3 Haziran 2011 Cuma

HALİD İBNU'L VELİD



O Uyumaz,
Uyuyan Kimseyi de Bırakmaz!
Onun durumu ne tuhaftır!...
O,  Uhud gününde müslümanlara saldıran diğer günlerde de İs­lâm'ın düşmanlarına saldıran kişidir...
Şimdi başlangıcından itibaren onun hikâyesine gelelim.. Fakat hangi başlangıç??
Kendisi, hayatının   başlangıcı   olarak, sadece,  biat etme Rasûlüllah'la (s.a.v,) el sıkıştığı günü biliyor...
Eğer mümkün olsa, o günden önceki bütün yılları ve günleri öm­ründen ve hayatından söküp atacaktı...
O halde, biz de onunla birlikte sevdiği, kalbinin Allah'a huşu duy, duğu, ruhunun Rahman'dan el aldığı, bunun üzerine, boş günlerinde bâtıla yardım etmenin günâhlarını omuzundan atmak üzere, Allah'ın dinine, elçisine ve Hakk yolunda büyük şehâdete hasretinden dolayı yerinde duramadığı o güzel andan başlayalım...
Bir gün nefaiyle başbaşa kalıp her gün sancaklarının parlaklığı ve yüksekliği artan yeni din hakkında düşündü ve Allâmü'l-Guyûb (gaybleri çok iyi bilen) olan Allah'tan kendisine herhangi bir sebeple hidâyeti uzatmasını istedi... Ve temiz kalbinde îmanın müjdeleri par­ladı. Şöyle dedi:
«—Vallahi, işleri yoluna girdi...
Bu zatın peygamber olduğu kesin...
Ama, ne zaman??
Gidip müslüman olayım...»
Şimdi, Rasûlüllah'a (s.a.v.) gidişini ve mü'minler kafilesi içinde yerini almak için Mekke'den Medine'ye yolculuğunu bize anlatması için ona  kulak verelim :
«— Bana arkadaş olacak kimseler bulmak istedim. Osman ibn-i Talha'yla karşılaştım. Arzu ettiğim şeyi ona anlattım. O da hemen kabul etti. Hep birlikte çıktık. Seher vakti yola koyulduk. Ovada gi­derken, Amr ibnü'l-As'la karşılaştık. Bize merhaba dedi. Biz de merha­ba diye cevap verdik...
Nereye gidiyorsunuz? dedi. Biz de durumu açıkladık. O da : Ken­disinin de müslüman olmak için Rasûlüllah'a (s.a.v.) gitmek istedi­ğini söyledi.
Onu da yanımıza aldık ve 8 nci senenin safer ayının ilk günü Me-dîne'ye geldik. Rasûlüllah'a (s.a.v.) görünce, Peygamber'e verilen şe­kilde ona selâm verdim. O güler yüzle selâmımı aldı. Arkasından Ke-lime-i Şehâdeti getirerek müslüman oldum.
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle dedi :
«— Senin akıllı olduğunu biliyor, bunun seni selâmet ve hayra eriştireceğini umuyordum»,
Rasûlüllah'a [s.a.v.) biat ettikten sonra :
«— Benim günâhlarımı bağışlaması için Allah'a dua etmeni is­tiyorum» dedim. O da şöyle buyurdu:
«— İslâm, daha önce işlenmiş" günâhları, saymaz, siler». Ben de:
«— Ya Rasûlellah!  Bunu yapmanı istiyorum» dedim. Bunun üzerine Rasûlüliah (s.a.v.) :
«— Allah'ım! Senin yolundan yüz çevirme konusunda yaptığı şey­lerden dolayı Halid ibnu'l-Velîd'i bağışla» dedi.
Amr ibnu'l-As ve Osman ibn-i Talhâ da ilerleyip müslüman ol­dular ve Allah'ın Rasûlü'ne biat ettiler...
Peygamber'e söylediği sözü gördünüz mü? «Allah yolundan yüz çevirme konusunda bütün yaptıklarımı bağışlamasj için Allah'a dua etmeni  istiyorum??...»
Görüşünü ve basiretini bu ibare üzerine kuran; Allah'ın kılıcının ve İslâm kahramanının hayatında bilmecelere benziyen davranışları iyi anlayabilecektir...
Onun hayatını anlatırken bu davranışlara vardığımızda, bu cüm­le onları anlamak ve1 açıklamak için delilimiz olacaktır.
Gelelim şimdi, yeni müslüman olan Halid'le birlikte Kureyş'in sü­varisinin onların atlarına ait dizginlerinin sahibinin; savaş dünyasın­da bütün arapların, dahisinin; babalarının ve kavminin şereflilerinin ilâhlarına sırtını döndüğünü, onun Peygamber ve müslümanlarla bir­likte, Allah'ın kendisine Muhammed'in ve kelime-i tevhidin sancağı al­tında ortaya çıkmayı takdir ettiği yeni bir dünyaya yöneldiğini göre­ceğiz...
Öyleyse, müslüman olduktan sonra Halid'le birlikte hayret v durumunu göreceğiz!!..
Mû'te savaşının kahramanları üç şehidle, Zeyd İbn-i Harise, Ca'-fer İbn-i Ebî Talib ve Abdullah ibn-i Ravaha ile ilgili haberi hatırlıyor musunuz?
Bunlar, Suriye topraklarındaki Mûte savaşının kahramanlarıydı­lar... Bu, Bizanslıların iki yüz bin kişiyi getirdikleri ve müslümanların benzersiz bir şekilde çarpıştıkları bir savaştı...
Rasûlüllah'ın (s.a.v.) üç komutanın da şehid olduğunu haber ver­diği hüzünlü yüce cümleyi de hatırlıyor musunuz? O şöyle buyuru-yordu :
«— Sancağı Zeyd ibn-i Harise aldı ve şehîd oluncaya kadar elin­de sancak olduğu halde döğüştü...
Daha sonra sancağı Ca'fer aldı. Şehîd oluncaya kadar o da de sancak olduğu halde döğüştü...
Sonra da sancağı Abdullah  ibn-i Ravaha alıp elinde sanca! duğu halde, şehîd oluncaya kadar döğüştü...
Rasûlüllah'ın (s.a.v.) bu sözlerinin devamını, bu sayfalardaki yer ler İçin saklamıştık. İşte devamı:
«— Sonra sancağı, Allah'ın kılıçlarından olan bir kılıç aldı v Al­lah fethi onun vasıtasıyla nasib etti...»
Bu kahraman kimdi acaba??
İşte bu, Rasûlüilah'ın (s.a.v.) orduya komutan tayin ettiği üç ki­şinin komutası altında normal bir er olarak Mû'te savaşına koşan Ha­lid ibnu'l-Velîd'di. O üç komutan da Zeyd, Cafer ve İbn-İ Ravaha ve yine aynı sırayla savaş meydanında şehîd edilen bu kişilerdi...
Komutanların sonuncusu şehîd olarak yere yıkıldıktan sonra Sa­bit ibn-i Akram sancağa koşup sağ eline aldı ve karışıklık, saflarını dağıtmasın diye müslüman ordusunun ortasında yükseltti...
Sabit sancağı eline alır almaz, hemen Halid ibnu'l-Velid'e yönel­di ve ona şöyle dedi :
«— Sancağı al, Ebû Süleyman!»
Halid, yeni müslüman olmuş birisi olarak; ondan önce müslü­man olmuş Ensar ve Muhacirlerin bulunduğu bir topluluğa komutan olma hakkına sahip olmadığı görüşündeydi.
Edeb, tevazu, anlayış ve faziletler... İşte o, bunların hepsine lâ­yık birisiydi!...
Sabit ibn-i Akram'a şu cevabı verdi :
«— Hayır... Ben sancağı alamam. Buna sen daha lâyıksın... Sen hem yaşça büyüksün, hem de Bedir savaşına katıldın...»
Sabit de ona şöyle cevap verdi:
«— Sancağı sen al, çünkü savaşmayı sen benden daha iyi bilir­sin. Vallahi ben sancağı elime sadece sana vermek için aldım».
Daha sonra Akram müslümanların arasında şöyle haykırdı : «— Halid'in komutanlığına razi .oluyor musunuz?» Onlar da : «— Evet...» dediler.
Bu üstün şahsiyet atına bindi. Sanki o, Rasûlüilah'ın hayatında ve vefatından sonra, kahramanın adım adım katedeceği uzun ve açık bîr yol üzerinde açılma vakti gelmiş kapalı kapılan çalıyormuşcasma san­cağı eliyle öne uzattı... Ta ki, kader, onun üstün şahsiyetiyle takdir edilmiş bir noktaya varsın...
Halid, savaşın sonu belli olduktan sonra ordu komutanlığına geç­mişti   Müslümanların kaybı çoktu. Perişan durumdaydılar. Kalabalık Bizans ordusu üstün durumdaydı ve müslümanları kırıp geçiriyordu...
O, savaşın sonucunu değiştirecek, mağlûbu galip, galibi mağlûb hale getirecek herhangi bir savaş imkânına sahip değildi...
Orduyu kurtarmak için bu dahiyi bekleyen tek iş, İslâm ordusun-daki kayıpların durması, geri kalanını zararsız olarak savaştan çıkar­mak, yani savaş meydanında çarpışan kuvvetin geri kalanının mahvını önlemek için geri çekilmekti.
Ancak böyle bir geri çekilme, imkânsız demekti...
Fakat, eğer «cesurun kalbinde imkânsız yoktur» sözü doğruysa, Halîd'den daha cesur kalpli, ondan daha üstün bir deha ve ondan daha derin  görüşlü kim vardı?...
İşte o sırada, Allah'ın kılıcı, şahin gözlerine benzeyen gözleriyle geniş savaş alanına göz atmak üzere ilerler ve ışık hızıyla zihninde plânlar yapar... Ordusunu —savaş devam ederken— gruplara ayırır, sonra her grubun görevlerini belirtir. Akıllara durgunluk veren tek­niğini ve mükemmel dehasını kullanmaya başlar. Böylece Bizans or­dusunun saflarında büyük ve geniş bir gedik açtı. İslâm kahramanının dehasıyla mahvedici ve işini bitirecek bir belâdan kurtulduktan sonra bütün müslüman askerleri rahatça o gedikten çıktılar!...
İşte bu savaşta Rasûlüllah (s.a.v.) Halid'e bu yüce lâkabı lütfet­miştir.
Kureyş, Rasûlüllah'la (s.a.v.) olan anlaşmasını bozar ve müslü-manlar onun (s.a.v.) komutasında Mekke'yi fethetmek için hareket ederler...
Rasûlüllah (s.a.v.) ordunun sağ kanadına Halid İbnu'l-Velid'i ko­mutan tayin eder.
Müslüman ova ve dağlarının, uzun zaman putçuluk ve şirk ordu­sunun komutanlarından biri olarak tanıdığı Halid, Mekke'ye müslü­man ordusunun komutanlarından biri olarak giriyordu...
Tatlı çocukluk ve neş'eli gençlik hatıraları aklına geliyordu.
Daha sonra, aciz ve hiçbir değeri olmayan putlar için ömrünü harcadığı uzun günlerin hatıraları da aklına geliyordu...
Pişmanlık gönlünü ısırmadan önce, durumun dehşeti ve yüceliği karşısında titriyordu...
Mekke üzerine yürüyen nurun durumu. Vücutları, hâlâ işkence ve terörün izlerini taşıyan ve zorla, düşmanlıkla çıkarıldıkları memlekete dönen —kişneyen atların üstünde ve dalgalanan İslâm bayraklarının altında oraya dönen— ezilmek istenenlerin durumu karşısında titri­yordu...
Dün Dâru'İ-Erkam'da yaptıkları gizli konuşmalar Mekke'yi yerin­den oynatan tekbîrlere ve bütün varlıkların onlarla birlikte olduğu ke-lime-i tevhîdlere, dönüşmüştü. Sanki herkes bir bayram yapıyordu!...
Mu'cize nasıl tamam olmuştu? Bu olanları  yorumlayacak neydi?
Hiçbir şey... Zafer kazanan askerlerin birbirlerine bakarak ve se­vinerek, kelime-i tevhîd ve tekbirlerinin arasında tekrar edip durduk­ları şu âyetten başka hiçbir şey yorumlayamazdı :
Allah'ın vâ'di... Allah va'dini bozmaz».
Halid başını havaya kaldırıyor, ufku dolduran İslâm bayraklarının yüceliği, sevinç ve neşesi içinde bakarak kendi kendine şöyle diyor­du :
«— Evet... Elbette bu-Allah'ın vaadidir, Allah vaadini bozmaz!...»
Sonra, kendisine İslâm'ı lütfeden; bu büyük fetih gününde, fet­hin kendilerini İslâm'a sevkedeceği kimselerden değil de, İslâm'ı Mekke'ye götürenlerden biri yapan Rabbinin nimetine şükrederek ba­şını eğiyordu.
Halid üstün kabiliyetlerini, tümüyle inanıp bütün hayatını adadığı dinin hizmetine vererek: Rasûlüllah'ın [s.a.v.) yanında duruyordu...
Rasûlüllah {s.a.v.) Refîk-ı A'lâ'ya kavuştuktan ve halifeliğin so­rumluluğunu Hz. Ebû Bekir yüklenip yeni dini saran irtidat fırtınaları esince, Ebû Bekir gözünü hemen o günün adamı ve kahramanı, Al­lah'ın kılıcı, Ebû Süleyman Halid ibnu'l-Velîd'e diker!...
Ebû Bekir'in sadece kendisinin komuta ettiği bir orduyla, mürted-lerle savaşlara giriştiği doğrudur. Fakat bu, Halid'i son güne sakla­mış olmasına ve dinden dönenlerle yapılan bütün savaşların en teh­likelisi olan çarpışmada Halid'in yegâne kişi ve kahraman olmasına engel değildir...
Mürted topluluktan büyük tertiplerini uygulamak için hazırlanma­ya başladıklarında büyük Halife Ebû Bekir müslüman ordusuna bizzat kendisi komuta etmeye karar verdi. Sahabenin ileri gelenleri onu, "bu kararından vazgeçirmek için ümitsiz çabalar sarfediyorlardı... Fakat o kar&rinda ısrar ediyordu... Belki de böyle yapmakla, insanları o yüz­den savaşa katılmaya davet ettiği meseleye bir önem ve kudsiyet ver­mek istemişti. O sadece, iman güçleriyle dinden dönme ve sapıklık oiduian arasında meydana gelecek şiddetli savaşlara bizzat katılmak ve hatta bir kısım veya bütün müslüman kuvvetlerine doğrudan doğ­ruya komutanlık yapmak görüşünü savunuyordu...
Geçici bir isyan gibi başlamalarına rağmen, dinden dönme hare­ketleri son derece tehlikeli bir hâl almıştı...
Bunların arasında, İslâm'dan korkanların tümü ve gerek Arap ka­bileleri arasında olsun, gerek Bizans ve Acem hükümdarlarının otur­duğu sınırlarda olsun İslâm'ın aleyhinde bir fırsat gözetleyenler de vardı. İslâm'ın kendisi için en büyük tehlike olduğunu sezmeye baş­layan bir hükümdar, perde arkasından kendi usûlünde fitne uyandı­rıyordu!...
Esed, Gatafan, Abs, Tayy ve Zübyân kabilelerinde fitne ateşleri tutuşmuştu...
Daha sonra da Beni Amir, Hevazin, Süleym ve Benî Temim kabi­lelerinde...
Çarpışmalar başlar başlamaz onlar sayıları onbin!erce kişiye va­ran kalabalık ordulara dönüştüler...
Korkunç tertibe Bahreyn, Umman ve Mehre de katılmıştı. İslâm en tehlikeli bir belâ ile karşı karşıyaydı. Müslümanların etrafındaki topraklar ateş almıştı... Fakat işte burda Ebû Bekir vardı...
Ebû Bekir müslümanları savaş düzenine sokup onları kalabalık bir ordu içinde çıkmış olan Abs, Mürra ve Zübyan kabilelerinin bu­lunduğu yere şevketti...
Savaş başladı uzun süre devam etti. Sonunda müslümanlar üs­tün bir zafer Tozandılar...
Muzaffer ordu Medine'ye döner dönmez Halife onu ikinci bir sa­vaşa çağırdı...
Mürtedlerle (dinden dönenler) ilgili haberlerin ve onların toplu­luklarının  her  an  tehlikesi artıyordu...  Ebû Bekir  bu ikinci  ordunun başında çıktı. Fakat sahabenin büyüklerinin sabrı tükenmişti. Onlar, Halifenin Medine'de kalması konusunda ittifak etmişlerdi. Hz. Ali, or­dunun önünde gitmekte olan Hz. Ebû Bekir'in önüne geçip bindiği hay­vanın yularından tuttu ve ona şöyle dedi :
Halifesi?...
«— Nereye, ey Rasûlüilah'ın (s.a.v.]
Sana, Rasûlüilah'ın (s.a.v.) Uhud gününde söylediğini söylüyo­rum :  «Kılıcını kınına sok Ebû Bekir! Senin   yüzünden   bizi   üzüntüye
sokma...»
Müslümanların ısrarı karşısında Halife, Medine'de kalmaya ra­zı oldu ve orduyu on bir gruba ayırdı... Her bir gruba görevlerini be­lirtti...
Bu gruplardan en büyüğüne Halid ibnu'l-Velîd komutan olmuştu... Halife, her bir komutana sancağını verince Halid'in tarafına yö-nelip ona şunları söyledi :
«— Rasûlüilah'ın (s.a.v.) şöyle dediğini duydum : Halid ibnu'l-Ve­lîd Allah'ın ne iyi kulu ve iyi kardeştir. O, Allah'ın kâfirler ve mü­nafıklara karşı çektiği  kılıçlardan biridir...»
Halîd ordusunu savaştan savaşa ve zaferden zafere koşturmaya devam etti. Nihayet, son savaş oldu...
Yemâme'de Hanife oğullan ve onlara katılan kabileler, Müsey-lemetü'İ-Kezzâb komutasında, dinden dönenlerin en tehlikeli ordusu­nu toplamışlardı...
Müslüman kuvvetlerin bazıları Müseyleme'nin ordusu karşısında daha önce bir tecrübe geçirmişler ama başarı elde edememişlerdi...
Muzaffer komutanına Haiife'nin emri : «Hanîfe oğullarının üzeri­ne yürü» diye geldi... Ve Halid yürüdü...
Müseylime, Halid İbnu'l-Veiîd'in, yolda, kendilerinin üzerine gel­mekte olduğunu öğrenir öğrenmez, ordusunu yeniden düzene soktu ve o ordusunu gerçek bir tehlike ve korkunç bir düşman haline getirdi.
İki ordu karşılaştı...
Tarih kitaplarından bu korkunç savaşın seyri incelendiği zaman insanı bir dehşet alır çünkü insan kendisini, siiâh türü ve savaş şart­ları bakımından geri olsa bile, şiddet yönünden zamanımızdaki modern harplere  benzeyen bir  çarpışma karşısında bulur...
Halid ordusunu Yemâme'ye bakan bir kum tepesinde konaklattı. Müseylime kibirli ve azgın bir şekilde geldi. Kalabalık ordusunun saf­larının adeta sonu gelmiyordu!.
Halid, sancak ve bayrakları ordu komutanlarına teslim etti. İki ordu birbirine yaklaştı ve korkunç bir savaş oldu... İnatçı bir kasırga­nın savurduğu bahçe çiçekleri gibi müslüman şehitleri arka arkaya ye­re yıkıldılar!...
Halid düşman tarafının üstünlüğünü görünce yakın bir yerdeki atı­na bindi ve çarpışmaya hızlı, zekî ve derin bir bakışla göz attı...
Hemen ordusundaki zaaf noktalarını anladı ve onları tesbit etti...
Müseylime'nin ordusunun kendilerini ansızın sarması karşısında sorumluluk duygusunun zayıflamış olduğu görüşüne vardı. Aynı anda bütün müslümaniarın zihinlerinde sorumluluk duygusunu en son nok­tasına kadar verdi... Komutanların yanına gelmeleri için seslendi. Or­dunun savaş alanındaki yerleşim şeklini yeniden düzene soktu. Sonra muzaffer sesiyle haykırdı :
«— Bugün her canlının yaptığını görmemiz için birbirinizden ay­rılın...»
Hepsi birbirlerinden ayrıldılar.
Muhacirler, kendi sancakları altında, Ensar kendi sancakları al-, tında «bir babanın oğulları kendi sancakları altında» yürüdüler.
Böylece, eğer bir hezimet gelirse, nereden geldiği tamamen açı hale geldi. İçleri hamasetle tutuştu, harbe devam etme ateşiyle yan­dı, azim ve kararlılıkla doldu...
Halid zaman zaman, tekbir getiriyor, kelime-i tevhidi okuyor veya emir vermek için bir çığlık atıyordu. Ordusunun kılıçları, emrini red­detmeyen, gayelerine engel olmayan miktarlara dönüşüveriyordu...
Sayılı dakikalar içinde savaşın yönü değişti. Müseylime'nin asker­leri, sıkılan bir haşere ilâcının öldürdüğü sinekler gibi, onar onar, yü­zer yüzer ve biner biner yıkılmaya başladılar!...
Halid sanki hamasetini askerlerine elektrikle aktarmıştı. Sanki onun ruhu bütün askerlerine geçmişti. İşte bu da onun dehasının özel­liklerinden birisiydi...
Böylece dinden dönenlerle yapılan savaşların en tehlikelisi ve en şiddetlisi  gitmiş Müseylime  öldürülmüştü...
Müseylime'nin adamlarının ve askerlerinin cesetleri savaş mey­danını doldurmuş ve bu yalancı propagandanın bayrağı ebediyete ka­dar toprağın altına gömülmüştü...
Medine'de Halife yüce Rabbi için şükür namazı kıldı çünkü Allah onlara bu zaferi ve bu kahramanı  lütfetmişti...
Hz. Ebû Bekir, anlayış ve uzak görüşlülüğüyle memleketinin sı­nırları ötesindeki şer güçlerinin İslâm'ı ve müslümanları tehdit eden tehlikeli rolünü anlamıştı. İrak'ta Acemler, Suriye'de de Bizarislılar vardı...
Ayakta kalma şansı çok az kaian, Irak ve Suriye'deki insanlara çok eziyet eden iki zayıf imparatorluk, çoğunluğu Arap oian ahaliyi ye­ni dinin bayrağını taşıyan, balyozlarıyîa bütün eski dünyanın kalele­rini döven ve onun konuşmasını ve bozukluğunu kökünden kazıyan Arap müslümanlarla savaşa zorluyordu.
Bu arada, mübarek büyük Halife, ordusunu Irak tarafına hareket ettirmesi için Halid'e direktiflerini gönderdi.
Kahraman Halid Irak'a doğru hareket eder. Keşke bu sayfalar onun zaferlerini etraflıca incelemek için daha geniş olsaydı da onun hayret veren durumunu görebilseydik.
Halid, Irak'taki işine oranın eyâlet ve şehirlerindeki Kisra'nın bü­tün vali ve naiplerine gönderdiği mektuplarla başladı...
«Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Halid ibnu'l-Velîd'den Acem Merzübanlarma (Hudut muhafızları­na, sınır beylerine) :
Selâm doğru yolda olanlaradır.
Sizin topraklarınızı dağıtan, saltanatınızı kaldıran ve kötülükleri­nizi zayıflatan Allah'a hamdolsun.
Kim bizim gibi namaz kılar ve bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimizi yerse, işte siz o zaman müslüman olursunuz. Bizim lehi­mize olan sizin de iehinizedir. Bizim aleyhimize olan sizin de aley-hinizedir.
Size mektubum geldiğinde, bana rehineler gönderiniz ve benim verdiğim teminâta  güveniniz.  Eğer   bunu   yapmazsanız,   kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, size, sizin hayatı sevdi­ğiniz gibi ölümü seven bir topluluk gönderirim!...»
Her tarafa yerleştirdiği öncüleri, Halid'e İrak'taki Acem komutan­larının ona karşı hazırladığı kalabalık orduların haberlerini getirdiler. Halid hiç vakit kaybetmeden askerlerini, kökünü kazımak için batılın üzerine fırlatmaya başladı... Onun için yer acayip bir şekilde dürü-lüp büküldü, yani mekânı atlarcasına o mesafeler katetti...
Sedir'e kadar Ubulle'de, Hîre'ye kadar Necef'te, Enbar'da ve Kâ-zımıyye'de birbirini takip eden birçok zaferler, müjde rüzgârları, zayıf­ların ve köleieştirilmek istenen insanların gölgesine sığındığı İslâm bayrağını yükselterek her yerde onun adını söylüyorlardı...
Evet, Acemlerin sömürüp işkence ettikleri ülke halkından zayıf ve köleieştirilmek istenen insanların gölgesine sığındığı bayrağı yük­selterek, bütün kuvvetlerine verdiği şu emirle yürümeye başlaması Halid için ne şahane bir hareketti :
«— Çiftçilere kötü davranmayıni2, onları işlerinde güven içinde bırakınız. Eğer onlardan bazıları sizinle savaşmaya kalkarsa, o zaman savaşanlarla siz de savaşın...»
O, muzaffer ordusunu taze tereyağının içindeki bıçak gibi yürüt­tü. Nihayet Suriye sınırlarında durdu...
Orada müezzinlerin sesleri ve fatihlerin tekbirleri gürledi... Acaba Suriye'deki Bizanslılar duymuş  muydu??... Onlar, bu tekbirlerden, günlerinin ve dünyalarının sonunun gel­diğini anlamışlar mıydı??...
Evet, onlar duymuşlar, korkmuşlar, ümitsizlik ve yok olma sava­şı gibi bir delilik yapmaya karar vermişlerdi!.
islâm,n Irak'taki Acente ^.elde.^jf Suriye'deki Bi-zanshlara karş, da benzeri bir zaferi müjdeliyordu...
PKf, Bekir es-S.ddîk birkaç ordu hazırladı. Komutanlarına da Ebû Ubeyde"bnu"Cerrah, Amr İbnu'1-As, Yezîd ibn, Ebî Sufyan ve Muâviye Ibn-i Ebî Sufyan gibi becerikli kimseler, getirdi.]..
Bu ordularla ilgili haberler Bizans imparatoruna "'^'j ve komutanlarına müslüman.ar.a anlaşma yap, mas.dasız bîr savaşa girîlmemesini tavsiye etti...
Ancak vezir ve komutanları savaş yapmakta ısrar edip şöyle de­diler :
«— Biz Ebû Bekir'in atlarını topraklarımıza ayak bastirmıyacağız..»
Savaş için 240 bin kişilik bir ordu hazırladılar. Müslüman komu­tanları durumu, korkunç bir şekilde Halife'ye ulaştırdılar. Ebû Bekir:
«— Vallahi, onların kuruntularını Halid'le gidereceğim!» dedi.
«Kuruntuların ilâcı» azgınlık, düşmanlık ve şirk kuruntularını al­dı. O, daha önce giden müslüman ordularına komutan olmak için, Ha-iife'den Suriye'ye gitme emrini de aldı...
Haiid, hemen emre uydu. Irakta Musenna b. Harise'yi bırakıp, seçtiği kuvvetleriyle birlikte, Suriye topraklarındaki müslüman mev­kilerine varıncaya kadar yürüdü. Üstün dehasıyla kısa bir süre için­de müslüman ordusunu ve mevkilerini düzene sokmayı başardı. As­kerlerin içinde bir konuşma yaptı, Rabbine hâmd ve senadan sonra şunları  konuştu :
«Şüphesiz bugün Allah'ın sayılı günlerinden biridir... Bu günde, ne öğünme, ne de itaatsizlik vardır... Cihâdınızda, samimî olunuz, yap­tığınız hareketle Allah'ın rızasını isteyiniz. Geliniz, komutanlığı elden ele dolaştıralım. Yani bugün birimiz, yarın başka biri, yarından sonra da bir başkası komutan olsun. Böylece her biriniz sırayla komutan ola­sınız...»
«Bugün Allah'ın sayılı günlerinden  biridir...» Ne şahane bir başlangıç!... «Bunda ne öğünme ne de itaatsizlik vardır...» Bu ne cesaret ve bu ne takva! I
Büyük komutanı, cömertlik dolu anlayışı yalnız bırakmadı. Halj-fe'nin kendisini bütün komutanlarla birlikte ordunun başına getirme­sine rağmen o, arkadaşlarının aleyhinde şeytanın yardımcısı olmayı istemedi ve komutanlıktaki devamlı hakkından vazgeçip onu, arala­rında el değiştiren bir görev haline getirdi...
Bugün bir komutan... Yarın ikinci bir komutan... Yarından sonra başka bir komutan... Ve böylece.,.
Bizans ordusu sayı ve malzemesiyle son derecede korkunç bir-şeydi...
Bizanslı komutanlar, zamanın, müslürnanlann lehinde olduğunu, savaşın uzamasının ve çarpışmaların fazla olmasının onlara daima zafer kazandıracağını anladılar. Bundan dolayı bütün güçlerini artık bundan sonra varlıkları kalmıyacak olan Arapların işini biterecek tek bir çarpışma için yığmağa karar vermişlerdi. Müslümanların da o gün korku ve tehlike hissettiklerinde şüphe yoktur.
Fakat imanları böyle karanlıklarda hizmet etmeyi hafif görüyor­du. Hele ümit ve zafer sabahı, pırıltısıyla onları buruyorsa!...
Bizanslıların gücü ve orduları ne olursa olsun, bir uzman ciddi­yetiyle Ebû Bekir söyle demişti :
«— Buna Halîd lâyıktır!!...» Hz. Ebû Bekir arkasından şunu da ilâve etmişti :
«—Vallahi, onların kuruntularını Halid'le gidereceğim...» Bizanslılar bütün şiddetiyle^elsin, müslümanlarda ilâcı vardı!... Halid ibnu'l-Velîd ordusunu savaş düzenine sokup onu bazı bir­liklere ayırdı. Hücum ve savunma için, İrak'taki Acem kardeşlerinin usullerini öğrenen Bizanslıların usûlüne uygun düşen yeni bir plân hazırladı...  Savaşın bütün hesaplarını yaptı...
Savaşın, adım adım, hareket hareket Halid'in belirttiği ve bekle­diği gibi cereyan etmesi ne kadar şaşırtıcıydı. Öyleki, eğer savaştaki kılıç darbelerinin sayısını belirtseydi, tahmin ve hesabında hatâ et­mezdi!...
Bizanslılar, onun tahmin ettiği bütün taktikleri uyguladılar...
Onun haber verdiği bütün geri çekilmeleri yaptılar...
Savaşa girmeden önce, ordusundaki bazı askerlerin özellikle, İs­lâm'a yeni girenlerin Bizans ordusunun korkunç manzarasını gördük­ten sonra kaçmaya kalkmaları İhtimali zihnini meşgul ediyordu...
Halid, zaferi bir tek şeyde yâni sebatta görüyordu...
İki veya üç kişinin yaptığı bir kaçma hareketinin orduda bütün düşman ordusunun yapamıyacağı telâş ve dağılmayı yaygmlaştırabi-leceğini düşünüyordu..,
Bundan dolayı o, silâhını atıp kaçan kimseye karşı çok sertti. Bu savaşta yani Yermuk savaşında ordusu   mevkilerini   al­dıktan sonra, müslüman kadınlarını çağırdı ve ilk defa onlara kılıç verdi ve her yönden müslüman saflarının gerisinde durmalarını emretti. Kadınlara şöyle dedi:
«—Kim kaçmak isterse onu öldürün...» Bu hareket, görevini en güzel şekilde yerine getiren bir stratejiydi...
Savaş başlamadan az önce Bizans ordusunun komutanı bazı söz­leri söylemek için Halid'in yanına gelmesini istedi. Halid ona gitti, iki ordunun arasını ayıran boş alanda atlarının üzerinde karşı karşıya gel­diler...
Bizanslıların komutanı Manan, Halid'e şunları söyledi:
«— Biz anladık ki, sizi ülkenizden çıkaran sadece sıkıntı ve aç­lıktır..,
Eğer isterseniz, herbirinize onar dinar, elbise ve yiyecek vere­yim. Şimdi memleketinize dönersiniz. Gelecek yıl, yine size aynısını gönderirim!!...
Mert ve îcahraman Halid dişlerini sıktı. Bizansldarın komutanı­nın sözlerindeki edepsizliği anlamıştı...
Ona, münâsip bir cevap vermeye karar verdi ve şöyle dedi: «—, Dediğin gibi, bizi  memleketimizden açlık çıkarmadı.  Fakat biz kan içen bir milletiz. Öğrendik ki, Bizanslıların kanından daha lez­zetli ve iyi kan yokmuş. İşte biz bunun için geldik!.,..»
Kahraman, ordusunun saflarına dönmek üzere atının gemini çek­ti. Savaşa davet etmek üzere sancağı kaldırdı... «Alfahu ekber...» «Ey Cennet rüzgârları esinizi» Askerleri, sıkılmış mermi gibi fırlıyorlardı. Şiddeti yönünden  benzeri olmayan bir savaş  başladı... Bizanslılar dağlara  benzeyen  bölükler halinde geldiler.,. Müslümanlardan beklemedikleri şeyler gördüler.
Müslümanlar, fedakârlık ve azim yönünden akılları durduran îoîar çizdiler...
İşte müsîümanlardan biri, savaş devam    ederken    Ebû Ubeyde ibnu'l-Cerrah (r.aj'a yaklaşıp şöyle diyor:
«— Ben şehid olmaya karar verdim. Buluştuğumda Resûlüllah'a  (s.a.v.)  ulaştıracağım bir mesajın var mı??» Ebû  Ubeyde cevap verir:
«— Evet... Ona: 'Yâ Rasûlüllah! (s.a.v.) Şüphesiz biz, Rabbimİ-zin bize vaaddettiğini gerçek olarak gördük' de...»
Adam ok gibi fırlar... Ölümü özîeyerek savaşın ortasına atılır... Kılıcıyla vurur, ona da binlerce kılıçla vurulur. Nihayet şehidlik mer­tebesine yükselir!...
İşte İkrİme İbn-I Ebî Cehil... Evet, Ebû Cehit'in oğlu İkrime... Bizanslıların saldırısı kendilerine ağır gelince müslümanların ara­sında şöyle haykırdı:
«— Allah beni İslâm'la hidâyete eriştirmeden önce Rasûlüllah'a (s.a.v.) karşı çok savaştım. Bugün Allah'ın düşmanlarından mı kaça­yım??» Sonra:
«— Kim ölünceye kadar savaşma*' üzere sözleşecek?» dedi. Bir grup müslüman ölünceye kadar savaşmak üzere onunla söz-leşti. Sonra hep birlikte zaferi değil, şehitliği aramak üzere çarpış­manın ortasına girdiler... Allah onların alış verişini ve sözlerini ka­bul eder ve şehîd olurlar!...
Bunlar ağır yaralar almışlardı. Onlara dudaklarını ıslatsınlar di­ye su getirildi. Birincisine su geldiği zaman o, suyu getirene «yanım­daki kardeşime ver, çünkü onun yarası daha tehlikeli ve o daha su­suz» diye işaret etti... Su öbürüne geldiğinde, o da yanındakine ver­mesi için işaret etti. Su ona gittiğinde o da yanındakine vermesini
işaret etti...
Böylece, çoğunun ruhu, susuz kalarak cömertlik yaptı... Fakat en güzel fedakârlık ve cömertlikle!...
Evet...
Yermuk savaşı, benzeri pek az olan bir fedakârlık alanı olmuştu...
Güçlü azimlerin çizdiği parlak fedakârlık tabloları arasından işte ender bulunan bir tablo... Sadece yüz kişi olan askerlerin başında Halid ibnu'I-Velid'in resminin bulunduğu bir tablo. Onlar sayılan 40 bin er olan Bizanslıların sol kanadını yarıyorlar ve Halid yanındaki yüz kişinin içinde şöyle haykırıyor:
«— Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Bizanslıların an­cak gördüğünüz kadar sabır ve gücü kaldı.
Ben, Allah'ın size onların desteklerini lütfedeceğini umuyorum». Yüz kişi, 40 bin kişinin içine dalıyor, sonra da galip geliyorlar!!... Fakat ne tuhaf??
Ama onların kalpleri yüce Allah'a imanla dolu değil miydi? Ve onun doğru sözlü ve güvenilir elçisine imanla dolu değil miy-
Hayattaki davaların en iyisi, en doğrusu ve en asili olan bir da­vaya imanla dolu değil miydi?
Onların Sıddîk (hem doğru hem de doğrulayan halifeleri) Yeni dünyanın yeni başkenti Medine'de kendi eliyle dul kadınlara ait ko­yunların sütünü sağarken ve kendi eliyle öksüzlerin ekmeğini yapar­ken sancaklarını yükseklere kaldıran kimse değil miydi??
Komutanları Halid ibnu'l-Velîd, büyüklük, azgınlık ve düşmanlık kuruntularının ilâcı, geri kalmışlık, bozukluk ve şirk güçlerine karşı çekilmiş Allah'ın kılıcı değil miydi??
Bu, böyle değil miydi?
Öyleyse, esiniz ey zafer rüzgârları ...
Kuvvetlice, muzaffer ve kahredici bir şekilde esiniz!...
Savaş arasında verilen molalardan birinde Yorgi isimli birinin Halid'le görüşmeye gelmesinden dolayı Haiid'in dehası Bizanslıların komutanlarını hayrette bırakmıştı.
İkisi biraraya gelince, Bizanslı komutan Halid'e şu sözü yöneltir:
 «— Ey Halid...
Bana doğru söyle, yalan söyleme, çünkü hür insan yalan söyle­mez...
Allah sizin Peygamberinize gökyüzünden bir kılıç indirdi de, o da sana mı verdi ki, onu kimin üzerine sıyırsan hezimete uğratıyor­sun?»
Halid şöyle cevap verdi:
«— Hayır...»
Adam:
«— Peki, niye Allah'ın kılıcı diye adlandırıldın?» dedi. Halid:
«— Allah bize peygamber gönderdi. Bizden bazıları onu tasdik etti. Bazıları da yalanladı. Ben yalanlayanlar arasındaydırn. Nihayet Allah kalplerimizi İslâm'a yöneltti ve bizi elçisi vasıtasıyla hidayete ulaştırdı ve biz de ona biat ettik.
Peygamber benim için dua etti ve bana: «Sen, Allah'ın kılıçla­rından bir kılıçsın» dedi ve böylece ben «Seyfûllah» Allah'ın kılıcı, adını aldım» dedi,
Bizanslı komutan:
«— Siz neye davet ediyorsunuz?» dedi.
Halid şöyle cevap verdi:
«— Bir olan Allah'a ve İslâm'a».
Komutan yine sordu:
«— Bugün İslâm'a giren bir kimse için, size verilen sevap ve
mükâfatın aynısı var mıdır?»
Halid:
«— Evet, belki de o bizden üstündür», dedi.
Adam:
«— Nasıl? Ama siz, o dine daha önce girdiniz?!»
Halid şöyle cevap verdi:
«— Biz Rasûlüllah'la (s.a.v.) birlikte yaşadık. Biz onun mucizele­rini gördük. Bizim gördüğümüzü görenin, duyduğumuzu duyanın ko­laylıkla müslüman olması gerekir.
Siz ise, onu görmeyen  ve  dinlemeyen kimselerdensiniz. Sonra siz görmeden gaybe iman etmiş oluyorsunuz. Eğer samimiyet ve ihlâs-la İslâm dinine girerseniz mükâfatınız daha bol ve daha büyük olur.» Bizanslı komutan atını Haiid'in tarafına sürüp onun yanında dur­duktan sonra şöyle haykırdı:
«— Bana İslâm'ı öğret ya Halid!...»
Ve komutan müslüman oldu. AJlah için iki rekat namaz kıldı... O iki rekattan başka namaz da kılamadı... İki ordu tekrar savaşmaya başladılar. Bizanslı Yorgi şehîd olmak için ölümü İsteyerek müslü­man safları arasında vuruştu ve sonunda şehidliği elde etti!!...
İşte şimdi biz en göz kamaştırıcı sahnelerden birinde İnsana ait yücelikle karşı karşıyayız... Halid bu şiddetli savaşta müslüman orduşuna komuta edip zorlu ve korkunç olduğu kadar, Bizanslıların diş­lerinden zaferi eşi görülmemiş bir şekilde çekip aldığı sırada, yeni Halife, mü'minlerîn emiri Ömer ibnu'l-Hattab'ın mektubunu taşımak üzere Medine'den gelen posta ile karşılaşır... Mektubun içinde Fa­ruk'un müslüman ordusuna selâmı, Allah'ın Rasûlü'nün (s.a.v.) Hali­fesi Ebû Bekir'in (r.a.) vefat haberi ve Halid'in komutanlıktan azledil-diği ve yerine Ebû Ubeyde ibnu'l-Cerrah'ın tayin edildiği emri vardır...
Halid mektubu okudu ve Ebû Bekir'e rahmet, Ömer'e de muvaf­fakiyet dileklerini  mırıldandı,..
Halid, mektubu getirenin, mektupta yazılı olanlardan hiç kimse­ye söz etmemesini istedi. Onu bir yere durdurup oradan ayrılmama­sını ve asla kimseyle ilgilenmemesini emretti...
Ebû Bekir'in vefatını ve Ömer'in emirlerini gizleyerek, yakın olan zafer gerçekleşinceye kadar savaş için komutanlığa başladı... Zafer saati çaldı ve Bizanslılar kovuldu.
Kahraman Halid, komutanına er selâmını vermek üzere Ebû Ubey-de'ye yaklaştı. Ebû Ubeyde önce, bunu, hesapta olmayan bir zaferi gerçekleştiren komutanın oyunlarından biri zannetti...
Ancak bunun gerçek ve ciddi olduğunu anlamakta gecikmedi. Halid'i alnından öptü ve onun ruhunun ve seciyyelerinin yüceliğini övmeye başladı...
Başka bir rivayette, mektubun Emîrul-mü'min'in Hz. Ömer tara­fından Ebû Ubeyde'ye gönderildiğini ve Ebû Ubeyde'nin savaş bitin­ceye kadar haberi Halid'den gizlediği söylenir.
Durum ister öyle olsun, ister böyle, farketmez. Çünkü Halid'in her iki haldeki davranışı da bizi ilgilendirir. Bu, son derece mükem­mel ve yüce bir davranıştı...
Halid'in bütün hayatında onun derin samimiyetini ve güvenilir doğruluğunu bu şekilde haber veren bir davranış bilmiyorum».
Ona göre bir komutan veya er olmak farketmiyordu.
Er olarak komutanlık, her ikisi de, inandığı Allah'a biat ettiği Pey­gambere ve girdiği ve sancağının altında yürüdüğü dine karşı göre­vini yerine getirdiği bir vesiledir.
İtaat edilen komutanken sarfettiği gayret, itaat eden bir er ola­rak sarfettiği gayret gibiydi!!...
Nefse karşı kazanılan bu büyük zafer ona, başkalarına da hazır­ladığı gibi, müslümanların ve o günkü müslüman devletin başındaki halifelerin tiplerini  hazırlamıştı...
Ebû Bekir ve Ömer...
Bunlar, bir dil bu isimleri söylediğinde, hemen bütün en üstün insanî faziletlerin akla geldiği isimlerdir...
Ömer'le Halid arasında bazan  kaybolan sevgiye rağmen Ömer'in temizliği, adaleti, takvası normalin üstündeki büyüklüğü, Ha­lid için asla soruşturma mahalli olmamıştı....
Bundan dolayı, onun kararları şüphe mahalli değil. Çünkü bun­ları söyleyen vicdan, takva, ahlâk, samimiyet ve doğrulukta temiz ve doğru bir vicdanın ulaştığı en son noktaya ulaşmıştı...
Mü'minlerin emiri Ömer, onu kötü bir davranışından dolayı ten­kit etmiyor, onu ancak kılıcının hızlılığı ve keskinliğinden dolayı ten­kit  ediyordu.
Malik, ibn-i Nuveyre'nin öldürülmesinden hemen sonra, Hz. Ebû Bekir'e, Halid'in komutanlıktan alınmasını teklif ettiğinde bunu şöyle ifade etmişti:
«—Halid'in kılıcında bir kusur var»
Yani «Halid'in kılıcında hafiflik, keskinlik ve acelecilik var» de­mişti.
Halife Ebû Bekir es-Sıddîk ona şöyle cevap vermişti:
«— Allah'ın kâfirlere karşı çektiği bir kılıcı asla kınına koya­mam...»
Hz. Ömer ise «Halid'de kusur var» dememiş, «kusur»u onun şah­sına ait değil, kılıcına ait bir nitelik yapmıştı. Bunlar Hz. Ömer'in sa­dece edebinden değil, aynı zamanda Haiid'i takdirinden dolayı mey­dana çıkmayan sözlerdi...
Halid, beşikten mezara kadar harp adamıydı...
Onun çevresi büyüyüp gelişmesi —İslâm'dan önceki ve sonra­ki— bütün hayatı, tehlikeli ve dahi bir kahramana ait bir bütünlük ar-zediyordu...
Sonra, müslüman olmadan önceki geçmişini, Rasûlüllah (s.a.v.) ve ashabına karşı yaptığı savaşları ve müşriklik günlerinde, mü'min başlan ve ibadet eden alınları düşüren kılıcının darbelerini devamlı hatırlaması Halid'in vicdanında ağır bir yük olmuş ve kılıcını artık da­ha önce İslâm'a verdiği zararların kat kat üstünde, şirkin temellerine zarar vermeyi özler hale getirmişti...
Bu konunun başında söylediğimiz ve onun Rasûiüllah'İa (s.a.v.) konuşması esnasında söylediği şu ibareyi  hatırlayınız:
«— Ya Rasûlellah! Benim geçmişte işlediğim günâhları bağışla­ması için Allah'a duâ etmeni istiyorum».
Rasûlüllah'in {s.a.v.) ona: İslâm'ın daha öncekileri sildiğini ha­ber vermesine rağmen o, Rasûlüilah'in (s.a.v.) onun daha önceki yap­tıklarını affetmesi için Allah'a duâ edeceğine dair bîr söz elde etme­ye çalışıyordu.
Kılıç, Halid ibnu'i-Velîd gibi bir kahramanın elindeyken ve o kı­lıcı tutan eli, iyice temizlenmek ve bedelini ödemek ateşiyle yanan; tertip ve düşmanlıkların sardığı bir dine kesin bir sevgiyle dolu bir vicdan hareket ettirirken, bu kılıcın kesin prensiplerini ve sür'âtli kes­kinliğini bırakması zordur.
Böylece biz, Halid'in kılıcının sahibi için zahmetlere sebep oldu­ğunu görmüş olduk.
Peygamber Mekke'nin fethinden sonra, onu, Mekke'ye yakın ba­zı Arap kabilelerine gönderdiğinde ona şöyle demişti:
«— Seni davetçi  olarak  gönderiyorum, savaşçj olarak değil...»
Kılıcı onun emrine üstün gelmiş ve onu, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) tavsiye ettiği davetçi rolünü bırakarak savaşçı rolüne itmişti. Halid'­in yaptığı hareketi duyduğu zaman Rasûlüllah fs.a.v.) üzüntü ve acı­dan sarsılmış, kıbleye yönelip ellerini kaldırarak Allah'tan şöyle özür dilemişti:
«— Yâ Rabbi! Ben Halid'in yaptığından beriyim...»
Daha sonra Rasûlüllah (s.a.v.) Hz. Ali'yi gönderip o kabilelere telef olan can ve malları için diyet ödemişti.
Denilir ki : Abdullah ibn-i Huzafe Halid'e : «Rasûlüllah (s.a.v.) sa­na, İslâm'dan yüz çevirirlerse, onlarla savaşmanı emretmişti» dedi­ğinde, özür dilemiştir.
Halid, normalin dışında bir enerji taşıyordu. Eski dünyasını tama­men yıkmaya yönelik şiddetli bir arzu onu tek başına hareket ettiri­yordu...
Eğer onu, Hz. Peygamberin yıkması için gönderdiği Uzza putu­nu yıkarken görebilseydik...
Şayet onu, bu taş yapıya balyozla vururken görseydik, sanki onu ferdlerinin başını ezdiği ve öldüre öldüre saflarını darmadağın ettiği bir ordunun tümüyle savaşan birisi olarak görürdük...
O, Uzza'nm sağına, soluna ve önüne vuruyor ve dağılan tahta çalarının ve düşüşen toprakların içinde şöyle haykırıyordu:
«— Ey Uzza! Sana inanmıyorum ve sana bir değer vermiyorum. Çünkü Allah'ın sana bir değer vermediğini anladım!!»
Daha sonra onu ateşe verip yakıyordu.
Halid'e göre, Uzza'nın benzeri, şirkin bütün görüntü ve kalıntıla­rının, bayraklarının altında durduğu yeni dünyada yerleri yoktu.
Halid onları temizlemek için kılıcından başka bir âleti tanımı­yordu.
Yalnız şu hariç: «Sana inanmıyorum ve sana bir değer vermi­yorum.
Ben, Allah'ın sana bir değer vermediğini anladım!...»
Emirülmü'mininin Hz. Ömer'le birlikte Haiid'in kılıcında bu ku­surun bulunmamasını temenni ederken yine Hz. Ömer'le birlikte onun şu sözünü tekrar edip duracağız:
«— Kadınlar Halid gibisini doğurmaktan acizdirler».
Hz. Ömer, vefat ettiği gün Halid'e çok ağlamıştı. Halk anladı ki Hz. Ömer sırf onu kaybettiği için ağlamıyordu, belki de, ölümün Ömer'in elinden aldığı fırsata ağlıyordu. Çünkü o, Halid ölmeseydi, halkın ona duydukları his kaybolduktan sonra ve onun komutanlıktan alınma sebepleri anlaşıldıktan sonra komutanlığı tekrar Halid'e ver­mek niyetindeydi...
Evet, büyük kahraman Cennet'teki makamına gitmişti... Onun dinlenme vakti mi gelmişti? O, yeryüzünün rahat   etmek için, onun gibi bir düşmana şahit olmadığı bir kimse miydi?!
Yorgun vücudunun biraz uyuma vakti mi gelmişti? O, dost ve düşmanlarının kendisini:
«— Uyumayan adam, uyuyan birisini de terketmeyen adam» di­ye tarif ettikleri kimse miydi?
Evet o, kendisine seçme hakkı verilseydi, eski kokuşmuş kalın­tıları yıkmaya, Allah ve İslâm yolundaki işine ve cihadına devam et­mek üzere Allah'tan ömrünü biraz daha uzatmasını isterdi.
Bu adamın rahat ve istirahati, atiarın kişnemesi, mızrakların uç­larının parlaması ve müslüman ordularının üstündeki tevhîd sancak­larının dslgalanmalarıyla daimi ve ebedî idi. Kendisi şöyle der:
«— Bana bir gelinin getirildiği veya doğan bir çocuğun müjde-lendiği bir geceyi, benim müşriklere saldırmak üzere, bir muhacir seriyyesinin içinde bulunduğum soğuğu şiddetli bir geceden daha çok sevmem...»
İşte bundan dolayı, —ona göre— bütün hayatını atının sırtında ve kılıcının parıltısı altında geçirmişken, yatağında vefatı, hayatının trajedisi idi.
Rasûlüliah'la (s.a.v.) birlikte savaş yapan, mürtedleri yenen, Acem ve Bizans tahtlarını yerle bir eden, İslâm için fethedinceye ka­dar İrak'ı ve Suriye'yi adım adım dolaşan...
Er gibi mütevazı bir komutan, komutanın sorumluluğunu ve li­derliğini taşıyan bir er...
İşte böyle bir kahramanın hayatının trajedisi, kahramanın yata­ğında vefatıydı!
Bu arada, gözlerinden yaşlar dökülerek şöyle dedi:
«— Şu şu savaşlarda bulundum. Vücudumda hiçbir yer yok ki, orada bir kılıç veya bir mızrak ve ok yarası bulunmasın...
Ama işte şu anda ben, devenin öldüğü gibi yatağımda rahat ofa-rak ölüyorum. Korkakların gözleri aydın olsun!...»
Bunlar, böyle bir yerde ancak böyle birisinin konuşabildiği söz­lerdi.
Ölüm yolculuğuna hazırlandığı dakikalarda vasiyetini yazdırma­ya başladı...
Kime vasiyette bulunduğunu  biliyor musunuz? Ömer ibnu'l-Hattâb'ın bizzat kendisine!
Terekesinin (bıraktığı şeylerin) ne olduğunu biliyor musunuz? Atını ve silâhını...
O, insanların çalışarak kazandıkları ve sahip olduklarından hiç­bir şey bırakmamıştı.
Çünkü o sağken, zafer kazanmak ve Hakk'ın düşmanlarına karşı. zafer elde etmekten başka bir şeye sahip olamamıştı!
Dünyalık eşya olarak sahip olmaya düşkünlük gösterdiği şeyler yoktu.
Bir tek şey vardı ki, severek ve yolunda ölmeyi isteyerek, ona karşı çok düşkündü. İşte o da «Kalensüve»'siydi.[1]
Yermuk gününde kalensüvesi düşmüştü. Kendisi ve diğer  müs-lümanlar onu çok aradılar. Bu konuda tenkid edilince:
«—Onun içinde Rasülüllah'ın (s.a.v.) alnından kopmuş bir saç kılı vardı ve ben onu uğur sayıp zafer kazanıyordum» dedi.
Nihayet kahramanın cesedi arkadaşlarının omuzlarında taşınarak evinden çıktı. Göç etmekte olan kahramanın annesi onu, içlerine azim ve kararlılık parıltısının hüzün örtüsüyle karıştığı gözleriyle süz­dü ve onu uğurlarken şöyle dedi:
«— Adamların yüzlerinin rengi değiştiğinde sen bir milyonluk topluluktan daha iyisin. Cesur mu? Sen, yavrularını koruyan bir ars-lan daha cesursun. Cömert mi? Sen dağların arasında akan büyük bir selden daha cömertsin.
Hz. Ömer bunu duyunca, kalbinin çarpıntısı ve gözyaşlarının dö­külmesi arttı ve:
«— Doğru söyledi...
Vallahi aynen öyleydi...» dedi.
Kahraman kabrine konuldu.
Her taraf sessiz bir haldeyken, arkadaşları huşu içinde başında durdular...
Bu korkunç sessizliği ancak —tasavvur ettiğimize göre— yuları­nı çıkarıp kokusunu takip ederek, sahibinin cesedinin peşinden Me­dine caddelerini geçtikten sonra, koşa koşa gelmiş olan bir atın kiş­nemesi bozdu.
At, sükût içinde topluluğa ve taze kabre ulaştığında sancak gibi başıyla işaret etti ve sahibinin Acem ve Bizans'ın tahtlarını yıkarken, putçuluğun ve azgınlığın kuruntularını giderirken, gericilik ve şirkin bütün güçlerini İslâm'ın yolundan uzaklaştırırken, tam sahibi sırtın-dayken yaptığı gibi kişnedî...
Gözlerini kabrin üzerinden ayırmadan, efendisine ve kahramanı­na işaret etmek, ona veda selâmını yapmak üzere başını kaldırıp in­dirmeye başladı!...
Sonra, başını kaldırarak sessizce durdu. Fakat gözlerinden bü­yük büyük ve bolca yaşlar akıyordu!!
Halid onu silahıyla birlikte Allah yoluna vakfetmişti.
Ancak Halid'den sonra bir yiğit onun sırtına binebilecek miydi?
O da sırtını Halid'den başkasına eğecek miydi?
Ey her zaferin kahramanı...
Ey her gecenin sabahı...
Sen ordunun moralini düşman korkusuna karşı askerlerine söy­lediğin  şu sözle yükseltiyordun:
«— Sabah olunca kavim gece yürüyüşlerini över»
Nihayet bir misal olarak onlar [gece yürüyüşleri) seni bıraktılar...
İşte sen de gece yürüyüşünü tamamlamış oluyorsun...
Senin sabahın için övgü var, ey Ebû Süleyman!!...
Senin hatıran için, şeref, güzellik ve ebedîlik var, ey Halidü
Bizi bırak da Emirulmüminin Hz. Ömer'le birlikte seni uğurlar­ken söylediği mersiyenin tatlı ve hoş sözlerini tekrar edelim:
«Allah Ebû Süleyman'a (Halîd)'e rahmet etsin.
Allah'ın katında onun hakkında olan şeyden daha hayırlısı yoktur.
O, övülen bir kişi olarak yaşadı.
Mes'ûd bir kişi olarak vefat etti»[2]

 

           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı