıldızlara bakıp ta “Şehadet ederim ki seni yaratan ve terbiye eden biri var. Allahım, beni bağışla” dedi. Allah da ona merhamet nazarı ile baktı, bağışladı.”

Bu, usulu’d-din (kelâm) ilminin ve bu ilimle meşgul olanların faziletine açık bir delildir.

رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً 

“Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın.”

Ya Rabbena, Sen hiçbir şeyi hikmetsiz, abes ve boşuna yaratmadın, onları büyük hikmetlerle var ettin. Yarattığın şeyler, insanın varlığına bir başlangıç, geçimine bir sebep, Senin marifetine birer delildir. Bunlar, Senin huzurunda ebedi hayatta daimî bir saadet için Sana taate teşvik eder.

سُبْحَانَكَ 

“Seni tenzih ederiz.”

Seni abes yapmaktan, boşuna yaratmaktan tenzih ederiz.

فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ 

“Bizi cehennem azabından koru.”

Onları “aman ya Rabbi, bizi cehennem ateşinden koru” demeye sevkeden durum, göklerin ve yerin yaratılış gayelerini bilmeleridir. Yaratılış gayesine uygun hareket etmemek ise, cehennem ateşini netice vermektedir.
Yazar: Prof.Dr. Şadi Eren'den faydalanılarak hazırlanmıştır devamı gelecek.. 

12 Nisan 2016 Salı

HANIMINI ÜZMÜŞ




Osman HazirDİNİ HİKAYELER ve KISSALAR
- 06:21

HANIMINI ÜZMÜŞ (MUTLAKA OKUYALIM)

Sa’d bin Muaz hazretleri, Peygamber efendimizin çok yakını, çok sevdiği bir zattı.
Müslüman olduğu için ona inanılmaz işkence yapmışlardı. Neticede bu zat vefat etti.

Onun ölüm haberi Peygamberimizi çok üzdü, evine gitti, teçhiz ve tekfinde bulundu.
Sonra kabristana giderken, önce hırkasını, sonra ayakkabılarını çıkardı. Tabutun bir bu tarafına, bir de öbür tarafına koşuyordu. Eshab-ı kiram da şaşkın bir vaziyette bakıyorlardı.

Resulullah kabre indi, kabri düzeltti ve onu yerleştirdi. Her şey bitti, telkin verildi. Bu arada Peygamberimiz çok üzgündü ve rengi, benzi atmıştı. Eshab-ı kiram bu durumu merak edip sordular:
― Ya Resulallah, tabutu taşırken neden hırkanızı ve ayakkabılarınızı çıkardınız?
― Bütün meleklerin giyinişi böyle olduğu için.
― Peki, tabutun bir bu tarafına, bir öbür tarafına koşmanızın sebebi nedir?
― Kardeşim Cebrail elimi tutup bırakmadığı için.
― Kabirden üzüntülü çıkmanızın sebebi neydi?
― Kabir onu sıkmaya başladığı için dayanamadım.
― Neden?
― Hanımını, evdekileri üzmüş, kul hakkı doğmuştu.

Allah’tan korkmalı. Rastgele birinden değil, Cennetlik olan Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve kabilesinin reisi olan Sa’d bin Muaz hazretleri gibi büyük bir zattan bahsediyoruz.
Bizzat Resulullah efendimiz onun cenazesini taşıdı, cenaze namazını kıldı, kabre indirdi, buna rağmen böyle mübarek bir zatı
kabir sıktı.
O halde nasıl olur da, bir Müslüman eşini üzebilir?

Elhamdülillah demek mizanı doldurur..





Ebû Mâlik Hâris ibn Âsım el Eş’arî (Allah Ondan razı olsun)’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurmuşlardır:

“Temizlik yani her türlü günah ve pisliklerden arınmak; imanın yarısıdır. Elhamdülillah demek mizanı doldurur, Sübhanallah ve Elhamdülillah sözleri ise yerler ve gökler arasını doldurur, namaz bir nurdur, sadaka bir bürhan, sabır aydınlıktır. Kur’ân senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir.

Herkes sabahleyin işine gücüne çıkar kendisini satar ya kazanır ya da kaybeder (yani kişi Allaha emirlerini yerine getirmekle nefsini Allaha satarak kazanır, yada kendi nefsinin sefasına uyup Allahın emirlerini çiğneyip kendisni şeytana satarak kaybeder).”

(Müslim, tahâra 1)

11 Nisan 2016 Pazartesi

Birgün, Hz. Osman (r.a) abdest alıyor..




Osman HazirDİNİ HİKAYELER ve KISSALAR
- 08:07

HZ OSMAN (R. A) ANLATOYOR....
Birgün, Hz. Osman (r.a) abdest alıyor.
Abdest bitiyor, kurulanıyor, gülmeye başlıyor.
Yanındakiler, hayırdır İnşallah diyorlar.
Hz. Osman (r.a) onlara soruyor:
Ne için güldüğümü, niye sormuyorsunuz..?
Yanındakiler de soruyorlar:
Efendim affedersiniz, niye gülüyorsunuz..?
Hz. Osman (r.a) anlatıyor:
Birgün, benim şu abdest aldığım yerde, Resulullah (s.a.v) abdest alıyordu, biz de oradaydık.
Resulullah (s.a.v) abdestini aldı, gülmeye başladı.
Neden güldüğümü niye sormuyorsunuz, buyurduğu hatırıma geldi.
Ya Resulallah (s.a.v) niye güldünüz, diye sorduk.
Cevaben buyurdu ki:
Bir müminin abdestte yüzünü yıkarken, bütün (küçük) günahlarının, suyla beraber aktığını görüyorum.
Elini yıkarken, başına mesh ederken, ayaklarını yıkarken, bütün günahlarının döküldüğünü görüyorum.
Ümmetim kurtuluyor diye sevinip, ben gülmeyeyim de kim gülsün..?
Güzelce abdest alan, günahlarından sıyrılmış olur. [Buhari]
Hiçbir günahkar yoktur ki, güzelce abdest alıp 2 rekat namaz kılarak mağfiret dilesin de, affedilmiş olmasın.
[Tirmizi]

Zariyat Suresi, 56 ve İnsan Suresi, 2 biraz tefekkür




Aynur Özkan
MODERATÖRÂYET-İ KERÎME'LER
- 08:32


İlk olarak Aynur Özkan paylaştı:

Mümin, karşılaştığı her olayı Allah'ın özel olarak, imtihan kastıyla karşısına çıkardığını bilmeli, Allah'a tevekkül etmeli ve O'nun rızasına uygun olan en güzel tavrı göstermelidir.

Her şeyi hikmetle yaratan Allah tüm evreni insanın hizmetine vermiştir. Rabbimiz, Güneş Sistemi'nden atmosferdeki oksijen oranına, etinden sütünden faydalandığımız hayvanlardan suya ve daha nicelerine kadar kainattaki tüm varlıkları insanın yaşamına hizmet edecek şekilde yaratmıştır. Bu gerçek ortadayken, insan hayatının bir amacı olmadığını düşünmek, büyük bir cehalet olur. Elbette insanın bir yaratılış amacı vardır ve Allah bu amacı şöyle açıklar:

"İnsanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat Suresi, 56)

İnsanların sadece az bir kısmı bu yaratılış amacını kavrar ve buna uygun olarak yaşar. Allah, dünya üzerindeki yaşamımızı, bu amaca uyup uymadığımızı denemek için yaratmıştır. Allah'a gönülden kulluk edenlerle, O'na isyan edenler bu dünyada Allah'ın imtihanı neticesinde ortaya çıkacaklardır. İnsana verilen tüm imkanlar (bedeni, duyuları, malları.) bu imtihan içindir. Bir ayette Allah şöyle buyurur:

"Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık." (İnsan Suresi, 2)


8 Nisan 2016 Cuma

Bir kimse Cuma günü gusül abdesti alır..




Sessiz YolcuSÜNNET-İ SENİYYE
- 08:13

Ebu Abdullah Selman el-Farisi (Allah Ondan razı olsun)' den rivayetedildiğine göre Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:

“Bir kimse Cuma günü gusül abdesti alır, elinden geldiği kadar temizlenir, yağından yağlanıp veya evinde bulunan güzel kokuyu sürüp camiye çıkar, iki kişinin arasına sokulmaya uğraşmaz, kılabildiği kadar nafile namaz kılar, imam hutbe okurken susup onu dinlerse, Cuma ile öteki Cuma arasındaki günahları bağışlanır."

(Buhari, Cuma 6)

6 Nisan 2016 Çarşamba

A'raf Suresi, 26 - 34. ayetlerin tefsiri, Takva Elbisesi


26- } يَا بَنِي آدَمَ قَدْ أَنزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْءَاتِكُمْ وَرِيشًا “Ey Âdemoğulları, size avret yerlerinizi örtecek bir elbise ve süslenecek bir elbise indirdik.”

Ayette “size elbise indirdik” denilmesi elbisenin semavî tasarruflarla ve oradan inen sebeplerle yaratılmasındandır. Bunun bir benzeri şu ayetlerdir:

“Sizin için davarlardan (erkekli ve dişili olarak) sekiz tane indirdi (yarattı).” (Zümer, 6)

“Ve demiri indirdik.” (Hadid, 25)

İndirmiş olduğumuz bu elbise, şeytanın açılmasını istediği mahrem yerleri örter ve sizi yapraklarla örtünmekten kurtarır.

Sebeb-i Nüzûl

Rivayete göre Arablar (İslam öncesi) Ka’beyi çıplak olarak tavaf ediyor ve “Allaha isyan ettiğimiz elbiselerle tavaf etmeyiz” diyorlardı. Ayet, bu münasebetle nazil oldu. Belki de Hz. Âdemin kıssası buna bir mukaddime olarak zikredildi.

Bununla şu da bildirildi: Şeytandan insana isabet eden ilk kötülük, avret yerini açtırmak oldu. Şeytan, Hz. Âdem ve Hz. Havvayı bu noktadan kandırdığı gibi, diğerlerini de kandırabilir.

وَلِبَاسُ التَّقْوَىَ ذَلِكَ خَيْرٌ “Hayırlı olan, takva elbisesidir.”

Takva elbisesi,

-Allah korkusu,

-İman,

-Güzel vakar,

-Savaş elbisesi gibi manalarla açıklanabilir.

ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللّهِ “İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir.”

“İşte bu”, yani elbise verilmesi Allahın lütfuna ve rahmetine delalet eden ayetlerdendir.

لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ “Ola ki düşünüp öğüt alırlar.”

Olur ki tezekkür edip de bununla Allahın nimetini bilirler, öğüt alırlar da çirkin işlere karşı vera’ sahibi olur, korunurlar.



27- يَا بَنِي آدَمَ لاَ يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ “Ey Âdemoğulları! Sakın sakın şeytan sizi fitneye düşürmesin.”

Yani, sakın sakın şeytan sizi kandırarak cennete girmenize engel olmasın, bu şekilde fitneye düşürmesin.

كَمَا أَخْرَجَ أَبَوَيْكُم مِّنَ الْجَنَّةِ يَنزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْءَاتِهِمَا “Nitekim ana babanızı, mahrem yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkarmıştı.”

إِنَّهُ يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لاَ تَرَوْنَهُمْ “ Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler.”

Ayetin bu kısmı, nehyin illetini gösterir ve şeytanın fitnesinden sakındırmayı te’kid eder.

Şeytanın kabilesi, onun askerleridir.

Biz onları görmezken onların bizi görmeleri, onların görülmelerinin imkânsız oluşunu ve bize temessüllerini imkânsız kılmaz.

إِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاء لِلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ “Biz, şeytanları, iman etmeyenlere dost yaptık.”

Şeytanların iman etmeyenlere dost olmaları,

-Aralarında bulunan tenasüp,

-Şeytanların onlara gönderilmesi,

-Onları kandırmaya imkân verilmesi,

-Fıtraten düşkün oldukları günahlara sevk etmeleri yönlerinden olabilir.

Ayet, kıssanın ana fikri ve hülasasıdır.



28- وَإِذَا فَعَلُواْ فَاحِشَةً قَالُواْ وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءنَا وَاللّهُ أَمَرَنَا بِهَا “Onlar çirkin bir iş yaptıkları zaman: “Atalarımızı bu yolda bulduk ve bunu bize Allah emretti” derler.”

“Çirkin bir iş”ten murat, puta tapmak ve tavafta avret yerini açmak gibi işlerdir.

Bunlar, iki şeyi nazara vererek kendilerine delil getirdiler:

1-Atalarını taklit,

2-Allah’a iftira.

Fasit oluşu gayet açık olduğundan Cenab-ı Hak birinciden i’raz ile şöyle diyerek ikinciyi reddetti:

قُلْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء “De ki: Allah çirkin şeyler yapmayı emretmez.”

Çünkü Allahın âdeti, güzel işleri emretmek ve yüce hasletlere teşvikte bulunmak üzere cereyan etmektedir.

Ayette, kendisine zem terettüp eden fiilin çirkin oluşuna aklın hemen intikal ettiğine bir delalet yoktur. Çünkü ayette geçen “fahişe”, yani çirkin fiilden murat, selim tabiatın kendisinden nefret ettiği ve istikametli aklın noksan gördüğü şeydir.

Denildi ki: Ayetin iki cümlesi birbirine terettüp eden iki sualin cevabıdır.

Sanki onlara yaptıkları çirkin fiillerle alakalı şöyle denilmiştir: “Niye böyle yapıyorsunuz?”

Onlar da şöyle cevap vermişlerdir: “Atalarımızı böyle yapıyor bulduk.”

Bunun üzerine kendilerine şöyle denilmiştir: “Atalarınız bunu nereden aldı?”

Onlar da demişlerdir ki: “Allah böyle emretti!”

Her iki veche göre de, -mutlak olarak değilse bile-, hilafına delil olan meselelerde taklit yapılması uygun bir şey değildir.[1]

أَتَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz şeylerimi söylüyorsunuz?”

Ayet, Allaha iftiradan nehyi tazammun eden bir inkârdır.[2]



29- قُلْ أَمَرَ رَبِّي بِالْقِسْطِ “De ki: “Rabbim adaleti emretti.”

Ayette geçen “kıst”, adalettir. Adalet ise, ifrat ve tefrit taraflarının ortasıdır.

وَأَقِيمُواْ وُجُوهَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ “Her mescidde yüzünüzü O’na doğrultun.”

Yani, “başkasına yönelmeden istikametli bir şekilde Allaha ibadete yönelin.”

Veya “yüzlerinizi kıbleye doğrultun.”

Her secde vaktinde veya kendisinde secde bulunan her namazda yüzlerinizi O’na çevirin.

Veya kendi namaz kıldığınız mescitlere tehir etmeden, namaz vakti geldiğinde hangi mescit olursa olsun hemen namazınızı kılın.

وَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ “Ve dini yalnız kendisine has kılarak O’na yalvarın.”

O’na ibadet edin, itaatinizi ihlâsla yapın. Çünkü dönüşünüz O’nadır.

كَمَا بَدَأَكُمْ تَعُودُونَ “Başlangıçta sizi O yarattığı gibi, O’na döneceksiniz.”

Sizleri ilk O yarattığı gibi, dönüşünüz de O’nadır. O, amellerinize göre size karşılık verir. Öyleyse ibadeti sırf Allah için yapın.

Ayette Cenab-ı Hakkın insanları yeniden diriltmesi ilk yaratmasına benzetildi. Bunda, yeniden dirilmenin mümkün olduğunu anlatmak ve ilâhî kudrete bunun ağır gelmeyeceğini bildirmek vardır.

Şöyle de mana verildi: O, sizi bidayeten topraktan yarattı. Sizler ölünce yine toprağa döneceksiniz.



30- فَرِيقًا هَدَى “O bir topluluğu doğru yola iletti.”

Allah bir kısmını imana muvaffak kılarak hidayet etti.

وَفَرِيقًا حَقَّ عَلَيْهِمُ الضَّلاَلَةُ “Bir topluluğa da dalalet hak oldu.”

Bir kısmına ise önceden sebkat eden bir takdir gereği, dalalet hak oldu.

إِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ اللّهِ “Çünkü onlar, şeytanları Allah’tan başka dostlar edindiler.”

Ayet, onların hidayetten mahrum bırakılmalarının illetini beyan eder veya yoldan çıkmalarının tahkikini yapar.

وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ “Ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.”

Ayet, hatalı kâfirle inatçı olan kâfirin aynı derecede zemme (kınanmaya) layık olduklarına delalet eder.[3]



31- يَا بَنِي آدَمَ خُذُواْ زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ “Ey Âdemoğulları! Her mescidde güzel elbisenizi alın.”

Yani, tavaf veya namaz için her mescidde avretinizi örtecek elbisenizi alınız.

Kişinin namaz için en güzel elbisesini giymesi, sünnettendir.

Ayette, namazda setr-i avretin vacip olduğuna bir delil vardır.

وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ “Yiyin ve için.”

Hoşunuza giden helal şeylerden yiyin için.

Sebeb-i Nüzûl

Rivayete göre Beni Amir hacc günlerinde kût dışında yemek yemezlerdi, ayrıca et de yemezlerdi ve bununla hacc’larını tazim ederlerdi. Müslümanlar da onlar gibi yapmak isteyince ayet nazil oldu.

وَلاَ تُسْرِفُواْ “Fakat israf etmeyin.”

-Helali haram kılmakla,

-Harama yönelmekle,

-Aşırı yiyerek ve buna düşkünlük göstererek israf etmeyin.

İbnu Abbas’tan şöyle nakledilir:

“İsraf ve kendini beğenmek hasleti seni hataya sevketmedikçe, dilediğini ye ve dilediğini giy!”

Ali bin Hüseyin şöyle der: Allah tıbbı bir ayetin yarısında cem etti ve şöyle buyurdu: “Yiyin ve için, fakat israf etmeyin!”

إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “Çünkü Allah israf edenleri sevmez.”

Allah müsriflerin fiiline rıza göstermez.



32- قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ “De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılar?”

Zînetten murat, elbise ve kendisiyle güzelleşilen diğer zînetlerdir.

Allahın insanlar için çıkardığı bu zînetler,

-Bitkilerden elde edilen pamuk ve keten,

-Hayvanlardan elde edilen ipek ve yün

-Ve madenlerden elde edilen zırh gibi şeylerdir.

Rızktan tayyip olanlar, yiyecek ve içeceklerden leziz şeylerdir. Bunda yiyecek, içecek ve süs eşyalarında asıl hükmün mubahlık olduğuna bir delil vardır. Çünkü ayetteki istifham inkâr içindir.[4]

قُلْ هِي لِلَّذِينَ آمَنُواْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا “De ki: “Bunlar, bu dünya hayatında iman edenler içindir.”

Bu nimetler asıl olarak şu dünya hayatında ehl-i iman içindir. Her ne kadar bu nimetlerde kâfirler müşterek olsalar da, onlara bakan yönü tebeidir.

خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur.”

Kıyamette ise, bunlar sadece ehl-i imanın olacak, başkaları onlara ortak olamayacaktır.

كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ “İşte biz, bilen bir topluluğa âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz.”

Bu hükmü tafsil ettiğimiz gibi, diğer hükümleri de bilen kimselere ayrıntılarıyla anlatıyoruz.



33- قُلْ إِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ “De ki: “Rabbimin haram kıldıkları ancak şunlardır:”

الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ “Açık ve gizli fuhşiyatı.”

Fuhşiyat, son derece çirkin olan işler demektir. Zinaya taalluk eden günahlar olduğu da söylenmiştir.

وَالإِثْمَ “Günahı”

Ayette tahsisten sonra tamim vardır. Yani önce çirkin olanlar nazara verilmiş, ardından ise bütün günahlar yasaklanmıştır.

وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ “Haksız yere bir şeyler elde etmeyi”

Ayetin metninde geçen bağy, zulüm veya kibir demektir. Müstakil olarak ayette yasaklanması, bunun ne kadar büyük olduğuna dikkat çekmek içindir.

“Haksız yere” ifadesi, öncesindeki bağy ile alakalı olup, mana olarak onu te’kid eder.

وَأَن تُشْرِكُواْ بِاللّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا “Haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmanızı.”

Ayet, müşriklerle bir tehekküm, yani ince bir alaydır.

Ayrıca kendisine delalet eden bir delil olmayan şeye uymanın haram olduğuna bir tenbihtir.

وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi.”

Dolayısıyla,

-Allah’ın sıfatlarını inkâr etmek,

-Günahları işleyip “Allah bize böyle emretti” şeklinde iftira etmek gibi, hakkında bilginiz olmayan şeyleri Allah’a nisbet etmeyiniz.



34- وَلِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ “Her ümmet için bir ecel vardır.”

Ecel, müddet veya onların başına gelecek azabın vaktidir. Mekke ehline bir vaîddir.

فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ “Onların eceli geldiğinde, ne bir an erteleyebilirler, ne de öne alabilirler.”

Şöyle de mana verilebilir: Dehşetin şiddetinden dolayı, geri bırakılmasını ve öne alınmasını istemezler.



[1] Yani, “taklit bütün durumlarda haramdır” denilemez. Peygamberi taklit ve sahasında uzman olan kimselerin sözünü tahkik etmeden kabul etmek gibi istisnaî durumlar dışında, dinî meselelerde esas olan taklit değil, tahkiktir.

[2] Yani, “böyle demeyiniz, bilmediğiniz şeyleri iftira yoluyla Allaha nisbet etmeyiniz!”

[3] Çünkü ayette nazara verilen kâfirler, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanan kimselerdir. Demek zanna dayalı bir kabul, doğru yolda olmaya yetmemektedir.

[4] Yani “kim haram kılar?” denilmesi “kimse haram kılamaz” anlamını ifade eder.

5 Nisan 2016 Salı

İslâm Güzel Ahlâktır




İslâm Güzel Ahlâktır
Güzel ahlâkın dinimizdeki öneminden söz edeceğiz. Ahlâk kelimesi Arapça bir kelime olmakla beraber, ifade ettiği mana bizim için açıktır ve insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına sebep olan huy ve davranışlarının bütünüdür.

Ahlâkın dinde önemli bir yeri vardır. Peygamberimiz Kur'an-ı Kerim'de güzel ahlâkı ile övülmüştür.

''(Ey Muhammed) şüphesiz sen yüksek bir ahlâk üzeresin."(Kalem Suresi 68/4) buyurulmuştur. Peygamberimiz de; "Ben ancak yüksek ahlâkı tamamlamak için gönderildim." demiştir. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381)

Ahlâkın dindeki bu önemli yeri sebebiyledir ki Peygamberimiz insanları, Allah'ı tanımaya ve yalnız O'na ibadet etmeye çağırırken ahlâkî esaslara uymayı da öğütlüyordu. Nitekim Peygamberimiz Kabe'yi ziyaret için gelen Yesrip (Medine)lileri Akabe denilen yerde karşılayıp onlara İslamiyeti telkin ettiği zaman şöyle demişti:

''Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, kendiliğinizden uyduracağınız hiçbir yalanla kimseye bühtan etmemek, iyi işi işlemekte karşı gelmemek üzere bana biat ediniz (yani bana söz veriniz). İçinizde sözünde duran olursa onun ecir ve mükafatı Allah'ın üzerinedir. Bu dediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dünyada cezaya uğrarsa bu ceza ona keffarettir. Bunlardan birini yapıp da yaptığı işi Allah Teala örterse işi Allah'a kalır; isterse onu affeder, dilerse ona azap eder."(3)

Kur'an-ı Kerim'de kadınların biati ile ilgili olarak da şöyle buyuruluyor; ''Ey Peygamber, inanmış kadınlar sana gelip, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakIarı arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, iyi bir işde sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir."(el-Mümtehine Suresi60/12)

Görülüyor ki gerek Kur'an-ı Kerim ve gerekse Peygamberimiz, kendisine uymak isteyenlere uyacakları şartları bildirirken bu şartlar arasında ahlak ile ilgili hususlar ağırlığı teşkil etmektedir.

Habeşistan'a ilk hicret eden müslümanları Habeş kralı huzuruna çağırıp doğup büyüdükleri ülkeyi niçin terkedip hicret ettiklerini sorduğu zaman muhacirler adına Hz. Ali'nin kardeşi Hz. Cafer şöyle demişti:

"Ey hükümdar, biz cehalet içinde yaşayan bir millet idik; putlara tapıyor, laşe yiyorduk, fuhuş yapıyorduk. Akraba ile münasebeti kesiyor, komşuluk haklarına riayet etmiyorduk. Kuvvetli olanımız zayıfı eziyordu. Biz toplum olarak bu durumda iken Allah Teala bize acıdı lütfederek içimizden birini Peygamber gönderdi. Soyu, iffet ve şerefi hepimizce bilinen birisi. 0, bizi Allah'a ibadete çağırıyor, atalarımızın tapınageldikleri ağaç ve taş parçalarını terketmemizi söylüyordu. Bize, doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, kan dökmekten sakınmayı; fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten, dil uzatmaktan uzak durmayı bildiriyordu. Allah'a ibadet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor; namaza, sadaka ve iyiliğe, oruca davet ediyordu. Biz de ona inandık, getirdiği dine uyduk. Allah tarafından getirdiklerini tasdik ettik. Onun haram dediğini haram bildik, helal dediğini helal tanıdık. Bundan dolayı içinde yaşadığımız toplum bize düşman kesildi. Bu sebeple hicret ederek ülkenize geldik."(6)

İşte İslâm, getirdiği ahlâk esasları ile ve ahlaka verdiği önemle o günkü toplumu böyle düzeltmişti.

Peygamberimiz ahlâkı güzel olan müslüman olmayanlara bile ilgi duyardı. Tay Kabilesi Hz. Ali tarafından esir alınmış ve esirler Medine'ye getirilmişti. Bu kabilenin cömertliği ile meşhur şairi Hatim et-Taî'nin kızı Seffâne de esirler arasında bulunuyordu. Bu kadın Peygamberimizin huzuruna çıkarak:

"Ey Muhammet, ben, kavminin efendisi olan Hatim et-Taî'nin kızıyım. Babam, iyi ahlak sahibi idi. Çoluk çocuğunu korur, köleleri ve esirleri azad eder, acı doyurur, çıplağı giydirir, konuğu ağırlar, yemek yedirir, karşılaştığı kimselere selam verir, hiçbir ihtiyaç sahibini geri çevirmezdi. İşte ben böyle bir adamın kızıyım. Babamın hatırı için beni serbest bırak" dedi. Peygamberimiz;

"Ne diyorsun, bu saydıkların mü'minlerin nitelikleridir, buyurduktan sonra. "Bu kadını serbest bırakın. Çünkü bunun babası güzel ahlâkı seviyordu, Allah Teala da güzel ahlâkı sever" buyurdu. Orada bulunan Ebû Burde b.Yenar ayağa kalkarak:

"Ey Allah'ın Resûlü, Allah Teala güzel ahlâkı seviyor mu? dedi. Peygamberimiz: Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, bir kimse Cennete ancak güzel ahlakı sebebiyle girer" buyurdu.(Tirmizî, Birr, 62)

Gerçekten Peygamberimiz güzel ahlâka büyük önem verirdi. O şöyle buyuruyor:

"Benim katımda en sevimliniz ve kıyamet gününde meclisime en yakınınız ahlâkı en güzel olanınızdır. Sizden en sevmediğim ve kıyamet gününde meclisimden en uzakta kalacak olanlar; kibirli kibirli ağız eğerek gösteriş için lugat parçalayan ve çok konuşan kimselerdir."(8)

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:

Peygamberimize, insanların, cennete girmelerine en çok vesile olan şeylerden, sorulunca Peygamberimiz: "Allah'tan korkmak ve güzel ahlaktır." buyurmuştur.

İnsanların cehenneme girmelerine en çok sebep olan şeyler nelerdir? Diye sorulunca, Peygamberimiz; "ağız ve üreme organıdır" buyurmuştur. (9)

Ahlâk İle İman Arasındaki Münasebet

İman ve ibadet esasları ile ahlakî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sahaları ayrı gibi görünürse de birbirleriyle kaynaşmış durumdadırlar.

İmanın olgunluğu ahlakın güzelliği ile ilgilidir. Hz. Aişe Validemiz anlatıyor: Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "İman yönünden müminlerin en olgunu ahlâkı en güzel olanlarıdır. En hayırlınız da kadınları için hayırlı olanınızdır.(10) Ahlâkın iman ile olan münasebetini şu hadisi şerifler çok güzel açıklıyor: Peygamberimiz buyuruyor: "Hiç biriniz, kendisi için arzu ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz."(11) Buradaki "İman" dan maksat olgun imandır. Yani bir kimsenin olgun manada iman etmiş olması için kendisine reva gördüğü iyilik ve üstünlükleri din kardeşi için de istemesi; kendisine yapılmasından hoşlanmadığı işleri din kardeşine yapmaması gerekir. Ebû Umame'nin anlattığına göre; yeni müslüman olmuş bir genç Peygamberimize gelerek:

"Ey Allah'ın Peygamberi, zina etmeme izin ver, onu yapmadan duramıyorum, gibi çirkin bir teklifde bulundu. Orada bulunanlar gence döndü ve: "Sus sus, dediler: Peygamberimiz gence dönerek: "Yaklaş", buyurdu. Genç Peygamberimizin yanına yaklaştı. Peygamberimiz. "Otur" buyurdu. Genç de oturdu. Peygamberimiz ile genç arasında şu konuşma geçti. Peygamberimiz:

"Birisi bu işi annenle yaparsa bundan hoşlanır mısın?" Buyurdu. Genç: Hayır, vallahi hoşlanmam, dedi. Peygamberimiz:

"İnsanlar da senin gibi anneleri ile birisinin bu işi yapmasından hoşlanmazlar. Kızınla birisi bu işi yaparsa razı olur musun?

Hayır, vallahi razı olmam.

"İnsanlar da senin gibi kızlarının bir başkası ile bu işi yapmalarına razı olmazlar. Kız kardeşin bir başkası ile bu işi yaparsa razı olur musun?

Hayır, vallahi razı olmam.

"İnsanlar da kız kardeşlerinin bu işi yapmalarına razı olmazlar.

"Halan bu işi yaparsa hoş karşılar mısın?

Hayır, vallahi hoş karşılamam.

"İnsanlar da bunu, halaları için hoş karşılamazlar.

"Teyzen bu işi yaparsa hoş karşılar mısın?

Hayır, vallahi hoş karşılamam, dedi.

Peygamberimiz: "(Kendin ve yakınların için razı olmadığın bir şeye başkaları için nasıl razı olacaksın, buyurdu ve) elini gencin omuzuna koydu ve ona şöyle dua etti: "Allah'ım, bunun günahını bağışla, kalbini bu gibi duygu ve düşüncelerden temizle ve iffetini koru" diye dua etti.

Olayı rivayet eden zat diyor ki, genç bundan sonra bu gibi hiçbir şeye iltifat etmedi.(l2)

Peygamberimiz, gencin bu çirkin teklifi karşısında onu azarlayıp kovmamış, onu yanına oturtarak yapmak için izin istediği şeyin çirkin olduğu hakkında onu ikna etmiş, sonra da ona dua ederek göndermiştir. Genç, ikna olduğu ve Peygamberimizin duasına mazhar olduğu için başkasının iffetine göz dikmemiş ve bu arzu gönlünden silinip gitmiştir.

Elbise ticaretiyle meşgul olan ve Hicrî 130 tarihinde vefat eden Muhammet b. Mükendir'in 5-10 dirhem değerinde iki çeşit elbisesi vardı" Kendisinin bulunmadığı bir sırada hizmetçisi 5 dirhemlik elbiseyi on dirheme sattı." Muhammet b. Mükendir bunu duyunca elbiseyi alan bedeviyi bütün gün arayarak buldu.

Bedeviye: "Yanlışlık oldu, hizmetçim bilmeyerek 5 dirhemlik kumaşı sana 10 dirheme verdi, dedi. Bedevi: "Ben razıyım, seni ne ilgilendirir, dedi. Muhammet b. Mükendir: "Sen razısın ama ben razı değilim. Bana yapılmasına razı olmadığım bir şeyin sana yapılmasına rıza gösteremem. Sen üç şıktan birini seçmekte serbestsin. İstersen kumaşı geri verir on dirhemini alırsın, istersen bunun yerine on dirhemlik kumaştan birini alırsın, istersen aldığın kumaş sende kalır, fazla verdiğin beş dirhemi geri alırsın, dedi. Bedevi alışkın olmadığı bu dürüstlük karşısında şaşırdı ve: "Kumaş bende kalsın, beş dirhemi geri ver, dedi. Muhammet b. Mükendir de beş dirhemi kendisine iade etti. Bedevi parayı alınca hoşuna gitti ve: "Bu zat kimdi? Diye sordu Bedevi'ye: "Bu zat Muhammet b. Mükendir, dediler. Bedevî bu ismi duyunca: "Lâilahe İllâllah, biz çölde bu adamın yüzü suyu hürmetine Allah'tan rahmet dileriz, dedi.(13) İşte müslüman kendisine yapılmasını uygun görmediği bir muameleyi din kardeşine yapmayacaktır.

Ebû Şurayh (r.a.) anlatıyor: "Peygamberimiz bir defa arka arkaya üç defa yemin ederek; ''Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz" buyurdu. Orada bulunanlar tarafından; "Ey Allah'ın Peygamberi, bu iman etmiş olmayan kimdir? diye soruldu. Peygamberimiz: "Kim olacak; şu komşusu haksızlığından, kötülüğünden güven içinde olmayan kimse," diye cevap verdi.(14) İman ile ahlâk arasındaki münasebet, bu hadisi şeriflerde gayet açık ve anlaşılır bir şekilde ifade edilmektedir. Güzel ahlâk, tam ve olgun imanın belirtisidir.

Ahlâk İle İbadet Arasındaki Münasebet

İbadetlerin gayesi, insanı ahlâki olgunluğa eriştirmektir. Nitekim namaz ibadetinden söz edilirken: "Namazı kıl, muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar."(15) buyurulmuştur. İslâmın beş temel ibadetinden biri olan zekat hakkında da: "Onların mallarından sadaka (zekat) al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin."(16) buyurulmuş, zekatın insanı günahlardan temizleyeceği ve gönüllerindeki hasisliği de gidereceği bildirilmiştir.

Peygamberimiz de oruç ibadeti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Kim ki, yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı bırakmazsa, Allah Teala o kimsenin yemesini içmesini bırakmasına (yani oruç tutmasına) değer vermez."(17) Bir başka hadisi şerif de şöyledir: "Mümin güzel ahlakı ile nafile oruç tutup nafile ibadet edenin derecesine erişir."(18) Ahiret günü kulun amelleri değerlendirilirken ahlakın başta yer alacağı Peygamberimiz tarafından ifade edilmiş ve: "Kıyamet günü mizanda, güzel ahlaktan daha ağır gelecek hiçbir (nafile) ibadet yoktur"(l9) buyurmuştur.

Enes (r.a.) anlatıyor: Peygamberimiz Ebû Zer ile karşılaştı ve: "Ebû Zer, diğerlerine göre yükte hafif fakat mizanda ağır gelen iki özelliği sana bildireyim mi? buyurdu. Ebû Zer'in: Evet, bildir ey Allah'ın Resûlü, demesi üzerine Peygamberimiz: "Güzel huylu olmaya çalış ve daima sükutu tercih et. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, yaratıklar, bunlar gibi değerli bir amel yapmamışlardır" buyurdu. (20)

Yine Peygamberimiz buyuruyor: "Dört şey sende olduktan sonra dünyadaki kaybından sana bir zarar gelmez. Emaneti korumak, doğru söylemek, güzel ahlak ve helal Iokma."(21) İslâm ahlâkının temelini, söz, iş ve davranışla başkalarına zarar vermemek, başkalarını incitmemek ve üzmemek teşkil eder. Çünkü Peygamberimiz müslümanı tarif ederken "Müslüman, dilinden, elinden Müslümanların selamette kaldığı (zarar görmediği) kimsedir" buyurmuştur.(22)

Ebû Hureyre (r.a.) diyor ki, bir adam Peygamberimize: "Ey Allah'ın Rasûlü, falan kadın çok (nafile) namaz kılar, oruç tutar ve çok sadaka verir. Yalnız dili ile komşularını incitir, dedi (ve Peygamberimizin bu kadınla ilgili değerlendirmesini sordu) Peygamberimiz: "0, Cehennemdedir," buyurdu. Adam: "Ey Allah'ın Resûlü, falan kadın da az (nafile) namaz ve orucu ile anılır ve kendi yaptığı keş'den bir miktar da sadaka verir. Ancak (iyi ahlâkı sebebiyle) komşularına eziyet etmez, dedi (ve bu kadın hakkındaki görüşünü sordu.) Peygamberimiz: "İşte o kadın Cennettedir" buyurdu.(23)

Değerli mü'minler, ahlâktan söz edilirken Peygamberimizin Kur'an-ı Kerim'de övülmüş yüksek ahlakından söz etmeden geçmek mümkün müdür? 0, ahlakını Kur'an'dan almış, bütün iyilik ve güzellikleri kendisinde toplamıştı. Hz. Aişe validemiz, Peygamberimizin ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda; "Onun ahlâkı Kur'an idi" demiştir.(24) Peygamberimizin ahlâkını bir konuşmada anlatmak mümkün değildir. Ancak Onun ahlâkı hakkında genel bir bilgi edinmek için onun iki eşi Hz. Hatice ile Hz. Aişe'nin ve onun tarafından yetiştirilen Hz. Ali'nin bu konudaki sözlerini nakletmek yararlı olacaktır.

Peygamberimiz, ilk eşi Hz. Hatice ile Peygamber olmadan çok önce yirmibeş yaşında iken evlenmişti. Peygamberimize ilk vahiy geldiği zaman çok korkmuştu. Hz. Hatice kendisini teselli ederek ona şöyle demişti. Allah Teala hiçbir vakit seni utandırmayacaktır. Çünkü sen akrabalarınla iyi münasebette bulunursun, borçluların borcunu ödersin, yoksullara yardım edersin, misafirleri ağırlarsın, doğruları desteklersin, muhtaçların yardımına koşar, yüklerini hafifletmeye çalışırsın. Böyle kulunu Allah utandırmaz."(25) Hz. Aişe ise Peygamberimizle ilgili şu sözleri söylemiştir. ''Peygamberimiz kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla karşılık vermez, onları bağışlardı. İki işde serbest bırakıldığı zaman günah olmadıkça onların kolayını seçerdi. O şey günah olursa ondan insanların en uzak kalanı o idi. Şahsına yapılan fenalığın intikamını almazdı, ancak suç işleyene hakettiği cezayı verirdi." (26) Bir gün Hz. Hüseyin babası Hz. Ali'den Peygamberimizin ahlâkını anlatmasını istemişti. Hz. Ali oğluna Peygamberimizin ahlâkını şöyle anlattı: "Peygamberimiz güler yüzlü, güzel huylu, nazik kalbli idi. Hiçbir vakit sert veya dar kafalı değildi. Ağzından hiçbir müstehcen kelime çıkmazdı. Başkalarının tavır ve hareketlerini eleştirmez veya kötülemezdi. Sevmediği bir hareket karşısında bir şey söylemez ve onunla ilgilenmezdi. Şayet böyle bir harekette bulunan kimse kendi hareketinin uygun bulunmasını isteyecek olursa o kimseyi azarlamadan, kalbini kırmadan bundan vazgeçer, yahut susarak bundan hoşlanmadığını o kimseye üstü kapalı anlatmak isterdi." Peygamberimiz kendisi için üç şeyden sakınırdı:

1) Tartışma ve çekişme 2) Lüzumundan fazla söz söylemek. 3) Kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmak.

Başkaları için de üç şeyden uzak dururdu. 1 Kimseyi eleştirmez. 2- Kimseye hakarette bulunmaz. 3- Başkalarının sırlarına, gizli hallerine muttali olmak istemezdi.

Peygamberimiz söylediği zaman bütün ashap susar, başlarını eğerek onu dinlerlerdi. Herkes bir şeye güldü mü o sadece gülümserdi. Şayet bir yabancı saygısızlık yaparak Peygamberimize kabaca bir söz söyleyecek olursa Peygamberimiz onu sabır ve sükünetle dinlerdi. Peygamberimiz kendisinin övülmesini dinlemeyi sevmezdi. Biri, gördüğü iyilikten dolayı ona teşekkür edecek olursa, onun teşekkürünü kabul ederdi. Peygamberimiz kimsenin sözünü kesmezdi.

Peygamberimiz, son derece cömert; özü, sözü doğru, temiz, nazik kalbli, hoş sohbet birisi idi. Onunla arkadaşlık edenler, Ona hayran olurlardı."(27)

İşte her konuda olduğu gibi ahlak konusunda da örnek alacağımız, Peygamberimizdir. Zaten Kur'an-ı Kerim Onu örnek almamızı emretmektedir.


Muaz b. Cebel'in şu sözü ile konuşmamızı tamamlıyorum. Muaz şöyle demiştir: "Yemen'e vali olarak giderken ayağımı özengiye koyduğum sırada Peygamberimizin bana son öğüdü: "Muaz b. Cebel! İnsanlara karşı ahlâkını güzelleştir." olmuştur.(28)

4 Nisan 2016 Pazartesi

Bir gün ölüm adamın karşısına çıktı..








Vaktiniz varsa okuyun canlar..

"Bir gün ölüm adamın karşısına çıktı ve dedi:
- Bugün, senin son günün.
Adam dedi:
- Ama ben hazır değilim.
Ölüm dedi:
- Bugünkü listemde, senin ismin ilk sıradadır.
Adam dedi:
- Peki o zaman… gitmeden önce,gel oturalım beraber bir kahve içelim.
Ölüm dedi:
- Tabi ki.
Adam, ölüme kahve ikram etti. Ve onun kahvesine bir kaç uyku hapı attı...
Ölüm kahveyi içti ve derin bir uykuya daldı...
Adam, ölümün listesini aldı ve ismini ilk sıradan silip listenin sonuna koydu.
Ölüm uyandıktan sonra şöyle dedi:
- Sen, bugün bana çok şefkatli davrandın. Şefkatinin karşılığında işime listenin sonundan başlayacağım."
Bazen bazı şeyler kaderinde yazılıdır. Onları değiştirmek için ne kadar çabalarsan çabala, onlar hiç bir zaman değişmezler...
Karga ve papağanın her ikisi de çirkin yaratılmıştır. Papağan itiraz eder ve güzelleşir. Ama karga Yaradan'ın rızasından memnun kalır.Bugün papağan kafeste, karga ise özgür...
Her hadisenin arkasında öyle bir hikmet vardır ki belki sen hiç bir zaman anlayamazsın.
O halde…
Hiç bir zaman Yaradan'a deme "Neden!!!?"

..9 şey günlük hayatında sana fayda verir:

1/ تريد السعاده = صل الصلاة في وقتها.
1/Mutluluk istiyorsan: Namazı vaktinde kıl.

2/ تريد نور الوجه = بقيام الليل.
2/ Yüzünde nur istiyorsan:
Teheccüde kalk.

3/ تريد الطمئنينة = عليك بترتيل القرآن.
3/Huzur istiyorsan:
Kur'anı ağır ağır oku.

4/ تريد الصحه = عليك بالصيام.
4/Sıhhat istiyorsan:
Oruç tut.

5/ تريد الفرج = لازم الإستغفار.
5/Mutluluk istiyorsan:
İstiğfar devam et.

6/ تريد زوال الهم = لازم
الدعاء.
6/Üzüntüsüz olmak istiyorsan:
Dua'ya devam et.

7/ تريد زوال الشده = قل لاحول ولا قوة إلا بالله
7/Şiddetin yok olmasını istiyorsan:
La havle ve lâ guvvete illa billahi de.

8/ تريد البركه = صل على النبي واله الطيبين الطاهرين.
8/Bereket istiyorsan:
Peygamber sav ve O'nun temiz pak ehline salavat getir.

9/ تريد حسنات بدون تعب =
لاتحتفظ بها أرسلها لينتفع بها كل الاحبه
سبحان الله
من كان مع ﺂلله كان ﺂلله معه
ومن كان يحب ﺂلله كان ﺂلـله يحبه
9/Yorulmadan iyilik yapmak istiyorsan:
Bu mesajı saklama sevdiklerin istifade etsin.

Kim Allah cc ile olursa Allah cc O'nunla beraberdir.

Kim Allah'ı cc severse Allah cc O'nu sever.

هل تعلِم :
عند قرآءة آية الكرسي بعد كل صلآة
يbbصبح بينك وبين الجنه الموت فقط
تذكير :لا تكتم علماً خيراً تجزى به

Bilirmisin:
Ayetelkürsiyi namazdan sonra okursan seninle Cennet arasında sadece ölüm vardır.

Not:Hayırla ödüllendirileceğin hiç bir ilmi gizleme.

ً🌏اجعلوها تلف العالم🌏
🍀Bu bilgi dünyayı dolaşsın

16 Mart 2016 Çarşamba

A'RAF SURESİ'NİN 11-25 AYETLERİN TEFSİRİ VE DETAYLARI



11- وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ “Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik.”

Atanız Âdemi çamurdan şekil verilmemiş olarak yarattık, sonra da ona şekil verdik.

Ayette Hz. Âdemin yaratılışı ve kendisine sûret verilişi, bütün insanların yaratılışı ve şekil verilişi yerine konuldu.

Veya mana şöyle de olabilir: Sizi yaratmaya ve tasvire şöyle başladık: Âdemi yarattık ve O’na şekil verdik.

ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلآئِكَةِ اسْجُدُواْ لآدَمَ “Sonra da meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dedik.”

فَسَجَدُواْ إِلاَّ إِبْلِيسَ “Bunun üzerine, İblisten başka hepsi secde etti.”

لَمْ يَكُن مِّنَ السَّاجِدِينَ “O, secde edenlerden olmadı.”



12- قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ “Allah dedi: Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan nedir?”

Ayette “emrettiğimde…” ifadesi mutlak emrin vücup için olduğuna ve hemen yerine getirilmesine bir delildir.

قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ “İblis dedi: Ben, ondan hayırlıyım.”

Yani, “Secde etmeme mâni olan şey, benim ondan daha hayırlı olmamdır. Üstün olanın aşağı seviyede olana secde etmesi güzel olmaz. Böyle iken bunun bana emredilmesi nasıl uygun olur?”

İblis, böyle diyerek tekebbürü ilk başlatan ve güzellik ve çirkinliğin aklen olduğunu söyleyen ilk kişi oldu.
خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”

İblis, böyle diyerek kendi üstünlüğüne delil getirdi. Ama bütün üstünlüğün unsur itibarıyla olduğunu zannederek aldandı ve failin itibar etmesiyle olan üstünlükten gafil kaldı. Allahu Teâlâ buna şöyle işaret eder:

“Allah dedi: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni ne alıkoydu?” (Sad, 75)

Ayette Allahu Teâlânın “iki elimle” demesi, “vasıtasız yarattım” manasındadır.

Keza, iblis şu ayette nazara verildiği üzere, sûret itibarıyla olandan gafil kaldı: “Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen onun için secdeye kapanın.” (Hicr, 29)

Ayrıca işin esası olan gaye itibarıyla da yanıldı. Bundan dolayı, Allah onlara Âdemin kendilerinden daha bilgili olduğunu ve O’nda kendilerinde olmayan özellikler olduğunu beyan ettikten sonra, secde etmelerini emretti.

Ayet, kevn ü fesada ve şeytanların mevcut cisimler olduğuna bir delildir. İnsanın yaratılışının çamura, şeytanın ise ateşe nispet edilmesi, her ikisinde daha çok bulunan ecza itibariyle olması muhtemeldir.



13- قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا “Allah: ‘İn oradan’ dedi.”

“İn oradan” ifadesi, semadan veya cennetten inişe işaret edebilir.

فَمَا يَكُونُ لَكَ أَن تَتَكَبَّرَ فِيهَا “Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir.”

Orada tekebbür ve isyan etmek uygun değildir. Çünkü orası huşu ve itaat halinde olanların yeridir.

Ayette, tekebbürün cennet ehline layık olmadığına ve Allahu Teâlânın İblisi kovması ve bulunduğu yerden indirmesi mücerret isyanıyla olmayıp tekebbüründen dolayı olduğuna bir tenbih vardır.

فَاخْرُجْ إِنَّكَ مِنَ الصَّاغِرِينَ “Haydi çık! Çünkü sen zelil kılınanlardansın.”

Çık oradan, çünkü sen tekebbüründen dolayı Allahın zelil kıldıklarındansın.

Hz. Peygamber şöyle buyurur:

“Tevazu göstereni Allah yükseltir, tekebbür edeni ise alçaltır.”



14- قَالَ أَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ “İblis dedi: Bana, insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.”

Yani, “Kıyamet gününe kadar bana mühlet ver, beni öldürme.”

Veya beni cezalandırmada acele etme.”



15- قَالَ إِنَّكَ مِنَ المُنظَرِينَ “Allah dedi: Sen gerçekten süre verilmişler

densin.”

İblise verilen bu cevap, zahiren istediğinin verilmesini iktiza eder. Lakin başka ayette bu durum kayıtlı olarak “belli vakte kadar” şeklinde ifade edilmektedir. (Hicr, 38)

“Belli vakit” ise,

-Sura ilk üfürülüş vakti,

-Veya bitiş müddetini ancak Allahın bildiği bir vakit olabilir.

İblisin mühlet isteyişinin yerine getirilmesinde,

-İnsanları kendisiyle denemek,

-Ona muhalefet ederek insanların sevap kazanmalarını sağlamak vardır.



16- قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ “İblis dedi ki: Öyleyse, beni azdırmana karşılık yemin ederim ki, ben de onlar için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”

Mademki bana mühlet verdin, beni onlar yüzünden azdırman sebebiyle ben de mümkün olan her yolu kullanarak onları yoldan çıkarmaya çalışacağım. Yol kesen eşkıya, yoldan geçenlere pusuya yattığı gibi, ben de onları rasat için senin doğru yolun olan İslama giden yolda pusuda bekleyeceğim.



17- ثُمَّ لآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَآئِلِهِمْ “Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara varacağım.”

Dört yönün her birinden onlara varacağım.

“Önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara varacağım.” ifadesi düşmanın dört yönden gelmesi gibi, şeytanın mümkün olan her ciheti kullanarak insanları yoldan çıkarması ve saptırmasını anlatan bir temsildir. Bundan dolayı “üstlerinden ve ayaklarının altından” nazara verilmedi.

Şöyle de denildi: “Üstlerinden” dememesi o yönden rahmetin inmesi, “altlarından” dememesi de, o yönden gelmenin insanları ürkütmesindendir.

İbnu Abbastan şöyle rivayet edilir:

“Önlerinden” demesi ahiret yönüyle,

“Arkalarından” demesi dünya yönüyle

“Sağlarından ve sollarından” demesi de insanların haseneleri, ve seyyieleri yönüyledir.

Şöyle mana verilmesi de söz konusu olabilir:

“Önlerinden”, yani bildikleri ve sakınabilecekleri yönden,

“Arkalarından”, yani bilmedikleri ve güç yetiremeyecekleri yönden,

“Sağlarından ve sollarından”, yani bilmeleri ve sakınmaları mümkün iken uyanık olmamaları ve ihtiyatsız davranmaları sebebiyle yapmamaları cihettendir.

وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ “Ve Sen, onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.”

İblis bunu “Ve andolsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. Böylece, mü’minlerden az bir grup dışında ona uydular.” (Sebe, 20) ayetinde nazara verildiği gibi zanna dayalı olarak söylemiştir. Çünkü insanlarda şerre sevk eden şeyler çok, hayra sevk eden ise bir tanedir.

Denildi ki: İblis bunu meleklerden duyup öğrendi.



18- قَالَ اخْرُجْ مِنْهَا مَذْؤُومًا مَّدْحُورًا “Allah dedi: Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık.”

لَّمَن تَبِعَكَ مِنْهُمْ لأَمْلأنَّ جَهَنَّمَ مِنكُمْ أَجْمَعِينَ “Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, hepinizi cehenneme dolduracağım.”



19- وَيَا آدَمُ اسْكُنْ أَنتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin.”

فَكُلاَ مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا “Artık dilediğiniz yerden yiyin.”

وَلاَ تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِينَ “Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”



20- فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِن سَوْءَاتِهِمَا “Derken İblis onların birbirlerinden gizli kalan mahrem yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi.”

Vesvese, asıl olarak “gizli ses” demektir.

Bakara sûresinde vesvesenin keyfiyeti ele alınmıştı.

İblis onların mahrem yerlerini açmak istedi.

Bunda, halvet halinde ve eşin yanında ihtiyaç olmadan avret yerini açmanın çirkin ve müstehcen olduğuna bir delil vardır.

Hem Hz. Âdem hem de Hz. Havva birbirlerinin avret yerlerinin farkında olmadıkları gibi, kendilerinde olanı da henüz bilmiyorlardı.

وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَذِهِ الشَّجَرَةِ إِلاَّ أَن تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalanlardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti, dedi.”

Bu ayetle, meleklerin peygamberlerden daha üstün olduğuna delil getirenler oldu. Buna cevaben deriz:

Bilindiği gibi hakikatler birbirine inkılâp edip dönüşmez. Hz. Âdem ve Hz. Havvanın rağbeti ancak ve ancak meleklerde olan fıtri kemâlatı da elde etmek, yemeye ve içmeye muhtaç olmamak idi. Bu ise, meleklerin daha üstün olduğuna mutlak olarak delalet etmez.



21- وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ “Ve onlara, “Elbette ben siziniyiliğinizi isteyenlerdenim” diye yemin etti.”

Ayette İblisin yemin etmesinin müfâale vezniyle, yani karşılıklı yemin etme sığasıyla gelmesi, mübalağa içindir.

Denildi ki: Hz. Âdem ve Havva, kabul ettiklerini İblise yemin yoluyla söylediler.

Yine denildi ki: “Doğru söylediğine yemin et!” dediler. O da kendilerine yemin etti. Bundan dolayı yemin bu kalıpta geldi.



22- فَدَلاَّهُمَا بِغُرُورٍ “Böylece hile ile onları aldattı.”

Onları yalan yere yeminle aldatarak ağaçtan yeme durumuna indirdi. Bununla şuna tenbihte bulunuldu: İblis, onları yüksek bir dereceden düşük bir dereceye indirdi. Çünkü ayette kullanılan kelime, bir şeyi yukarıdan aşağı göndermektir.

Hz. Âdem ve Hz. Havva, İblis de olsa kimsenin Allaha karşı yalan yere yemin edeceğini sanmıyorlardı.

فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْءَاتُهُمَا “Ağacın meyvesini tadınca, mahrem yerleri kendilerine göründü.”

Yasak ağaçtan yediklerinde, kendilerini ceza ve günahın kötülüğü sardı, elbiseleri sıyrıldı, avret yerleri açığa çıktı.

Ayette bildirilen ağacın buğday, üzüm veya bir başkası olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Elbisenin de nurdan veya hulle şeklinde olduğu nazara verilmiştir.

وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ “Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeğe başladılar.”

Rivayete göre bu yaprak incir yaprağı idi. Bunlardan üst üste yamayarak ve yapıştırarak üzerlerini örtmeye başladılar.

وَنَادَاهُمَا رَبُّهُمَا أَلَمْ أَنْهَكُمَا عَن تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَأَقُل لَّكُمَا إِنَّ الشَّيْطَآنَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُّبِينٌ “Rab’leri onlara nida etti: “Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve ‘şeytan size apaçık bir düşmandır’ demedim mi?”

Ayet, Hz. Âdem ve Hz. Havvaya, yasağa muhalefetten dolayı bir itaptır. Ve düşmanın sözüne aldanmaktan dolayı bir kınamadır.

Ayette, mutlak yasaklamanın haram oluşu bildirdiğine bir delil vardır.



23- قَالاَ رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا “O ikisi şöyle dediler: Ey Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik.”

وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak hüsrana düşenlerden oluruz!”

Yani, “Ey Rabbimiz! Günaha girerek ve cennetten çıkarılmağa maruz bırakarak nefislerimize zulmettik.”

Ayet, şayet bağışlanmazsa küçük günahların da cezaya maruz bıraktığına bir delildir.

Mu’tezile ise şöyle dedi:

“Büyük günahlardan kaçınıldığı sürece küçük günahlardan ceza vermek caiz değildir.” Bundan dolayı ayeti şöyle değerlendirdiler: “Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın böyle demeleri mukarreb olanların âdeti üzere, küçük günahları büyük saymak ve büyük haseneleri küçük görmektendir.”[1]



24- قَالَ اهْبِطُواْ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ “Allah dedi: Birbirinize düşman olarak inin.”

Ayetteki hitap Hz. Âdem ve Hz. Havva ile beraber onların nesillerinedir.

Veya o ikisiyle beraber şeytanadır.

Daha önce İblise “in oradan!” denilmişken de burada da Âdem ve Havvaya tabi olarak tekrar söylenmesi, bundan sonra beraber olacaklarının bilinmesi içindir.

وَلَكُمْ فِي الأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ “Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve faydalanmak vardır.”



25- قَالَ فِيهَا تَحْيَوْنَ وَفِيهَا تَمُوتُونَ وَمِنْهَا تُخْرَجُونَ “Allah dedi: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız!”


[1] Günahın kime karşı işlendiğini düşünen ve bunu vicdanen hisseden kimseler, günahlar hususunda çok duyarlı olurlar. Zaten büyük günah işlemezler. Ama beşeriyet hasebiyle kendilerinden sadır olan küçük günahları da büyük sayarlar, ömür boyu bunun ezikliğini hissederler, pişman olurlar.
Yazar: Prof.Dr. Şadi Eren, 13-4-2013

11 Mart 2016 Cuma

Allahümme salli ve sellim ve barik ala..




Ayse HircinGENEL (Tartışma)
- 19:44

Bismillahirrahmannirrahim *
* Allahümme salli ve sellim ve barik ala seyyidina Muhammedinil fâtihı limâ uğlika vel hatimi li mâ sebeka ven nâsırıl hakkı bil hakkı vel hâdi ila sırâtıkel müstekıymi sallellahü aleyhi ve ala âlihi ve ashâbihi hakka kadrihî ve mikdârihil aziym
Manası:
Allahım! Kapalılıkları açan, geçmişe son veren, hakka hakikatla destek olan, mahlukatı senin doğru yoluna ileten Efendimiz Muhammed’e(S.A.V ) O’nun âline ve ashabına O’nun yüce kadr ü kıymetince salat eyle selam eyle ve O’nu mübarek kıl.
Amin!

28 Şubat 2016 Pazar

Ölümü Hatırlamak





Bismillahirrahmanirrahim
Ölümü Hatırlamak (1)
Allahü Teala buyurur:
<<İnsanların hesab görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hala habersiz, haktan yüz çeviriyorlar>>
(21-Enbiya:1).

<<De ki: <<Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüme mutlak yakalanacaksınız; sonra; görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz>>. O size işlediklerinizi haber verecektir>>
(62-Cum’a: 8) buyurmuştur.

Resul-i Ekrem s.a.v.): <<Zevkleri yok eden ölümü, çok anın>>buyurmuştur. Buhari ile Müslim Ebü Hüreyre’den

Yine Resul-i Ekrem:<<Eğer siz Adem oğullarının ölüm hakkında bildiklerinizi hayvanlar bilseydi, onların vücudlarında et bulup yiyemezdiniz>>buyurmuştur.Buhari ile Müslim Ebü Hüreyre’den.

Hz Aişe (r.a.) Resul-i Ekrem’e,<<Şehidlerle beraber haşrolacak kimse var mı?>> diye sorunca, Resul-i Ekrem:<<Evet, günde yirmi def’a ölümü hatırlayan, şehidlerle haşrolur>>diye cevap vermiştir.Buhari ile Müslim Ebü Hüreyre’den.

Çünkü yirmi def’a ölümü hatırlamak, insanı dünyaya aldanmaktan alıkor ve ahiret için hazırlanmağa; ölümü unutmak ise insanı dünya zevkine sürüklemeğe sebeb olur.

İhya 4 cilt say 805-806.


Resul-i Ekrem:<<Mü’minin hediyesi ölümdür>> buyurmuştur.İbn Ebi’d-Dünya, Taberani,
Hakim Abdullah İbn Ömer’den (r.a.) mürsel olarak rivayet etmişlerdir.


Çünkü dünya, mü’minin tutuklu bulunduğu bir yerdir. Zira burada devamlı olarak nefsi ile mücadele, şehvetlerine karşı riyazet ve şeytanın saldırısına karşı savunma halindedir. Ölüm ise bütün bu sıkıntılardan azad olmak demektir. Azadlık ise kendi hakkında bir hediyedir.

Yine Resul-i Ekrem:
<<Ölüm, her mü’min için bir kefarettir>> buyurmuştur.Ebü Nuaym <<Hilye>>de rivayet etmiştir.

Bununla da gerçek müslümanı kasdetmiştir. O Müslüman ki, Müslümanlar onun elinden ve dilinden emin olmuş, mü’minin iyi vasıfları kendisinde yerleşmiş, ancak farzları yerine getirmek ve büyük günahlardan kaçınmakla bazı ufak tefek hataları olmuştur ki, ölüm bunları yok eder.

Bir gün Resul-i Ekrem Mescid’e girmiş, orada bazı kimselerin konuşup gülüştüklerini görünce:<<Ölümü anın, iyi biliniz ki, nefsimi kudret alinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız>> buyurmuştur.İbn Ebi’d-Dünya İbn Ömer’den (r.a.) rivayet etmiştir.
İhya 4 cilt say 806-807.

Bir def’a Resul-i Ekrem’in huzurunda bir adamı övdüklerinde, Resul-i Ekrem:
Bu adamın ölümü anması nasıldır? diye sordu.Onlar da:
Ölümü andığını hiç hatırlamıyoruz, deyince, Resul-i Ekrem:
O halde adamın bir değeri yoktur buyurdu.İbn Ebi’d-Dünya, Enes’den (r.a.) rivayet etmiştir.

İ b n Ö m e r (r.a.) anlatıyor:<<Bir gün, onuncu şahıs olarak Resul-i Ekrem’in huzurunda bulunuyordum. Ensar’dan birisi,(Peygamberimiz Resul-i Ekreme (s.a.v.) Mekkeden Medineye hicretinde, Ona ev sahipliği yapan, Her türlü yardımda bulunan sahabeler.) <<İnsanların en akıllısı ve en keremlisi kimdir?>> diye sordu. Resul-i Ekrem:

<<Ölümü daha çok anan ve onun için daha çok hazırlanandır. İşte dünyanın şerefini ve ahiretin keremini ihraz (Kazanmak) eden akıllılar bunlardır>> buyurdu.
İhya 4 cilt say 807.

İ b n Ş i r i n ‘in yanında ölümden bahsedildiği vakit odun kesilir ve bütün azaları ölmüş gibi donardı.

Ö m e r b. A b d ü l a z i z her akşam adamlarını başına toplar, ölümden ve kıyametden bahsederler ve adeta bir ölen varmış gibi ağlarlardı.

İ b r a h i m e t- T e y m i :İki şey beni dünya zevkinden ayırmıştır. Biri ölümü hatırlamak, diğeri de Allah huzurunda hesap vermeyi düşünmektir>> dedi.

K a’b da (r.a.):<<Ölümü bilene dünyanın elem ve sıkıntıları kolay gelir>>dedi.

M i t r a f diyor:<<Rü’yamda Basra mescidinin ortasında adamın biri <<Ölümü hatırlamak, korkanların kalbini deldi, vallahi, onları şaşkın görüyorum>> dediğini duydum>>dedi.

E ş ‘ a s anlatıyor:<<Hasan-ı Basri’nin sohbetine devam ederdik. Onun sohbeti, Cehennem, ahiret ve ölüm işini hatırlatmaktan ibaret idi>>.

S a f i y y e (r.a.) diyor:<<Kadının biri Hz. Aişe’ye (r.a.) kalbinin kasvetinden(Kalp katılığı) şikayet etti. Hz. Aişe (r.a.):<<Ölümü çok an ki, kalbin yumuşasın>> buyurdu. Kadın da böyle yaptı ve kalbi yumuşadı. Bunun üzerine kadın Hz. Aişe’ye (r.a.) gelerek teşekkür etti>>.
İhya 4 cilt say 808.

25 Şubat 2016 Perşembe

Sultan Selim’i ‘Yavuz’ yapan şey neydi?


Bugün, (20 Eyl 2015 )Osmanlı ve Ortadoğu tarihine silinmez bir damga vurmuş olan Yavuz Sultan Selim’in 495. vefat yıldönümü. Kaotik günler yaşadığımız doğru ama bunlar bize değerlerimizi unutturmamalı.

İtiraf edeyim ki, Yavuz Sultan Selim hakkında kitap yazmaya koyuluncaya kadar ben de bu denli kapalı ve müşkil noktaların karşıma aşılmaz surlar halinde çıkacağını tahmin etmemiştim. Lakin kazın ayağı hiç öyle değilmiş. Öyle meçhuller var ki Yavuz ve Şah İsmail ile ilgili, şaşırıp kalıyorsunuz. Sadece birisini söyleyeyim:

Bizim Yavuz’un icadı olduğunu zannettiğimiz ve Halep Ulucamii’ndeki hutbede adının “Hakimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” şeklinde okunmasına itiraz edip “Bana iki kutlu şehrin, Mekke ve Medine’nin hakimi değil hâdimi, “Hakimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” deyin dediğini biliyoruz ama bu unvanı ilk kullananın Memluklerin mücahid Sultanı Baybars olduğunu bilmiyoruz! Yani Yavuz bu ihtiram unvanını icad etmiş değil, kendisinden 2,5 asır kadar önce yaşamış bir başka büyük Sultan tarafından kullanılıp sonradan terk edildiğini bilerek bunu değil de onu tercih etmiş! Tarihteki ruh ikizini bulmuş!

Bu, bence Yavuz’u küçülten değil, tam tersine büyüten, tarihi ne kadar derinden okuduğunu gösteren bir bilgi…

Peki Şah İsmail’in ailesinin Kürd olduğunu biliyor muydunuz?

Bu da nereden çıktı, demeyin, hem de ünlü Türk tarihçisi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın hâlâ Türkçeye tercüme edilmemiş olan, 1957 yılında Şam’da basılan bir dergide yayımladığı “Sur l’origine des Safavides” adlı makalesinde geçiyor bu bilgi. “Safvetu’s-Safâ” adlı Safevilerin soyu üzerine o devirde yazılan eserin nüshaları üzerinde yaptığı karşılaştırma Prof. Togan’ı bir şaşkınlıktan diğerine düşürüyor. Zira eserin Şah İsmail’den önceki nüshaları ile onun zamanındaki ve oğlu Tahmasb devrindeki nüshalarında ciddi değişiklikler yapılmış, kimi bilgiler makaslanmış, kimileri de değiştirilip yeniden yazılmış.


Şah İsmail Kürt müydü?

Togan’a göre eserin Şah İsmail’den önceki nüshalarında Safevilerin kökeni Kürt bir ataya dayandırılırken sonradan Araplaştırılmaya çalışılmış ve Hz. Ali’ye Hz. Hüseyin kanalıyla ulaşan bir soy zinciri uydurulmuş. Seyyid yapılmış. Bir ara da Türkleştirilmeye çalışılmış. Askerleri Kızılbaş Türkmenlerinden oluştuğundan onları küstürmemek için bu defa Farsça “Safvetu’s-Safâ”nın tamamı değil(!) ‘Buyruk’ gibi kısımları Türkçeye tercüme ettirilmiş ve Akkoyunlu Uzun Hasan’la annesi tarafından akrabalık ilişkisi vurgulanarak Türkmen asıllı oldukları vurgulanmış.

Böylece herkese bir pay çıkmış. Neticede Şah İsmail ve oğullarının Sincarlı bir köylü Kürt aileden geldikleri oldukları unutturulmuş.

İşte Zeki Velidi Togan’ın bu bilimsel makalesinin aradan geçen 58 yıla rağmen Türkçeye tercüme ettirilmeyişinin ‘sırrını’ da burada aramalıyız. Kızı Prof. Dr. İsenbike Togan’dan makalenin Türkçeye çevrilmediği bilgisini teyid ettikten sonra Türkçesini “Derin Tarih”te yayınlamayı teklif ettiğimde teşekkür etmekle yetindi ve ileride neşredilecek külliyatın içerisinde basılacağını söyledi. Eh. Bekliyoruz merakla.

Bir başka ilginç nokta, Çaldıran seferi öncesinde Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki mektuplaşmalardır. Çok yazılıp çizildi, üzerine efsaneler bina edildi ama nedense başlı başına ilmî bir şekilde neşir ve tahlili yapılmadı mektupların. Elbette Hammer, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Feridun Emecen ve Selahattin Tansel “mükatebe” üzerinde genişçe durmuştu ama bu beş mektup başlı başına çalışılmış değildir.

Halbuki Feridun Beğ’in “Münşeâtu’s-Selâtin” adlı kaynak kitabında Yavuz’un dört mektubu ile Şah İsmail’in cevabı tam metin olarak mevcut, eserin yazma ve basma nüshaları elimizde. Mevzuya en fazla ziyade kafa yoran Feridun hocadan analitik bir makale beklemek hakkımız.

Burada ilginç olan husus, Yavuz’un Şah İsmail’e gönderdiği dört mektuptan ikisinin Farsça, diğer ikisinin ise Türkçe olması, ‘Türkçeciliği’ pek medhedilen Şah İsmail’in üstelik Türkçe bilen hasmına Farsça bir mektup göndermiş olmasıdır. Bu durumda Yavuz’un Farsça, Şah İsmail’in Türkçe divanlar yazmalarını nasıl yorumlamak gerekir? Ehli düşünsün.

Şimdi mektupları kısaca değerlendirelim.



“Yolumuzdan dönmeyeceğiz”

1) Yavuz’un 23 Nisan 1514 tarihli ilk mektubu İzmit’ten yazılmış olup Farsçadır ve Tacizade Cafer Çelebi tarafından kaleme alınmıştır. Safevi casusu Kılıç eliyle gönderilen mektupta Şah İsmail’in zındıklığı mülhidlikle birleştirdiği, fitne çıkardığı, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e küfrettirdiği, tövbe istiğfar etmezse gelip topraklarını alacağını yazmış, zırh giyip kılıç kuşandığını ve yola çıktığını dile getirmiş, kısacası meydan okumuştur.

2) “Münşeât”taki ikinci Farsça mektupta Yavuz, öncekine benzer ifadeler kullanmış, Şah İsmail’in ailesinin dervişlikten geldiğini hatırlatmak üzere kendisine hırka, asa, misvak ve kuşak gibi şeyhlere mahsus eşya göndermiştir.

3) Yavuz’un Erzincan’dan yazılmış üçüncü mektubu ise Türkçedir. Azerbaycan’a doğru gelmekte olduğunu söyleyen Yavuz, Şah İsmail’e korkmaması için bir miktar askerini geride bıraktığını yazıyor, topraklarına girdiği halde kendisinden kaçmasına mânâ veremediğini söylüyor, ölümden korkanların kılıç kuşanması ve ata binmesi münasip olmaz, diyor, eğer bir parça “gayret ve hamiyyet” varsa karşısına çıkmasını istiyordu.

4) Ancak son mektup yola çıktıktan sonradır ki Şah İsmail’in Farsça mektubu Yavuz’a ulaşır. Yavuz’unkilere kıyasen yumuşak sayılabilecek bir üslupta yazılmış olan mektubunda İsmail, alttan almakta ama kendisine karşı kullanılan üslubu bir sultana yakıştıramadığını, bunların ancak afyonla sarhoş olmuş kâtiplerin yazabileceğini, bu nedenle bir kutu afyon gönderdiğini ama savaşa da hazır bulunduğunu yazmaktaydı.

5) Ve Yavuz’un o sert finali. Yine Türkçe ve yine hasmını yerin dibine batıran bir üslup. Çermik’ten yazılmıştı. Ülkesine girdiği halde Şah İsmail’in ordusunun daima kaçtığı, toprakların bir hükümdarın nikâhlısı gibi olduğu, erkek ve merd olanların ona başkasının elinin değmesini isteyemeyeceği vs. belirtiliyor ve “Miğfer yerine mi’cer (yaşmak) ve zırh yerine çadır (çarşaf) ihtiyar eyleyüb serdarlık sevdasından ve sipehsalarlık hevasından feragat eyleyesün” deyip kendisine bir kadın elbisesi gönderiyordu.

Çaldıran’dan bir hafta kadar önce yazılan mektup köprülerin atıldığı anlamına geliyordu. Öte yandan Yavuz, Eleşkirt civarında ayaklanan yeniçerilerin arasına korkusuzca dalarak şöyle haykırmıştı:

“Şahın adamları efendileri için can verirken içimizdeki bazı gayretsizler buralara kadar gelmiş olan bizleri geri döndürmeye uğraşıyorlar. Yolumuzdan dönmeyecek ve emre itaat edenlerle devam edeceğiz. Geri dönerlerse ‘din-i mübîn’ yolundan dönmüş olurlar. Eğer er iseniz benimle hem-inan ve revan olun. Yoksa yalnız başıma da giderim.”

Velhasıl Yavuz’u ‘Yavuz’ yapan şey, davasındaki gevşemezliğiydi.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı