SULTAN 2.ABDÜLHAMİD HÂN-2-

Durum Tesbiti


Harita meselesinden sonra Paşa'nın görev dağılımını tetki­ke aldığı görülür ve bunların Kars, Ardahan ve Doğu Bayezid merkezli kumandanların isim listesini emrettiği görüiür. Bu arada da her komutan emrinde kaç tabur asker, taburların adları, mevcudun redifi (yedek), ne kadarı nizamiye askeri­dir. Top sayısı, topların cinsleri, seyyar top sayısı, mühimmat ve erzak ile lâzım gelen diğer ihtiyaç nereden nasıl temin olunacağı, top çeken katırlar, süvari alayları ve bunların hay­vanları hakkında bütün bilgilerin rapor haline getirilmesi ve ulaştırılması yapıldı Ardahan istihkâmı haricinde Ferik Kasap Hüseyin Paşa komutasında, on tabur piyade ve iki batarya seyyar top; Kars'da Ferik Hüseyin Hami Paşa kumandasında otuzdokuz tabur piyade ve altı batarya seyyar top; Karakli-se'de Tatlıoğlu Mehmed Paşa komutasında oniki tabur piya­de ve iki batarya top, ayrıca iki tabur Bayezid'de, dört tabur da Van cihetinde olduğu, Mirliva Şahin Paşa kumandasındaki altı taburun, Erzurum ile Kars arasında bulunan Pasinler ilçe­sinin Horasan ve Karaurgan köylerinde oldukları görülmüş­tür. Görülen kuvveti şöyle yeküne tutmak kabil: 65 tabur pi­yade, altmış kıta tam teçhizat seyyar top ve sayıları 600'er neferden mü-rekkep üç alayı meydana getiren nizamiye sü­varisi olup aslında 4 alay süvari bulunmaktaydı fakat savaşın ilanının hemen ertesinde hudut boylarında olan 2.süvari ala­yının tamamı esir olmuştu. Bütün bu çalışmaların neticesin­de Ahmed Muhtar Paşa kadrosunu tesbit etmiş hususiyetleri­ni gözönüne almak suretiyle de talimatlarını göndermeye başlamıştı. Şüphesizki bu arada da İstanbul'a verilen bir ta-lebnâme de levazimat ve bilhassa toplar için hayvan takvi­yesi gerektiği bildirildi.

Seraskerin Telgrafı


Bunlar olup, biterken makaım-ı seraskerî'den Müşir Muhtar Paşa'ya gelen telde,meâlen şunlar yazılı idi: "Londra proto­kolünün reddi cihetine gidileceğinden Rusya'nın sınırı her an geçmesi mümkündür. Gafil olunmaması dikkat ve teyak­kuzda olunuz."tavsiyesi bulunuyordu.
Bütün bunların peşinden Öztuna Bey'in "Büyük Türkiye Târihi" adlı eserinin 7. cildinin 155. sahifesi şu satırlarla an­latmaya başlar 93 Harbinin Anadolu cephesini: "Tuna (Ru­meli) cephesinde savaşın seyri bu şekli takip ederken, ikinci fakat daha az ehemmiyetli Kafkas (Anadolu) cephesinde mühim hareketler oldu. Sauaş patladığı zaman 90 bin Türk askeri ve 97 sahra topu vardı (kale topları hâriç) Başkuman-
, Müşir Katırcıoğtu Ahmed Muhtar Paşa idi. Genç çok ka-biliuetli bir askerdi. Müşir Derviş Paşa, bir kolordu ile Ba~ tum'da idi. Erzurum Kalesi, Erzurum valisi Müşir Kur d İsmail Paşanın emrine verilmişti. Doğu cephesindeki bu üç müşir arasındaki geçimsizlik de şiddetliydi." Kuvvetlerimizin karşı­sında bu cephede ermeni asıllı Melikof adlı generalin emrin­de 125 bin asker ile 189 top bulunduğunuda ifade eden Öz­tuna Bey, gerek Rumeli cihetindeki, gereksede Şark ordu-muzdaki paşalar geçimsizliğine işaret etmekle büyük bir ce­saret göstermiştir. Hakikaten bu hakikat Osmanlı silahlı kuv­vetleri içinde tesbit ettiğime göre, Murad-ı Hüdavendigâr za­manında Lala Şahin Paşa'nın, Hacı İlbeyi, meşhur Sırp sındı­ğında, Meriç kenarında onbin kişilik kuvvetle yüzbin kişilik haçlı ordusunu iki saatte tarumar etmesini çekememezliği ile başlamıştır. Rivayet oldur ki Lala Şahin Paşa, Hacı İlbey'in yanına yerleştirdiği bir hizmetçinin eliyle zehirletmiştir. Bel-kide, bu reka bet ebediyete kadar devam edecektir. Doğrusu Öztuna Bey'in, dikkat çektiği husus mühimdir ve zâten bu husus da Rumeli cephesinde Süleyman Hüsnü Paşa'nın, Mehmed Ali Paşa'nın yardımına gitmemiş olmasıda pek ba­riz ispattandır.
Ferik Fâzıl Paşa bir filomuzla naklettiği bir tümen askerle Sohum'a çıkarma yaptı Gürcistan'ın Şimal-igarbına yapılan bu hareket Rus askerini bu tümenin karşısında durmaya mecbur kıldı. 25/Ağustos/ 1677'de Katırcıoğlu Ahmed Muh­tar Paşa Ruslar karşısında Gedikler meydan muharebesini muvaffakiyetle bitirdi. Bu zaferin ehemmiyetini idrak eden oultan 2.Abdülhamid han ve Yıldız özel karargâhı mensupla­rı, zaferin ehemmiyetinin ve teşvik babında olmak üzere Ka~ tırcıoğlu Paşa'ya Gâzi'lik unvanı tevcihinde hem fikir oldu ve Paşaya vaziyet bildirildi.
Bu Gazilik tevdii, Gazi Osman Paşa'nınkine çok az bir za­man dilimiyle evveldir ki, bu da ibraz edilen kahramanlıkla­rın taltifi karan alınmış olduğunu da gösterir. Takvimler 4/Ekim/1877'y' gösterirken Muhtar Paşa, Rusları bir de Yah-niler'de muhteşem bir zaferle mağlup edince, garb'da Gazi Osman Paşa, Şark'da da Gazi Ahmed Muhtar Paşa gibi iki büyük kumandan, askerlik harp târihinin iki büyük rüknü olarak adlarını askeri literatüre geçirmiş oluyorlardı. Bu sa­vaşta Ruslar 75 bin mevcuda sahipken, Orduy-u hümayun ise yarı nisbette olmak üzere 34 bin mevcuda sahipti. Rusla­rın kaybı onbin kişiyi bulurken, azdan az gider, çoktan çok hesabı burda da kendini gösterdi ve bizim kaybımız 2400 ci­varında oldu.

Talih Dönüyor!


15/Ekim/1877'de Alacadağ meydan muharebesi Rusların lehine inkişaf eden bir savaş oldu. Mücadele esnasında Ferik Ömer ve Hacı Raşid Paşalar 6 bin askeriyle birlikte esir düş­tüklerinden, düşman elindeki bu rehinelerin hayatını tehlike­ye sokmamak için çekilme yolunu tercih eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa mağlup bir ordu değil adetâ çekilme nasıl olur? Nasıl muntazam bir şekilde tek bir mermiyi bile düşmana kaptırmadan, eratın burnunu kanatmadan ricat edilir örneği­ni gösterdi ve avrupah erkân-ı harpler bu çekilişin taktik ve varyasyonlarını senelerce askerî mekteplerindeki derslerde ya- sanan misâller bahsinde tetkik ve münakaşa ettiler. Yir­mi gün süren muntazam çekiliş sona erdiğinde 4/Kasım gü­nü Erzurum'a gelindi. 14 gün sonra da Kars şehrimiz Rusla­rın eline düştü. Talih dönmüş, şark illerimiz çorap söküğü gi­bi elden çıkıyordu. Rusları Kars ile Erzurum arasında durdur­ma çabaları başlamıştıki, İstanbul'dan" Sultan Hamid'in çağ­rısı geldi. İstanbul savunması için teşrif ediniz.
Ahmak, gafil ve hâinler bir araya gelerek devlet-i âliyye'yi r tarafı ateş alan bir yangın yerine çevir mislerdi. Artık gö­klerdi, pneclis-i mebusan da atılan nutuklar zafer kazan-ava yetmiyordu. Bu arada sunuda hatırlatalımki, doğu bol­lerinde o devrin nâdir insanlarından Şeyh übeydullah Efendi adlı bir Nakşi Şeyhi, savaşın çıkmasından az önce Sultan Hamid'e gönderdiği bir mektupda savaş çıktığı takdir­de cephede kendisine onbin müridiyle birlikte gelip savaşa­cağı bir mevzi ayrılmasını bildirmişdi, ki nitekim savaş çıktı­ğında padişah bu talebi Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'ya bildirmiş on bin kişilik muavenetin önemini idrâk eden ku­mandan paşa böyle bir mevzii tahsis edersede, Allah'dan he­men cepheye intikal eden Şeyhefendi, ne varki yanında vaad ettiği mikdann onda biri kadar sayıyla isbat-ı vücûd eder. Müşir Paşa, onbin kişilik yer tahsis etmiştik diye sitemli söz dokundurunca da aldığı cevap, tasavvuf târihine geçecek kadar mühim ve o nisbette dâima hatırda tutulması gerek­tiren evsaftadır. <Müridlerimiu onda dokuzu, beni tekke'de seviyorlarmış> demek suretiyle 2.Murad dönemindeki Hacı Bayram Veli Hazretlerinin, <benim birbuçuk müridim vardır. Diğerlerinden vergi alına> şeklinde gönderdiği habere benzer bir cevap olarak kabul edilmelidir ki şâyan-ı ibrettir.

Edirne Mütarekesi


2.Abdülhamid hân cennetmekân, devletin başında dola­şan me'şum havanın artık doğrudan kendi mü dehalesine ihityacı olduğunu eş ve dostun vede düşmanın gördüğünü sergiledikten sonra bataklıkları kurutma ameliyesine başla­mak için önce bir mütareke, daha sonra da sulh müzakerele­rine girişip İstanbul'u kurtarmak bir sükûnet denizi temin et­mek, hızla terakki eden dünyanın sanayii, ticari ve İç timai ayatına uydurabilmek için gereken atılımları yapmak, icâb eden mektep ve müesseseleri kurarak devletin âtî'sinî yâni geleceğini hazırlamak mesuliyetini boynuna borç olarak ka­bullendiğinden, nefsini, tasavvuf tâbiri olan <ar ve namus şi­şesini kırarak> İngiltere Kraliçesi majesteleri Wiktorya'ya mütareke ve sulh içinde yaşamak, bunu teminde müzaheret­lerini istemek mahviyetini gösterdi. Majesteleri bu müracaatı şüphesizki insanî bir değer olarak değil, İngilterenin ne men­faati olabilir zaviyesinden mutlaka görüştüğü müşavir ve ka­bine ile birlikte İttihaz edip, Rus Çar'ina mektup yazmış oldu­ğunu söyleyebiliriz. Rusların da, bu bir çocuğun doğabileceği zaman dilimi kadar imtidat eden yâni 9 ay, 7 gün süren sa­vaştan sonra şiddetle mütarekeye ihtiyacı vardı. Ancak gâlib durumda olmalarını göz önüne alıp, mağlubun yakında mü­racaat edeceğini müthiş bir iştiyakla bekliyorlardı. Krafi-çe'nin kaleme aldığı tavassut, onların takla atacağı bir müj­deydi. Biz tükenmiş, onlar ise bitmişti. Aslında bu savaşında gerçek galibi silah sanayii patronu yahudi sermayesi olduğu
0 günün değil amma bu günün pek isabetli bir tesbitidir. Mütarekeyi 19/Ocak/1878'de İstediğimizde, Server Paşa
'hariciye nazırlığında 2.dönemini yaşıyor Müşir Nâmık Paşa ise asker murahhas olarak Kızanlık'da bulunan Grandük Ni-kola'ya gittiler ve mü tareke 31/Ocak/1878'de ancak imza­lanabildi. Savaş kabinesi sadrıazamı İbrahim Ethem Paşa
1 l/Ocak/1878'de azledilirken, Melek Ahmed Paşazadeler­den Ahmed Hamdı Paşa sadarete getirildi   ve haylice lisan bilen ibrahim Ethem Paşa Viyana b.elçiliği ile görevlendirildi. Rivayet oldur ki eski sadrıazamın yerine gelen yeni sadrı-azam 24 gün sadarette kalabildi ve 4/Şubat'da azledildildi. Birse   ferde başvekil unvanıyla sadareti Ahmed Vefik Paşa aldı. yedi lisân bilen Vefik Paşa meclis-i mebusan riyasetini sürdürüiken başvekil yapılması bir şeye gebe idi. Nitekim çok geçmedi mal meydana çıkıverdi!  13/Şubat/1878 târihi rlrıazam başvekillik ismini ısındıramadan padişah meclis-i ebu sanı yayımladığı bir irade-i seniyyeyi heyeti vükelâ­da kat>ul ettirerek meclisi çok uzun bir tatile havale etti. Fiilen kapanan meclis, kâğıt üzerinde tatilde olup, her sene salnamelerde ayan üyelerinin adları ilk sayfada yer alıyordu. Sadece mebuslar görevlerini kaybetmişlerdi. Meclis-İ Mebu­san 1 yıl, 1 ay. 21 gün açık kalmıştı, üstelik Anayasa'da fesh edilmemişti.

Büyük Tatil Hakkında Mütalaa


Abdülhamid Han cennetmekân hatıratında şu mealde bir beyanda bulunur. Bir takım kimseler meclisi açmış olmamız­dan dolayı beni Mikado yapacağından söz ediyor. Halbuki !>u sağlıklı bir söz değildir. Çünkü; Mikado Japon imparatorunun lakabı olup, onlar tek bir ulustur. Halbuki bizcle bir çok ka­vimin bulunduğu gibi, başka başka dinlerden olanlar, hâttâ ic işleirnde müstakil, hârici meselelerde bize merbut prenslikler vardır. Böyle bir toplulukta teklik kabil değildi der.
Nitekim Alman birliğini kuran ve Alman devlet adamları­nın en büyüklerinden olan Prens Bismark, Müşir Ali Nizamî Paşaya şunları söylemiştir: "Bir devlet millet-l uâhideden mü­rekkep olmadıkça parlamentosunun faidesinden çok zarar verdiği görülür." Bu ifadeye hak vermek için başka söze ha­cet yoktur ki birinci delil, Bismark'ın ifade etmesi, diğeri de meclis-i mebusanda gayrimüslim ve gayri Türklerin konuş­malarının savaşı arzular tarzı mağlubiyet hâlinde bağımsızlık koridorunun açılacağını hesap etmeleridir. Osmanlı döne­minde azınlıklar tahsil bakmından kendilerini hiç ihmâl et­memekte olup, dünya'yı takibe yeterli insan sayısı hayli fazla o|duğundan, klişenin müslümanlann elinden kurtulma husu­sundaki te! kinlerinin asırlarca bıkmadan sürdürmesi, devlet-ı alıyenin zayıflamaya yüz tuttuğu asırda kendini göstermeye başlamış, milliyetçi ve hristiyan dindarların entellektüelleri bağımsızlığa giden yola ışık düşürmeye başlamışlardır. Akla hemen bir sual gelmektedirki o da şudur: Sultan Hamid, pek kötü şartlarda bir sulh imzalayacağını o yüksek zekâsıyla ve derin târih bilgisiyle tahmin etmekteydi ne-den sulhu İmzala­dıktan sonra bu suçu meclise yükleyerek kapatmadı?
Biz de deriz ki; o meclisin yıkılışı arzu eden azınlıkların mebusları yine yapacağı hamasî hitabelerle bizim mebusla­rın bazılarını kendilerine celb edip, sulhu ret ederler yeniden savaşa girişilir ve bu sefer karşılarında duracak vaziyetimiz­de kalmazdı. Padişah; bu bakımdan meclisin kendi hareket alanını daraltacağımda bildiğinden kendi önündeki bu engeli önce kaldırıp meseleleri ihanet erbabının eline ve mütalaası­na bırakmayayım diye düşünmüş olması tabiidir. Hoş Öztuna Bey; Ruslar, İstanbul'a giremezlerdi diyor amma, bunların yâni Rusların Yeşilköy'e yaptıkları baktıkça Osmanlının kah­rolduğu anıtı yıkmak için otuz küsur seneden ziyade bekle­mek mecburiyetinde kaldığını tahattur edersek, çekingenliği­mizin derecesini pekâla anlayabiliriz. Hâttâ o anıtı yıkmak o kadar mühim bir onur meselesi yapılmışki, yıkılış Fuad Clzkı-nay adlı bir subayımız tarafından filme alınmış ve ilk Türk fil­mi olarakda kabul edilmiştir.
Sultan Hamid Safvet Paşa ile Sadullah Paşa'ya Ayastefa-nos yâni Yeşilköy'de ne yapın yapın bir sul hu imzalayın diye talimat üstüne talimat yollamaktaydı. Osmanlı murahhasları sonunda o güne kadar asla imzalamadığı fecaatdeki bu bel­geyi imzalarken göz yaşlarını tutamamışlar ve bu hâl bir fo­toğraf ile tesbit edilmişti. Daha sonraları bu fotoğrafa Abanoz ağacından ince marangozluk sanatının ustalığı ile bir resim çerçevesi yapıp fotoğrafı içine yerleştirmiş, çalışma masası­nın üstüne koymuş sık sık gözleri nemlenerek bu resme bak­maktan kendini alamamıştır.
Rusya adına antlaşmayı imzalayanlarıda yazmak suretiyle bin görevini yerine getirmeye çalışalım. General İgnatief b'r Panslavist olup, bu cereyanın en ileri gelenlerinden biriy-H' Helidof ise o da başka bir belâ idi. Bu antlaşma 29 mad­deden ibaret olup, büyük bir oyalama politikasını sağlayan Sultan Hamid sayesinde uygulanmamış dört buçuk ay sonra Berlin'de yapılan ve bu şehrin adını alan antlaşma ile Ayas-tefanos bertaraf edilmişti. Bu antlaşmaya göre Bulgaristan, Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli'nin yeni sahibi olacak, Romanya ise Dobruca'yı alacak, Niş ise Sırbistan'a bırakıla­cak, Karadağ'da irileşecekti. Bu üç prensliğin artık bağımsız-lığı gerçekleşecekti. Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıd Ruslara bırakılacaktı. Berlin de bu mesele hafifletilmiş idi. Rusya tazminat bedelinin bir bölümünü donanmamızın en yeni altı gemisinin kendilerine terkiyle tahsil etmek istediler-sede, yaşadığı müddetçe böyle bir maddenin bulunduğu hiç bir antlaşmayı imzalamyacağını Grandük Nikola'ya bildirdi­ğinde bu katiyyet karşısında Ruslar vazgeçme cihetine gitti­ler. 3/Mart/1878'de imzalanan Ayastefanos, 13/Tem-muz/1878'de hükümsüzleşiyordu.

Ali Süâvi Olayı


Sarıklı ihtilalci diye de anılan Ali Suavi Bey, çok cerbezeli, bir kaç lisan bilen ve izdivacını bir İngiliz bayanla yapmış ve bu bayanın intelejans servisin ajanı olduğu pek kuvvetli riva­yettendir. Mektebi Sultanîde denilen Galatasaray Lisesi mü­dürlüğünü ifa etmiş bir kimsedir. Kavgacı mizacı kimseyle geçinememesine sebeb teşkil eden bir şahıs olduğu herkes tarafından teslim olunur. Bu adamın, şuuru düzeldiği bildiri­len 5.Murad'ı yeniden tahta çıkarmak için 20/Mayıs/1878'de gün ortasında kıyam etmiş ve bir saltanat darbesine teşeb­büs etmiştir. Tahta çıkarmaya çalıştığı eski  padişah bile o günler de, Yeşilköy'de bulunan Moskof'un, milletin başına bir belâ olduğunun idrâki içinde keder dîdeyken bu nereden programlandığı bilinmeyen siyasî meczup bitmesi imzalana­cak sulha bağlı olan savaşın gerçek mağdurlarını teşkil eden Rumeli muhacirlerinden bir kaç yüz kişiyi etrafında toplamış uğursuz teşebbüsüne atılmıştır. Atılmasına atılmıştırda, Ye­di/Sekiz Hacı Hasan Paşa'nın ünlü sopası kafasına İndiğinde hayatla ilişiği daha 39 yaşındayken kesilmiş oldu. Amma bir takım insanların yaptıklarını hiç hesaplamadan bir takım kimselerin başını derde sokmaya haksızca sebebiyet verdiği gibi Ali Suâvi'de bu teşebbüsüyle, Sultan Hamid'de var olan vehim hasletini öyle bir harekete geçirdi ki, Osmanlı milleti değil amma Osmanlı münevverleri, devlet ricali ve asil aile­lere mensup, paşazade, şeyh zadeler gibi kimseler dâima di­ken üzerinde bir otuz yıl geçirmek mecburiyetinde kalmışlar­dır. Sultan Abdülaziz'in cinayetle biten hâl şeklini yaşamış, biraderi 5.Murad'm sağlık nedeniylede olsa hâttâ yerine ken­di bile geçirilmesine rağmen bu durumu sevememiş, dâima tahttan indirilme korkusunu, bu Ali Suavi olayı Abdülha-mid'e yaşatmıştır.
Teşebbüsün bastırılmasından sonra Abdülhamid Han,der­hal bir tasfiyeye girişmiş ve en yakınından başladığı tasfiye­de mabeyn müşiri Said Paşa ile sadrıazam Sadık Paşa'yı de­ğiştirmiş,yerlerine mabeyine Gazi Osman Paşa'yı, makam-ı sadaretede Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'yı 5. sadnazamlı-ğına getirdi. İkisi de birbirine itimat etmemekteyseierde, pa­dişah varsa bir organizasyonu bozmanın değişiklikten geçti­ğinin şuuru içinde kanı ısınmasada, Mütercim Paşa'yı mühre kavuşturdu. Ne varki doğrusuda budur ki bu kadar isteksiz bir iş ancak bir hafta sürdü, Rüşdü Paşa 7. günü mührü el­den kaçırdı. 1882'de Manisa'da vefat eden Mütercim Meh­med Rüşdü Paşa'nın 5 sadaretinin toplamı 2 sene, 23 gün sürmüştür. Vefatında 71 yaşının içindeydi. Sultan Hamid sadrıazamının yerine, Mehmed Es ad Safvet Paşa'yı hâriciye nazırlığı da uhdesinde olmak üzere makam-ı sadarete getir­di. Böylece mütercim paşanın sadarete getirilmesi yukarıda dediğimiz gibi varsa bir organizasyonun bozulmasını te mine çalışan bir tedbir olduğunu hatırlatmaktadır.

Kıbrıs'ın İngiltere'ye İkramı


Muhterem okurlarımız yukarıda Sultan Hamid'in İngiltere Kraliçesi majesteleri MViktorya'ya sulh te mininde yardımları­nı temenni ettiğini bildirdiğinde biz, majestelerinin bu ricaya müşavir ve kabineyle temas edip, ingiltere'nin menfaati hak­kında şüphesiz bilgi almış olduğunu ve teşebbüsünü ondan sonra başlatmış olacağını ifade etmiştik. Tâbiiki Kıbrıs'ın gündeme gelen ikramı meselesi bizim o nazariyemizi doğru­lar mahiyette kabul edilirse hata edilmiş olmaz.
Mağlup olduğumuz ve binbir müşkülatla yapmaya muvaf­fak olduğumuz sulh sonunda karşımıza çıkmış bulunan tab­lonun fecaatine avrupa devletleri bile rıza göstermediler ve bu durumu sezen Abdülhamid han, bu hususda gayri mem­nun devletler ile gizli temaslara geçerek, Rusya ile yaptığı antlaşmayı yürürlüğe sokmamaya, en azından yavaş hareket etmeye koyuldu. Bu arada da süren savaş boyunca mağlup olmasınada mağlup olduk amma Moskof'uda, hayli mecal­siz, kıpırdayacak hâli kalma yacak kadar hırpalamıştık. Ant­laşma hükümlerinin uygulamadığımız maddeleri, için fiili sa­vaşa cesaret edecek durumda olmadığıda aşikârdı. Bizim bu tepeden bakışımıza İngiltere'nin yanımızda göründüğü intibaı Rusya'da bir frene sebeb olduğu gibi bizden de acaba İngilte­re ne gibi bir mükâfat alacak efkârı padişahı basmıştı. Çünkü ngıltere pek gelişmiş, denizaşırı müstemlekelerine bir de
Hindistan İmparatoriçesi titri Kraliçe Wiktorya'nın unvanları arasında yer almıştı. İşte bu milletin politikası Akdeniz'de bi­raz daha güçlü olarak bulunmasını temin edecek Kıbrıs Ada­sını tutmadığı orucun diş kirası olarak istediğinde, Rus mu­ahedesi esnasında yardımlarını gördüğü İngilizlerin bu talebi­ni Safvet Paşa İstanbul muahedesiyle şartlı ve geçici olarak İngiltere'ye bıraktığını belirten bir madde imzalamıştı. Karşılı­ğında alınan en büyük tâviz Berlin toplantısında Osmanlı ya­nında Ayastefanos'u asgariye indirme hususunda yanımızda olacakları vaadini almak olmuştu. Ayrıca; Ruslar doğuda topraklarımıza işgal hareketi teşebbüsünde bulunursa İngiliz­ler askeri yardımda bulunacakalarıni vaad ediyorlardı. Öztu-na Bey; Kıbrıs İngilizlerin idaresinde kaldıkça, İngilizlerin, ül­ke topraklarımıza tasallut edecek Rusya'ya karşı yardımcı olacakları maddesi yürürlükte olacak, Ruslar Kars, Ardahan ve Doğu Bayezid'i bize iade ederlerse, İngilterede Kıbrıs'ı bi­ze iade edecekti. Bu antlaşmanın tasdiki esnasında Koca Sultan Abdülhamid Hân elindeki kurşun kalemle, bir hamiş yazmış ve Kıbrıs için, hukuk-u zât-ı şahanemize aid olarak altmış yıllığına ingiltere Devletine kiraya verilmiştir demek suretiylede Kıbrıs işinde de, bir tutamak elde etmeye muvaf­fak olduğunu belirtmemiz icâb eder.

Berlin Konferansı


Biz ve Rusya'dan başka bu konferansa, İngiltere, Alman­ya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya katılmıştı. Daha önce yapılmış avrupa antlaşmalarının üç tanesi ki, bunlar 1815'de Viyana, 1856 Paris ve 1871 Versay antlaşmaları-dırki bunlar cidden siyasi bakımdan büyük değişiklikler ya­şanmasına vesile olmuşlardır. Avrupanın,Osmanlı'ya en ya­kın bölgesi olan Balkanlar'daki yerlerde devlet-i âlî' yenin tederece tenzil eden Ayastefanos antlaşmasının hükümlerini ortadan kaldırması hasebiyle yukarıda saydığımız "him antlaşmalara dördüncü olarak katılması gereken bir tlasma çı karmıştır .Berlin Konferansı. Almanya'nın Berlin ehrindeki bu konferansın yıldızları, Alman başvekili Prens Bismark ve Abdülhamid Hân'ın İngilizleri, Ruslar üzerine havli kışkırtmayı başaran beyanları İngiliz murahhasını Rus­ları sindiren bir güç hâline getirmeye yetmişti. 1870'den son­ra Almanya, İngiltere'nin hemen ensesinde olan durumuyla cihanın 2.devleti hâline gelmişti. Bu muahedenin elle tutulur tarafı, Rusya karşısında menfaat karşılığı olsa da avrupa devletlerinin ileri gelenleri Osmanlıyı vikayeyi yâni korumayı bırakmamış olmasıydı.
Bu kadar Rus tahriki ve bu tahrike kapılış ve aksiyon so­nunda Osmanlının gölgesinden kurtulamayan prenslikler bir müddet daha hârici meselelerde zât-ı şahanenin idaresinde kalıyorlardı. Rusya bu antlaşma sonunda sanki savaşı kay-bedenmiş gibiydi ve şaşkındı. Sultan Hamid politikası Rus­ya'ya adetâ avuç yalatıyordu. Çar   2 .Aleksandr'sa büyük prestij kaybediyordu. 13/Haziran/1878'de başlayan oturum­lar 20 celse hâlinde cereyan etti 31 gün sürerek 13/Tem-muz/1878'de nihayet bulmuş idi. 64 maddeden oluşan bu antlaşmayı Osmanlı heye t-i murahhasası başda Hâriciye nâzın Aleksandr Karatodori Paşa, Müşir Mehmed Ali Paşa ve Sadullah Paşa takip ve Osrn.anlı adına imzaya yetkili olarak katılmışlardı. Ermenilerin çok olduğu bölgelerde ve Make­donya'da ıslahatlar yapılması maddesi pek önem arzediyor-du. Ruslara Ayastefanos antlaşması hasebiyle 245 milyon Osmanlı altunu harp tazminatı istenmesineki bu günkü para­mızla üçkatrilyon, 185 trilyon yapar ki bu meblağıda, Berlin °nferansı bir haylice indirmekte çok faydalı olmuştur. Berlin sulhuna göre Karadağ, Sırbistan ve Romanya devlet-i âliye'clen tefrik olunmuş yâni ayrılmıştı ve böylece elli yılda balkanlarda Yunan dâhil dört bağımsız devletin doğumu ger­çekleşmişti. Bunlar din olarak hristiyan ve mezhep olarak da ortodoks idiler

1293/1878 Harbi Kayıpları


Bizim Osmanlı târihine bakan ve bunun hakkında kanaat izhar eden zevatın mübalağalarla dolu zem etmelerinin,ya­nında yine mübalağadan fariğ olamayan medihçilerin tarzı, târih sevenler ve okurlarını haylice te'siri altına almaktadır. Bana kalırsa; bundan da bir rekabet doğuyor ve işin ortasını bulalım'ın düşüncesini takip edenler ortaya çıkıyor böyle-cede, nice meşkûk meseleler gün ışığına değilse fikri plânda yeni ve daha mutmain edici izaha kavuşabiliyor.
Bu minvalde 1293/1877 Osmanlı-Rus savaşı neticesi Ayastefanos Antlaşmasıyla bir statü kazanmış, bilahire Ber­lin konferansı bu statüyü değişik bir hâle ve bizim lehimize şevke yardımı herkesin kabul ettiği hâldir. Bu meyanda biz bu savaş sonucunda zayiatımızı T.Yılmaz Öztuna Beyefendi­nin; "Büyük Türkiye Târihi" adlı çalışmasının 7. Cildinin 167. sahifesinden yapacağımız alıntıyla sayfamızı tezyin edelim efendim. Bu çalışmanın ciddiyeti, belirttiği hususlar, mübala­ğacıların yolunu tıkamakta, müdellel yâni delilli tarihçilik an­layışının bir mahsûlü bulunduğundan rakamlar ve izahat gü­venilirdir.
".Sırbistan,Türkiye'ye vergi vermekten ve tâbi olmaktan kurtulmakla kalmıyor, Niş sancağımda alıyordu. Bu suretle Doğu Morava boylarına yerleşen Sırbistan bu çevredeki Türkler'inde Güneye doğru göçlerine sebeb oldu. Kara­dağ'da istiklâli tanındıktan başka bir kaç kaza terk edili­yordu. Karadağ, Bar (İtalyanca Antivari) iskelesini alarak,
nize Adriyatik'e çıkıyordu. Ancak Play nahiyesinde Müs-n Arnavutlar, silahla Karadağlıları kovdukları için mu-hedenin hükümlerine rağmen burası Türkiye'de kaldı. Kadaâ(kl bir Sırp Prensliği idi) toprak ve nüfusça bir mis I.İ büuüyor, 9500 kilometre kareye yaklaşıyordu. Romanya'ya aetince; Türkiye'den Dobruca sancağım alıyor, fakat Rus­ya'ya Türkiye'nin 1856 Paris muahedesiyle Rusya'dan geri aldığı Güney Moldavya'yı (Türkçe:Bucak) iade ediyordu. Bu bakımdan Berlin muahedesi, Romanya'da son derece kötü karşılanacak ve bu ülkede Rus düşmanlığının artmasına se­beb olacaktır. Latin aslından olan Romenler,savaşı kazanma­sı için, bütün güçleriyle Rusya'yı desteklemişler, Plevne, an­cak Romen kuvvetlen geldikten sonra düşürülebilmişti.
1878'de istiklâllerini kazanan Romanya 1881'de Sırbistan, 1882'de Karadağ ise ancak 1913'de prenslikten krallık dere­cesine yükselmişlerdir Bu suretle târihde ilk defa olarak tam bağımsız bir Romen devleti kurulmuş oluyordu. Ayastefanos muahedesi, Bosna-Hersek'i Türkiye'ye bırakıyordu. Berlin muahedesi ise, bu ülkeyi Avusturya-Macaristan'ın idaresine veriyordu, ülke gene hukuken, Türkiye imparatorluğunun bir parçasını teşkil ediyor, fakat Avusturya-Macaristan tara­fından yönetiliyordu. Vilâyetin Türk Valisini Avusturyalı'lar yıllarca yerinde bırakmaya mecbur oldular. Zira müslüman Boşnaklar kadar Ortodoks Sırplarda, yıllarca Avusturya'ya karşı silahla karşı koydular. ^Sırplar, Sırbistan'a katılmak, Boşnaklar Türk idaresinde kalmak istiyorlardı. Karadağ ile Sırbistan'ın arasına giren Yenipazar Sancağı üzerinde de Aüusturya-Macaristan'a bazı haklar tanıyordu.
Bosna-Hersek'in Avusturya idaresine verilmesi, Rusya'nın zlkanlardaki Panslavist siyasetinin iflasını gösteriyordu.
Cermenlik, Balkanlarda da Slavlığa büyük darbe indirmiş uyordu. Bu târihden sonra Avusturya-Rusya münasebetleri birinci cihan harbine kadar düzelmedi. (1 .Cihan savaşında düzelme olmadığı gibi, 19'17'ye kadar da rakip cephelerde karşılıklı sauaştılar m. h)
Tuna ile Balkan dağlan arasında -Romanya'ya bırakılan Dobruca dışında- merkezi Sofya olmak üzere bir Ortodoks Slav Prensliği, Bulgaristan devletçiği kuruluyordu. İç işlerin­de bağımsız (muhtar) olan bu prenslik, Türkiye'ye tâbi ola­cak ve vergi verecekti Balkan dağlarının güneyinde ise, Do­ğu Rumeli eyâleti teşekkül ediyordu. Merkezi Filibe olan bu eyâlettede Bulgarlara geniş haklar tanınıyordu. Türkiye, Sof­ya'da bir yüksek komiser, Filibe de ise, Babıâli'nin hristiyan devlet adamları arasından seçtiği bir vali İle temsil ediliyor­du. Bu suretle 1909'da tam bağımsızlık alacak Bulgaristan kuruluyordu. Doğu Rumelinin sınırlan bu günkü Bulgaris­tan'ın güney sınırlarından dardı. Mestanlı, Kırcaali bütün Bulgar Makedonyası, henüz doğrudan doğruya Türk ida-resindeydi. Karadeniz kıyılarında da bu vilâyetin sınırlan, Burgaz'ın az güneyinden başlıyordu.
Varna, Bulgaristan'ın ve Burgaz ise Doğu Rumeli vilâyeti­nin limanları oluyordu. Bulgar-Sırp sınırı, bu günküne naza­ran Bulgarların biraz lehineydi.
Bu balkan devletçikleri arasında dengeyi sağlayabilmek için, Yunanistan'ada Teselya sancağı bırakılıyordu, 2.Abdül-hamid, bu maddeyi de tatbik etmemek için elinden geleni yapmış, fakat bir kaçyıl sonra Tesalya'yı Yunanistan'a bıra-kıya mecbur olmuştur
Kuzeydoğu Anadolu'da Kars, Artvin ve Ardahan Sancak­ları ve bu sırada Batum Kazası Rusya' ya veriliyordu. Ayas-tefanosun Rusya'ya verdiği Doğubayezid (Bu günkü Ağrı ili) Türkiye'de katıyordu. Bu suretle bu günkü vilâyetlerimiz­den Kars ile Artvin, Rusya'ya bırakılıyordu. Ruslar, Batum'u etneyecek asker bulunduramayacak serbest liman yapacakalardı.kac şaşkın ve gafil devlet adamının Karadağ'a bir kaza
kmamk İçin göze aldıkları savaşın sonunda yapılan bu "lük Türk yağmasından tabiatıyla Fransa'nında nasibini
alması lâzımdı O da, Tunus'a göz dikmişti, üç yıl sonra bu Türk vilâyetini işgal eden Fransa,bu işgalin ortamını, Berlin konferansının kulisinde sağlamıştı. (Sayın Öztuna İran'ın bu madan yararlandığını yazmayı zuhulen geçmiş olmalı, biz de bunu hatırlatmış olalım.m.h)
Türkiye'nin kayıpları, bu kayıplar doğrudan doğruya ve­ya dolaysıyla olsun, şu şekilde özetlenebilir: devlet doğru­dan doğruya idaresinde bulunan Niş Sancağını Sırbistan Vv, Teselya Sancağını Yunanistan'a, bir kaç kazayı Karadağ'a Kars, Artvin ve Ardahan sancaklarını Rusya'ya, Dobruca sancağını Romanya'ya bırakıyor bu suretle birkaç kaza ile birlikte 6 sancak, imparatorluktan ayrılıyordu. -Kendisine tâ­bi olan Romanya, Sırbistan, Karadağ Prensliklerinin impara­torluktan ayrılmasına razı oluyordu. Bunların arasında Tu-nus prensliğini de saymak mümkündür. Bu arada Roman­ya, Güney Moldavya'yı Rusya'ya bırakıyordu- Türkiye, çok imtiyazlı bir Bulgaristan prensliği ile az İmtiyazlı bir Doğu Rumeli vilâyetinin kurulmasına rıza gösterdiği gibi, Bosna-Hersek vilâyeti (eyâlet,umumî valilik) ile kısmen Yenipazar sancağının idaresini Avusturya-Macaristan'a Kıbrıs sancağı­nın idaresini Avusturya-Macaristan'a, Kıbrıs sancağının ida­resini de ingiltere'ye bırakıyordu. Yağmadan İran bile nasibi­ni alıyor, bu devlete de o zamandan beri İran'da kalan Kolur kazâsı veriliyordu
Osmanlı devletinin hukuken birer parçası olmakta devam eden Bulgaristan, Doğu Rumeli, Bosna-Hersek,  Yenipazar, daha sonra, fakat 93 harbinin bir neticesi olarak
kaybedilen Tunus hariç tutulursa, Türkiye'nin kesin şekilde kaybettiği ülkeleri, şu şekilde rakamların belâgati içinde ifa­de etmek mümkündür.
Romanya prensliği (Dobruca sancağı ile) 135.156 km.ka­re, 5.300.000 nüfus (bu nüfus 1875/1878 yıllarındaki duru­mu göstermektedir, şimdi aynı topraklarda 16 milyondan fazla insan yaşıyor)
Sırbistan Prensliği (Niş sancağı ile): 45.427km.kare, 1.564.000 nüfus (şimdiki nüfus 6 milyondan fazla)
Karadağ Prensliği(yeni aldığı kazalarla): 9.427km.ka­re, 180.000 nüfus(bu gün 400.000 kadar)
Teselya:13.488km.kare,340.000 nüfus(bugün 800.000'den fazla)
Rusya'ya Güney Moldavya (Bucak):33.800km.kare, 800.000 nüfus (bu gün 3 milyondan fazla)
Avrupadaki kesin kayıpların toplamı: 237.298km.kare. 8.184.000 nüfus, (bu gün 26.5 milyon kadar). Buna Asya'da kaybedilen bu günkü Kars ve Artvin vilâyetlerini eklemek icâb eder. Eğer Bosna-Hersek, Bulgaristan, Tunus, Kıbrıs gibi dolayısıyla imparatorluğun doğrudan doğruya ida resinden çıkan yedende katarsak, bütün bu topraklarda bugün yaşa­yan nüfusun ,bugünkü Türkiye'nin nüfusunu çok aştığı, 48 milyona yaklaştığı görülür. İşte Midhat, Mahmud Celâleddİn, Redif İbrahim Edhem Paşalar gibi târihi büyüklükte gafille­rin, kazanacakları zannıyla, imparatorluğu ortasına attıkları meşhur 93 harbinin neticesi, rakamların belâgati ile budur. Eğer 2.Abdülhamid'in şahsî diplomasisi olmasaydı, bu ka­yıplar çok daha büyüyecek ve Ayastefanos şartlan aynen uygulanacaktı." Diyen değerli tarihçinin bu kesin ve nüfus ile metrekare olarak tesbitierinin yekününüde biz toplayarak kaydedelim. Toprak kaybımız; 237.298 kmkareyi bulmuş, nüfus ise 8.164.184 kişi ile tesbit edilmiştir.

Küçük Mehmed Saıd Paşa


Her ne kadar Halil Rıfat Paşanın hastalığı döneminde Kadı Abdurrahman Paşa aynı zamanda kabinede adliye nâzın ola-ak yer aldığından, sadaretede vekâleten bakıyordu. 2. Ab-dülhamid (1897 harbinin sonunda vermiş olduğu kaydı ha-vat şartıyla sadrazamım olarak kalacaksınız sözünde ısrarla durmaktaydı. Halil Rıfat Paşa; padişahı verdiği sözün ağırlı­ğından kurtarmak niyyetiyle bir kaç defa is'tifasını gönder-mişsede Abdülhamid hân nazik bir lisanla ret etmiştir. Bu zâ­tın vefatından sonra sadrıazamlığa vekâlet etmekte bulunan Kadı Abdurrahman Paşanın sadareti beklenmekteydi. Nite­kim Padişah kendisine sadarete asaleten tâyini hususunda bilgi gönderdiysede, Kadı Abdurrahman Paşa, vekâleti esna­sında yaşamış olduğu hâlin kendisine ilka ettiği bazı hususlar içinde kalmış olabileceğinden vede büyük bir hukukçu oldu­ğundan olacakki, bazı şartlar ileri sürerek kabul edebileceği­ni, aksi takdirde görevi alamayacağını belirten bir cevap gönderdi.
Padişah gelen cevâbı biraz mütalaa etmek üzere tetkikine aldığı esnada da, kurenadan birisini, Küçük Mehmed Said Paşaya, sadarete tayine davet hususunda saraya davet et­mek üzere gönderdi. Arada da Kadı Abdurrahman Paşaya yolladığı bir hatta sadaret teklifini yineledi. Kadı Paşa bu tek­lifi de değerlendirmeye almakla vakit kaybederken, Küçük Said Paşa Saray-ı hümayuna gelmiş, teklifi kabul eylemişti 29/recep/1319- 09/kasım/1901 tarihi Said Paşanın 20. asrın •kinci sadrazamlığına geliş tarihi olmuş, kendisinin ise beşin­ci sadaretinin başlamasına yol açmıştı.
^"han devleti unvanı Avrupa siyasi mahfillerinde hasta arn olarak tanınmış olsada bütün yollar Romaya çıkar darbi meseli gibi bütün siyasi hesaplarda Osmanlı devleti şöyle veya böyle kaale alınıyor, dirayetli padişah 2. Abdülhamid hân Bosfor'daki yâni Boğazdaki adam diye anılmakta, yapa­cağı siyasi ve ticari manevraları, batı dünyasının kralların­dan, hariciyecilerinden, Etual meydanındaki politikacıyı me­raktan çıldırtıyordu. Beşinci defa getiriîdiği sadarette 2. Ab-düihamid'in tecrübeli kafadan olmuştu Küçük Mehmed Said Paşa.
Biz şimdi bu zâtın biyografisini sayfamıza alarak okurları­mıza ve gelecek nesillere tanıtmayı amaçlıyoruz: Mehmed Said Paşa 1256/1840 yılında Erzurum'da dünya'ya geldi. Bu geliş, ikiz bir doğumdu. Takdir-i İlâhi Said adı verilenin yaşa­ması, Reşid adı verilenin ise küçük yaşda vefatı şeklinde te­celli etmiş. Said Paşanın pederleri olan zât iran nezdinde Maslahatgüzarımız olan, Ankara'nın Sebâzade adıyla maruf ailesindendi. Bu aile umumiyyetle ulema yetitirmekle nâm yapan bir sülâle olarak bilinmektedir. İşte Said Paşanın ba­bası Sebâzade Ali Namık Efendi İran'da üstlendiği vazifeyi muvaffakîyyetle tamamlamış, İstanbul'a gelmiş olduğu sıra­da emr-i Hakk' vâki olmuştur. Târih o sırada 1270/1855 yılı­nı göstermektedir. Aile bu vaziyet karşısında geçimini te'minde Mehmed Said'in eline bakar duruma düşmüşdü. Onaltı yaşındaki bu durumunu Mehmed Said Paşa şu sözler­le anlatıyor: ". .Pederim Ali Namık Efendinin irtihaii üzerine Erzurum'da kalabalık bir ailenin iaşesi üzerime terettüb etti­ğinden Erzurum tahrirat kalemine memur olarak girdim.
Demek ki Said Paşa'nın hizmet-i devlete girişi 1855 senesidir. Böylece hayatının sonuna kadar hizmette kaldığını göz önüne alırsak ki bu 1914 yılına kadar gelir ki, ellidokuz yıl gibi uzun bir dönemi teşkil eder. Said Efendi; ilk tahsilini Er­zurum'da bulunan İbrahim Paşa Medresesinde yapar.  İstanbula eldiğinde Ayasofya Camiinde tahsile devam eder. Bu da da Fransızca öğrenmeye çalışmaya bakmaktadır. Ek I  rakda; Târih, Coğrafya ve Fransız hukuk ve ekonomisi araştığı alanlardır. Konuşmalarını yazıya dökmek gibi bir metod geliştirmiş, böylecede hem hitabetde hem de kalem­de terakki etme yolunu yakalamıştır. İbnü'l Emin Mahmud Kemâl İnal merhum, Ahmed Tevfik (Okday) Paşa'dan bizzat dinle- diği, Mehmed Said Paşa'nın Ayasofya Camii dersane sinde başından geçen bir olayı şöyle naklediyor: "Said Paşa önceleri hırka ve entari olduğu halde Ayasofya Camiine ders dinlemeye gidermiş. Bir gün Fransızcaya çalıştığı kitabını da uanına almış. Ders esnasında koynun-da duran fransızca ki­tap kaymış ve ortaya saçılmış. Küçük Said'in arkadaşı, kita­ba şöyle bir bakmış ue fransızca olduğunu görmüş ve Saui e aman sakla, eğer bir görürlerse, seni camiin ortasında yum­ruklayarak helak ederler demiş. Said, korkudan kitabı koy­nuna soktuğu gibi firar etmiş. " Babasının vefatından sonra Erzurum tahrirat kaleminde çalışırken, muvazzaf olarak, Anadolu harp ordusunun yazı işleri kaleminde de çalışmaya başlamış. 1283/ 1866 da 7500 krş. maaşla Selanik Mektup­çuluğuna tâyin olunmuş. Said Efendi ancak bu göreve git­memiş. İstifa etme yolunu seçmiş. Mehmed Es'ad Safvet Pa­şa Maarif Nazırlığına tâyin olunduğunda, Said Efendi; üçbin kuruş maaşla Matba-İ Âmire Müdürü olmuştur. Akabinde maaşı beşbin kuruşa yükseltilmiş mevcud görevine zamime-ten Takvim-i Vekayi'i (bu günkü resmî gazete) müdürlüğüne yükseltilmiştir. Bir arada, 7. Daire denilen Adalar Belediye başkanlığı görevinide uhdesinde bulundurarak Dr. Büyük Mehmed Fuad Paşanın ilk sadareti esnasında bu hizmeti gö­rülmüştür. '

Bir İhtilafın Neşeti!


Tanzimat Meclisi Reisi Yusuf Kâmil Paşa bir gün Mehmed Said efendiyi yanına çağırtır. Paşanın yanında Mahmud Celâ-leddin Bey'de bulunmaktadır. Yusuf Kâmil Paşa; bize iki mü­ellif lâzım oldu. Müellif-i evvel Mahmud Bey, müellif-i sânî'de sensin. Der. Vilâyetler yasasını yazınız diye sözleri ne devam eder. Bu sırada Mahmud Bey; müsaade buyurunuz kulunuz yazarım. Dedi. Bunun üzerine Kâmil Paşa: "Said Bey müellif-i sânî'dir" cevabını vermesine rağmen Mahmud Bey ısrar edince, Said Bey: "Beyefendi kulunuz, yazsın" dedim, diyor. Bunun üzerine Yusuf Kâmil Paşa, yüzüme mâna dolu bir ta­vırla baktı. Adetâ; bu bakışta o yazabilir mi? Sorusu görülü­yordu. Said Bey: Nizâmnâmeyi yazdım ve Yusuf Kâmil Pa-şa'ya takdim. Tetkik etti. Mahmud Bey'le beni Sadrıazam ÂH Paşa'ya gönderdi. Gitdik verdik. Bir kaç gün nezdinde kaldı. İki noktası tashih olunmuş, bir madde de kendi Ieri ilâve et­mişti. Bana 4. rütbeden Mecid-i Nişanı verdi. Mahmud Bey; o vakitden beri bana husumet ve rekabet gösterirdi. Demek­te Mehmed Said Paşa. Hemen biz buraya sıkıştıralım ki, "Son Sadrıazamlar" adlı önemli bir eser yazmış olan M. Zeki Pakalin, İbnül Emin Bey'in yukarıdaki hadisede Mahmud Ce-laleddin Bey'i (daha sonra paşa) küçümseme niyeti yoksa hatıra, hafızasında yanlış kalmış demektir. Said Bey'in o tâ-rihde Mahmud Bey'e bir fâikiyeti olamayacağı gibi Yusuf Kâ­mil Paşanın Mahmud Celâleddin Bey'e böyle bir davranış göstermeyeceğini beyan ediyor. Okurlarımız bu bahse bir mim koyarlarsa çalışmamızın ileri safhalarında Pakalın'ın iti­razını destekleyecek anekdotlara rastlayacaklardır.
1291/1874 tarihinde Ticaret ve Nâfia nazırlığının mektup­çuluğuna getirilen Mehmed Said Bey, çok geçmeden onbin maaşla sadaret mektubçuluğuna ülâ- evveli rütbesiyle "vin oldu. Bu inha Hüseyin Avni Paşa sadaretinde gerçek-mistir. Devrin gazetelerinden bazıları bu tâyini ümidlerie karşılamış, Bordiyano'nun sahibi olduğu gazete ise, selef Zihni Efendi'nin gidişine esef etmektedir. Mahmud Nedim Paşa; makam-ı sadarete geldiğindeki bu görev aynı zaman­da şimdiki içişleri bakanlığını yerine getiren vazife olduğun­dan M. Nedim Paşa; Dahiliye nazırlıklarında bulunmuş Sağır Memduh Paşayı, bahse konu tecrübesi münasebetiyle tercih etmiş, Said Efendiyi Maarif Nazırlığı mektupçuluğuna gön­dermeyi arzu etmiş ve tâyinler böyle gerçekleşmiştir. Fakat bu durumu kabullenmeyen Mehmed Said Bey, derhal Maarif Nâzın Ahmed Cevded Paşaya istifasını takdim etmiştir.
Bundan sonra olaylar hızla hızla gelişir. Abdülaziz Hân'ın hal ve şehid olmasından sonra taht-ı Osmaniye'ye 5. Murad geçmişsede, geçirdiği rahatsızlık doksan gün sonra onun da hâili meselesi ortaya çıkmış ve Veliahd- Şehzade 2. Abdül-hamid hân Osmanlı tahtına oturmuştur. Mehmed Said Bey'in istikbali bu taht'a çıkışta öyle önemli bir kavşağa varmıştır ki, buna işaret etmemiz gerekmektedir.
Sultan 2. Abdülhamid'in başkâtibliğinden irtika ederek yâ­ni yükselmeye başlayarak makam-ı sadarete dokuz defa gelmiş bulunan, Şapur Çelebi lakabh Küçük Mehmed Said Paşa'nın talihi bahse konu halife döneminde parlamaya baş­lamıştı. Taht sahibinin değişmesiyle tabiiki bir takım mevkii ve mansıplarda tebeddül vücuda gelirken, saray' in kadrosu-da bundan nasibini almaktaydı. Nitekim; 1 l/şaban/1293-ı/eylü!/1876'da sa-rayın başkitabetine 30 bin kuruş maaşla Mehmed Said Paşa tâyin olundu. İki sonra da bâlâ rütbesine zamımeten 1. mecidî ve 2. Osmanî nişanlarıyla.taltif edildiği­ni görüyoruz.
Mahmud Ceİâleddin Paşa; mabeyn müşiri olmuştur. (Bu Mahmud Ceİâleddin Paşa, Prens adıyla olarak anılan ve as­lında Osmanlı'da olmayan bir unvan olan prens yerine Sul-tanzâde denmesi doğru sayılacak Sultanzâde Sabahaddin Bey'in babası olandır. Yoksa Mirat-ı Hakikat adlı değerli ese­rin sahibi ve çeşitli nazırlıklarda bulunmuş olan eski sadrı-azamlardan Çorlu'lu Ali Paşa ahfadından olanla bir alakası yoktur. M. H) Mabeyn ferikliğine bahriye mirlivalarından Said Paşa getirilmiştir. Bu görev askeri bir görev olup, amiral Said Paşa, Mabeyn müşiri Mahmud Ceİâleddin Paşa'nın'eniştesi idi.

Padişahın Mehmed Said Paşa'yı Tanıması


Bu vak'ayı 2. Abdülhamid Hân'ın uzun zaman başkâtipli­ğini yapan Tahsin Paşa'nın hatıratından takip edelim: "Padi­şah, ilk başkâtibi olan Said Paşa'y1 da önce Cemile Sultan'ın sarayında pek sık rastladığından tanıma imkânı bulmuştur. Halbuki padişaha başkâtip olarak Mithad Paşa ve arkadaşları Sadullah Paşa'yı hazırlamışlardı. Ancak padişahın hazırlana-nanı değil Damad Mahmud Ceİâleddin Paşa'nın tanıştırmış olduğu Said Efendiyi tercih etmişti.
Günümüzde İstanbul'da yolcu taşıyan şehir hatları vapur­ları arasında ismi Hüseyin Hâki olan bir vapur vardır. Bu isim umuyorum ki 1870'li yıllarda Şirket-i Hayriye meclis-i idare­si reislerinden olan Hüseyin Hâki Efendi'yi yâd etmek için verilmiş olabilir. Tabii ki böyle kadir bilen müessese ve idare­cilerini takdir vazifemizdir. Şimdi bu izahdan sonra, yazımız ile alakalı bahse aid bölüme avdet edelim.
Efendim; Said Efendi ticaret nazırlığı mektupçuluğunda bulunduğu zaman Nazır Suphi Paşa'nın başkanlığında toplanan şirket-i hayriye hissedarları toplantısında, yukarıda bahsi qeçen Hüseyin Hâki Efendi'nin bazı hissedarları kömür işin­den dolayı meydana gelen münakaşalar,müzakere niamını bir hayli ihlâl etmiş olmasına rağmen, mektupçu Said bey'in üç saat süren müzakereleri hâvi tanzim ettiği mazbataya her­kesin görüş ve rey'ini ayrı ayrı yazabilmiş olması hazır bulu­nanları hay ete düşürmüştü. Bahse konu meclis de hissedar sıfatıyla hazır bulunan Damad Mahmud Celâieddin Paşa, 2. Abdülhamid hân'a, taht'a geçmesine yakın günlerde bunları anlatmıştı. Taht işi gerçekleştiğinde M. Ceİâleddin Paşa, Said Bey'i hatırladı ve padişaha da hatırlattı. Padişah anlatılanlar1. derhatır edince Said Efendiyi kendisine başkâtip olarak tâvin eyledi. Bizim kaynaklarımızdan olan ve mevcudu hayI: za­mandır bulunamayan Mehmed Zeki Pakalın'ın "Son Sadn-azamlar" adlı nefis eserinde Küçük Mehmed Said Paşa'ya tam 890 sahife ayırmıştır. İbnül Emin Mahmud Kemal İnal beyefendi merhumda bir hayli kalem oynatmış. Bunlar ve benzeri eserler mütalaa olunarak müthiş bir hacim İle karşı­laşıyoruz Takdir edersiniz ki bol kaynaklardan süzme yap­mak çeşitli vecihleri ortaya çıkarmak dikkat gereken bir ça­lışmaya bağlıdır.
Bu bakımdan Abdülhamid- i Sâni döneminin cidden çok mühim rüknü olan Said Paşa'nın biyografisini diğer iki nu­maralara nazaran daha geniş olması, şahsiyetin hadiselere adetâ beşiklik, önderlik vqya muhalefet etme gibi hususlarla birlikte, nefsini Osmanlı devletine teslim etmiş kimselerin bağlılığını göstermeyi ihmal etmediklerini guruba dahil ol­masından kaynaklanmaktadır. Bizim; Said Paşa'nın mabeyn başkitabettne getirilmesindeki esrarı inceleyip sık dokuma yoluna gidişimizin sebebini, 2. Abdülhamid'in etrafını sar­mak isteyen kadrolara teşhis koyabilme içindir. Nitekim bi­zim anlayabildiğimiz kadarıyla Küçük Mehmed Said Paşa; hiç kimsenin adamı olmayıp kendi kandilini yakmaya, üstü­ne düşen vazifeyi hakkıyla yapmaya düşkün bir devlet ada­mı, herkesle iyi geçinmeyi prensip edinmiş bir insan olarak yorumlayabiliriz!
İbnül Emin Bey merhumun; Said Paşa'yı kastederek, "Kendinden işitildiğine göre" kaydıyla şu yazısını özetleye­lim: "Çemberlitaş'da Matbai Osmaniye'nin yanındaki merdi­venli evde kaim validesiyle birlikte ikamet ettikleri esnada bir gece küçük kardeşi Ferid Bey, biraz sarhoş olarak gelir ve orada kalacağı anlaşılır! Kaimvâlide hanım savulması için ısrar ve şiddet gösterir. Halbuki; Ferid Bey'in evi deniz aşırı olduğundan gece yarısı gidemeyeceği söylenirsede, kaimva-lideyi ikna mümkün olmaz. Sonunda Said bey'in kardeşi Fe­rid Bey, aşağı kata indirilip aşçının ve uşakların odasında ya­tırılır. Damad bey yâni Said Paşa bu hâl ve işittiği sözlerden son derece müteessir olduğundan sabaha kadar ağlar. Gözü­ne uyku girmez!"
Sabaha karşı; gecenin karanlığı devam ederken, evin ka­pısı çalınır. Kapıyı açan uşağa gelen iki adam: "Said Bey'in evi burasımıdir? Kendisini göreceğiz!" derler, uşak durumu haber verince evin bey'i ürker, görünmemek isterse de, kapı­dakiler ısrar ettiklerinden yanlarına gitmeye mecbur olur. Adamlar: "Sizi Saray'dan istiyorlar! Götürmeye geldik dedi­ğinde ürkme korkuya dönüşür. Hızla giyinip gelen adamlarla birlikte, getirilen arabaya binerler ve saraya varırlar. O gün tahta çıkması kararlaştırılan Sultan 2. Abdülhamid'in huzu­runa götürürken padişah başkitabete tâyin ettiğini söyler. Birlikte Topkapı Sarayına giderler ve tahta çıkma merasimi yerine getirilir. "
Said Paşa'nın başkâtipliğe geçirilmesinde bir hayli rivayet­ler bulunrnaktaysada,en doğru olanı M. Celâleddin Paşa'nın şirketi hayriye hikâyesini padişaha nakletmiş olması ve Sul­tan Hamid'in insanları verimli olarak kullanmasının bir ifade­si olan Said Paşa'nın başkâtipliğe tâyini olayıdır. Mehmed Said Paşa; başkâtipliğe getirildikten sonra devlet adamlarının müşterek kanaatleri, Said Bey bu görevinde padişah'a babı-âliyi kendine bağlama hususunda son derece yardımcı ol­muş, neticesinde devlet İdaresi babıâli memurlarının elinden, padişahın mutlak yönetimine geçmiştir. 3 Zilkade/1294-1 O/kasım /I 877'de Said Bey'e başkatiplik vazifesine zami-meten Hazine i Hassa nezareti de tevcih buyruldu. Esvat-ı Sudur adlı eserin yazarı, dahiliye eski nazırlarından Sağır Memduh Paşa 71. sh. de Said Bey için 2. meşrutiyetin ilâ­nından sonra şunları yazıyor: "Başkitabetde, mizâc-ı şahane­ye göre hizmeti ve hususat-i mühimmenin ta'dil ve tesviye-since meziyyeti ve bütün icraatı babıâliden Saray'a çekmeğe masru mahareti, fart-ı fetanetine delil addedilmesiyle yüksek mertebelere is'ada (çıkmaya) mukaddime olmak üzere uh­desine hazine-i hassa-i şahane nezareti tevcih buyruldu.
Memduh Paşa; Said Paşa ile olan aralarındaki burudet ve münaferattan dolayı bahse konu Esvat-ı Sudûr'dan yaptığı iğnelemeleri, yukarıdaki satırları dikkatle okursak fark ede­riz! Hâttâ Memduh Paşa'nın, Said Paşa'yı iğnelemek uğruna 2. Abdülhamid hân'ı da çıkarılan mânaya bakarsak ateş hat­tına almış oluyor! 7/muharrem/1295-12/ocak/1878'de 40 bin kuruş maaşla dahiliye rtâzırlığma tâyin edilen Said Paşa, Hamdi Paşa'nın kabinesinde yer almıştı. Bu tâyini yorumla­yan İbnül Emin Mahmud Kemal İnal Bey şunları kaydediyor: "Harndi Paşa'nın kabine teşkil olunurken Said Paşa'yı da hili-ye nezaretine tâyin ettirmekten maksadının, padişahdan uzaklaştırmak olduğunu bazı kimselere söylemişti." Demek­te.
Mirat-ı Hakikat yazan Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Pa­şa diyor ki; Ahmed Hamdi Paşanın kabinesine dahiliye nâzın olarak aldığı Küçük Said Paşa'nın işleminde yatan esas Said Paşa'yi Saray'dan uzaklaştırmak niyetine müteaalik olduğu, bazı kimselere Hamdi Paşa tarafından söylendiği pek yaygın rivayettendir. Bir kısım devlet adamlarının görüşüne göre Sa­id Paşa Babıâlîyi Saray'a taşıyan devletin tamamen sa-ray'dan İdare edildiğinin baş mekanizması idi. Vükelâ heye­tinden olması tabiatıyla, baş kitabetten ayrılmasını intaç ede­cekti.
Hakikaten A. Hamdi Paşa kabinesinde dahiliye nazırlığını uhdesine alan Mehmed Said Paşa, 11/ ocak/1878'de işbaşı yapan hükümetde 24 gün sonra A. Hamdi Paşa'nın kabinesi­nin son bulmasıyla infisal ettiler. Bu kabinenin ömrü 4/şu-bat/1878'de bitmiş oldu. Yeni kabinenin Ahmed Vefik Pa-şa'ya teklif olunduğu görüldü. Ancak Paşa bir takım talepler sıraladı. İlki sadrıazamlık değil başvekil ün vanıyla kabine kurmak olduğu gibi, vekillerinde me'suliyetinin ihdası gibi yi­ne Mahmud Celâleddin Paşa'nın Tophane Müşirliğinden, Said Paşa'ninda dahiliye nazırlığından alınmasını, çünkü bu neza-retide uhdesine alacağını bildirdiği şartlarda bunlar. Bu talep­leri kabul eden 2. Abdülhamid han; 2 ay, 9 gün sürecek Ah-med Vefik Paşa hükümetini 4/şubat/1878'den geçerli oimak üzere tasdik eyledi.
Dahiliye nezaretinden adeta atılmasını sağlayan Ahmed Vefik Paşa'ya nefsince haklı olarak kırıldı. Bu yüzden de Ah­med Vefik Paşa aleyhinde olanlar ile aynı mesleği seçmiştir. Çerkeş Deli Nusret Paşa, padişahın başdoktoru Mavroyani efendilerin padişah nezdinde başvekil hakkındaki atıp tutma­lara iltihak etdi. Bunların padişah üzerinde değişiklik yaptığı düşünülebilir. Bu arada saray'a gelen bir jurnalde başvekil'in bineyi teşkil eden vükela ile fikir birliği yaptığı, hâi edilmesi sağlayacaklar mealindeki jurnal, Ahmed Vefik Paşa'nın azlini temine kâfi geldi. Ahmed Vefik Paşa bir hayli düşman kazanmıştı. Bu sıralarda Said Paşa'ya Ankara Valiliğine tâyin emri geldi. 25 bin krş. aylıkla 5/cemaziyelahir/1295-7/hazi-ran/1878 tarihli tâyindi. 18/nisan/1878'den itibaren sadaret Mehmed Sadık Paşa'ya tevcih olundu. Fakat 1 ay,  10 gün sonra onun da infisalini görüyoruz, istanbul'da sadaretler kı­sa sürede el değiştirmede, Said Paşa ise; Ankara Valiliği va­zifelerinden, hem şartlarını ileri sürerek rahat sızlandığını ye­rinin değiştirilmesini isteyen feryadnâmeler yazıp durmakta­dır. Mehmed Sadık Paşa' dan sonra Mehmed Esat Savfet Pa­şa, Tunuslu Hayreddin Paşa, ondan da Ahmed Arifi Paşa'ya tevcih olunan makam-ı sadaret,  18/ekim/1879'da Ankara Valiliğinden, hazine-i hassa nazırlığına, Tunuslu Hayreddin Paşa kabinesinde Adliye nazırlığı görevlerinden sonra, Küçük Mehmed Said Paşa'ya tevcih olunur ki bu sadaret bahse ko­nu zâtın ilk sadareti olur. 7 ay, 27 gün süren bu sadaret 9/haziran/ 1880'de nihayet bulur.

Hatt-I Hümayun


Vezirim Said Paşa: Arifi Paşa'nın bu kerre başvekâletten infisali lüzumuna binaen memuriyet-i mezküre uhdenize tev­cih kılınmış, dahiliye nezareti sadr-ı esbak Mahmud Nedim Paşa' ya ve bilcümle dâirelerin teftişi ahvaliyle tahkikat-ı ha-sile ve tedabir-İ ıslahiyyeyi doğrudan doğruya ve bizzat hu­zurumuza arz etmek üzere devair müfettişliği namıyla teşkili nezdimiz de tensib olunan memuriyet-i mühimrne Safvet Pa-Şaya ve Şura-yı Devlet riyaseti Arifi Paşa' ya ve hariciye ne­zareti Sava Paşa'ya ve evkaf nezareti Suphi Paşaya ve Mâli­ye nezareti İbra him Edip Efendiye ihale olunmuştur.
Nuh'be-i efkârım devletimizin husul-i saadet ve selamet ve İtilayı kudreti kaziyyesi olduğundan tevhikat-ı ilâhiyyeye isti­naden cümle heyet-i vükelamız tarafından bu yolda sarfı me­sai ve gayret olunması matlubumuzdur. Cenab-ı Hakk maz-han tevfik buyursun.
3/zilkade/1296 -20/ekim/1880
Bu iradei seniyye ile başlayan Küçük Mehmed Said Paşa­nın sadaret maratonu tam dokuz defa zirve ye çıkış dolaysıy-la da dokuz defade zirveden iniş dönemine başlangıç olmuş­tur.      İlk sadaretinden azline sebeb olan husus, Abdülhamid hân'ın talimatıyla eski sadrıazamlardan Mehmed Esad Safvet Paşa'nın Avrupa siyasası ile alakalı hazırlamış olduğu rapor­ların bir heyetçe gözden geçirilmesi hususunda sadrıazam Said Paşa riyasetinde bu çalışma yapılırken saraya gelen bir jurnalde heyetin istenen çalışma yerine 2. Abdülhamid'i nasıl tahtdan indiririzi konuştuklarını bildirdiği görülür. Padişah; kurenasından Ragıb Bey'i gönderip Said Paşadan mührü is­tetir. Bu rivayetle; Said Paşa'nın saraya davet edilip, bir mik­tar azarlandıktan sonra mührün İstendiğidir. Görülüyor ki aslı faslı olmayan ihbarat dahi bir hükümetin düşmesine sadrı-azamın azarlanıp, vazifeden azline sebeb olabiliyor, hemde askı ya alınmış bir meşrutiyet döneminde, şimdi devr-i de­mokraside nice skandallar bir numaralarında fütursuzca dev-letlûluklanna engel olmuyor. Said Paşa'dan boşalan makam-ı sadaret Cevânizâde Meh-med Kadri Paşa'ya veriliyor. Clç ay, üç gün sonra Kadri Paşa 12/eylül/1880'de infisal ediyor. Said Paşa yine sadrıazam yapılıyor ve bu seferki çalışma sü­resi 2/mayıs/1882'de sona erdiğinde karşımıza bir sene, ye­di ay, 20 günlük hizmet arzetmiş olması önümüze çıkıyor. Böylece sadaretin yeni sahibi olarak Germiyanoğlu Kadı Ab-durrahman Nureddin Paşa'ya verildiğini görüyoruz.  12/tem-49 /1882'de elinden mühür alınan Kadı Paşa bu görevde iki onbir gün kalabilmiştir. Said Paşa; 3. sadaretine geldiğin­de'Abdurrahman Paşa'ya halef olmuştu. Bu sadareti de 4 ay, 20 qün sonra yâni l/aralık/1882'de nihayetlenmiştir. Bu sa­daretlerin sık sık değişmesinde avrupa siyasi mahfillerinin ucurduğu ile malum Şark Meselesi'ni neticelendirmede gizli ittifak hâlindeki, başda Rusya olmak üzere İngilizlerin, Fran­sızların, Avusturya'nın ve daha menfaat peşindeki devletçik­lerin çevirdikleri fırıldaklara karşı, Cennetmekân'ın hususi maksadlara dayalı, yap ve şaşırt ve biribirine düşürt politika­sının icabatı yatmaktadır.

Said Paşa'nın 3. Düşüşü


Ancak; Said Paşa'nın 3. düşüşüne geçmeden önce 3. sa­daretine gelişindeki vakıaya temas edelim. Yukarıda yazdığı­mız gibi Said Paşa bu sadarete gelişinde Kadı Abdurrahman Nureddin Paşa'ya halef olmuştu. Fakat istifasına rağmen tekrar sadaret teklifi alan Abdurrahman Paşa, cevab-ı red vermiş idi. Bunun üzerine padişahın Said Paşa'ya gönderdiği başmabeynci Osman Bey, sadaret teklifi yaptığında Said Pa­şa, Osman Bey'e:
-  Beyefendi! Efendimiz ne için benîm üzerimde ısrar eder? Hususi bir maksada mütevakkıfmı? Lütfen aramızda kalsın dediğinde, Osman Bey:
Paşa hz. leri ben size söyleyeyim. Abdurrahman Paşa öküzleri dikti! Cevabını verir. Said Paşa ömründe ilk defa işit­tiği bu tâbir karşısında şaşkın fakat dayanamayarak:
Osman Bey! Bu tâbirin mânasını fehmedemedim! Dedi­ğinde:
-  Anadolu halkınca ısrar etmede, inat etmek demektir. Bu da kullanılır.
Said Paşa; görevi kabul ettiğini hatıratında beyan ediyor. Yine bu sadaretinden düşmesine badi oian vakaları paşanın hatıratından özetlemeye girişelim: "Padişah; ülkede kendisi hakkında kötü niyet beslendiğini, İstanbul'da bir ihtilâl ha­vasının husul bulmakta olduğunu, bütün bunlar için Mah-mud Nedim Paşa ile oturup, şiddet tedbirleri almamız husu­sunda kat'i bir lisanla emir leri oldu. Mahmud Nedim Pa-şa'nın bu hususlarda çalışmaları bir kaç seneyi bulmuş ha­zırlıklardı. Fakat ben makam-ı sadaretin ortak kabul etme­yeceğini, benim memleket menfaatlerine dâir görüşlerim ile Mahmud Paşanınkiler arasında derin muhaliflik bulundu­ğundan istifa yoluna gitdim. Fakat istifam kabul görmedi. Aradan 57 gün geçmişti ki bir gece saraya çağrıldım. Gitti­ğimde huzur-u hümayuna dahil olduğumda, pek sert bir muamele ve bir çok azar ile karşılandım." diyen Said Paşa hatıratında şöyle devam etmekte: Zât-ı şahane oturmama müsaade etmedi. Kendileri de ayakta dolaşarak bir çeyrek saat kadar gönül kırıcı, izzet-i nefis yaralayacı ifadelerde bulundular. Azarlarının sonuna doğru bir gün evvel saray'da göz altına alınan Müşir Deli Fuad Paşa'ya isnat edilen bir cürüm hakkında Mahmud Nedim Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa'nında bulunduğu huzurda ve Cevdet Paşanın kalemiyle tutulmuş bir istintakname elime padişah tarafından verildi. Ben bunu okumaya başlayınca zât-ı şahane seri adamlarla bana yaklaşarak aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı ki bakışları azar dolu ve çok çabuk cevap vermemi emrediyor­du.
Varakada yazılanlar ise; padişahın taht'dan indirilmesi için Dağıstanlılardan meydana gelen cemiyet kurulduğunu ileri süren ihbarlara aid bir tahkikat idi. Cemiyetin bu işdeki ahdi, zâtı şahanelerinin kendi muhafazasına tahsis etdiği ve bir nev'i hususi askeri imtiyazı verdiği dağıstanli'lardan
a na aelen asker gurubu olup, bu askerin başı sarayın meyûde Dağıstanlı Mehmed Paşa imiş. Fuad Paşa ve sair ba-
lÇ1kimseler cemiyette, bende güya cemiyet reisiymişim!
Seri bir bakışla yaptığım okuma bana bu kadar bilgi ver-,. 7gt.i şahane devama imkân bırakmayıp istintakiyeyi Umden çekip aldı ve: 'Bana ne diyeceksin? Sualini tevcih ettiler. Cevap verme imkânı kısıtlı idi. Konuşturmuyordu. Ancak aslı faslı olmayan şeylerdir mânasına gelecek beyan­larla meramımı arzedebildim. Fakat; azar dolu sözler devam etmekteyken, zât-ı şahane mührümü ver dedi. İşte o zaman müşkil mevkiide kaldım. Çünkü mührü hümayun üzerimde değildi. Hâtem-i âliyi çantamda taşırdım mabeyne çağrıldı­ğımda huzura girereken çantayı adamımda bırakmıştır. Efendimizden mabeyne gidip çantayı alma müsaade etme­sini istedim. Çok daha kızdılar ve pantolonun cebinden me­şin bir muhafaza içindeki küçük rovelveri çıkarıp başıma tuttular. Emanet-i hümayununuzu veririm. Bende olan ema-net-i ilahiyeyide ondan sonra alırsınız dedim.
Bunun rovelveri başımdan çekip büyük salonun kapısın­dan çıkarak 'Çantasını getirsinler!' emrini verdiler. Yanıma geldi ve rovelveri başıma tutarak, mührüm çıkmazsa bura­dan ölün çıkar' diye azar dolu sözlere devam etdiler. Çanta geldi, açıldı mühür teslim edildi. Artık kızgınlık başka taraf­lara yöneldi. Kendisinin hâl veya imhası hakkındaki sözde karan ciddi ve sahici addediyor. Akabinde Sultan Murat gü­ya tahta çıkmaya hazır, hâttâ sarayında ihtiyaten bir takım Kürtler saklanmış itikadında bukunuyordu. Eğer bu hal ta­hakkuk ederse evvel bev vel beni parçalatıcağını sözlerini ekledikten sonra önüme düşüp, harem ile kendi dairesi ara-s|nda bir odaya beni götürdü. Haps edip, kapıyı kilitleyip 9'tdi. Diyor, hatıratında Mehmed Said Paşa.
Kıymetli biyografi üstadı İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum bize şöyle sesleniyor: "Paşa'mın (Said Paşa) 7. de-faki sadaretinde kitabet hizmetiyle yanında bulunduğumdan gece ve gündüz, hatta yatakta iken mühr-ü hümayunun al­tın zincirle boynunda asılı olduğunu gördüm. Mührü yanında bulundurmamasından dolayı daha önce azara uğrayışı içine oturmuş ki, o günden sonra koynunda taşımak vazgeçilmez adeti olmuş.

Said Paşa'nın Hapisten Kurtuluşu


Sultan 2. Abdülhamid Han, Said Paşa'dan aldığı mühr-ü hümayunu Ahmed Vefik Paşa'ya başvekil unvanıyla birlikte vermişti. Bu sırada eski sadnazam Said Paşa kendi elleriyle hapsettiği odada mahpusluğu yaşamaya devam etmekteydi. Bu müddet 18 saati bulmuş ve Said Paşa bu müddet sonun­da evine dönme imkânı bulabilmişse de bunu İngiliz Elçisine medyundur. Said Paşa evdekilere bir gün mabeyn'de tevkif olunacak olursa, İngiltere sefiri Lord Pofrin'e haber verilmesi­ni tenbih et-miştir. Saray'da hapsolunduğu haberi hanesine ulaştığında hemen büyükelçi, durumundan haberdar olun­muştur. Bu husus da Said Paşa hatıratında şunları söylemek­tedir: "Nâmı ve mesair-i insaniy yeti madam-ül hayat hatıraj ihtiramımda caygir olan Lord, nezdi saltanatda teşebbüsat ve ihtarât-ı lâzirneyi baliyan mübalağa icra eylemesiyle mü-dehale-i vakıa-i muhikka, mededres oldu. "
Görülüyor ki, sadaret makamına yükselen bir zat, hayatını koruma altına almak için siyaseten belki olmayabilir ama, esas da İslâm Milletinin ve onun temsilcisi olan Osmanlı dev­letinin ve halifesinin, gerçek ve baş düşmanı İngiltere'den is­tianede, yâni yardım talebinde bulunuyor. Hemde bu talep peşin peşin yapılıyor. HeyhatIYalnız Said Paşa bu hususda birîr değil Abdülaziz devrinde Midhat Paşa bu işe öncülük anlardandır. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'da buna tenez-... etrnişlerdendir. Ne çaresizliktir ki bu ademler bu ahvalle-  den sonra yine sadaret koltuğunda istihdam olunmuşlar-,     jste bunu ifade ettikten sonra Abdülhamid hân'ın bu iki numaraları göreve getirmesini akıl biraz zor tartıyor acaba isin açıklanmamış bir başka tarafı varmı sorusu insanın zih­nini kurcalıyor! Tabi iki devletin sırlarının bâzıları bilenler ta­rafından mezara götürülür.

Sübhiye Hanım Vakası


Said Paşa'nın sadaretlerinin birinde çok calibi dikkat bir olay zuhur eder. Hikâyesi şöyledir: Efendim Said Paşa'nın sekiz yaşlarında bir kızı olup adı Subhiye'dir. Bir gün saçla­rını taramaktayken her halde saçları uzun olacak, takılı fir­ketelerden biri gözüne batar ve gözde bir hayli hasara se-beb verir. Osmanlı devletinin iki numarasının kız evlâdı gö­zünden önemli bir yara almıştır. Mevcud doktorlar hadiseye el koyarlar ve izni ilahi ile, göz kör olmaktan kurtarılır. An­cak pek şiddetli ağrılar küçük Subhiye'ye nefes aldırmaz! Uykusuzluk ve gıdasızlık yavrucağı bir deri bir kemik bırak­mış, sadnazam babanın şefkati, kendisini yiyip bitirmesine doğru yol almaktadır. Padişah ile devlet işlerini görüşürken sadnazamm mükedder ve bitkin görüntüsü işe de akset­mektedir. Bir akşam Sultan Hamid, Saray'dan bir arabayı Said Paşa'nın konağına gönderip kızı Subhiye hanımı getir­mesini irade eder. Küçük Subhiye ve dadısı hemen arabaya bindirilirler. Saray'a gelindiğindede küçük yavruyu huzuruna kabul eden 2. Abdülhamidhân, dudakları kıpır kıpır şifâ du­alarını okur. Ondan sonra hadi kızım artık gözün ağrıma­yacak deyip konağa gönderir. Hakikaten Subhiye hanım bu dayanılmaz ağrıdan kurtulmuştur artık."
Muhterem okurlarım; Abdülhamid Hân ile sadnazam Said Paşa arasında geçen ve yukarı aldığımız iki vak'a yazımızda tesadüfen veya tevafuken alt alta gelmiş değildir. İki ayrı za­man diliminde vuku bulan olayın biribirine zıt davranışı an­latması, nâtık olması devlet işlerindeki ciddiyetle, doğrudan insaniyete müteallik meselelerin o seviyede ki zevatda da ayırıma tâbi tutulduğunu, birinci de ahbab çavuşluğun yer almadığını, ikincide ise insana verilen önemi hatırlatmak dü­şünülmüştür. Bizim sadrıazamların bazılarının yukarıdaki Mit-had ve Said Paşa misalinde olduğu gibi yabancı ülkeler elçi­lerinden istianede bulunmalarına, üstelik Said Paşa'ya bu günkü dille sekreterlik yapmış bulunan İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhumun mütalaasından şu satırları özetleme­den geçemedik: "İnsan şu satırların ifade ettiği hadiseyi göz önüne alınca adetâ tiyatroda garib bir dram, acaib bir traje­di temaşa ettiğine, padişahın da şayan-i hayret bir trajedi-yen olduğuna hükmeder. Vehim ve vesvese buhranına uğra­dığı zaman akl-ı selime ve saltanatın sânına muhalif hare­ketlerde bulunan üç defa makam ve vekâlete getirdiği bir adam hakkında reva gördüğü şu gayr-i layık muameleyi, buhran geçtikten sonra teemmül etse yâni düşünse müte-ezzi olur (..) Bütün bunların yaşanmasından bir buçuk gün sonra aynı sadnazamın o makama dönmesi ise, dramın en mühim kısmıdır!" Diyen İbn'ül Emin Bey şunları da demek­ten kendini alamıyor: "Hele Osmanlı devletinin başvekili olan zâtın, İngiltere devleti tebasmdan imişçesine bilvasıta elçiye müracaat etmesi, elçinin de İngiltere tebaasından bi­rini muhafaza edercesine, müdehale edip,  kurtarılma  işle­mini gerçekleştirmesi, dramın fecaatini çoğaltan üzücü ha­diselerden dir." Said Paşa'ya halef olan Ahmed Vefik Paşa getirildiği sadaret görevinde derhal kadrolaşma yolunu tutdu. Padişahın arzusu istikametindeki Şeyhülislâm Cıryanizâde verine Bursa Valiliğini yürüttüğü sırada bendelerinden olan Rıza Efendi adlı birini, Şeyhülislâm olarak tensib etdi. Bu gün anladığımız kadarıyla Ahmed Vefik Paşa, babıâlî'yi Saray'dan bağımsız, satfnazam ve vükelânın emrine açık bir hâle getir­meyi umuyordu. Ancak bunları kurup ve de, icraya geçtiğin­de, padişahın mizacına uygun olmayan davranışlar sonunda derhal tepkiyi gördü ve Ahmed Vefik Paşanın bu seferki baş­vekilliği, ancak birbuçuk gün sürebilmiş ve mühr-ü hümayun kendisinden istenmişti. Sultan 2. Abdülhamid, Said Paşa'yı saray'a çağırtmış, daha evvel yanına getirttiği Mahmud Ne­dim Paşa ile Şeyhülislâm Üryanizâde olan Es'ad efendiyle konuşmuş, sadareti Mahmud Nedim Paşa'ya teklif ettirmişti. Ancak temaruz eden Mahmud Nedim Paşa sebeb olara1-.da yaşlılığını ileri sürmüşdü. Davet edilmiş bulunan Said Pa-şa'da gelmiş toplantıya katılmıştı. Bunun üzerine padişah sa­dareti bir buçuk gün evvel hiç bir şey olmamış gibi Küçük Mehmed Said Paşa'ya teklif etdi. Said Paşa; Mahmud Nedim Paşa'nın sadareti bunun meyaninda kendisinin dahiliye nazın olarak yardımcı olabileceğini beyan eyledi. Padişah hz. leri üçüne birden hitab ederek; "Ben, namazı kılacağım. Efendi hz. lerî siz de, iki paşadan birini sadareti üzerine almaya ik­na ediniz!" diyerek salondan çıktı. Mahmud Nedim Paşa ise: "Burası devletin en hürmete şayan yeridir" dedikten sonra yere oturdu. Esad Efendi bu ifade üzerine oturduğu sedirden, yavaş yavaş kayarak yere oturdu. Sadareti Mahmud Pa­şa'nın alması için beyanda bulunmuş olan Said Paşa'nın ku­lağına eğiliyor ve: "sadareti buna bırakma! Hepimize olma­dık işler yapar" diye tenbihde bulunmuş! Nihayet Mahmud Nedim Paşa: "her sadrıazamın bir kâhyası olurmuş. Bizim de kâhyamız sadr-ı esbak Said Paşa olmak varmış" şeklin­de zor yutulur bir söz söyler. Said Paşa bu söze çok içerler, ancak bir şey demez. Fakat Mahmud Nedim Paşa böylece sadareti kabul etdiğini söylemeğe çalışırken, Said Paşa da Ciryanizâde'nin eğer sadaret teklifini kabul etmezsen bundan hepimizin çekeceği var sözlerini kulağına fısıldamakta oldu­ğunu hatırında tutdu. Padişah salona geri döndüğünde olan-iar anlatılır. Sadareti Mahmud Nedim Paşa'ya, şeyhülislamlık Es'ad Efendi'ye, dâhiliye nazırlığı da Said Paşa'ya verildi. Huzurdan çıktıklarında enönde yeni sadnazam Mahmud Ne­dim Paşa bir kibir abidesi gibi yürümekte şeyhülislâm ve Sa­id Paşa arkasından yürürlerken Kurenadan biri gelip yürü­mekte olanları durdurup yeniden huzuru hümayuna götürür. Padişah; içinin, bu tâyine ısınmadığını söyleyerek, Mahmud Nedim Paşa'dan mührü hümayunu geri ister. Aldığında he­men orada Said Paşa'ya vazifeyi teklif eder. Gördüğü kibir, nezaketsizlik ve kâhyalıkla tavsifine pek gönül koymuş bulu­nan Said Paşa birbuçuk önce infisal ettiği görev için evet ce­vabını vererek mühr-ü hümayunu alır. Padişah dahiliye nazır­lığına Mahmud Nedim Paşa'yı tâyin ederken ayrıca mabeyn müşirliğimde uhdesine verir. Said Paşa kabinesinde Harbiye nazırlığı görevinden kabine istifası münasebetiyle infisal eden Gazi Osman Paşa serasker unvanıyla harbiye nazırlığına tek­rar getirilir. Huzura giren Gazi Osman Paşa padişahın ayakla­rına kapanıp, mabeyn müşirliğinden alınmış olmanın kendini mahzun kıldığını ifade edince, bu görevde diğer görevler üze­rine inzimam olunarak Gazi Osman Paşa'ya tevcih olunur. Az önce sadnazam olmayı elinden kaçıran Mahmud Nedim Paşa'nin, mabeyn müşirliğini Gazi Osman Paşa'ya kaptırma­sı yanında Şura-yı devlet reisliğini de bir kaç dakika sonra kendinden kıdemli olan Reşid Akif Paşa'ya kaptırdığında elinde sadece dahiliye nazırlığı kalmıştı. Osmanlı devletinin son vakanüvisi olan Abdurrahman Şeref Efendi merhumda "Tarih Musahabeleri" adlı kıymetli eserinde aşağı yukarı aynı bilgilere nakleder. Said Paşa'nın 4. sadareti olan bu evet de nakkında devrin şâirlerinden Nüzhet Bey şu beyiti inşa
eder
"Hülle-i Sadr-ı Said-ül vüzeraya şaşdık"
Said Paşa bu seferki sadaretine 1 O/zilhicce/1 300-l3/ekim/1883 cuma günü gelmiştir. İnfisali İse; 15/zilhic-ce/1302-26/eylül/1885 cumartesi günü vukubulmuştur. Müddeti ise; 1 sene, 11 ay, 13 gün olmuştur. Vazifeyi bırak­masına sebeb olarakda, Şarkî Rumeli meselesinde padişahla düştüğü hareket tarzı hakkındaki farklı düşünceler olmuştur. Bu farklı görüşleri Said Paşa'nın hatıratından yaptığı beyanla Özetlemeye çalışalım:

Filibe Vak'ası!


Tarihler; 1302/1885'i gösterirken dış tahrikler yardımıyla Filibe'ye getirilen bir kaçyüz Bulgar, buradaki hükümet ko­nağını basmış ve valiyi hapsetmişlerdi. Ertesi gün Cuma Na­mazından sonra vekiller heyeti mabeyn (saray)de toplandı. Bu arada Bulgaristan Prensi Batemberg, gönderdiği beyana­tında, Şarkî Rumeli'nin artık Osmanlı yönetiminde olmaya­cağını, kendisinin idaresinde bulunacağını bildiriyordu. Bu­nun üzerine yapılan top- lantıda derhal asker gönderilerek buna mâni olunmasını, bu meselede anlaşmalı devletlere bil­gi verilmesini reyimle birlikte belirttim ve heyeti vükelâ bu teklifi kabul etti. Ancak bu şekli, padişah efendimiz kabul et­medi. Ziîhiccenin/14. günü olan 25/eylül/1885 Cuma günü babıâlî'ye giderken, KarakÖy civarında bana yetişen yaver tarafından mabeyne götürüldüm. Hemen huzura çıkarıldım, oır saat kadar süren konuşma ve azardan sonra dışarı çıkma müsaadesi verildi. Daha sonrada beklemem emredildi. Ak-Şam saatine kadar orada bekledim. Serasker Gazi Osman aŞa bulunduğum odaya gelip, ye mek için odasına davet eyledi. O sırada da dâvet-i padişah vukubuldu. Gittim, iki sa­at bekledikten sonra yalnız olarak huzura alındım. Önce mü­hür istendi verdim. Mahbusiyetim vukua geldi. Bir odaya ko­nuldum. Her an çağrılırım diye üç saat bekledim. Sonunda azariamala- rın üzücü te'siri uyumama sebeb teşkil etdi. Dal­mışım. Benim; Filibe'ye asker gönderme teklifim güya zât-ı şahaneyi tahtdan indirmeye dönükmüş! Ertesi gün saraydan çıkmama müsaade olunduğunda eve geidim. Kâmil Paşa'nın sadarete, bazı vükelanın da değiştirildiği görüldü. Ben bir ol­du bittiye karşı çıkarken, başıma saray'da azarlanmakdan tutunda hapsedilmelere kadar neler gelmiyordu" demekte Said Paşa.
Hakikaten Berlin antlaşması hükümlerine göre bir vilâyetimiz olan Şarkî Rumeli yâni Doğu Rumeli'nin Bulgarlarca il­hak edilmesi, karşı çıkalım diyen sadrıazami götürdüğü doğ­ru da! Bir de padişahın gözü ve sözü ile hatıratında olanlar­dan gözleyeüm:
Hatırât-ı Sultan Abdülhamid-i Sâni isimli eserde koca sul­tan şöyle diyor: "Şarkî Rumeli meselesinde benim (Sultan Hamid) zaaf gösterdiğimi pek iddia etdiler. Zaaf göstermek mevcud kuvvetden istifade etmemek demektir. Hangi kuv­vet mevcud idi ki, Doğu Rumeli'de hakkımızı koruma husu­sunda kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sa­hibini bu güne kadar işitmedim.
Bulgar Prensi Batenburg, Filibe'ye müstevli olduktan sonra durumdan hükümetimiz haberdar olabildi. O da Rus sefirine gelen bir telgrafnameden, telgraf nâzın İzzet Efen-di'nin beni haberdar etmesiyle mümkün olabilmişdi. Said Paşa sad nazam idi. Tahtdan indikten sonra okuduğum bazı beyanat ve yazılarında Said Paşa'nın; vakaları kendi lehine tahrif etmiş olduğunu hayret ve teessüfle gördüm. Said Pa-
. Bulgarların tecavüz edeceklerini daha evvel haber ala­mamıştı. Olay İstanbul'a aksettikten sonra bir hayli tered-dütün akabinde Şura-yı devlet reisi Akif Paşa'nın beyanatı onu ikna etmişti. O dönemde Filibeye asker şevkinde hem müskilât hemde tehlike vardı. 93 savaşında tarumar olan ordu henüz toparlanamamiştı. Hazine tamtakırdı. Bazı vilâ-yetlerdeki jandarmalar yirmi-otuz aydır maaş alamıyorlardı. Böyle bir haldeyken sırf namdan ibaret olan hakk'ı hâkimi­yetin adına neticesi meçhul ve karanlık bir harbe girişmeyi tehlikeli gördüm." Diyen hz. padişahın hatıratından şu pa­ragrafı alarak okurlarımın bilgilerine arz edeyim: "Gavriyel Paşa diye bir Bulgar'ın Rumelî Şarkî valiliğinden kovulmuş olmasından do layı gözüm kızararak işe girişseydim, 1328/1910'daki felâketi, o zaman yâni ordusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir devirde kendi elimle hazırlamış ve davet etmiş olurdum. Hazım gösterip ihtiyatlı davranıp,   1328/1910 da yaşanacakları,   1301/1885 eylü­lünde yaşardık!" Demekte.
Said Paşa aynı zamanda Şapur Çelebi lakabıyla ve biraz da küçümsenerek anılmaktaydı halbuki böyle küçültücü bir lakabın bir Osmanlı sadrıazamına verilmesi bizce doğru ol­mayan hususattandır. Said Paşa; infisal ettiği bu yukarıda bazı anekdotlar verdiğimiz 4. sadaretinden 1895 yılında infi­sal ettikten sonra bu makama yeniden avdet ettiğinde tam tamına 5 sene, 1 lay, 9 gün»gibi bir zaman dilimi geçmiştir.
Bununda çalışmamızın son taraflarında söz konusu edece­ğimiz 1897 Osmanlı-Yunan harbinin muzaffer kabinesinin re-isi Halil Rıfat Paşa'ya, Sultan 2. Abdülhamid hânın "yaşadı­ğınız müddetçe sadrıazamımsınız" sözünü vermesinden ve bu ahdini yerine getirmesinden kaynaklanmıştır. Mehmed said Paşa; 09/11/1901 tarihinde geldiği makam-ı sadaretden 1 yıl, 1 ay, 26 gün sonra 14/01/1903'de infisal ettiğinde 6. sadaretini yaşamıştı. Aşağıdaki satırlar padişahın yâni Sultan 2. Abdühamid Hân'ın şah siyetinin içinde mütalaa edilmesi gereken beyanlarıdır. Bu beyanlardan bazılarını adı geçen eserden alıntılayıp, buraya koydukki, padişahın gö­rüşlerine o zâtın dönemini okurken malumatınızı takviye et­meyi amaçladık.

Kapitilasyon İlgaasına Teşebbüs


 "Kıbrıs'da kapitülasyonları kaldırmak istediğimiz İçin, Avrupa matbuatı da Atina gazetelerine uyarak kıyameti ko­parıyor. Sanki biz başkalarının hakkını yiyi-yormuşuz gibi bir hal yaratıyorlar. Halbuki bitaraf bir kimse, ecnebilere ve­rilen bu kapitülasyonlarla, bizim hakkımızın çiğnendiğini ve adaletsizliğin bize karşı yapıldığını gayet iyi görebilir. Rum­ların elde etmiş oldukları imtiyazları muhafaza edebilmek için, yeri göğü birbirine katmaları tabiîdir. Çünkü Rum kapi-tülas yonları yıkıldığında Pan-Helenik propogandası yapa­mayacakları açıktır. İnşaallah, bu imtiyazları yıkmak hak ve kuvvetini Allah bize kısmet eder. "

Hayatımı Muhafaza Tedbiri


"Hayatımı, bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, asabı en kuvvetli insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu tecrübelerden sonra ihtiyat lı olmama, şaşmamak lâzım. Bir çok insanların bu sinirli hâlimden fay­dalanmağa çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak na­mussuz insanlar olduklarını, dini mizinde, müzevirleri tel'in ettiğini gayetiyi biliyorum. Fakat geniş bir haber alma teşki­lâtı kurmamış olsaydım, etrafımı saran tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı.

Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele


"..Avrupa halkını aleyhimize düşünmeğe sevk eden sofu papazlardır. Haçlı seferleri zamanında hristiyan güruhun memleketimizde yaptıkları mezalimi unuttur- mak, Örtbas edebilmek için, her türlü iftirayı mubah görmüşlerdir. M.Kudüs'deki mukaddes topraklar için her iki tarafında kan dökmesinin önüne geçilebilirdi. Nitekim hristiyan hacı­ların Kudüsü'ü ziyaret etmelerine her zaman müsaade et-medikmi?. (.) Etrafı müslümanlarla çevrili olan bu şehri ne­den hristiyanlara terk edelim? (.) İsteyen istediğini söyle­sin, fakat mukaddes toprakların sahibi olmak hakkı her za­man bizim olmuştur ve öyle kalacaktır.

Mektep Ve İlahiyat


Ben tahta çıktığımdanberi, ilk mekteplerin sayısı on mis­line çıkmıştır (20bİn mektep). Bu adet maalesef hâla azdır ve halka kâfi gelmemektedir. Liselerimizin seviyesi gayet yüksektir. Mükemmel oldukları herkes tarafından kabul edi­lir. Ancak daha fazla lise kurmamak bunların yerine mühen­dis, mimar gibi fen adamları yetiştiren müesseselere talebe hazırlıyacak rüştiyeler açmak daha yerinde olur.
Memleketimizde kâfi derecede asker ve memur vardır. Ulemamızın ifrat derecede muhafazakâr olmasından dolayı-da, yüksek mekteplerimizi modern hâle getirmek çok güç­tür. Kahire'deki El Ezher ilahiyat fakültesinin, talebelerimizi Çekmesinin yegâne sebebide zamanın icablarına uymanın elzem olduğunu anlamış ol- malanndandır. İstanbul Dârül-funun'unu Kahire'dekinin dûnunda(alçağında) kalmıya mah­kûmdur.

Edebiyat-San'at Ve Kültür


Biz Osmanlılar eski ve büyük bir medeniyetin sahibi oldu­ğumuzu unutmamalıyız ve Avrupa medeniyeti ile gözümüz kamaşmamalıdır. Mimari eserlerimiz, iki binden fazla şâir yetiştirmiş olmamız da bunu ispat eder. Bunlardan Fazlı, Lâmiî, Baki gibi şâirlerimizin eserlerinde fevkalade bir gü­zellik ve tam mükemmeliyet vardır. Daha sonra Galib, Per­tev, Kemâl, Abdülhak Hâmid gibi şâirlerimizi sayabiliriz. (.) Hereke'deki hah fabrikamızda ve diğer endüstri sanatları­mızda yabancıları taklit etmekten kaçınmalıyız. Sa'nat ve edebiyatımızı kendi toprağımıza ait mevzular, kendi milleti­mize has esaslar üzerinde inşa etmeliyiz. (.) Gençlerimizde memur, asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar; neden hiç bir Osmanlı, büyük bir tüccar, mahir bir zenaatkâr veya bir fen adamı olmayj düşünmüyor? Ben de marangozluk san'atı ile meşgul olduğumdan halka iyi bir numune sayılı­rım. (.) Bir gün; şerefime bestelemiş oldukları üç marşı al­dım. Bu bir gün için epey fazladır. Muhtelif milletlerden olan ve şahsıma eserlerini ithaf eden bestekârların sayısı, şimdi­ye kadar ikibini bulmuştur. Bu insanları nasıl mükafatlandır-malı? İstanbul'a gelip huzuruma çıkabilmeyi temin eden sa­natkârların her birine neden hediye vermeye mecbur ola­yım? Üstelik ağırbaşlı musikîlerini sevmiyorum. Çaldıkları parçaların çok güç olduğuna şüphe yok; fakat ben zihnimi yoran musikîyi değil, dinlendirici musikîyi tercih ediyorum. Klâsik musikîyi tercih edecek kadar musikişinas değilim. Musikîye büyük istidadı olanlardan biri, oğlum Burha- ned-din'dir." (agk: sh. 190/193/202/209/210 Hatırat-ı Abdülha-mid-i Sânı)

Yorum Gönder

0 Yorumlar