22 Eylül 2012 Cumartesi

İlk Emirler Sırasıyla.. Gunyet'üt Tâlibin'den

Bu yazımda merâk edilen bir konuyu özetleyerek pratik bir dil ile anlatmaya çalıştım inşaallah faydalı olmuştur..
Hiç bir siteden alıntı değildir. Kitaplığımdan Gunyet'üt Tâlibin (Hakkı Arayanların Kitabı ) adlı Abdulkadir Geylani Hazretlerinin yazdığı eserden faydalanarak yazdım..  Umarım dualarınızda beni unutmazsınız..



Allah-ü Teala'nın ilk emri kelime-i tevhidi söylemekti:
- La ilahe illallah Muhammedün Rasülüllah (Allah'tan başka ilah yoktur. Muhammed O'nun Rasülüdür.)

Diyeceklerdi. Buna şehadet ettikleri takdirde cennete girecekleri hususunda kendilerine teminat verildi.. (hatırlayalın ilk biatta peygamberimize Abdurrahman bin Avf soruyor:
 "Karşılığında bize ne var?"
"Cennet var" diye cevap veriyor.) Müminler itaatle kabul ettiler.

Bundan sonra onlara iki vakit namaz emredildi.
a) Güneş doğmadan evvel iki rekât kılacaklardı..
b) Güneş battıktan sonra iki rekât kılacaklardı..

Bundan sonra müminlere beş vakit namaz emredilecekti..
Daha sonra Efendimiz (sav) hicretinden sonra beş vakit namaz emri geldi.

Bundan sonra müslümanlara zekât emri..

Oruç durumu da şöyledir:
Önce aşura günü oruç tutma emri geldi.
Bundan sonra her aydan üç gün oruç tutmaları emri geldi..
Daha sonra, ramazan ayının tümünü oruçlu tutmaları emri geldi..

Bu emirlerden sonra cihad emri geldi..

Daha sonra hac vazifesi verildi..

Ne zaman ki emir ve yasakların tümü geldi. Allah (cc) Veda haccında şu ayeti kerimeyi indirdi..

-"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim..." Maide suresi 3 ayet (son inen ayettir zaten)

Hazret-i Ömer bin Hattab'dan şöyle anlatıldı..


-Bu ayetin nazil olduğu gün cuma idi. Arafat'ta iken arefe günü geldi..
Biz Rasülüllah (sav) ile Arafat'ta vakfeye durmuştuk. Allah'a hamd olsun o günlerin ikiside bizim için bayramdır. Dünyada tek müslüman kalıncaya kadar o günlerin bayram oluşu devam edecektir.

Şöyle bir detay var:
Allah-ü Tealâ, diğer peygamberlere inen kitapları bir defada indirdi. Kur'an-ı Kerim-i ise parça parça indirdi..

Soruldu geliş itibari ile hangisi iyi?
Şöyle cevap verildi..
- Kur'an-ı kerim'in geliş durumu daha iyi..
Şunun için ki: Allah-ü Teala Tevrat'ı bir kerede indirdi. İsrailoğulları onu kabul ettiler. Amma, onun azı ile amel ettiler. Ondaki emir ve yasaklar kendilerine ağır geldi..
Bakara suresi 93. ayet-i kerime'de onların halleri şöyle anlatıldı..
-" Dinledik asi geldik.."
    Dediler.."

İşte Kur'an-ı Kerim parça parça ve alıştıra alıştıra geldi..

Bir düşünün içkinin yasaklanması bile dört ayet aralıklarla ve alıştıra alıştıra olmuştur...Diğer emir ve yasaklarda böyle alıştıra alıştıra..



18 Eylül 2012 Salı

Cebeli Rahme ve Uhud Dağı Video


Cebeli Rahme Hz. Adem ile Havva'nın yeryüzünde ilk buluştuğu nokta diğer adı yeryüzünün yatak odası.. Bu tepeye çıkıyorsunuz dualar ediyor ve iniyorsunuz ama sizi dehşete kaptıran nedir biliyor musunuz? Küçücük zenci çocukların orasını burasını kesip güneşin altında dilendiriyor bazı cehennemlik mahlukat diyorum ben onlara.. Bazı çocuklar kolları dirseklerden bağlanmış giysisinin içinde gizlenmiş dileniyor... Para versen bi türlü vermesen bi türlü (çocukların kesilmesine de dilenciliklerine de destek olmamak adına) para vermemek en uygunu...Aynı buradaki gibi zabıtalar var geldiğini görünce kaçışıyorlar. Medine'de sabah namazından sonra zabıtalardan kaçan, yakalanan seyyar satıcıları çook gördüm ve üzüldüm problem çözmek yerine problemle yaşamayı tercih etmiş araplar... Allah mazlumlara bir çıkış yolu değil bin çıkış yolları açsın.. Hayır kapılarını açsın inşaallah..       


Uhud dağı ve Hz. Hamza'nın da bulunduğu Uhud şehidlerinin olduğu mübarek topraklar..
Ayneyn Tepesine çıktık çok güzel bir sohbet verdi hocamız "Hamza dikkat et. Dikkat et mızrak geliyor diye" ağlayarak hisserderek Uhud savaşını anlattı inanın ağlayarak dinledik tüm bay ve bayan arkadaşlarımız.. Allah Razı Olsun kendisinden ve onu yetiştiren hocasından..



Burasıda Cebeli Rahme ama çok kısa bir çekim olmuş yine de yayınladım oralara olan hasretimden dolayı..

16 Eylül 2012 Pazar

Kabisa’nın İlim Öğrenmek İçin Hz. Peygamber’e Gelmesi ve Hz. Peygamber’in Ona Söyledikleri

     

- Peygamber’e geldim. Bana

“Seni buraya getirten nedir?” dedi. “Benim yaşım ilerledi, kemiklerim inceldi. Sana, Allah’ın bana yararlı kılacağı bir ilmi öğrenmek için geldim” dedim. Hz. Peygamber

“Sen hangi taşın, hangi ağacın veya toprağın yanından geçmişsen onlar sana af talebinde bulunmuşlardır. Ey Kabisa! Sabah namazını kıldıktan sonra üç defa: Sübhânallâhi’l-azîm ve bihamdihî dersen, körlükten, cüzzamdan, felçten korunursun. Ey Kabisa! “Ey Allah’ım ben senden, senin katındakini istiyorum. Faziletinden benim üzerime akıt. Rahmetinden benim üzerime serp, bereketinden benim üzerime indir” diye dua et” buyurdu.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Cem’ul-Fevaid, I/20 (İmam Ahmed, Kabisa b. el-Muhârik’dan).

Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/431.

Sevgili Peygamber Efendimiz (sav) Medine'ye gönderdiği ilk öğretmen ve Hocaydı ?


Sevgili Peygamber Efendimiz (sav) Medine'ye gönderdiği ilk öğretmen ve Hocaydı. Ona ilk emirlerinden biri de cemaata klıdırdığı namazlardan sonra sesli tevhid çektirmekti.. Bu sahabe kimdir?

Cevap : Hz. Mus'ab Bin Umeyr (ra)

Uhut savaşında Rasûlüllah (sav)'in miğferinin demir halkalarını çıkartan, bunu yaparken iki dişi kırılan sahabe kimdir?


Uhut savaşında Rasûlüllah (sav)'in miğferinin demir halkalarının mübarek yüzüne batması üzerine, dişleriyle halkaları çıkartan, bunu yaparken iki dişi kırılan sahabe kimdir?
Cevap: Hz. Ubeydullah Bin Cerrah (ra)

Hz. Hüseyin (R.Anh)


Hz. Hüseyin; Hz. Peygamber (sav) in Hz. Fatima (R.anha)'dan torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın ikinci oğlu. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde dünyaya geldi.

Hz. Hüseyin'in ismini Peygamber Efendimiz koydu. Hz. Hüseyin doğ­duğu zaman, Cebrail (a.s) gelip "Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun'un oğlunun ismini koy diyor" dedi.

Peygamber Efendimiz "Ey Cebrail: Harun'un oğlunun ismi nedir?" diye sordu.

Cebrail (a.s) "Şebir" dedi.

Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.

Cebrail (a.s) "Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi. [190]

Hz. Hüseyin, Hz. Peygamber (sav)'e çok benziyordu. Hz. Ali (R.a) 'Hasan, Rasûlüllah 'a göğsünden başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi. [191] demişlerdir.

Hz. Peygamber (sav) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (R.a)'a son derece düşkün olup onları çok severdi. Onların hakkında,

"Allah'ım: Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları.[192]

Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kolladığım iki reyhanimdir.[193]

Hasan ve Hüseyin'i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur."[194]

Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Hz. Hüseyin, Rasûlüllah (sav)'dan deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına alırdı. Arkasından da "Bundan güzel deve olabilir mi?" buyururlardı.

Peygamber Efendimiz, bir gün, cenazelerin konulduğu yerde oturu­yordu. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, güreşmeye başladılar. Peygamber Efendimiz gülerek "Ha gayret Hasan; Göreyim seni, yakala Hüseyin'i!" diyerek Hz. Hasan'ı kayırınca, Hz. Ali: "Yâ Rasûlüllah: Sen Hüseyin'i kayırmak değil miydin? Hasan daha büyüktür" dedi. Peygamberimiz "Baksana Cebrail'de, Hüseyin'e: (Ha gayret Hüseyin göreyim seni) diyor." buyurdu. [195]

Hz. Peygamber (sav) torunlarından olan Hz. Hüseyin'in çocukluk yıl­ları Peygamberimizin otağında geçmiştir. Rasûlüllah'ın eğitiminden yetişip imanı yudumlaya yudumlaya büyüyen Hz. Hüseyin'in sonu da şehadet ikliminde gerçekleşmiştir. İnsanın hayatında Allah ve Rasûlü'nün hükmünden başka hiç bir hükmün geçerli olamayacağını derinden kavramış olan Hz. Hüseyin, bu gerçeğe gölge düşürenlere zerre kadar meyletmemiş; bilakis destansı bir tavırla onların önlerine dikilmiştir.

Hz. Muâviye, hicretin altmışıncı yılında Recep ayının ortalarında Şam'da vefat etti. Muâviye'nin vefatından sonra Şamlılar Muâviye b. Ebi Sûfyan'm oğlu Yezid'e bey'at ettiler.

Yezid'in iktidara geçmesi saltanat şeklinde gerçekleşti. Yezid, ken­disinin bu şekilde idareyi ele alışma başta Hz. Hüseyin olmak Üzere pek çok Sahabe'nin rıza göstermeyeceğini, hatta şiddetli tepkilerle karşilayacağını biliyordu. İktidarı elden kaçırmamak için çok süratli davranıyordu. Hemen Medine valisi Velid b. Utbe b. Ebi Sufyan'a bir mektup gönderdi.

Mektubunda şöyle yazıyordu:

Mektubum sana geldiği zaman, Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr'i buldur, onların bana bey'atlarını al! Eğer, bey'attan kaçınırlarsa, boyunlarım vur, başlarını bana gönder: Halkın da bey'atlannı al, Bey'attan kaçınanlar hakkında, Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir, Vesselam."

Yezidin; Medine valisine yazmış olduğu mektubunda Hz. Hüseyin'den ve ileri gelen sahabelerden bey'atlarını almasını, bu konuda gevşek dav­ranmamasını istediği de kaynaklarda kaydedilir .

Yezid'in iktidarı ele almasından sonra Kûfeliler Hz. Hüseyin (R.a)'e mektuplar göndererek, onu davet edip, yanlarına geldiği takdirde kendisi­ni Emirü'l-mü'minin ilan edeceklerini üst üste yazdıkları mektuplarda belirtmişlerdi. Ayrıca şu anda emirleri olmadığından cuma namazına çık­madıklarını bildirmişlerdi.

Hz. Hüseyin, Medine'den Mekke'ye gidip buradan Küfelilerle haber­leşmeye başlamıştı. Kûfelilerin durumunu kesin olarak anlamak için de amcasının oğlu Müslim b. Akil'i Kûfe'ye göndermişti. Müslim Kûfe'de durumun iyi olduğunu, insanların bey'at için hazır bulunduklarım bildiren bir mektup gönderdi. Hz. Hüseyin bu haberden sonra kesin karar verip Kûfe'ye gitme hazırlıklarına başladı.

Hz. Hüseyin Küfe yolculuğuna hazırlanırken, Abdullah İbn Abbâs, bu yolculuktan vazgeçmesini ısrarla istemişti. Aynı şekilde Abdullah İbn Ömer ve tabiunun ileri gelen âlimlerinden İmam Şa'bî de Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmemesini istemişler, özellikle Iraklılara güveni İnleyeceğini vurgulamışlardı. Ama Hz. Hüseyin Kûfe'ye gitme konusunda kesin karar­lıydı .

Yezid, Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye doğru yol aldığını haber alınca, Küfe valisini değiştirmiş, Basra valisi olan Ubeydullah İbn Ziyad'a ek bir görev olarak, Küfe valiliğini de vermişti.

Ubeydullah b. Ziyad, Küfe valiliğini de üstlenince ilk iş olarak Müslim b. Akil'i çok feci bir şekilde şehid etti.

Yezid, Küfe valisi Ubeydullah b. Ziyad'a Hz. Hüseyin hakkında şu emri veriyordu:

Şimdi sen, benim istediğim gibi olmakta devam ediyorsun. Yaptığını akıllı ve beceriklilere yaraşır bir biçimde yaptın. Sebatlı, azimli bir kahra­man saldırısıyla saldırdın. Başkalarına ihtiyaç bırakmayıp bu işin üstün­den geldin. Bana erişen habere göre: Hüseyin b. Ali, Mekke'den ayrılmış, senin tarafına doğru gelmekte imiş. O'na hemen casusları kavuştur. Yollara gözcüler dik. Olanca duruşla bunun üzerinde dur. Seninle çarpışmadıkça sakın kimse ile çarpışma. Her gün, olan bitenlerin haberini bana yaz."

Hz. Hüseyin'in Küfe yolculuğu sürerken, gelen haberler hiç de iyi değildi. Müslim b. Akil'in şehid edildiği haberi bile kendisine ulaştığında artık geri dönmek mümkün değildi, Yol esnasında pek çok kişi Kûfe'ye gitmemesini, mutlaka geri dönmesi gerektiğini söylemişlerdi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Hz. Hüseyin büyük bir kararlılıkla Kûfe'ye doğru yol almaya devam ediyordu. Bu arada kendisi için tuzak­lar kuruldu. Gelişen olumsuz olaylar nedeniyle, Hz. Hüseyin beraberindekilere "Dileyen dönebilir, ben sizi yanımda zorla götürmek istemem" demişti. Ama hiç bîr kimse ondan ayrılmadı. [196]

Hz. Hüseyin, Hurr b. Yezid et-Temimî'nin kumandası altındaki bin kişilik Küfe süvârî birliği ile karşılaştı. Hurr b. Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'ın emrine uygun oiarak hareket ediyordu. Hurr, Ubeydullah'ın emri gereğince Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'ya doğru sürükledi.

Ubeydullah b. Ziyad olayın ciddiyetini fevkalade kavramıştı. O sırada Merv valiliğine tayin edilmiş bulunan Ömer b. Sa'd Küfe'de hazırlıklarını yapıyordu. Ancak Ubeydullah; Ömer b. Sa'd'ı Hz. Hüseyin'e karşı kul­lanmak istedi ve hemen ona emir vererek ordusuyla beraber Kerbelâ'ya gelmesini istedi. Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in karşısına çıkmak istemi­yordu. Bu durumu anlayan İbn Ziyad: "eğer, onunla çarpışmaya gitmeye­cek olursan, seni Merv valiliğinden azleder, evini yikar, boynunu vuru­rum[197] diyordu.

Durum giderek vahimleşiyordu. Hz. Hüseyin bu durumun önüne geçmek ve kanların akıtılmasına meydan vermemek amacıyla Ömer b. 'Sa'd'a şu teklifleri yapmıştı: "Ey Ömer! Şu üç teklifimden birini kabul ediniz;

Bırakınız da ben, cihad etmek üzere, hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid'in yanına varıp kendisiyle görüşeyim. Yahut dönüp Medine'ye gideyim.[198] Ama İbn Ziyâd bu teklifleri asla kabul etmiyor ve Hz. Hüseyin'i artık bırakmak istemiyordu.

Ömer b. Sa'd ise Hz. Hüseyin'e karşı her hangi bir saldırıda bulun­muyor ve günler böyle geçip gidiyordu. Ubeydullah b. Ziyâd, son emrini verdi. Ömer b. Sa'd'a yazdığı son emrinde şöyle diyordu:

"Ben seni, Hüseyin'le günler geçiresin, onun selâmet ve bekâsını dileyesin ve benim katımda onun şefaatçisi, kayırıcısı olasın diye gönder­medim. Ona ve adamlarına hemen teklif et; hükmüme boyun eğsinler. Eğer, sana teslim olurlarsa, onu ve etrafındakiler! bana gönder. Şayet kab­ule yanaşmazlarsa üzerlerine yürü. Çünkü, o asi ve şakidir.

Bu emirden sonra Hz. Hüseyin'e saldırılar başladı. Hz. Hüseyin'in yanındaki bir avuç mücahid ve Ehl-i beytten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir direnç gösteriyor ve bir bir şehadet şerbetini içiyorlardı. En son Hz. Hüseyin kahramanca savaştı ve almış olduğu otuzüç mızrak ve otuzdört kılıç yarasıyla bedeni toprağa yığılırken, ruhu şehidlerin ruhlarına karışıyordu.

Kerbelâ'da Hz. Hüseyin'in akrabalarından yetmişiki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i beyt, tümden imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksensekiz kişi ölmüştü.

Hz. Hüseyin, Hicri altmışbirinci yılın on Muharreminde şehid olmuş­tu. Şehid düştüğünde elliyedi yaşında idi. Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd kumandasında bir ordu gönderdi. Ömer, geri dön­mesini bildirdi ise de, İmam kabul etmeyip harp etti. 681 yılında Muharremin onuncu günü Kerbelâ'da şehit oldu. Yezîd bunu duyunca, çok üzüldü. "Allah İbni Mercane'ye [199] lanet eylesin! Hüseyin'in isteklerini kabul etmeyip de onu şehit ettirdi. Böylece beni kötü tanıttı" dedi. Hz. Hüseyin'in mübarek oğlu Zeynelabidin küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve İmamın mübarek başı ile Şam'a gönderildi. Mübarek başı, Mısır'da Karafe kabristanında medfundur.

Hz. Hüseyin'in şehadeti Ömer b. Sa'd'ı ve Yezid'i derin bir şekilde etkilemiş ve üzülmelerine yol açmıştı. Ancak bu üzülmelerin ne anlamı olabilirdi. Hz. Hüseyin'in şehadetine yol açan, öncelikle Yezid olmuştu.

Peygamber Efendimiz (sav)'in torununu ve büyük İslâm kahramanını canevinden vuranlara müslümanların iyi nazarla bakması ise asla mümkün değildir. Said Nursî (Rh.a.) bu hususta şu değerlendirmeyi yapıyor: "Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i SıffmMe, Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâ­miyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarmı onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyet­ten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler:

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğin­den zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.

Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider. İşte Hazret-i Hüseyin rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaf­fak olmadı? Hem neden kader-i İlahî ve rahmeî-i İlahiye onların feci bir akıbete uğramasına müsaade etmiş?

Elcevab: Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milîiyeleri cih'etiyle, Arab milletine karşı bir fıkr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftar­larının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş. Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem'i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci' oldular. [200]

Merhum Mevdûdî (Rh.a.) de Kerbelâ olayını ele aldığı "Hz. Hüseyin'in Şehadeti Üzerine" adlı yazısında İslâmî yönetimin temel ilkeleri açısından Hz. Hüseyin'in karşı çıktığı, reddettiği yönetimin duru­munu şöyle belirler:

"Yezid'in, babası Muâviye'ye halef tayin edilmesi, kişilerden Allah'ın hakimiyetine dille inanmalarının istendiği monarşi türünün başlangıcının işaretidir. Uygulamada bütün önceki monarklar gibi müslüman yönetici­ler de hâkimiyetin tek kaynağı imişcesine davranmışlardır, yani hakimiyet monarkın ve kanunî haleflerinindir. Monarkın hayat, mülkiyet, şeref ve tebaanın her şeyinin tartışmasız sahibi olduğu sanılmıştır. İslâm devle­tinin en önemli amacı Allah'ın sevmediği kötülükleri önlemek ve yok etmek olduğu gibi, razı olduğu iyilik ve faziletleri de yerleştirmek ve emretmek iken; otokratik yönetimlerin amacı arazi gasbetmek, mal-mülk sahibi olmak, haraç-vergi toplamak ve hayvanı arzuları doyurmaktan öte geçmiyordu.

Bu dönemde müslüman yöneticiler ve hükümet Sezar'ın ihtişam ve debdebesini adaletin yerine ise zulmü ve otoriteyi benimsediler. Lüks ve israf aldı yürüdü. Yöneticiler meşru olanla gayri meşru olanı birbirinden ayırmadılar. Politika artık ahlâktan yoksun hale gelmişti. Memurlar halkın içinde Allah korkusunu yerleştirmek yerine, onları kontrol altında tuttular, bilinçlerini artırma yerine, tahrik ve rüşvetle onları kazanmaya çalıştılar.

Yezid'in halef olarak atanmasıyla İslâmî yönetim sistemi temel­lerinden sarsılmış ve yerini babadan oğulla geçen bir monarşizme bırak­mıştı. O andan itibaren halifenin seçimini belirleyen ilke askıya alınıp zeki ve zengin olanlar ümmetin serbest oylarıyla seçilme yerine, yöneti­mi birer birer ele geçirmişlerdir.

Krallığın egemen olmasıyla birlikte şûra sistemi de köklü bir değişime uğradı. Monarşik yönetim kişisel ve despotik yöntemlere dayanıyordu. Artık şûra heyetinin üyeleri, prensler, dalkavuklar, saraylılar, eyalet valileri ve askeri komutanlar olmuştu. Kralların egemen olmasıyla birlikte vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine konuşa­biliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.

Vicdanların üzerindeki baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya hürriyetini yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarım istemek cesareti yoktu...

Hilâfet otokratik yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle kıralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para alındı ve meşru olsun olmasın rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu matını rastgele harcamak için bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini diledikleri biçimde tüketebüeceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.

Yalnızca krallar, prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı. Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı. Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı.[201]

Emevilerle birlikte bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in bey'at ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması elbette ki düşünülebilecek bir şey değildir. Hz. Hüseyin'in bu arzu edil­mez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni işte budur. O, en kötü sonuçları bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye karar verdi.

Bu yiğitçe karşı duruşun sonuçlarını herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir mü'minin bu serveti korumak için hayatını feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir.

Böylesine önemli zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler olabilir. Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçlan önemsemez. Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir. Zulüm, sayı ve kaynak bakımın­dan, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur gider. Böyle durumlar­da şartları göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir

Hz. Hüseyin, hiç bir hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini simgeler. Bir konuşmasında; "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi değişti; tümüyle faziletten yok­sun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek batıl işler peşin­deler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum. Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile getirir:

"Hüseyin Allah'ın iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek hayatını ortaya koyduğu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve Hak yo­lundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir.

Yeryüzünde Müslümanlar açısında iman korunmadığı ve İslâm yaşan­madığı zaman matem başlar, Müslümanlar yaslı hale gelir. Bir tahlil ve tesbiî olarak Müslümanlar tarihinde gerek imanın korunması ve gerekse İslâm'ın yaşanması hususundaki tavizler,  hilafetten saltanata geçişe başlamıştır.

Evvela şunu bilmekte fayda vardır: İslâm'la tanışmak büyük bir şereftir. İslâm'a teslim olmak bulunmaz bir mutluluktur. İslâm, insanlığa mutluluk getirmiş olan bir hayat düzenidir. Bir yaşam tarzı, bir hayat düzeni olarak İslâm'ı kaybedenler, kaybolurlar.

Hayatta "İmanın korunması" ile "İslâm'ın yaşanması" Müslüman insanın varlık ve sağlık sebebidir. İmanın muhafaza ve müdafaa edilmesi, Rasûlüllah (sav)’ın örnek ve önderliğinde yaşanan İslâm'ın aynen devam ettirilmesi, bütün Müslüman nesiller için azad kabul etmez görevlerin başında gelir. Bir yerde imanın korunması ve İslâm'ın yaşanması tehlik­eye girdiği zaman Rasûlüllah (sav)'in izini takib eden mü'minler için şehadet tercihi gündeme gelmiş demektir. Nitekim Rasûlüllah (sav)'in torunu Hz. Hüseyin (Rh.a.) şöyle diyor: "Hayat; iman ve cihaddir."

İman'ı hayata dönüştürürken karşılaşılan tehlikeleri bertaraf etmek için cihad elzemdir, çaredir. İşte Hz. Hüseyin (R.a.), imanın korunmasını ve islâm 'in yaşanmasını tehlikeye düşüren saltanat rejimine, modeline karşı "el- Hilafetler Raşide" adına devrin zalimi Yezid'e karşı kıyam etmiştir.

Yezid, Müslümanların idaresini keyfi ve cebrî olarak ele geçirmiş ve uygulmalarında cebrî davranmıştır. Müslümanların o güne kadar alışık olmadıkları bir yönetim biçimi olan saltanat modelini dayatmıştır.

Saltanat, nebevi minhadprogram üzere Müslümanları idare etmek anlamına gelen ve emaneti ehline vermek, adaleti icra etmek, şeriatı ikame etmek ve Müslüman halkın rızasını (bey 'atını) esas almak manası­na gelen hilafet rejiminin yerine geçirilmek istenen keyfi ve cebrî bir rejimdir. Saltanat rejimini dayatan Yezid, Hz. Hüseyin (R.a.)'dan inat etmeyip derhal bey'at etmesini istemiştir.

Müslümanların inanç lügatlarında; zulme ve zalimlere boyun eğmek, zulmü yaşam biçimi, zalimleri de yönetici seçmek, ibadetten değil, cinayetten sayıldığı için Hz. Hüseyin (R.a.) Yezid'e bey'ati reddetmiştir. Hz. Hüseyin (R.a.)'a babasından miras kalan zalimlere boyun eğmek değil, zalimlerden hesap sormaktır. Nitekim Hz. Ali (R.a.) bir sözünde der ki:   "Haksızlığa boyun eğenler, yalnız hakların değil onurlarını da yitirirler"

Siyasi bir bid'at olan ve Müslümanların her dönem ve devrede meşru yönetim biçimlen Hilafet sistemine ihanet anlamına gelen saltanat mode­lini kabul etmediği için keyfiliğe boyun eğmeyen Hz. Hüseyin (R.a.),v Yezid'e bey'at etmeyi reddedip Küfe halkının yardım çağrısına icabet etti. Zulüm altında inleyen Küfe halkının kendisine bey'at edeceğini bildirme­si üzerine de, Küfe'ye hareket etti. Bu yürüyüş tarihe Kerbelâ olarak geçecek olan ve siyasi bid'at saltanata tutunan zalimlerle, nebevi sünnet olan hilafeti savunanların savaşının tarihsel bir simgesine dönüşecek olan olayın da başlangıcı oldu.

Hz. Hüseyin (R.a.), Küfe halkının o lanetli ihanetini ve Yezid'e bey'at ettiklerini yolda öğrendiğinde, beraberindekilere "isteyenlerin dönebile­ceğini" söyledi. Hz. Hüseyin (R.a.) ile birlikte yola çıkanlar, ittekullah nakışlı şehadet giysileriyle bezenmiş olduklarından ölümün üstüne yürü­düler.

Neticede Irak topraklarında, Fırat Nehri kıyısındaki Kerbelâ denilen yerde kuşatıldılar. Bir avuçtular, karşılarında Yezid'in binlerce askeri vardı. Hz. Hüseyin (R.a.)'ı hunharca şehid ettiler. Böylece Kerbelâ bir matemin sembolü oldu.

İbn-i Teymiyye (Rh.a.) der ki; "Kerbelâ 'da Hz. Hüseyin (R.a.) mazlum bir şekilde şehid edilmiştir. Hz. Hüseyin (R.a.)'ı şehid edenler, O'nıın şehadetine rıza gösterenler ve O'nu şehid edenlere yardım edenler, Al­lah 'in azabını hak edenlerdir. Ve onlar Allah'ın azabına uğrayacaklardır. Hz. Hüseyin (R.a.)'in şehid edilmesi, büyük bir günahtır. Ancak Hz. Hü­seyin (R.a.) şehadet günü münasebetiyle sırtlara zincirler vurmak, elbiseleri yırtmak, bağırıp çağırmak bid'attir. [202]

Kerbelâ'daki matemi birtakım bid'atlerle anmak, bilerek veya bilme­yerek İslâm'ın ve Müslümanların imajıyla oynayanların işlerini kolay­laştırmaktır. Oysaki, Yezid'in dayattığı saltanat bid'at, Hz. Hüseyin (R.a.)'in  savunduğu  ve  uğrunda  şehadet  şerbetini  içtiği  hilafet  ise Peygamber, (sav)'in sünnetidir.

Hilafet, uğrunda şehid olunacak nebevi bir yönetim biçimdir. Hilafetin zıddı olan Saltanat Peygamber (sav)'in ve Raşid halifelerinin yönetim biçimi değildir. Bu nedenle Müslümanlar hangi çağ ve mekânda yaşar­larsa yaşasınlar, sahip çıkacakları, savunup uğrunda mücadele edecekleri meşru yönetim biçimi hilafettir. Çünkü "El- Hilafetü'r Raşide" ye sahip çıkmayı İslâm ümmetine emreden bizzat Rasûlullah (sav)'in kendisidir:

"Takvaya yapışınız ve başmızdaki Halife siyah bir köle dahi olsa onu dinleyip itaat etmeye sanlınız. Siz benden sonra şiddetli ihtilafı göreceksiniz. Onun için benim sünnetime ve hiyadete mazhar kılın­mış Hulefa-i Raşidin'in sünnetine yapışınız. Bu sünnetleri dişleri­nizle sıkıca tutunuz. (Karşılaştığınız eziyetlere tahammül için diş­lerinizi sıkınız) ihdas edilen şeylerden (bidatlerden) sakının. Çünkü her bid'at dalalettir. [203]

Hz. Hüseyin (R.a.) Kerbelâ'da siyasi bir bid'at olan saltanata karşı Rasûlullah (sav) in hem kavli ve hem de fiili mütevatir sünneti olan hilafeti savunmuş ve bu uğurda acıkiı bir şekilde zalimler tarafından şehid edilmiştir. Kendilerini Hz. Muhammed (sav)'in ümmetinden sayan bütün Müslümanlar, Hz. Hüseyin (R.a.)'in Kerbelâ'daki mücadelesine sahip çıkmalıdırlar. Kerbelâ, belli bir kavmin, kabilenin, mezhebin ve meşre­bin matemi değildir. Aksine bütün Müslümanların matemidir. Kerbelâ'da Hz. Muhammed (sav)'ın torunu Hz. Hüseyin (R.a.) şehid edilmiştir, ehl-i beyt'i şehid edilmiştir. Hz. Muhammed (sav) bütün Müslümanların Pey­gamberidir.

Kerbelâ'da İslâm şehidlerinin naaşları çiğnenerek İslâm ümme­tinin kalbi olan hilafet ortadan kaldırılmıştır. Bu nedenle Kerbelâ; bütün Müslümanlar için halifesiz kalma mateminin sembolü olmuş­tur.

Kerbelâ, Müslümanların hâkimi ve iktidar anlayışlarının ihanete uğradığı günü bize hatırlatan bir matemdir.

Biz Müslümanların inanç lügatında hâkimiyet Allahû Teâla'ya mahsustur, iktidar ise, yeryüzünün halifesi olan insana, imtihan için tevdi edilen bir emanettir. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki; kerbelâ, sünnisiyle, şiisiyte Müslümanların müşterek matemidir.

Gerek ehl-i sünnetin ve gerekse şianın siyasi iktidarın meşruiyetiyle ilgili  kıstaslarına göre; halkın  hâkimiyetini Allah'ın hâkimiyetinin fevkine çıkararak O'nun yerine geçiren Cumhuriyetin, Demokrasinin ve din ile devlet işlerinin ayrılması şeklinde tarif edilen lâikliğin önplana çıkarılması mümkün değildir. Kerbelâ misyonuna sadakat bunu imkânsız kılar.

Kerbelâ, keyfî ve cebri güçler için bir korku, mazlum ve mahrumlar için ise dirilişi direnişe dönüştürme ruhudur. Kerbelâ, afakî değer­lendirmelerde dile getirildiği üzere, basit bir iktidar savaşının sonucu değildir. İslâm ümmetini temsilen "el-Hilafetü'r Raşide" adına saltanat modeline karşı isyandır. Şunu bilelim ki; Hilafet sisteminde temel ilke, Allah'ın mutlak hâkimiyetinin kabulüdür. Bu ilke uygulama alanında kendini şeriatın her şeyin üstünde yer alması biçiminde gösterir. Saltanat yönetimi ise hükümdarın mutlak egemenliğine dayanır. Bu yönetim biçi­minde şeriat bir hukuk sistemi olarak uygulanıyor görünse de, saltanatın çıkarları şeriatın üstünlüğü ilkesinin yerini almıştır. İşte Kerbelâ misyonu, şeriatın yani hukukun üstünlüğü adına keyfî ve cebrî yöneticilere karşı başkaldırıdır.

Kerbelâ, zalimlerle uzlaşmayı kökten reddeden duru duruşun sem­bolüdür. Kerbelâ, keyfi ve cebri olanlara karşı hukuk adına hukuk zemi­ninde kalarak ittekullah nakışlı şehadet giysileriyle Ölümle kucaklaşma misyonunun adıdır.

Tarih boyunca Kerbelâ misyonuna sadık kalanlarla ona ihanet eden­lerin arasındaki savaşın biçimi, yeri, savaşanların kimliği değişmiş ama özü hep aynı olmuştur. Bugün Kerbelâ'nın da içinde bulunduğu Irak topraklarında Yezid ve avanelerinin misyonunu fazlasıyla şeytan Amerika ve avaneleri simgelerken, İslâm topraklarında tekraren hilafet sisteminin tesisi için şeytan Amerika ve avanelerine karşı direnen muvahhidler, Kerbelâ misyonuna sadık kalanlardır.

Hz. Hüseyin (R.a.)'ın Kerbelâ'da verdiği mücadele ruhu bugün de gereklidir. Çünkü bugün Şeytan Amerika ve avaneleri; "İslâm toprak­larının her beldesini Kerbelâ'ya çevirirken", Müslüman halklar da direnişleriyle yeni Kerbelâlar yaşamaya devam ediyorlar. Bugün; Müslüman halklar arasında zalimlere, zorbalara, müstekbirlere karşı kıyam ruhu ve düşüncesi yokedİlmek isteniyor, müstevli Amerika ve .avanelerine karşı direnen cihad ehli mü'minler "akılsızlıkla, siyaset bilmemekle, zamansız hareket etmekle" suçlanıyor, mazlumdan yana olmak adına zalimle uzlaşmanın ve bir arada yaşamanın çareleri aranıyor ve bulunan çareler çağdaş Bel'amların fetvalarıyla destekleniyor.

Kerbelâ matemi, Müslümanlara unutturuluyor veya belli marjinal bir takım mezheblere ve meşreblere münhasır kılınmak isteniyor. Oysaki ker­belâ; zalimlere boyun eğmeme, hilafet sistemine ve halifeli topluma ulaş­mak için şehadetine direnme ve bu direnişi kesintisiz devam ettirme ruhudur.

Netice  olarak   Kerbelâ,  Müslümanların  müşterek  yas  ve  üzüntü günüdür. Çünkü bugün Müslümanlar meşru yönetim biçimleri olan "El-Hilafetü'r Raşide" yi kaybetmişlerdir. Adeta müslümanlar halifesiz kalmakla esir duruma düşmüşlerdir. Altını çizerek diyoruz ki; Müslümanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etmeyenlerin her birisi bir belâdır. Halifesiz Müslümanlar için her gün Kerbelâdır!..

kaynaklar
[190] Diyar bekri, el-Hamîs, 1,471

[191] Ahmed b. Hanbel Müsned, 1,108

[192] Tirmîzî Sünen 661

[193] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288

[194] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 288

[195] Zehebî, Siyer Alâmü'n-Nübelâ, 111, s. 190-191

[196] Zehebî- A'lâmü'n-Nübelâ, 111,201-202

[197] Zehebî aynı yer

[198] Zehebî, A'lâmü'n-Nübela, 111, 208-209

[199] İbni Ziyad'a

[200] Mektııbat/Said Nursî, Sh:51-52, İst/1976

[201] Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985

[202] Minhacti's Sünne/C:2, Sh:248-248, Beyrut/ty

[203] Sünen-i İbn-i Mace/Mukaddime: 42, Mısır/ 1952

Hz. Hasan Bin Ali Bin Ebî Talib (R.Anh)


Hz. Hasan b. Ali b. Ebî Talib el-Hâşımî el-Kuraşî, Hz. Peygamber'in en çok sevdiği torunlarından ve O'nun "Reyhanesi", Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'dan doğan büyük oğlu. Hulefâ-i Raşidîn'in beşincisi kabul edilir. İmamiyye'ye göre ise 12 imamın ikincisidir.

Üçüncü hicrî yılı, Ramazan ayının ortalarında Medine'de doğdu. Şaban ayından; 4. veya 5. hicri senesinde doğduğuna dair rivayetler varsa da, en doğru görüş, 3. hicrî senede doğduğuna dair rivayettir.[133] Hz. Hasan doğduğunda, Hz. Peygamber bir torununun olduğunu duyunca hemen Hz. Ali'nin evine giderek "oğlumu bana getirin' Adını ne koydu­nuz?' diye sordu. "Harb" ismini koyduklarını duyunca, bu ismi beğen­medi. Çocuğa isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen "Hasan" ismi­ni koydu. Künye olarak da, "Ebû Muhammed" adını verdi. Arkasından da kulağına ezan okudu.[134] Rasûlüllah Hz. Hasan yedi günlük olunca akîka kurbanı kesilmesini ve saçlarının kesilerek, ağırlığınca gü­müş tasadduk edilmesini emretti. [135]

Hz. Hasan (R.a.), Hz. Peygamber'in terbiyesinde yetişti. Sahih hadis kitapları dahil bir çok İslâmî literatürde, Hz. Peygamber'in torunu ile ne kadar ilgilendiğini ve onu ne kadar çok sevdiğini ifade eden rivayetler bu gerçeği göstermektedir. Onunla her an ilgilendiğini, hemen hemen yanın­dan hiç ayırmadığını; bilhassa namazlarda bile torununun gelip üzerine çıktığından dolayı, Hz. Peygamber'in sırf onu incitmemek için secdesini uzattığını ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun "reyhanesi" arasındaki sevgiyi anlatmaktadırlar.[136] Hatta Hz. Peygamber rukû'da iken torunu gelir, ayaklarını açar bir yönden girer, öbür taraftan çıkar [137] ve Hz. Peygamber ses çıkar­mazdı. Bazen secde ederken üzerine bindiğinde, onu yavaşça sırtından indirirdi. Hatta bir defasında Hz. Peygamber hutbe okurken Hz. Hasan ile kardeşi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kırmızı elbiseleri ile düşe kal­ka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torun­larını kucağına aldığı ve önüne oturttuğu, daha sonra da "Allahû Teâla: "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer imtihan vesilesidir"[138] derken doğru söylemiştir. "Şu ikisini bu şekilde görünce sabredemedim" diyerek hutbesine devam ettiği kaynak hadis kitaplarında anlatılmaktadır. [139]

Hz. Peygamber(sav)'in zaman zaman her iki torununu da sırtına alıp namaza geldiğine[140] Hz. Hasan'ı omzuna alarak dışarda gezdirdiğine dair[141] bir çok hadis şunu gösteri­yor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamlı ilgilenmişler, her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Kızı Hz. Fatıma'yı ziyarete gittik­lerinde, torunu Hasan uyku arasında su istediği zaman bizzat kendileri kalkıp su getirerek, hem ona, hem de kardeşine içirmeleri[142] vb. hareketleri dede şefkati ve merhametinin fiili işaretleridir. Yine Hz. Peygamber'in bu iki torununu çok sevdiği ve "Allah'ım ben bu ikisini seviyorum, sen de sev" diye dua etmeleri [143] bu sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermiştir. [144]

Öbür taraftan Hz. Peygamber torunlarını öper [145] ve her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendi­leri olduğunu da söylerdi [146] hatta onları sevenleri Allah'ın sevmesini dilediği duaları da rivayetler arasında yer almıştır. [147]

Hz. Hasan fizik olarak dedesi Hz. Peygamber'e çok benzerdi.[148] Öyle ki, bir defasında Hz. Ebu Bekr ikindi namazından çık­tıktan sonra, Hz. Ali ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan'ı görürler. Hz, Ebu Bekr onu omuzuna alır ve "Nebiye benzeyen, Ali'ye benzemeyen, sana babam feda olsun!" diye bir mısra söyler.[149] Hz. Ali bu hâdise ve sözler karşısında gülümser.

Hz. Hasan, Hz. Peygamber'in âhirete göçtüğü sıralarda sekiz yaşların­da idi. Henüz çok küçük olduğu için, Hz. Peygamber'den doğrudan doğruya rivayet ettiği hadislerin sayısı oldukça azdır. Bunlardan' biri Ebu'l Havrâ'nın rivayet ettiği şu hadistir:

"Hz. Hasan'a, Hz. Peygamber'den duyduğun hangi bir hadisi hatırlıy­orsun? diye sordum. O da şunu anlattı: "Şu hadiseyi hatırlıyorum: "Zekât hurmalarından bir hurma alıp, ağzıma atmıştım. Hz. Peygamber o hur­mayı ağzımdan salya ile çıkardı. Oradakiler

"Ya Rasûlallah, bu çocuğun ağzına attığı tek bir hurmayı, niçin geri çıkardın?" dediler. O da

"Biz Al-i Muhammed'e sadaka (zekât) helâl değildir" buyurdu. Hatırladığını diğer bir hadis de

"Seni ilgilendirmeyen şeyleri bırak, ilgilendiren şeylere bak..." hadisidir. Yine Dedem Hz. Peygamber bana şu duayı da öğret­mişti:

"Ey Allah'ım! beni hidayete erdirdiğin kimselerden eyle, afiyet verdiğin kişilerden eyle, dost edindiğin kullarının arasına kat! Verdiğin şeyleri benim hakkımda mübarek kıl ve hüküm verdiğin (takdir ettiğin) şeylerin şerrinden de koru. Senin dost edindiğin bir kişi asla zelil olmaz."[150]

Buna mukabil Hz. Hasan'ın bu hadislerin dışında başta babası Hz. Ali olmak üzere bir çok sahabeden rivayet ettiği hadisleri vardır. Kendisinden de mü'minlerin Annesi Hz. Aişe, kardeşinin oğlu Ali b. Hüseyin, onun iki oğlu Abdullah ve el-Bakır ile İkrime, İbn Şirin, Cübeyr b. Nefir, Ebû'l Havra, Rebia b. Şeybân, Ebû Miclez, Hübeyre b. Berim, Şeybân b. el-Leyl, Şa'bî, Şakîk b. Seleme, el-Müsebbib b. Nuhbe, İshak b. Beşşâr ve diğer raviler (radiyallahü anhüm) hadis rivayet ettiler. [151]

Gerek tabakat kitapları, gerekse hadis kitapları, Hz. Hasan'ın çocuk­luğuna dair yukarıdaki rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali'nin şehid edilmesiyle onun halife seçilmesine kadar olan hayatı hakkında pek fazla bilgi vermemektedirler. Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teşkilatını kurduğu sırada, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'i babalarının "farizasına" katarak, her birine beş bin dirhem hisse ayırdığına dair ha­berdir. [152] Bir diğer hadise de Hz. Osman'a baş kaldıran­lara karşı, halifeyi savunmak için Hz. Osman'ın yanında ona yardım etmek için kalan şahısların arasında Hz. Hasan'ın isminin de yer aldığına dair haberlerdir. [153]

Hz. Hasan'ın tarihi bir şahsiyet olarak ortaya çıkması, babası Hz. Ali'nin şehid edilmesini müteakiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle başlar.[154] Hz. Hasan halife seçilirken ilk beyat edenin Kays b. Sa'd olduğu söylenir. Bu kişiyi Hz. Ali Azerbay­can'a gönderilen ve Iraklılardan toplanarak hazırlanan ordunun komutanı olarak atamıştı. Bu zat, sırf Araplardan oluşturulan kırk bin kişilik diğer bir ordunun da komutanıydı. Bu ordu Hz. Ali'yi ölünceye kadar müdafaa etmek üzere and içmişti. İşte babasının da en çok güvendiği komutanlar­dan olan Kays, beyat esnasında, Hz. Hasan'dan elini uzatmasını isteyerek, Allah (c.c)'nun Kitab'ı, Rasülü'nün sünneti ve asilerle savaşmak üzere beyat edeceğini söyledi. Hz. Hasan bu söze karşı çıktı. Sadece Allah'ın Kitabı ve Rasülü'nün sünneti üzere beyat edilebileceğini, bunun içine saydığı ve saymadığı diğer şartların girdiğini söyledi. Kays bunun üzer­ine bir şey söylemeden bey'at etti. Arkasından da diğer Iraklılar bey'at ettiler.[155]

Hz. Hasan be'yattan sonra "el-Mescidü'l-Camiye" çıkıp, uzunca bir hutbe okudu. Sonra babasının katili Abdurrahman b. Mülcem'i getirtti, ifadesini aldıktan sonra ölümle cezalandırdı. [156]

Iraklılar derhal, babasının öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatırlatarak, Şam'da hüküm süren Muaviye b. Ebî Süfyan ile savaşması için, onu Şam üzerine yürümeye teşvik ettiler. Hz. Hasan da onların sözlerine kanarak bir ordu hazırladı ve savaşmak üzere yola çıktı.[157] Hz. Hasan bu sıralarda 37 yaşlarında idi. O topladığı on iki bin kişi­lik ordusuyla Medâin'e kadar geldi. Ordu komutanı olarak kendisine ilk bey'at eden Kays b. Sa'd'ı atadı. Diğer bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas'ı komutan yapıp, Kays'ı da ona yardımcı atayarak, Kays'a komutanın her türlü emrine itaat etmesini emretti. [158]

Arapların dört "dâhîsi"nden biri olan Hz. Muaviye, Hz. Hasan'ın ken­disi ile savaşmak üzere yola çıktığının haberini alınca, o da derhal Şam'dan hareket ederek el-Enbar'm kazalarından biri olan Mesiken'e gelerek konakladı.[159] Hz. Ali'nin şehid edilmesi üzerinden henüz çn sekiz gün geçmişti, iki tarafın ordusu sırf siyasî kaygılarla karşı karşıya geldiler.[160]

Hz. Hasan içinde bulunduğu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de nefret eden birisi olduğu için, gerek kendi şahsı, gerekse İslâm ümmetinin selameti için hilafeti Hz. Muaviye'ye bırakarak, bu işten feragat etmekten başka bir çare bulamadı. Anlaşma yollarını araştırmaya ve her iki tarafın da razı olacağı çözümler aramaya başladı. Amr b. Seleme el-Erhâbî'yi çağırarak, anlaşma teklifini içeren bir mektupla Muaviye'ye gönderdi.[161] Hz. Muaviye (R.a.) aldığı ve beklediği bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan'a elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure'yi gönderdi. Bu iki elçi Medâin'e geldiler ve Hz. Hasan'a, ne isterse hepsinin kendisine verileceğini bildirmekle kalmayıp, kendilerini kefil göstererek, bu anlaşmayı taahhüt edeceklerini de ona söylediler. [162]

Bu sırada Hz. Hüseyin durumdan haberdar oldu ve anlaşma teklifine karşı çıktı. Muaviye'nin haklılığını tasdik, Hz. Ali'nin davasını yalanla­mış olacağı gerekçesi ile ağabei Hz. Hasan'a, bu anlaşmayı yapmamasını söyledi. Hz. Hasan onu susturarak, yönetim işini kendisinin ondan daha iyi bildiğini iddia ederek, anlaşma yapmakta ısrar etti. [163]

Bu sırada Hz. Hasan'ın hilâfeti Hz. Muaviye'ye bırakacağını anlayan ordu komutanlarından Ubeydullah b. Abbas, Hz. Muaviye'ye bir mektup göndererek kendisi için eman istedi. Karşılık olarak elindeki mallarına dokunulmamasmı ve can güvenliğini şart koştu. Hz. Muaviye bu teklifi kabul etti. Ubeydullah bunun üzerine ordusunu bırakarak karşı tarafa geçti. Hz. Hasan'ın ordusu bu durum karşısında, Kays b. Sa'd'a, Hz. Ali ve taraftarlarının kanlarını ve mallarını korumak ve sonuna kadar Hz. Muaviye ile savaşmak üzere beyat yaptılar. Bir görüşe göre, zaten komu­tan olduğu için, bu beyat'ı yenilemek olarak anlamak da mümkündür. [164]

Nihayet Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan ile anlaştılar. Anlaşmaya göre, şayet, Hz. Muaviye, Hz. Hasan'dan Önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak şartı ile, hilafeti Muaviye'ye bırakıyordu. Ayrıca Küfe hazinesindeki beş milyon dirhem Hz. Hasan'ın olacaktı. Hz. Muaviye, Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme adetine son verecekti. [165]

Karşı taraf bu teklifleri kabul etti. Anlaşmayı yapan Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan'ın yanından çıktıklarında "Rasûlüllah'ın oğlu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı" diyor­lardı.[166] O sırada yaralan da ağırlaşan Hz. Hasan kalkıp, Iraklılara uzunca bir hutbe irat etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber vası­tasıyla Yüce Allah'ın insanları hidayete erdirdiğini hatırlattı. Kendisi vasıtasıyla da kan dökülmesini önlediğini söyleyerek, Hz.Muaviye ile anlaşma yaptığını haber verdi. Hz. Muaviye'ye beyat etmelerini de istedi.[167] Kendilerini babasını öldürmeleri, kendisine saldırıp mal­larını yağmalamaları sebebiyle terkettiğini de ilan etti. [168]

Yapılan anlaşma üzerine Hz. Muaviye Medâin'e geldi. Hz. Hasan'ı yanma alarak Kufe'ye girdi. Hz. Hasan kendi eli ile hicrî 41 yılının Rabîu'l-Evvel ayı sonlarında Kufe'yi Muaviye'ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber'in şu hadisi tecellî etmiş oldu:

"Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir şehittir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü'min grubunu barıştıracak."[169]

Hz. Hasan, Muaviye'nin huzuruna çıktığın­da, Muaviye ona "Seni senden önce hiç kimseyi mükafatlandırmadığını ve senden sonra da kimseyi mükafatlandırmayacağını bir mükafatla "mükafatlandıracağım" dedi ve ona 400.000 (dirhem) verdi. [170] Ayrıca her sene bir milyon dirhem maaş bağladı. Ama bunların çoğunu sonradan kısıtladı ve ona çok az bir şey verdi.

Hz. Hasan ile Hz. Muaviye arasındaki bu anlaşmaya şahit olan İmam Şa'bi hadiseyi şöyle anlatır: "Hz.Muaviye dedi ki, Kalk da, hilafeti bana bıraktığını ve teslim ettiğini insanlara haber ver". Hasan kalktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle dedi:

"Akıllıların en akıllısı, muttaki olandır; ahmakların en ahmağı da fâeir olandır. Hz. Muaviye ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha layık birisinin hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilafeti ona bıraktım". Arkasından "Bilmem belki de o, sizi denemek ve bir süreye kadar yaşatmak (meta) içindir."[171] âyetini okuyarak hutbesini bitirdi.[172]

Hz. Hasan'ın hilâfette ne kadar kaldığı kaynaklarda farklı farklı olmakla birlikte, 6 ay 5 gün olduğu konusundaki görüş en kuvveti isidir.[173]

Hz. Hasan hilâfeti Hz. Muaviye'ye bıraktıktan sonra, geri kalan on yıllık ömrünü Medine'de geçirmek üzere yola çıktı. Kufeliler onun şehir­den ayrılışı sırasında ağlaşıyorlardı. Fakat o kendilerine hiç güvenile­meyeceğini söylemekten çekinmedi. Babası Hz. Ali'ye de yaptıklarını kendilerine hatırlatarak, akıbetlerinin hiç iç açıcı olmadığım belirterek hallerine acıdığını söyledi.

Yolda birisi kendisine "Ente a'ru'l müslimin Ey müslümanların yüz karası!" diye hakarette bulundu. Hz. Hasan, Hz. Peygamber'den naklet­tiği bir hadisle Ümeyye oğullarının bu makama gelmesinin mukadder olduğunu hatırlatmaya çalıştı.[174] Bir başkası "Ey mü'minlerin emirinin utancı" diye bağırınca, ona da "Ar, ateşten daha hayırlıdır" dedi. [175]

Müslümanlara karşı zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederiz. Müslüman kardeşimiz mazlum da olsa zalim de olsa yardım ederiz. Mazlum ile bir olur zalime karşı mücadele ederiz. Zalim kardeşimizin de elinden tutar zulümden vazgeçiririz.

Medine'de on yıl yaşayan Hz. Hasan[176] vefatı yaklaşınca Hz. Aişe'ye haber göndererek, Hz. Peygamber'in yanına defn­edilmek istediğini söyledi. Hz. Aişe de bu isteği kabul etti. Bunun üzerine kardeşine şöyle vasiyet etti. "Ben ölünce Hz. Aişe'den, Hz. Peygamber 'in yanına gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almıştım. Bana karşı çıkmadı. Belki de benden utandı. Şayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de Ümeyyoğullarının seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa, onlarla uğraşma beni Bakî mezarlığına defnet"

Hz. Hasan kırk gün hasta yattı. 5 Rabîu'l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti.[177] yılı olduğunu söylemişlerdir.[178] Ölüm sebebi olarak zehirlendiği söylenir. Zehirleyenin de kendi hanımı Ca'de binti el-Eş'as b. Kays olduğu rivayet edilir. Hasta yatarken kardeşi kendisine kimin zehirlediğini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçındı. Hatta bu zehirlenmeden önce üç defa daha aynı girişimde bulunulduğunu, fakat onları atlatmayı başardığını söyler. Bu son içtiği zehirin başka olduğunu ve herhalde öleceğini ona açıklar. [179]

Vefat edince Hz. Hüseyin, Hz. Aişe'ye müracaat ederek, durumu anlat­tı. Hz. Aişe de Hz. Hasan'ın vasiyetine "Memnuniyetle kabul ederim, baş üstüne" dedi. Ya'kubiye göre Hz. Aişe bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştır.[180] Fakat bu iddiayı Ya'kubî'den başkası öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve Ümeyyeoğularının haberi olunca "vallahi, asla ve ebedî olarak Hz. Peygamber'in yanma gömülemez" dediler. Bu key­fiyet Hz. Hüseyin'e ulaştı. Hemen kendisi ve beraberindekiler silah­landılar. Hz. Ebu Hüreyre durumun vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan'ı buraya defnetmeyi engellemenin mutlak surette zulüm olacağını söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin'e laf anlatırım düşünce­siyle ona geldi. Onu bu ısrarından vaz geçirmeye çalıştı. Kardeşinin vasiyetini hatırlatarak onun "şayet herhangi bir fitneden çekinirsen beni müslümanların mezarlığına defnet" dediğini hatırlattı. Hz. Hüseyin de fitneden çekinerek, kardeşini bir çok sahabenin defnedildiği el-Bakî' mezarlığına defnetti.

Hz. Hasan'ın cenazesine Ümeyyeoğullarından, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass'dan başka hiç kimse katılmadı. Hz. Hüseyin, cenaze namazını kıldırmayı valiye teklif etti. Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazını kıldırdı. Cenazesine çok sayıda kişi katıldı, hatta "iğne atsan yere düşmeyecek" kadar kalabalık vardı.[181] Hz. Hasan vefat ettiğinde 47 yaşında idi. [182]

Hz. Hasan cömert ve kerimdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamher'e çok benzerdi. Çok takva sahibi idi. Medine'den Mekke'ye yürüyerek 15 defa hac yaptığı meşhurdur. Hayır yapmayı çok severdi. Öyle ki, mal­larının tamamını iki defa fakirlere dağıttı; üç defa da Allah (c.c) ile "kasame" yaptı. Yani iki ayakkabısı varsa, birini tasadduk edip, birini kendisine bırakarak; herhangi bir yiyeceğinin bir avucunu dağıtıp, bir avucunu kendine ayıracak kadar adil davranarak, mallarını fakirlere dağıttığı kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve başkalarına ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardır.

Meselâ ona "Mekârim-i ahlâklın ne olduğu sorulunca, o bunu şöyle özetler: Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlâk, sılaı rahim, komşu hakkında utanmak, arkadaş hakkına riayet, misafire ikram, ve nihayet bunların da başında hayâ'dir. [183]

Hz. Hasan çok evlenip, boşanmasıyla da üne sahiptir. Hatta bir ara babası Hz. Ali, bu yüzden, onun evlendiği kadınların kabilelerinin kendi ailesine karşı düşman olacaklarından korkarak, Kulelilere açıkça oğluna kız vermemelerini söylemiş, oradan kalkan bir adam da. yemin ederek, onu evlendirmeye devam edeceklerini bildirmiş ve arkasından şöyle demiştir: "Biz evlendiririz, o istediğini tutar, istediğini boşar."[184] Onun sekiz veya on iki oğlu vardı:

1- Hasan b Hasan [185]

2- Zeyd [186]

3- Ömer,

4- Kasım,

5- Ebu Bekir,

6- Abdurrahman [187]

7- Talha,

8- Ubeydullah. [188] Bir tane de kızı olduğuna dair rivayetler vardır.[189]

Hz. Peygamber'in soyu torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in çocuk­ları vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere halk arasında "seyyid" Hz. Hasan'ın soyundan gelenlere de "şerif veya "emir" adı verilir. Hz. Hasan (R.a.) hayatıyla mekârim-i ahlâkı günleştirmiştir. O, mekârim-i ahlâk inkılabının öncülerindendi. İslâm ümmetinin kanının daha fazla akmaması için an nara tercih etti. Yani müslümaniara karşı zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih etti.

Müslümanların idaresine kanı bulaştırmamanın mücadelesini verdi. İslâm ümmetinin maslahatını, sulhu selametini tercih etti. İslâm ümme­tinin maslahatını gözetmek, müslüman idarecilerin vazgeçilmez görevlerindendir. Müslüman idareci, müslümanların mallarına, canlarına, kan­larına, namuslarına ve dinlerine bekçilik eder. Müslümanların mal, can, namus, akıl ve din emniyetlerini önemsemeyenler, müslümanlara idareci olamazlar.

Müslümanların emniyete ermeleri, idarecilerinden emin olmalarına bağlıdır. Emin idareciler ancak müslümanları emniyete erdirebilirler. Müslümanların sulhu selameti meşru hududîar dahilinde nasıl gerçek­leştirilmesi gerekiyorsa, öylece gerçekleştirmek mü'min idarecilerin va­zifesidir. Müslümanların sulhuna, selametine katkıda bulunmak, sahabe fıkhını idrak etmektendir.



kaynaklar
[133] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, II, 10; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarabad 1325, II, 296

[134] İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec, Sıfatıt's-Saffe, Haleb (ty), 1, 759; Üsdü'l-Ğâbe, il, lü; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 296

[135] ez-Zehebî, Siyer A'lami'n-Nübelâ, Beyrut 1406/1986,111,246

[136] Ahmed b. Hanbel, III, 493, 494; Nesâî, Talbîk, 82

[137] el-Haysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, IX, 175; Tehzîbü't-Tenzîb, II, 296

[138] et-Teğâbün, 64/15

[139] Ahmet b. Hanbel, V, 254; Ebu Davud, Salât, 233; Tirmizî, Menâkıb, 31; İbn Mace, Libas, 20; Neseî, Salatu'l-İdeyn, 27; Zehebî, a.g.e, III, 256

[140] Ahmet b. Hanbel, III, 493

[141] Tirmizî, Menâkıb, 31

[142] Ahmed b. Hanbel, 1, 101; Tayalisî, 11,129-130

[143] Tirmizî, Menâkıb, 31

[144] Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedailit's-Sahabe, 56-60

[145] Ahmed b. Hanbel, IV, 93 ; Tabaranî, hadis nü: 2658

[146] Tirmizî, Menâkiti, 31; Ahmed b. Hanbel, III, 3; el-Halîb el-Bağdadî, Tarihu Bağdad, Beyrut (ty), 1,140

[147] Ahmet b. Hanbel, II, 249, 331; Tehzîbü't-Tehzîb, 11, 297 vd

[148] Tirmizî, Menâkıb, 31

[149] Buhârî, Fadâilü'l-Ashâb, 22

[150] Ahmed b. Hanbel, I, 200; Ebu Dâvûd, Salat, 340; Tirmizî, Ebvâbu's-Salât, 341 Neseî, Kıyamü'l leyl, 50; Üsdü'l-Ğâbe, II, II

[151] İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi's-Sahâbe, Mısır 1358/ 1939,1, 327-330; İbnü'l-Esir Üsdü'l-Ğâbe, II, 10; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 295-296

[152] Zehebî, a.g.e., m, 259

[153] Zehebî, a.g.e., III, 260

[154] h. 40/660

[155] Taberî, Târihu'r-Rusül ve'l-Mulûk, Dâru'n-Meârif 1963, IV, 158

[156] Ya'kubî, Ahmed b. Ebî Ya'kub, Tarihu Ya'kubî, Beyrut, ty. II, 214

[157] Ziriklî, a.g.e., II, 214  Ayrı bir görüş için bkz. İbn Hıbbân, es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/ 1987, s. 554

[158] Ya'kubî, II, 214

[159] Taberî, V,159

[160] Ya'kubî, II, 214

[161] el-İsâbe, I, 327-330

[162] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri fi Şerhi Sahîhı'l-Buhârî, Mısır,1959, VI. 235, Buharî rivayeti

[163] Taberî, V. 160

[164] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarîh, Beyrut 1385/1965, III, 408

[165] Tâberî, V, 158-159

[166] Ya'kubî, II, 214-215

[167] Ya'kubî, II, 215

[168] Taberî, V. 158

[169] Buhârî, Fiten, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12

[170] el-İsâbe, 1,327-328

[171] el-Enbiya: 21/11.

[172] Hilye, 11,37

[173] Ziriklî, II, 214-215

[174] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 407

[175] el-İsâbe, I, 327-330

[176] Zehebî, a.g.e, III, 264

[177] Sıfattt's-SarVe, ı, 762)Bazıları bu tarihin hicri 49, 50, 51, hatta, 54

[178] el-İsâbe, 1, 330

[179] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II, 15

[180] Ya'kubî, 11. 225

[181] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II. 15

[182] Tehzîbü't- Tehzîb, II, 301

[183] Hılye, II, 37-38; Üsdü'1-Gâbe, II. 13; Ya'kubî, II. 225 vd

[184] Zehebî, a.g.e., in, 267

[185] annesi Havli binti Manzûr el-Fezâriyye

[186] annesi Ümmü Beşîr binti Ebî Mes'ud el-Ensari el-Hazrecî

[187] bunların da anneleri ümmü veled olup, hepsinin anneleri ayrıdır

[188] Ya'kubî, II, 228

[189] Zirikli, 215

6 aylık halifelik yapan Sevgili Peygamber Efendimiz (sav)'in bu sevgili torununun ismini söyleyiniz?


Annesi Hz. Fatıma (r.anha), babası Hz. Ali (R.a.) olan Peygamber Efendimiz (sav)'in sevgili torunudur. Kendisinin 6 aylık halifelik döneminden sonra halifelik sona erip bu zamandan sonra halifelik adına saltanat başlamıştır. Peygamber Efendimiz (sav)'in bu sevgili torununun ismini söyleyiniz?

Cevap : Hz. Hasan (Ra)

İslâm tarihinin kendisine şehitlerin efendisi dediği, Esedullah?


İslâm tarihinin kendisine şehitlerin efendisi dediği, Esedullar? (Allah'ın Aslanı) lakaplı Peygamber Efendimiz (sav)’ın amcası olan, uhut savaşında Hind'in emri ile Vahşi isimli bir kölenin attığı mızrak­la şehit olan karnı yarılıp kalbi çıkarılan büyük sahabe kimdir?

Cevap: Hz. Hamza (R.Anh)


15 Eylül 2012 Cumartesi

Kâbe Videolarım 2





Tavaf bittikten sonra dinlenirken çekim yapmışım.


Uhud'un etekleri oralarda da iş makinaları çalışıyor..Zaten tüm Mescid-i Haram'ın çevresindeki otellerde yıkım çalışmaları vardı.. Hatta kâbe'nin içinde bile inşaatlar vardı...


Uhud dağına bol bol baktım Hz. Hamza ve şehidliğe bayanları almıyorlar çok üzücü bir olay kadınlar pek ortalarda görünmüyorlar.. Hep hacılar var...Afrika kökenli inşaat işçileri..Bizim kaldığımız Mekke ve Medine'de ki otellerde de Endonezya'lı işçiler...
Allah Razı olsun hepsinden ellerinden gelen hizmetleri esirgemediler..

O Allah (c.c.)'ın kılıçlarından bir kılıçtır, Halid Bin Velid


Peygamberimiz (s.a.v.)'in kendisine: "O Allah (c.c.)'ın kılıçlarından bir kılıçtır" dediği ömrünü harp meydanlarında geçiren Allah'ın kılıcı (seyfullah) lakabını taşıyan bir sahabedir. Vücudunda kılıç değmedik yer kalmayan, fakat şehitlik nasip olmayan bu komutan sahabe kimdir?

Cevap: Halid Bin Velid

Uhud savaşında meleklerin yıkadığı şehit


Uhut savaşında diğer şehitlerden ayrı bir özelliğe sahip olan, evlendiği gece cihada katılıp cünüp olarak şehit olan, Peygamber Efendimiz (sav)'in ifadesiyle: "Gasilül melaike" meleklerin yıkadığı şehit diye adlandırılan, şehitlerin omuzlarında olduğu anlatılan bu şehit kimdir?

Cevap:HANZALA BİN EBÛ ÂMİR

14 Eylül 2012 Cuma

Rasulullahın Düşmanla Çarpışmağa Gittiğinde Söyledikleri


Enes şöyle dedi:

Peygamber (s.a.v.) gazaya düşmanla çarpışmağa çıktığında şöyle derdi:

-"Allah'ım! Benim desteğim sensin. Benim yardımcın sensin. Ben, senin sayende savaşırım." [1]


[1] İmam Ahmed, Musned, 111/184; İbn Hıbban, Sahih, 1661 (Mevanid); Abdur-rezzak, Musannef, 9517. Bakınız: Ithafu's-Sadetı'l-Muttakin, V/105


Duanın Edebi

 
DUA EDEBÎ
— Duanın kendine göre edepleri vardır. Onların bazısı rükün, ba­zısı şart olup bir kısmı emir ve yasak cinsi şeylerdir. Onları karışık ola­rak şöyle sıralatabiliriz :
Yenilen, içilen, giyilen şeylerde kesin olarak haram şeylerden ka­çınmak..
Allah için ihlâs sahibi olmak, yararlı amel sunmak, sıkıntılı durum­larda işlenen yararlı amelleri anlatmak..
Daima abdestli ve temiz olmak; kıbleye dönmek; namaz kılmak.
 METİN - TERCÜME - ŞERH                              513
Dizüstü oturmak.
Duadan önce, Yüce Allah'a hamd etmek, övmek; duanın evvelinde ve sonunda Resulüllah efendimize salâvat okumak.
Duanın başında ve sonunda elleri açıp omuz hizasına kadar kaldır­mak..
Tevbekâr, huşu içinde, huzurlu sakin bir şekilde bulunmak..
Duâ esnasında gözlerini göğe dikmemek..
Yüce Allah'tan bir şey istenirken, Yüce Allah'ın güzel isimleri, üs­tün sıfatları vesile edilmelli.                              
Kafiyeli sözler etmekten, zorlama şeyler yapmaktan, nağmeli duâ etmekten sakınmak gerek.
Yüce Allah'a arz ettiği dileğinde; herkes peygamberleri, salih kul­ları aracı kılmalı..
Ses yükseltilmemeli; günahlar Yüce Hakkın huzurunda itiraf edilip af mağfiret dilenmeli..
Edilecek dualar, Resulüllah efendimizin daima okuduğu, eserlere ge­çen dualar arasından seçilmeli. onlar arasından, toplu mana ifade eden­leri tercih edilmeli..
Duaya kendi nefsinden başlamak, ana babasına, mümin kardeşleri­ne dahi duâ etmeli. Sadece, kendisine duâ edip kalmamalıdır. Bilhassa, duâ işinde imam ise, yani : Cemaata duâ ettiriyorsa, sırf kendisine duâ etmeye...
Duanın makbul olacağına inanarak, azimle duâ edile; zevkle is­tekle duâ edile..
Uygunsuz şeyler varsa, kalbden çıkarılmak.. Kalb huzuru bulmalı, duâ için ciddi, gayretli olmak..
Duâ ile istenen şeyler, büyük şeylerden,olmalı..
Duâ tekrar tekrar arz edilmelı; bu tekrar da en azından üç kere olmalı..
îstenen şey üzerinde ısrarla durmalı..
Akraba ziyaretinden kesilmek, günah bir şey için duâ edilmemeli..
Yapılmayan, bırakılan bir şey için duâ edilmeye..


kaynak
Miftah'ül - Kulûb — (Cezerî, Hısn-ı Hasıyn, adlı eserinden)

Değerli Bilgiler,Kabe'nin yanına vararak Kur'an'ı Azimüşşan'ın Rahman suresini ilk okuyan ?




Kur'an'ı Kerim açıktan Mekkelilere hiç okunmamıştı. Peygamberimiz (sav)'in teklifini kabul eden sahabe olup hiç kork­madan ve çekinmeden Kabe'nin yanına vararak Kur'an'ı Azimüşşan'ın Rahman suresini slogan atarcasına Mekkeli müşrik­lere okuyan ve Bedir savaşında İslam düşmanı Ebu Cehli öldüren sahabe kimdir?
Cevap: Hz. Abdullah Bin Mes'ud (r.a)

12 Eylül 2012 Çarşamba

Kâbe Videolarım


Kaybolduğumuz bir andı çok az çekmişim her halde kamerayı gizlemek zorunda kaldım :)

Mesid-i Haram birinci katından çekim yapmışım hatırlamıyorum :))

Namaz yerini kaptırır mıyım ben... hem çekim yaptım hem de kamerayı polislere kaptırmadım :))

11 Eylül 2012 Salı

Canım Kabem!


Canım kâbem gelsem sana yüzüm gözüm sürsem sana..
Allah'ım misafirliğimden hoşnut ve razı ol! Ya Rabb Sen Ev sahiplerinin en güzeli ve cömertisin...Tekrar nasib et..Tüm isteyen kullarına da..
E. Kaya

9 Eylül 2012 Pazar

Umre Ziyaretimden..



Selamünaleyküm Allah'ın misafirlerini çok seviyorum hangi millet olursanız olun orada birbirinize hürmetle eğiliyorsunuz.. Fotoğraf çekmek çok zor aklınıza bile gelmiyor. Zaten giderken de şarjım kırılmıştı evde doldurduğum şarjı  yirmi bir gün idareli kullandım.. İlk çektiğim poz say yaparken yoruldum oturduğum yerden çektiğim pozlar ama kabeyi ilk yakaladığım poz yukarıdaki zaten çekiniyorsunuz buraya niye geldin diye bakıveriyorlar hemen ama sonra baktim ki herkeste cep telefonu ile tavaf ediyor ben de kameramı çıkardım bir kaç poz yakaladım..Medine'de çekim yasak sürekli çantalar aranıyor....

Sağ kenarda bastonlu olan annem, her millet yanyana  say yapıyor ve kimse kimseye karışmıyor...



Orada o kadar çok çocuk var ki minik bebeler ile tavaf eden anne-babalar gördüm...
Herkesle konuşuyorsunuz işaret dili ile dua istiyoruz birbirimizden gözlerim kalbim aklıma geldikce doluyor sanki o anları bir daha yaşar gibiyim..Hele kâbe'ye bakarak namaz kılın ama mutlaka kâbe'ye bakın secde yerine değil. Vakit namazında eğer hanımlar kısmında yer bulabilirseniz ne alâ ama çok zor.. Erkekler heryeri dolduruyor hanımları bir üst kata gönderiyorlar..
Tavaf namazlarında kâbe'ye bakarak namaz kılmak çok güzel aşk ile kılıyorsunuz inananamıyarak "hala ben burda mıyım Allah'ım" diyerek ağlayarak kılıyorsunuz..
Altınoluk Türkiye'nin kıblesi onun karşısına geçip istediğiniz kadar dua edin.. (genç hacılar için yaşlılar büyük imtihan, sizi size bırakmıyorlar :(   maalesef)..
Oda arkadaşlarınızla, büyüklerinizle, kendi bedeninizle hasta olmamak için mücadele ediyorsunuz hepsi ile imtihan oluyorsunuz ama kâbe'ye gittiğinizde tavafa girdiğinizde herşeyi unutuyorsunuz. Kâbe ile (ben senden nasıl ayrılıcam) diye diye ağlayarak.. Allah (cc) ile bir muhabbetdir öyle güzel ki.. Allah'ım herkese nasib etsin benim de arttırsın o kadar arttırsın ki bu dünya sıkıntılarını unuttursun..Mü'min'in cehennemi dünyaya başka türlü katlanılmıyor benim için en önemlisi muhabet.. Kalbim muhabbetle dolu olunca dünyaya gafil oluyorum.. 


 Bana yorum bırakan kardeşim sana en güzel ceavap bu resimler ve Allah'ın muhabbeti olsun inşaallah gücün yettiği yere kadar ibadete sabret Allah senden haberdar değil mi? Yüreğini ferah tut seni seviyorum Allah yar ve yardımcın olsun.. Belki diğer arkadaşlar bu kadın deli mi? kendi kendine yazıyor ortada yorum yok diye ama yorum yayınlamama izin yok sildiğim için...

 Bu ayet-i kerimeyi paylaşmak istedim;

“Gerçek şu ki, Allah’a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, inanan bütün erkekler ve kadınlar, kendini ibadet ve taata vermiş erkekler ve kadınlar, niyet ve davranışlarında doğru ve samimi olan erkekler ve kadınlar, sıkıntılara göğüs geren erkekler ve kadınlar, gönülden saygı ile Allah’tan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, nefislerini kontrol edip herşeyden kaçınarak oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffet ve namuslarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı durmaksızın çokça anan erkekler ve kadınlar var ya; işte Allah onlara bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (Ahzâb: 33/35)

Allah yar ve yardımcımız olsun Sevgilerimi sunuyorum tüm okurlarıma..

7 Eylül 2012 Cuma

Nifak, sizden hayırlı bir kavme indirildi


3. (5767)- Esved rahimehullah anlatıyor: "Hz. Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un ders halkasında idik. Huzeyfe (radıyallahu anh) geldi ve yanımızda durup bize selam verdi:

"Nifak, sizden hayırlı bir kavme indirildi" dedi. Esved de (hayretle):

"Sübhanallah, Aziz ve Celil olan Allah: "Münafıklar cehennemin en aşağı derekesindedir" (Nisa 145) buyuruyor" dedi. Bunun üzerine Abdullah tebessüm etti. Huzeyfe de mescidin  bir kenarına oturdu. Derken Abdullah kalktı ve arkadaşları da dağıldılar. Huzeyfe beni çağırmak için bana bir çakıl attı, yanına geldim.  Bana: "Abdullah'ın  gülmesi tuhafıma gitti, halbuki o benim söylediğimi bilen birisi. Yemin olsun nifak, siz (tabiiler)den daha hayırlı bir kavme indirildi. Onlar (nifaktan) sonra tevbe ettiler. Allah da tevbelerini kabul etti" dedi." [Buharî,Tefsir, Nisa 25.][5]

AÇIKLAMA:

1- Alimler, ayete dayanarak "münafıkların azabı kâfirlerin azabından daha şiddetlidir. Çünkü onlar, dinle istihza etmektedirler"  demişlerdir.

2- Hadiste sahabelerin tabiinden daha  hayırlı olmalarına rağmen nifakın yani münafıklığın  onlardan çıkmış olmasını söylemekle Hz. Huzeyfe muhataplarına ciddi bir uyarıda bulunmuş olmaktadır.

İbnu Hacer der ki: "Münafıklıkla iptila edilenler sahabe tabakasından idiler. Sahabe ise tabiin tabakasından hayırlıdır. Lakin Allah onları nifakla iptila etti. Onlar irtidad ettiler ve münafık oldular, böylece onlardan hayırlılık gitti. Birkısmı tevbe etti ve hayırlılık onlara geri geldi. Sanki Hz. Huzeyfe,  hitap ettiği kimseleri sakındırdı ve onlara gururlanıp aldanmamalarını hatırlattı. Çünkü kalp dönücüdür. Bugünkü hal üzere gidemeyebilir. Bu sebeple onları imandan çıkmaya karşı  sakındırdı. Çünkü ameller sona göre değerlendirilecektir. Onlara, imanlarından son derece güven içinde olsalar bile, Allah'ın mekrine karşı emin olmamaları gereğini açıkladı. Nitekim onlardan önceki ve kendilerinden daha hayırlı olan sahabe tabakasında buna rağmen irtidad edenler ve nifaka düşenler olmuştur. Sahabeden sonra gelen tabakanın aynı şeye düşmesi haydi  haydi imkan dahilindedir."

Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un  tebessümünün , Hz. Huzeyfe'nin bu isabetli açıklaması karşısındaki taaccübünden ileri geldiği belirtilmiştir.

Hz. Huzeyfe, Hz. Abdullah'ın tebessümünün mahiyetini anlayamamış olmalı ki, niye tebessüm etti diye hayret etmiş ve hayretini el-Esved'e açıklama ihtiyacını duymuş ve: "Niye  güldüğüne hayret etmekte haklıyım, çünkü o benim  ne demek istediğimi tam anladı ve sözlerimdeki doğruluk ve isabetliliği de biliyor" manasında serd-i kelam etmiştir.

Hadisten, içine düştükleri nifak ve küfürden dönen zındıkların tevbesinin makbuliyetine delil çıkarmışlardır.[6]

Kaynak
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/180.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/180-181.


5767 ـ3ـ وعن ا‘سود قال: ]كُنَّا في حَلْقَةِ عَبدِاللّهِ رَضِيَ اللّهُ عَنهُ فَجَاءَ حُذَيْفَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنهُ حَتّى قَامَ عَلَيْنَا، فَسَلّمَ، ثُمَّ قَالَ: لَقَدْ أُنْزِلَ

النِّفَاقُ عَلى قَوْمٍ خَيْرٍ مَنْكُمْ. قَالَ ا‘سْوَدُ: سُبْحَانَ اللّهِ إنَّ اللّهَ عَزَّ وَجَلَّ يَقُولُ: إنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الْدَّرْكِ ا‘سْفَلِ مِنَ الْنَّارِ. فَتَبَسَّمَ عَبْدُ اللّهِ، وَجَلَسَ حُذَيْفَةُ فِي نَاحِيَةِ الْمَسْجِدِ. فَقَامَ عَبْدُاللّهِ فَتَفَرَّقَ أصْحَابُهُ فَرَمانِى بِالْحَصْبَاءِ، فأتَيْتُهُ. فقَالَ حُذَيْفََةُ: عَجِبْتُ مِنْ ضَحِكِهِ، وَقَدْ عَرَفَ مَا قُلْتُ، لَقَدْ أُنْزِلَ النِّفَاقُ عَلى قَوْمٍ كَانُوا خَيْراً مِنْكُمْ، ثُمَّ تَابُوا، فَتَابَ اللّهُ عَلَيْهِمْ[. أخرجه البخاري.ومقصود حذيفة بهذا: أن جماعة من المنافقين صلحوا واستقاموا وكانوا خيراً من  أولئك التابعين الذين خاطبهم لمكان الصحبة والصحبة والصح كيزيد ومجمّع ابني جارية بن عامر رَضِيَ اللّهُ عَنهما، فكأنه أشار بالحديث الى تقلب القلوب


5 Eylül 2012 Çarşamba

Rasulullah'ın Cennettekiler Yanındaki Derecesinin Yüksekliği



1620) Ebu Said rivayet etti: Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Vesile, Allah Teala'mn yanında bir derecedir ki, ondan üstün de­rece yoktur. Allah'tan bana vesile vermesini isteyin."[1]

1621) Ebu Hüreyre rivayet etti: Rasulullah şunu buyurdu:

- "Bana salât getirdiğinizde, Allah'tan benim için vesile isteyin."

- Ya Rasulallah! Vesile nedir? denildi. Rasulullah (s.a.v.):

- "O cennette, sadece bir kişinin erişebileceği en yüksek derecedir. Benim, o kimse olacağımı umuyorum."[2]

1622) Yine Ebu Hüreyre rivayet etti: Rasulullah buyurdu:

"Bana salât getirin. Çünkü bu, sizin için zekattır. Allah'tan, benim için cennetteki vesile derecesini isteyin. O, bir kişi içindir. Benim o kişi olacağımı umuyorum." [3]

1623) Abdullah İbn Amr, Rasulullah'tan şunu duyduğunu rivayet etti:

"Müezzini duyduğunuzda, onun söylediğinin aynısını söyleyin, sonra bana salât getirin. Çünkü kim bana salât getirirse, Allah da ona on salât getirir. Aziz ve Celü olan Allah'tan vesile isteyin. Kim Allah'tan benim için, vesile'yi isterse, şefaati hakeder."[4]

1624) Rufeyfi" İbn Sabit anlattı: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu:

"Kim, Allah'ım, Muhammed'e salât et ve onu, cennette senin katı­na mukarreb (yakın) makama indir, derse, kıyamet günü, o kişi şefaati­mi hakeder."[5]


kaynaklar
[1] imam Ahmed, Musned, Ilı 83, Heysemî, -ıau[z-Zevaıd, i/332

[2] İmam Ahmed, Musned, II/265, Ibn EbîŞey1-.   Musannef, Xl'5O4

[3] İbn EbîŞeybe, Musannef, 11/517.

[4] Buharî, Sahih, 1/159; MusÜm, Sahih, kitabu's-saiah, hadis: 10

[5] İbn Ebi Asım, Sunne, İt/395; Taberanî, el-Kebir, V/14; Münzirî, Terğib vet-Terhib, K/504. Bakınız: İthaf, V/51.

Ezher'deki nüshanın sonunda şöyle yazılıdır:

Mübarek kitap bitti. Bu kitap şeyh Abdurrahman İbnu'l-Cevzî el-Hanbelî'nin (Allah ona rahmet etsfn) telifidir. Allah, Efendimiz, Muhammed'e (s.a.v.) aline ve ashabına salât etsin ve çok selam etsin.

Teymur'dakİ nüshanın sonunda da şöyle yazılıdır:

Bu, şeyh, imam, alim, cesur ve cömert kişi Ebu'l-Ferec Abdurrahman Îbnu'l-Cevzî'nin "el-Vefa fî Sîreti'l-Mustafa" isimli kitabın sonudur. Allah onu rahmetine bürüsün. Onu firdevs cennetine yerleştirsin. Hamd ve minnet Allah'a aittir. Bu, 1182 yılının Gumadeîahiresinin üçünde gerçekleşmiştir. Hamd Allah'adır. Allah, kul, hakir, aczini ve kusurunu itiraf eden Muhammed İbn Ahmed el-Budirî vasıtasıyla Peygamber Muhammed'e (s.a.v.) salât etsin.

Abdurrahman İbnü’l-Cevzi, Ashâbın Dilinden Peygamberimizin Hayatı, Uysal Kitabevi: 666-667.


Toprağı yarılarak kabirlerden çıkacak olanların ilki benim

                                      
      îbn Ömer şunu anlattı: Rasulullah (s.a.v.):

"Toprağı yarılarak kabirlerden çıkacak olanların ilki benim. Sonra Ebu Bekr, sonra Ömer, daha sonra Bakî'ya gömülenlere gelirim. Onlar da benimle birlikte hasredilirler. Sonra da Mekke halkım beklerim."

El-Mutarriz şunu ilave etti: "Ben Haremeyn (iki Harem) arasında hasredilirim."[1]





kaynaklar
Buharı, Sahih, Kl/159 IV, 192, *Af75, V!ll/13fc, ıX'16. 170; Müslim, Sahih, kita-bu'l-fedail,-hadis* 1G0,162; İmam Ahmed. Vlusr-ed, ıl!/41.

1 Eylül 2012 Cumartesi

EL-ALİM (C.C.)




“Her şeyi en iyi bilen ve her şeyin künhüne vâkıf olan.”

Allah (Azze ve Celle) Alîm'dir. Hem nasıl Alîm?

Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Binlerce sene evvel ne olduğunu bildiği gibi, binlerce sene sonra ne olacağını da bilir. Olmuşları nasıl hiç eksiksiz biliyorsa, olacak hadise­leri de, olmuşlar kadar mükemmel bilir. Öyle ki, zamanın ilk başladığı tarihten, yine zamanın sonuna kadar olmuş veya olacak her şey Yüce Allah'ın ilminde her lâhza hazırdır.

Bütün insanların, meleklerin, cinlerin ilmi bir araya gelse, Allah Teâlâ'nın ilminin yanında denizdeki bir dam­la mesabesindedir. Meselâ: İnsanlar çok kere şu şöyle alîm, böyle alîm derler. O kişinin ilmi kendisi gibi insanlar arasında ileridir. Allah ilmi karşısında ise zerre bile ola­maz.

İlmi olmayan bir zât, bunca mahlukatı nasıl yaratıp idare edebilir ki? Bütün âlem O'nun yaratmasıyla var olduğu gibi, onun tâyin ettiği güne kadar devam edebilir. Ondan ne bir fazla, ne bir eksik olur. Yine dünyanın ne kadar günü vardır, ne kadarı geçip gitmiştir hepsi Cenâb-ı Hakkın ilmindedir.


Dünyamıza şu ana kadar milyarlarca insan geldi gitti. Belki daha milyarlarca insan gelecek. İşte kimin, ne zaman, nerede dünyaya geleceğini, kaç sene yaşayacağını, nerede öleceğini, kabirde başına neler musallat olacağını veya nasıl bir akıbete uğrayacağını kemâliyle bilmektedir O. İnsanlar her şeyi bilmez, ancak O'nun bildirdiği ka­darını bilirler. Yine insanların görmesi de öyle. Âlemde o kadar çok varlık var ki, biz onların hepsini göremiyoruz. Meselâ, melekleri göremiyoruz. Halbuki melekler bizi görüyor. Yani herkes O'nun dilediği ve takdir ettiği ka­darını görür.

Bir insan ne kadar âlim olursa olsun, yine de bilmediği hadsiz hesapsızdır. Allah'ın izniyle insanlar çok şeylere vâkıf olabilirler. Ne var ki her şeyi bilmeleri mümkün değildir. Dünyada insanlığın en büyük belâsı olan kansere Âdem evladı çare bulamamıştır. Eğer her şeyi bilmiş olsa, bu belanın kökünü kurutmaz mı? Belki zamanla onun da şifası bulunacak... Yine binlerce senedir binlerce insan fe­zanın sırrını araştırıyor ve gördükleri karşısında akıllar hayretinden parmağını ısırıyor. Demek ki Allah'ın ilminin nihayeti yoktur, kudretinin nihayeti olmadığı gibi...

Bütün ilimler Allah Teâlâ'yı bilmek içindir, sen Allah'ı bilmezsen, bu nice okumaktır?

Evet:



Bu âlemde kâmil bir akla yoldaş et aklı,

Hep kendi düşüncenle olamazsın sen haklı!..



İnsanlar çok kere bildiği şeyleri unutur. Ve yine bazan da bildiği şeyde yanılır. Fakat, âlemlerin Rabbi Allah hiçbir şeyde yanılmaz, hiçbir şey ona gizli kalmaz.

Yine insanlar içinde ilmi olanlar, olmayanlar vardır. Bir âyetin ifadesiyle:

“Allah'tan, kulları içinde, sadece âlimler korkar.” [95]



Allah Teâlâ'yı bilenler, hiç bilmeyen cahiller gibi olur mu? Yüce Allah'ı celâl ve cemâliyle, kemal sıfatıyla bilen ilim sahipleridir. Onlar da derece derecedir. Herkesin bilgisi bir olmadığı gibi, zekâsı da bir değildir. Bir kulun Allah'a dair ilmi ne kadar mükemmel ise, korkusu da o nisbette mükemmel olur. Bu korku, insanı rabbinden uzaklaştıran bir şey değil, aksine rabbine yaklaştıran bir sebeptir. Onun için Nebiyy-i Zîşan (s.a.v) efendimiz:

“Ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok muttaki olanınızım.” [96] demiştir. Çünkü, insanlar içinde Allah Teâlâ'yı en iyi bilen O'dur. O halde gönlümüzü rabbimizin dergâhına açalım ve ona iltica edelim:

“Ey her nevi gizli ve gaybi şeyleri bilen (Rabbim),

Ey her çeşit günahı affeden,

Ey her nevi aybı örten,

Ey bütün sıkıntıları gideren,

Ey kalbleri değiştiren,

Ey kalbleri süsleyen,

Ey kalbleri nurlandıran,  

Ey kalblerin tabibi olan,

Ey kalblerin habibi olan,

Ey kalblere ünsiyet veren! Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur, sen emansın; bizi cehennem ateşinden halâs et.” [97]

Kaynak

[95] Fâtır: 35/28.

[96] Buharî.

[97] Cevşenü'l-Kebîr. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 129-132.




Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı