Sultan 5. Mehmed Reşad Han, İhvanı müslimiyne ,Beka-İ Osmanjyye Mütalaası, Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirmi.,Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı? ,Esbâb-I Mücıbeler,Ceziretülarab Dayanak Olarak Nasıl Kazanılır? ,Ittıhad-I İslam Hakkında Düşüncelerin Mütalaası, Ezine Redif Tabürü Kumandanı ,Talat Paşanın Sadareti, Sultan Hamid Ve Reşad'ın Vefatları, Sultan Reşad'ın Hanımları Ve Çocukları ,Sultan Reşad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları

Bismillahirrahmanirrahim


İhvanı müslimiyne umumî beyannamemizdir: ''Rabbena iftah beynena oe beyn kavmina bilhak ve ente hayr elfâtl-hin"
Târihe vakıf olanlarca malumdur ki; istâm camiasının tev-hid ve takuiyesi maksadıyla islami emir ve hükümlerden olarak deolet-i âliye-i Osmaniyeye ilk önce tâbi olmayı kabul edenler Mekke-i Müfcerreme emirleridir.
Selatini alî Osman padişahlarının (Kitabullah) ve (sürtnet-i Resulellahı) icra ue tenfiz ahkâmı hususundaki temes-sükleri ve bu hususda ifna-i vücud etmeleri (kendilerini he­lak edercesine gayretleri) dolayısıyla geçmişdeki emirler tabi olmağa devam ettiler. Hâttâ 1327/1909 senesinde bizzat arablaraan teşkil olunmuş bir kuvvetle arab üzerine hareket ederek devlet-l âliyenin şeref ve haysiyetini muhafaza için ibahenin muhasara etmesinden kurtarmaya çalıştım.
Ertesi sene aynı maksadla oğullarımın birisinin kumanda­sı altında olarak o hareketi yapan* ve herkesçe bilinen ue görülen yüce yoldan ayrılmadım. İttihad ve terakki cemiyeti­nin zuhuru ile umûmu devlete el koyması ve kötü idaresi se­bebiyle içde ve dış da, karışıklıkların çıkışına yine herkesin bildiği gibi birçok savaşa sebeb olduğundan devletin büyük­lük ve şerefini haleldar etmiş hele şu son savaşa lüzum yok­ken girmesi de devleti toprağa görmekten başka bir şey ol­mayıp, izaha dahi lüzum yoktur. Bu yapılanların ne gibi de-nî bir maksadla yapıldığını izaha, hisslyat-ı hâsenemiz mâni olduğu gibi umumî ehl-i islâmın, islâm devleti hakkında fü­tur getirip yeis ve kedere düşmüş olduğunu görmek isteme-diğimizdendir.
Bekaİ memalik de kalan müslüman ahali ve garyi müs-limlerin bir kısmını asmak su etiyle idam diğer kısmını va­tanlarından nefyedip, Osmanlı ile alakalı rabıtayı kaldırıp herkesi canından ve malından mahrum bırakmışlardır.
Arazi-i mukaddese ahalisinin bu son savaş sebebiyle; için­de bulundukları sıkıntı o dereceyi bulmuştur ki; mutavasıtı hâl (orta halli) olan bir insan evinin kapı ve pencerelerini bü­tün eşyasını sattıktan sonra taam tahtalarını (yemek sofrala­rını) dahi satmağa mecbur olmuşlardır.
İttihatçılar bu kadarını da yeterli görmiyerek saltanat-ı se-niyei Osmaniye ile bütün müslümanlar arasında rabıta sebe­binin yegânesi olan "Kitabullah" ve "Sünnet-i Seniyye"yİ ihlâle tasaddi (teşebbüs) edip İstanbul'da sadnazam ve şey­hülislâm ve ulema ve vezirler ile ayan gözleri önünde intişar eden "İctihad Gazete"si Siyer-i Nebevî'yeyi şen'î tâbirlerle tahkirden çekinmediği gibi itirazlara uğramadığından cüret alarak Nusüs-u Kur'ânî yeyi kaldırmaktan çekinmemiş "el-zikr misi haz Ula nasibiyn" âyeti kerimesini istihfaf (alay) ederek tesavi-i mirası (mirasda eşitliği) terviç eylemiştir.
Bunlara zamlmeten islâmın beş rüknünden büyük bir rüknünü yıkmaya kalkışmışlardır ki: güya Rus ordusu kar­şısında harb eden askere benzetilmek üzere Mekkei Mükerre-me de ve Medine-i Münevvere de ve Şam da bulunan islâm askerinin Ramazanda oruç tutmamaları lüzumunu delillerle bu babdaki "femenkâne minküm mariyzan ev âla sefer" âyet-l celilei sahhasını tahrifden ve buna benzer bir çok esa-sat-ı islâmiyeyi yıkmak ve münkeratı seçmekden çekinme­mişlerdir.
Şevketli Sultan-ı muazzam hz.lerinin bütün hukukunu gasb ile mabeyni hümayunlarına (sarayına) bir başkâtip ve bir başmabeynci seçmekden menettikleri gibi ammei müslimiynin işlerine bakmak hakkından mahrumiyetle hiafetten ıskat etmişlerdir ki bütün müslümanlar bu şen'i yelten uzakdırlar.
Bu seran, gayri meşru işler karşısında hüsn-ü teuilleriyle cahillikleri tahmin olunamaz. Âlemî islâm İçine tefrika ue ih­tilaf tohumları eklemek maksadıyla yapılıyordu.
Osmanlı devletinin işlerinin idaresi Enver Paşa, Cemâl Pa­şa ve Talat bey (Paşa)'in ellerine geçtiği sırrı meydana çıktı­ğında her şey artık onların tasvibine bağlı olduğu görülmüş­tür. İstediklerini yaparlar, dilediklerini işlerlerdi.
Buna en basit delil, Mekke şer'ı mahkemesi kadı'sına ge­len bir emir de, kadı huzurunda şehadetleri isimleri hakimde yazılmayan tezklyenâmelerin kabul edilmemesini istemekte-dirki: Sure-i Bakarada apaçık "tezkiyei beyn el müslimiyn" keen lemyekün sayılmıştır.
Bunlar bir tarafa arabların fazıl ve islâm büyüklerinden: "Emir Ömer el Cezain, Emir Arif el Şihabi, Şefik bin el Müeyyed, Şükrü bin el Aslı, Abdülvahhab ve Tevfik bin el Bisat, Abdülhamid el Zöhravî, Abdülgâni el Arüsî" gibi ze­vatı bir anda asarak idam etmeleri en katı kalbe sahip olein kimselerce bite yapılması zor görülen bu işi yapmada bir nev'i özür bulsak bile her türlü cinayetden ari ve beri olan umum aile efradının kadın ve erkeğinden en küçük çocukla­rına varıncaya kadar; vatanlarından, sürgüne gönderilmek sureüyle musibetleri üstüne daha büyük bir musibet ilâve olunmasına ne mâna verilir?
Aile reislerinin her ne ile olursa olsun idam edilmeleri ce­zası tahribine kâfiyken ikinci defa cezalandırılmalarında mâ­na bulunmadığı pek aşikârdır "ve lâ tezirue ezret ve zer ahra" âyeti celîtesi kafi bir delildir. Hadi bu ikinci cinayetide bir mazeret-i siyasiyeye atfedelim. Reislerini kaybeden ailele­rin mal ve mülkünden yapılan müsadereye ne demek icâb eder? Bu efâl ve harekâtta tahammül etsek bile meşhur rnü-cahid "Emîr Abdülkadir elCezairî"nin kabrine yapılan ha­karet ve pislemeler ne mâna bulunabilir?
İttihatçıların ef'al ve harekâtından bazılarını zikrederek İn­sanlık dünyası ve bütün ehl-i imân bu hususdaki hükmü versinler Bunların islâmiyet hakkındaki itikadının ne merte­bede olduğunu anlamak için de Mekke ehlinin istiklâl tale­bimle ayaklandığı sırada askerlerinin Kale-i Ecyad'dan, müs-lümanlann kıblesi ve kâbe-i muvahhidin olan Beytullaha at­tıkları toplardan çıkan İki mermiden birisini Hacerülesved'in bir buçuk arşın (90 cm) üstüne diğeriyse üç buçuk arşın (ikibuçuk metre) uzağına tesadüf ettirmişlerdir. SetreA şerife (Kabe örtüsü) ateş aldığından bütün halk, Kâbe-i Muazza-manın kapısını açarak ve üstüne çıkarak yangını söndürme­ğe mecbur olmuşlardır.
Bununla iktifa etmeyip devamlı Makam-ı İbrahim ue Mes-cid-i Şerifi hedeflemekten çekinmemişler ve günde üç-dört kişinin katline sebeb olduklarından günlerce bütün halk mescide yanaşamamıştardır. Mescid ve Kâbenin hürmet ue tazimine mukabil, istihfaf ve izdirae (hakir görme) ile muka­bele eden bu makule adamların neye müstahak olduklarını Şark ve Garb müslümanlarmın hükmüne bırakırız.
Evet! Bu izdim (hakaret) ue istihfaf (alay etmenin) hük­münü islâm âlemine bırakıyoruz. Lâkin d'ın-i is lamın ve ko­mitemizin kiyâni (merkez)'ni ittihatçıların eğlencesi olarak bırakamayız. Cenab-ı Hakk kuvvetimize intibah ue yakaza (uyanıklık) ihsan buyurup, kendi mesaisiyle istiklalini te­min edip, musallat olan ittihad-ı memurin e kuuvasından memleketi tathir (temizleme) ettikten sonra hiç bir kuuoei hâriciyenin te'sirine istinad etmiyerek, istiklâl-i tamme ue mutlak Ue müstakil olmuşlardır.
İttihad ue terakki mütegallibelerinin çevri ile feryadlar için­de kalan memalikden ayrılarak nusrat-t din-i islâmı ue ilâe kelimetullah hedefi dahilinde ileri doğru harekete başlamış­tır. Şeri'at-i islâmiyeye mülayim ve muvafık hertürtü fen ve ilmi almaya medeniyet yolunda ilerlemeye azmücezm eyle­miştir.
Ümmid ue rica ederizki bütün âlemi islâm kardeşlerimiz edayı vâcib için vâki olan şu hareketimizi teeyyüd-ü uhuv­vetle takviyyet buyurarak bize müşariket ederler ue vâcib gördüğümüz bu hâlin edasına yardım ederler.
Ellerimizi Cenab-ı Rabbel âlâya kaldırarak teufik ve hlda-yetiyle bütün islâmlar için hayırlı olmamızı "Rasul mâlik el-üehhab" hürmetine istirham ederiz, (oe hüoe hasbina oe ni-am elnasîr) Emir ve Şerif Mekkei Mükereme
Hüseyin bin Ali fi:25/şaban/1334-(28/haziran/1916)
Şerif Hüseyin'in 2. Beyannamesi BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM fane tevleüa eşhedva ba na muslemun"
Birinci beyannamemizde izah edilen sebeblere binaen kı­yam eden Hicazlıların amal ve efkârımızda bazdarca tered-düd hasıl etmesi ihtimalini def içinefazıtı ilmî ue bilhassa müslümana karşı bu ikinci beyannameyi dahi neşre ve ilâna lüzum görerek daha vazıh daha sarih daha karib elahd me-vad ve delail iradıyla maksadımızı tamamen teşrih ediyoruz.
Şöyleki ehl-i İslâmm bilcümle akıllısı ve gerek Osmanlı te-basmm ashabı basireti ve gerek umumi aktar-ı âlemin er-bab-ı fetaneti devlet-i Osmaniyenin; harb-i umumi düvele dâhil olduğuna esbabı âtiyeden dolayı razı değillerdir.
Birincisi" dâhili sebeblerdir. O da devlet-i Osmaniyenin Trablusgarb ve Balkan savaşlarından pek yakında çıktıkla­rından askeri kuvvet ve mâli hasarın çok olması, merkezi is­tinadı olan millet bir hayli zayıflamıştır. Esasen Osmanlı mil­letinin ferdleri askerlikden memleketlerine döndükte ehli ay­al için çalışmağa başlar başlamaz alelacele tekrar hizmet-i askeriyeye istenilmesi bu millet için daimi bir felâket ola gel­miştir. Bilhassa harb-i umumî hazıra, diğer harblere kıyas edilemez korkunç bir şey olduğundan zayıf bir millet üzerine tahmil edilen masarif böyle korkunç bir harbe millet-i Osma-niyeyi sevketmek akıl kârı değil idi. İşte devlet-İ Osmaniye­nin bu harbe girişine akıllı müslümanlann razı olmamalarının bir mühim sebebi bu idi.
İkinci sebeb hârici olup, ittihatçı hükümetin savaşan iki saf halindeki devletlerden seçmiş olduğu tarafa aitdir. Devlet-i Osmaniye bir devlet-i islâmiye olup dünya haritasında işgal ettiği yer, geniş ve sahilleri çok olduğu için eskidenberi "Ai-Î Osman selâtin-i azam"m meslekleri icâbı tabasının büyük kısmı müslüm-an ve denizlerde hâkim olan devletlere meyi! etmesi siyasetine daha uygundu.
Hükümet-i ittihadiye ise bu eski siyaseti terk ile ahalisine nisbetle memleketi dar olan ve bu yüzden hayal ve taamı ge­niş olan tarafla beraber harbe girince basiret sahibi müslü-maniar beklemekde olan kötü neticeyi görerek ittihatçıların bu hareketini uğursuz gördüler.
Hatta harp hakkındaki fikrim telgrafla sorulunca, tarafım­dan ber veçhi meşruh muktezası yapılmıştırki cevaben çekiten telgrafda devlete karşı taşıdığım hulusu niyet ve sadaka-tıma ve nâmus-u islâmın korunması fikrime bir delildir
İşte bizim vaktiyle dediğimiz gibi korktuklarımız zuhura başlamıştır. Bugün devleti âliyei Osmaniyenin Avrupadaki surları takriben İstanbul surlarıdır.
Rus ordularının talii Sivas oe Musul vilâyetlerinde ahali-i Osmaniyeyi çiğnemeye başlamıştır.
İngilizler dahi; Bağdat ve Basra vilayetlerinin bir kısmını işgal ettiği gibi Badiyet elAriş'de binlerce Osmanlı esirini önünde sürüp götürüyor. Şüphe yoktur ki; bu ahvali düşün­mek, devam etmekde olan harbin neticesini kestirmeye çalı­şanlar zihinlerini yormaksızın şu neticeye vâsıl olurlarki bi­zim için iki şıkdan birisini seçmekliğimiz zaruridir.
Ya harita-i âlemden silinip mahvolmak yahud bu mahvo-luşdan kurtulmak çâresini bulmak. Bu babda teemmül ve lâzım gelen cevabı verme hususunu bütün âleme terk ederiz ve deriz ki mehalik (tehlike) memâliki (ülkeyi) kuşatmadan önce yaptığımız kıyam uygun ve kıyamımızın meşru ve uâ-cib olduğu her yönden iddia olunabilir."
Şerif Hüseyin'in bu iki beyannamesinde var olan bazı ha­kikatler onun ihanetini ortadan kaldırmaz,zâten son nefesini verdiği Kıbns'da Ölüm döşeğindeyken bu ihanetini muterif olduğu yâni itiraf edip, Mevlâ'mıza iltica ettiği hatıratlarda da yer almaktadır.
Şimdi de, Şerif Hüseyin'in beyannamelerinin hemen altına aşağıdaki bir redif binbaşısının kaleme alıp, risale hâlinde yayımlandığı, "Beka-ı Osmaniye" adlı düşünce mahsulü ri­salesini, Osmanlıca'dan lâtinize edip, tetkikinize arz ediyoruz hemence de şunu ilâve edelimki, Beka-ı Osmaniye terkibinin mânasının Osmanlı devletinin devamı, yâni yaşamasına çâre arama fikir jimnastiği olarak bakmanızı hatırlatırım. Şerif Hü­seyin, yanlış işe ihanetle mukabele ederken, bir redif zabiti­miz nasıl geleceği sağlam zemine oturtma yollarını araştırı­yor, dikkatle okuyalım.

Beka-İ Osmanjyye Mütalaası


Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risâlesindeAnadolu kıta­sının (topraklarının) Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğü­nü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rus­ya'nın pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstes­na bir haileye (engele) hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıta­larının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldın hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-i müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Os­manlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demek­tir.
Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupay-i Osmani ve Asya-i Osmaniye'nin ve İki bü­yük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak mü­nasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berren ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuv­vetli) bir hasmın taarruz-u ciddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen hâl-i muhasarada kalmağa salih (uygun) bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine İcra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sekte-i dimağa uğra­mış bir malûl vücuda benzeyecekdir.
Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan İstanbul'da bulunuşu öyle bir za­man için ne derece bâis-i felâket olacağı müstağnı-i beyan­dır. Bir hükümet (devlet) dâima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (geçen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve memalik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkede ki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, dü-vel-i mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiy­ye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime) uğramak mecbu­riyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz ciheti, taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; Muhtasaran beyan olunduğu üzere, hükümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-i coğrafiye itibarıyla emîn bir istinadgâha mâlik değildir.

Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirmi.


Memâlik-i Osmaniyye son asırda avrupa büyük devletleri­nin rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur. Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilme­si zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilir ki şark'daki. niyeti siyasi ve iktisadi menfaat rekabetine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıl mümkün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i mütte-fika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını yapabilecek ol­sun.
İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faali­yetleri buna inzimamen Rusyanın, Osmanlı devleti hakkında­ki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha plânları ile olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Osmanlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir.

Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince


Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletle­rine karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya, gerek şimdi, gerekse is­tikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devleti de aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaş­maları uygun olup, siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avus- turya ve Almanya'ninda siyasi menfa­atlerine uygun geleceği tabiidir.
Ancak bunlarla yapılması tasavvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devletinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve idarei dahiiiyei intizamiyesini düzeltememesi ve avruparun dört büyük devletinin bunu önle­mesi, öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi arzularının ihti­raslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına hükümetin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor.
Eğer özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi it­tifaka tâlib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın hima­yesini istemek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanı­mız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs etmeyeceği gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletle­rin üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekli ne varacağı bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendile­rini tehlikeye sokmaktan başka bir netice veremez. Görülen vaziyete göre Osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil ol­mak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya imkân göre miyor.

Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?


Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve te­vessül etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:
1)   Cezire't ül Arabın yâni Arabyarımadasmin Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne da­yanak olacak sağlam bir şekle taşınması
2)   Hanedan-ı Âlî Osman'ın erkeklerinin şerefli ve saadâtın muteber hanımlanyla evlenerek sülâlei Cenabı Nebevî'ye akrabalık tesisi yapılması.
3) İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hi­lafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:

Esbâb-I Mücıbeler


1) Arapyarım Adası Osmanlı devleti için istinadgâh ola­rak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir İdareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık değildirler. Yanmada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir ci­hangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da barınamamışİardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ede­rek, Çin hududundan, Fransa hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri taşıdikları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş, Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu ya­rımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak seçiimesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temi­ninin hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız devlet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.
Yukarıdaki satırlarda beyan olunan Esbâb-i Mucibe ara başlığıyla 1. sebebi yazmıştık.
2.ye gelince; Sâadat ailesinin hanımlarıyla izdivaç yapıl­masından maksat: Osmanlı hânedan'ının, kudsî bir hanedan olan Nebîzişan Efendimizin hanedanıyla akrabalık tesis ede­rek, istikbalde Halife olacak Osmanlı padişahları, anne tara­fından bu süîâlei tâhire-i Nebevî'yeye, baba tarafından da hânedan-ı Osmaniye'ye intisaplarını temine dönüktür Bun­dan da maksat, Arap Yarımadasının insanları olan Arap kar­deşlerimiz arasında hilâfet-i Arâbiye gibi gerek kendileri için gerek bütün âlem-i İslâm için pek büyük bir felâketi ve iz­mihlali intaç edecek bir mesele-i mühlikenin (tehlikeli mese­lelerin) zuhuruna meydan vermemek ve millet-i İslâmiy-ye'nin pek mühim birer rüknü, pek mühim bir muhteremi muazzam-ı biraderi olan Arap ile Türk'ün birleşmeyi kuvvet­lendirmek, uhuvveti (kardeşliği) ve bu suretle bütün âlem-î İslâm'ın yaşadığı zillet ve'hâli hazırdaki esaretten kurtulmayı temin içindir. 3.ye gelince; İstanbul' dan başka ikinci bir payitahtın ku­rulmasından maksat budurki: Yukarıda Osmanlı ülkesinin vaziyet-i coğrafyası hakkında beyan ve izah olunduğu üzere Dersaadet, Avrupa kavimlerinin deniz ve kara yoluyla üze­rinde kuvvet toplayabileceğini gördüğümüz ve Osmanlı hu­dudunda son zamanlarda meydana gelen değişiklikler savaş noktai nazarından başşehir olarak seçilmesine uygun bir mevkii sayılamaz.
Bununla beraber üzerinde taşıdığı vasıflarıyla rnülkiyevi meziyetleri, bazı ehemmiyyetli siyasi düşüncelerden dolayı da başşehir olarak kullanmaktan vazgeçilemez. İstanbul; ge­rek kara gerekse deniz gücü bakımından üstün olan bir düş­manın dâima tehdidine maruzdur. İstanbul; düşman bir dev­letin ordu ve donanması için hemen hedef alınması ve buna müsait bir mevkidedir. İslâm siyaseti açısından da İstanbul, gerek hilâfet merkezi gerekse Saltanat merkezi olmaya uy­gun bir yer değildir. Savaşın olacağı göz önüne alınırsa, İs­tanbul'un devletin beyni olarak bulundurulması bu devletin faaliyetine mahsus 2. bir payitah tın tesisi (münasip bir za­manda) lâzımdır.
Kurulacak bu 2. başşehrin yeri en önce her bir ihtimâle karşı savaş tehlikesine maruz kalmayacak bir bölge içinde bulunmalı. 2.olarakda, dayanılacak yerin seçilmesi düşünü­len ve temenni edilen, Ceziret'ül Arap'ın siyasî ve idâri rabı­tasının Makam-ı Hilâfet-i üzmâya takviye teminine yâni İs­lâm siyaseti bakımı dan uygun, tesir-i kuvvetli korumalı bir yerde bulunmalı.

Vakti Kaybetmeye Gelmez


Aleyhimizdeki umumi Siyasete Bir Bakış: Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletine gerek fikri gerekse tecavüz edici olmasının küçük meseleleri sarf-ı nazar eder­sek esas itibarıyla üç sebebe dayandığını görürüz.
a)   Bir İslâm Devleti olmamız ve Makam-ı Hilâfet-i temsi! etmemizdir.
b)   Osmanlı akıllılığının imrenilecek derecede meziyetlere fevkalâde sahip olması
c)  Osmanlı Devletinin zayıf düşmesi İtiraf etmek icâp eder ki yukarıda söylediğimiz üç sebep bizde mevcut oldukça ve buna bir çâre bulamadıkça tehlikeden kurtulamayız.
Bu çâreyi batı' da aramak yâni Osmanlı' nın siyasi haya­tının devamını temin etmek için Avrupalılardan muavenet yâni yardım beklemek, onlardan insaf ve merhamet bekle­mek, tıpkı mütecavizler arasında bir ümid aramak gibi yalnız kalmış bir duhteri dâlfirib'e yâni bir genç kıza, her biri teca-vüzkârane el uzatmak isteyen ihtiras sahiplerinden, daha doğrusu güler yüzlü düşmanlardan birini bırakıp diğerinden istimdâd etmeğe benzer.
Vakit kaybetmeye gelmez. Şu hâli pürmelâlimiz bile bizim için bir fırsatdır. Bu fırsatı kaçırmayalım. Arkamızda metruk ve metrukiyetinden âdeta bize mazır kalmış, yâni ekşi kalmış fakat mühim bir dayanağımız olabilecek güç var. Bunu ha-yatımızı kurtaracak bir şekle sokmaya gayret edelim. Yoksa bu firsatda elden giderse pişman olmak fayda vermez. Nâmusu milliyesi olan, bunu nazar-1 dikkate almalıdır. Netice-ten deriz ki; Arap Yarımadası dayanağımız olacak şekil de kazanılmalıdır.

Ceziretülarab Dayanak Olarak Nasıl Kazanılır?


Yukarıda sorduğumuz soruyu cevaplamak şu tedbirleri ileri sürmekle kabildir.
a)   Siyaset-i İslâmiye propogandasının yapılması ve bunu temin içinde ilmi ve siyasi işlerle uğraşacak bir cemiyet teş­kil edilmelidir.
b)   Arap yarımadasında yaşamakta olan insanların sosyai ve içtimai durumları göz önüne alınmak suretiyle onları ra­hatlatıcı, memnun edici bir idarenin temini
c)   Hilâfet ve başşehir meselesinin yukarıda anlattığımız gibi düzenlenmesinin gereğine tevessü! edilmesi.
Bu üç maddeden ibaret siyasi tedbirler ve idarî çâreler için herhalde izahata lüzum yoktur. Bunların kapsadığı mâna er­babınca apaçık anlaşılır.

Ittıhad-I İslam Hakkında Düşüncelerin Mütalaası


İslâm hilâfet makamının sahibi olmak demek, İslâm mille­tini koruma vazifesiyle mükellef olmak demektir. Aslında in­sanların mühim bir kısmını teşkil eden müslüman kavimleri esaretden kurtarmak, beşerî hukukdan nimetlendirmek me­deniyet ve insaniyet açısından şerefli ve pek büyük bir hiz-metdir. Osmanlı devletinde meşrutiyetin ilânından sonra bir fikir yükselmesi oldu. Bu da ittihad-ı İslâm fikridir. Bunu tak-dis ve uygun bulmamak bir hissizlik, bir mevcudiyetsizliktir. Kahramanlık düşmanlara galip gelmekledir.
Madem ki biz Osmanlılar; îsfâmı koruyanlar nâmına sahi­biz bunun icâb ettirdiği vazifeyi zor da olsa yerine getirmeyi namus borcu bilmeliyiz. Ancak bununda yolu vardır. Yolunca yordamınca hareket edemezsek, müslüman milletleri hâttâ kendimizi daha fazla sıkıntılara, zararlara duçar ederiz. Ma­lumdur ki;mahkûm bir milletin hukuk-u hâki miyetini kurta­rabilmek için:
a)    O milletin hukukuna sahip çıkması hususunda uyandı-rılması lâzımdır.
b)   İhtilâl âletlerinin tedarik edilmesi lâzımdır. (Kansız ihti­lâl olmaz. İhtilâlsiz hâkimiyet alınmaz.)
c)    Dayanılacak görünen bir kuvvete sahib olmak lâzım­dır.
Rusya, Çin, İran topraklarında yerleşmiş olan Türkler'de bir uyanmaklık alametini hamdolsun göstermeğe başaldılar. Bunun çoğalıp yayılmasına şimdiden çalışma ve gayret gös­termeliyiz. Söz konusu kavimlerin kurtulması için dayana­cakları kuvvet ve devlet Osmanlı Devletinden başkası ola­maz. Osmanlı devletinin bu vazifeyi yapabilmesi yukarıdan beri saymaya çalıştığımız düşünce ve fikirleri Arap yarıma­dası insanlarını kazanmakla olabilir.
Özetlersek; gerek Osmanlı Devletinin siyasi hayatta var olabilmesi, gerekse İttihad-ı İslâm fikrinin nazariyeden, tatbi­kata geçebilmesi için Arapları istifade edilecek bir hâle geti­relim. Yoksa istikbalimiz karanlıktır. Ey muhterem okuyucu; feryadım ve istirhamım şudur ki, hissene düşen dini ve milli vazifeyi ifaeyleki, kendini ve ahfadını yâni gelecek nesilleri ve de kardeşlerini esaretden kurtarasın. Bu feryadı mühim-semezsen ahfadın se ni mahkûm ve târih-i âlemde seni, bed­nam edecektir.
Binbaşı Mehmed Şefik

Ezine Redif Tabürü Kumandanı


Muhterem okurlarım; bu risale 1 .dünya harbinden önce yazılıp yayınlanmış olması gereken bir düşünce mahsulüdür. Din ve vatan ve de millet kavramlarını pek güzel hallihamur etmiş, adı geçen kumandanın ve o kumandanın böyle bir ri­saleyi fütursuzca yazıp yayımlamasının önemi ayrıca hürri-yet-i fikr ve cesaret-i medeniyye açısından da gıpta oluna­cak bir hususdur. Böylece kenarda köşede kalmış bir Os­manlıca risaleyi lâtinize edip meraklısının bilgisine Osmanlı Târihi içinde sunmanın bahtiyarlığı içindeyim.
Şu nakle çalıştığımız iki beyanname bize hatırlatmaktadır-ki; şeriatı mutahharai islâmiyeden güzel adetlerden olan ve arabların aynı zamanda ananatından olanlara dahi asla bir bağılık ve saygı göstermeyen ittihatçı mütegallibenin bilinen davranışları yüzünden Şerif Hüseyin kıyam ederek istiklâlini ilân etmiştir.
Yine harbin ilk döneminde en mühim ve büyüklerinden olan dolaysıyla eyâlet-i mümtaze denilen Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Kanalının kilidi sayılacak kadarmühim olan Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak edildi. Akdenizdeki adalarımız, Trablusgarp ve Bingazinin yine bunların döneminde eiimizden çıkışı kaaie alınırsa bu denizdeki hâkimiyetimiz değil, varlığımız dahi nis-yana gömüldü. Ve İttihatçı haydut çetesinin dünya haritasın­daki yerlerimizin yok olmasına sebeb olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendiğinde bir cevap gelememesi icâb eder! Bu-
OSMANLI TARİHİ nurûada bu belâları görmüş nesiller on yılda memleketi yok edenleri bir daha iktidar mevkiine getirmemelidirler.Osmanlı devletinin savaşa girmesinin müsebbiblerinden Prens Said Halim Paşa kabinesi, bu savaşın neticesini harb ilânının hemen akabinde fark etmeye başladı. Uzun zaman süren münakaşa ve karşılıklı itirazın sonunda Said Halim Pa­şa münferid olmak üzere sulh kapısını araştırmaya teşebbüs etti. Fakat ittihatçıların o bilinen takımı buna da yanaşmadı­lar. Kapıların değil açılmak, çalmamayacağının dahi ihsası üzerine Prens sadrazam istifa etmek yoluna başvurdu. Fakat bu istifa pek geç ve güç geldiğinden ülkeye bir fayda temin etmedi.
Prens hz.lerinin aflanna mağruren; bu hususda birkaç söz beyan etmek isterim
Vazifelerinde hürriyet içinde hareket edemeyeceklerini pek âla bildikleri halde, niçin sadareti kabul buyurdular? Kendile­ri Mısır'ın en büyük prenslerinden Halim merhumun mah­dumları ve elan, Mısır'da mevcud prenslerin büyüklerinden oldukları halde neden bu aslı ve nesilleri gayri malum ittihat­çı haydutlarla mesai yapmaya tenezzül buyurdular? Yoksa tabiyyet ve ubudiyyet-i kadimeleri; bağlısı oldukları devlet-î âliye-i Osmaniyeye hizmet etmek mi istediler?
Bize kalırsa; hiç şüphe yokki eskiden beri var olan bağlı­lıkları dolayısıyla Osmanlı devletine hizmet arzusu bu ağır yükün altına girmelerine sebeb olmuştur. Mamafih Said Ha­lim Paşa, durum ve zamanı göz önünde bulundurmamış ol-maliki ittihatçılarla beraber oldukça ve makamı sadarete on­ların desteği İle çıktıkça serbest hareket edebileceği düşün­cesine saplanmış olabilir ki esas yanlışı buradadır. Hatta îttihatçılann elinde bir oyuncak olabileceğini dahi hesaplamamıştır.
İstidrat: "Yazar merhum Mehmed Selatıaddin Bey, her ne-kadar savaşa girilme haberini ertesi sabah alan sadrıazam, durumuna düşürülmüş olan Said Halim Paşa'ya saygılı davranıyorsada, Enver Paşa ile bir mükalemesinde,bahse konu paşanın, Mısır'ın İngilizlerin elinde olduğundan, dolayısıyla oradaki arazilerinizin endişesini taşımaktasınız yollu iğneli İfadesiyle karşılaşmış olmasına rağmen görevinden çekilme gayreti göstermişse de, çekilmeğe muvaffak olamadığını her halde hatırlayama- mış biz, daha önce yapmış olduğumuz Meulânzâde Rıfat bey'in Türk İnkılabının İç Yüzü adlı eserin­deki sadeleştirmemizde metnin içinde bulmuştuk. Bu esere, pek nâdir bir hitap olan Enver bey'in bu tür nezaketsiz ve mesnedsiz beyanını ayıplıyor ve buraya dercetmeyide böyle­ce lüzumlu gördük. M.H"
Evet; Prens Said Halim Paşa bunlardan daha önceleri ay­rılmış olsalar idi, değerli şahsiyetleri, Osmanlı devletinin ta­lihsizliğinin ifadesi olan bu karanlık sayfalarda yer alma­yacaklar, kıymetli fikirleri daha bir saygı ile mütalaa oluna­caktı. İttihatçılar başta kaldıkları on sene içinde getirmiş ol­dukları sadnazamlara verdikleri emirler dışında bir icraat yaptırmamışlar kendilerinden olmasına rağmen göz açtırma-mışlardi. Neredeki onlarla olmayan Said Halim Paşa'ya bu hususda icraat serbestisi vermiş olabilirlerdi? İşte bunları Said Halim Paşa hz.İerinin sadrıazam olmadan görmesi icab ederdi. Said Halim Paşa, altes unvanlı, bir hayli zengin ve son derece münevver bir zât iken, bu tulumbacı takımının benzeri ittihatçılarla münasebetleri hiç bir mânâya sığma­maktadır. Anlaşıldığına göre Said Halim Paşa münferid sulh yapma araması münasebetiyle, Paşa ve de ittihatçılar arasındaki anlaşmazlık sadrıazamın çekilmiş bulunmasından sonra makam-i sadaret tamamen cemiyetin eline kalmıştır. Said Halim Paşa'nın münferid sulh yapma şansını arama gayretleri yüzünden, sadaret ile kabine ve dolayısıyla ittihat­çılar kumpanyasının arasında zuhur eden ihtilaf diğer zevat tarafından duyulmuş bulunduğundan yine gelecek sadnazam cemiyetin haricinde bir kişi olduğu takdirde,o sadnazamda ülkenin içinde bulunduğu ahvali idrak ile, münferid sulhun arayıcısı olur ve böyle bir hâl ise, İttihatçı güruhunun koruyu­cusu olan Almanya İmparatoru Wilhelm'in üzülmesine sebeb teşkil edeceğinden, bu gücenikliğin vukuu bulmaması için cemiyetin öz deyişi olan, Talat Bey sadareti bizzat uhdesine almaya karar verdi.

Talat Paşanın Sadareti


Talat Bey; makamı sadarete geldiğinde teşrifatta karışıktı­lar çıkmasını önlemek babından olmak üzere Paşalık unvanı da padişah tarafından ihsan buyrularak artık Talat Paşa ola­rak anılmaya hak kazandı. İttihatçı ekâbirlerin arasından kur­duğu bir kabineyle işe girişti. Bunların oluşu esnasında ben Mısır'da bulunuyordum. Bir arkadaşla birlikte oturmaktaydık-ki, Talat Paşa'nın sadarete tâyin olduğunu haber veren telg­raf geldi. Yanı basımdaki arkadaşım pek açık bir şekilde ben âcize hitaben aşağıdaki beyiti terennüm eyledi demekte "Bil­diklerim" adlı eserin yazarı, Sultan Hamid'in eski şifre kâtibi.
Beyit
"Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak Sadrazam oldu Talat cilve-i takdire bak"
Ertesi günü yine o arkadaşımla beraber olduğumuz sırada Talat Paşa kabinesini teşkil eden erkânın isimlerinin yazılı ol­duğu telgrafı okuduğumuzda Enver Paşamnda Harbiye nâzın olduğunu anladıktan sonra da yukarı ki beyt'in sonunu söy­ledi:
"Talat olmuş sadrı azam alta almış Enveri İttihadın sayesinde mülkün alt üst her yeri" Hakiykaten şu zâtın dediği gibi Talat Paşa kabinesi büyük bir sür'atle memleketi alt üst etmiştir. Talat Paşa ve arkadaş­ları ülkenin büyük siyasiyetçilerinden(!) ve Almanya'nın sa­dakatli bendegânindan olduklarından göstermiş ve göstere­cekleri hizmet bakımından daha önceki kabinelerin her birin­den üstündüler.
Talat Paşa kabinesine ne nâm verilmek lâzım gelir? Çünkü kabinesine bilfiil katiller ve canileri alarak icraata dahil eyle­mişti. Kendileri canilerin reislerinden saydıklarından böyle kişilerle dolu kabineye hükümet kabinesi demeye insanın dili varmıyor. Bunun için haydutlar çetesi başı sayılan Talat Pa­şa, muhtelit canilerin birleşmesiyle teşekkül eden bir kabine kurmuş olduğundan "Katiller ve Caniler kabine-i muhtelite-si" denilebilir. Bu kabine savaşın ortalarında gelmiş ve az za­manda pek büyük işler(l) görmüştür. İdam edilemeyen ve kurşuna dizilemeyen ne kadar vatanperver ile muhalifleri varsa, hepsini temizlemiş akla ve fikre gelemeyecek derece­de zulümler ve cinayetler eylemişdir. İslâm ve gayri müslim bir çok mazlum seyyar bir aşiret hâline konulmuş, Trabzon-dan, Kastamonu'dan, Sivas'dan çıkarılanlar Osmanlı ülkesi­nin en uzak mahallerine Halep, Havran ve Kerkük çölleri gibi yerlere yaya olarak sevk ve hicret ettirilmiş ve yollarda aç-lıkdan ve susuzlukdan yolculuğun verdiği zahmetlerden do­layı yüzbinlerce kadın ve erkek ve çoluk çocuk terk-i hayat etmiş ve bir takım mazlumda bu cani kabinenin emriyle yol­larda kati ve telef olunmuştur.
Rivayetlere bakılırsa öldürülen ve itlaf edilenler arasında islâm büyüklerinden, zengin hristiyanlardan ve vazifeli ruha-niyeden binlerce zatda böyle gaddarane katlolunmuştur. Ahalisini ve tebasmı bu şekilde kati ve ifna eden bu hüküme­tin cinayetler irtikâp etmesi selâmet-i memleket ve millet için olmayıp, çeşitli unsurların arasına ektiği aykırılık tohum­larını ve muhalefeti arttırmak ve şiddetlendirmek suretiylede milletin gelecekte ulaşacağı rahatını askıya aldırıp, hicretden istifade ederek mazlum ve mağdurların nakit, eşya ve emlâ­kini çete ferdleri İle fedai canilerine gasb ve yağma ettirip, cemiyetin kasasını doldurmak ve farmason ve Siyonist cemaatlerinin emir ve fasid arzularını ve de Almanya imparato­ru Wilhelmin hâinane 'radelerini hakkıyla yerine getirmişler­dir. Bu caniler bununla da kalmayıp ülkemizi bir hercümerc içinde bıraktıktan sonra islâm âlemine de taarruz ve tecavüz­de bulunmuşlardır.
Bir tarafdan Almanya imparatorunun; fikirlerine soktuğu Turan ham hayali için cemiyet reislerinden, hâtİblerinden ve fedailerinden yüzlercesini İran'a, Buhara'ya Afganistan'a, Türkistana diğer islâmi beldelere göndermiş buralarda yer­leşmiş islâmlar ile hristiyanları biribinleri aleyhine düşürerek oralarda, isyanlar ve kıyamlar çıkarmışlar ve Afrika toprak­larındaki müslüman ahaliyi islamlık maskesi altında kendile­rini göstererek bunları da yakın civardaki hükümetler aleyhi­ne kıyam ettirmişlerdir. Talat Paşa'nın idaresinde bulunan İt­tihat ve terakki ve farmason vesair cemiyet-i hafiye mensup ve ittihatçı hükümetin adamlarının olması mümkün olmadı­ğını pek iyi bildiklerine şüphe edilemeyen bu gibi hayaller ile uğraşmaları ve devletin milyonlarca liralarını sarfettirmeleri neden neşet ediyordu?
Yukarıda denildiği gibi şu dönemde yapılması, siyaseten kabil olmayan Turan devletinin Almanya İmparatoru Wil-helm'in ve ittihatçıların hatırı için meydana gelmesi mü m künmü idi? Bunun gayri mümkün olduğunu bizden pekâla daha iyi bilen Talat Paşa kabinesi ve ittihad ü terakki cemi­yeti neden bu ham hayal ile biçâre milleti iğfal etti? Biz de bu suallerin tetkıyk ve tahkiykini erbabı zekâ ve irfan ile vaka-nüvislere havale eder ve İhsan Adlî beyefendinin Turan hak­kında ittihada karşı söyledikleri aşağıdaki dörtlüğü alıntılaya­rak iktifa eyleriz.
Kıta
"Bir milleti vadi'i harabiye sürerken Altun dağa yükselmeli derdik sırr-ı vebalim! Dört yıl vatanın hâkini kanlarla yoğurdun Turan ne ki? Havran ne ki ey seyf-i mezâlim!
Afrika çöllerinde ve sahile hayli uzak mesafede bulunan meşayih-i kirâm-ı arabdan Şeyh Ahmed el Sunûsî hz.lerini din ve imândan uzak olarak gönderdikleri herkesçe bilinen avaneleriyle ittifaklarına davet ve islâm dünyasına hizmete çağırdılar. Hiç şüphe yok ki Sunûsİ hz.leri, bu sahtekâr dinsiz ve hayasız eşkıyanın büründüğü kisveye aldan mışlar ve müsiümanlann hâlifesi olan ve padişahı islâmiyan adına ha­reket etmekten çe kinmeyen bu hezelenin iğfâlatına kapıl­mıştır.
Nasıl olur ki, Ahmed el Sunûsî hz.leri, şeriat ve din ölçüleri dahilinde halifei müslimin olan padişahımız efendimize kal­ben bağlı bulunduklarından, bu davet ve kıyama ret cevabi verebilirlerdi. Ancak bulundukları durum bu şekilde bir ret yolunu seçmeğe mâni olmuş olacağından islâm âlemi adına kıyama mecbur oldular. Bilindiği gibi kıyama koyuldular ve başlatıldılar. Malum olan ittihatçı zevat pekâla bilirlerdiki bu hareket ve kıyam, devlet ve memleketimiz için bir semere ve fâide sağiamayıp, yalnız islâm ahali ve arabiardan binlerce insanın şehid olmasını sebeb olacak bu da Almanya politika­sına uygun olacaktı. Nitekim de öyle oldu. Bunların iğfal etti­ği Şeyh Sunûsİ hz.leri bağlılarından bulunan aşiretlerden nice insanlar şehadet şerbetini içerlerken devlet ve millete yara­yacak bir sonuç ortaya çıkmadı. Bu kabine, Şeyh Sunûsİ yi geçmiş olanlardan çok daha fazla aldatarak, Almanya İmparatoruna bir cemile olmak üzere şehzade Osman Fuad Efen­diyi yanında bir takım subay ve sivil şahıslarla beraber Mısır üzerinden Şeyh Sunûsî hz.ferinin yanına göndermekten de geri durmadı. İtalyanlara karşı, bu Şeyh Efendiyi harekete geçiren İttihatçılar,aynca Afrika'nın ortasında Sudan toprak­larının hemen bitişi ğinde bulunan bir buçuk, iki milyon nü­fusa sahip ve müstakil bir islam devleti olan Darfur Sultanlı­ğında da, Şeyh Sunûsî hz.lerine oynadıkları oyunu sergileye­rek Darfur Sultanı Ali Dinarı' yi kandırıp onu da İngilizlere karşı kıyam ettirdiler.
Darfur Sultanı Ali Dinar; bu ittihatçı çetesinin iğfali sonun­da İngilizlere karşı harekete geçti. İngilizler Mısır üzerinden Dinar'ın üzerine sevkettikleri üstün kuvvetle onu hem mağ­lup ettiler hem de Dinar, şehadet şerbetini içdi, ülkesi ise, İn­gilizlerin eline geçdi. Afrika'nın ortasında sulh ve sükunet içinde yaşayan bu islâm devleti yegane müslüman devletti, uymuş oldukları ittihatçı çetenin tavsiyeleri, bunların dünya haritaâından silinmelerinin sebebi hakikisi oldu.

Sultan Hamid Ve Reşad'ın Vefatları


Biz bu çalışmayı yaparken, mümkün mertebe o dönemi yaşayan insanların, hatırat ve eşe, dosta nakledipde sonra­dan su yüzüne çıkmış ve ehl-i dilin tasdiklediği bilgilere daha çok ehemmiyet verdik. Bu bakımdan; Lütfi Simâvî Bey, ki Osmanlı hâriciye nezaretinde çeyrek asır vazife görüp, çeşitli makamlarda hizmet vermiş, uzun yıllar Şehbenderlik etmiş bir kimse olarak, saray adabına avrupa ülkelerinin aşinası olarak uygun bir mabeyn-ci olarak da eski hariciye nazırla­rından ve sadrıazamlardan Ahmed Tevfik Paşa tarafından yapılan vâki teklifi üzerine Sultan Reşad'in başmabeyncisi olmuştur. Bu zâtın Osmanlıca Sultan Reşad'ın Sarayında
Gördüklerim" adlı hatırat türü eserinden bu vefatları ve bazı safahatı aktarmaya çalışalım. Diyorki; Lütfi Simâvî: "Fıtraten zeki olan Sultan Mehmed Reşad han mükemmel bir tahsil görmemişti. Arapçayı bir hayli okumuş ve Mevlevi târikinde yol almakta olduğundan Fars'çaya pek önem vermişti. Bu esnada çok güzel bir şekilde konuştuğu da görülmüştür. Târih'lede meşgul olup, Osmanlı târihini ve bilhassa ecda­dının menkıbelerini iyi bilirdi, üç sene üç ay devam eden Başmabeynciliğim esnasında padişahın şiirle meşgul oldu­ğunu görmedim. Bu, Çanakkale'ye dâir hünkârın yazdığı ile­ri sürülen manzumeyi her kim inşad etmişse bana göre pa­dişaha hizmet etmemiştir. Osmanlı padişahları vak'a yapar, vakanüvisler târihlerini yazarlardı. İstanbul'a gelen ecnebi hükümdarların büyük askerlerinin ilk ziyaret ettikleri Çanak­kale, ki kahramanâne müdafası harbi umûmîde yegâne me­darı iftiharımızdır. Hünkârı oraya hiç götürmeden, Türk as­kerinin o mareke-i azamette ibraz ettiği hamaset hakkında kendisine şiir isnat etmek doğru bir hareket değildir." Böy­lece bir iddia ortaya atmış oluyor, başmabeynci Lütfi Simâvî Bey biz de, bu iddia ile sayfamızda bir değerlendirme yerine tarihçilere ve araştırmacılara bu mevzuyu haber veriyoruz.
Lütfi Simâvî Bey Başmabeyncilik günlerini anlatırken,hatı­ratının 88.sahifesinde padişahın fart-ı nezaketi yâni Sultan Reşad'ın yüksek nezaketi hakkında bir ifadedir bu. Diyorki: ".Terbiye-i mücesseme itlakına seza olan Sultan Mehmed Hân'ın fart-ı nezâketi vardı. O derecedeydi ki, vükelâ ve ba­zı zatlar ile mükalemesinde, arz ederim, istirham ederim gi­bi hükümdar istimali yâni kullanılması caiz olmayan tâbiratı kullanırdı buna dâir mingayri haddin haddim olmayarak ma­ruzatta bulunarak nezaket-i hümayunun suistinal eidlebil-mesi ihtimalinden bahsettim. Birgün padişah bir zatın fik-
SÜLTAN 5. MEHMEU dan-ı terbiyesinden terbiyesinin asığından şikâyet ettiğin­den, ifadei şahanelerine itirazen arz ediyordum bu hâle Efendimiz sebebiyet verdiniz bazı adamlarımızın iltifat ve nezaketi şahanelerini takdir edemeyeceklerini defaatle ar-zetmiştim dedim.  (Bizim de burda aklımıza bir vak'a gel­di yeri gelmişken ilâve edelim. Efendim, Zülüflü İsmail Paşa Hazretleri, Sultan Abdülmecid'in cariyelerinden doğmuş bir paşadır. Ancak hangi sebebe istinadense Saray'dan dışarı çı­karılmış ve her halde iddet müddetine de riayet olunmamış olmalı ki, câriye yeni izdivaç yaptığı zata hâmile olarak git­miştir. Bu anlaşılır anlaşılmaz, hanedan bu meseleyle meşgul olmuş fakat hanedan mensubu olarak tesbit etmemiştir. Onun yetişmesi ile alakalı olarak bütün yapılması gerekenler yerine getirilmiş. Paşalık makamına yükseltilmiştir. İşte bu zât ile bir gün mükaleme esnasında Sultan Reşad, Zülüflü İs­mail Paşa'ya buyur ederken, "Birader şöyle otur!" demek ne­zaketini sergilemiştir. Tabii asil bir zât olan paşa da bunu hiç bir zaman istismar etmemiş, Hanedan-ı Osmaniya'nın en ufak bir leke şüphesinden mutazarrır olmaması için kaderine rıza göstermiştir.. Bu vesileyle biz de bu vak'ayı kayda geçir­miş olduk.) Bunları ifade ettikten sonra Lütfi Simâvî Bey'in ifadelerine avdet edelim: "Sultan Reşad'in nezâketinin daha çocukluğunda bir mümeyyiz vasıf olduğu çocukluğunda, pe­derleri Sultan Abdülmecid ile İzmir'e giderken padişahı ra­hatsız etmemek için kendis çağırılıncaya kadar, sıcaktan fevkalâde muzdarip olduğu kamarasından çıkmadığını hikâ­ye buyurdu. Tenezzühlerden avdet ederken evlerimize yak­laştığımız sırada başkâtip ile aciz'in arabasına dâima bir ya­ver gönderip, ihtiyar-ı zahmet edip, saray'a kadar gitmek­ten ise doğruca hanelerimize avdet etmekliğimizi emreder­di.. Biz de arz-ı teşekkürle maiyet-i hümayununda gitmek şerefinden mahrum edilmemekliğimizi istirham ederdik.
Arkadaşlardan bazıları halsiz ve rahatsız olduğu zaman bilvasıta defaatle hatır sormaya Önem verirdi. Şüphesiz em­ri hümayunları üzerine mühadim-i şahane iki defa beray-ı iya det için evime geldiler. Taam ederkende latif ve iltifat-ı mahsus olarak, meyvesinden veyahut tatlısından acize gön­dermeyi unutmazdı. Hünkâr dâima redingot giyer, birisini kabul edeceği zaman düğmelerini iliklerdi. Padişahı hiç bir vakit ceketle göremedim.
Hâttâ; seyahatlerde de redingot giydiğinden, biz de aynı elbiseyi tercih ederdik. Fikrimce burası biraz mübalağalı ve hususuyla gayriamaliydi. Padişahlığı esnasında, şuy'u bul­duğu gibi işret etmezdi. Kendisine pek muhabbe-ti olan bü­yük biraderi 5. Mehmed Murad'm veliahtlığı, zamanında nezdine gittik çe padişaha zorla konyak içirdiğini hikâye ederdi." Sultan Reşad'ın çok kuvvetli hafızası olduğunu da haber veriyor Lütfi Simâvî Bey: "Hatıratının 89.sahifesinde; Hünkâr şeyhuhiyetine ve duçar olduğu mesane illetine rağ­men birçok seyahatler yaptığı gibi, Cuma namazını da muh­telif camilerde edâ ederdi. Saray'da kaldığı gün-ler vakti müsaid oldukça kışlık bahçesine giderek her cinsini iyi bil­diği ve pek de sevdiği güvercinlerle eğlenirdi. İdama mah­kum olanların tasdikini başka kalemle yazardı. Padişahın hafıza kuvveti pek mükemmel idi. Mükaleme esansında vu-kuat-ı mâziyeyi en küçük teferruatıyla nakl eylerdi. Bir gün mefruşat idaresi depolarında ve paslar içinde bulunup te­mizlenen gayet güzel bir altun kafesi takdim ettikten sonra biraz muayeneden edip bu kafesi ammi-i mükerremleri Sul­tan Ab dülaziz zamanında, huzuru hümayuna kabul edilir­ken içinde, iki nâdir kuş olduğu halde somaki odanın içinde süferanın ve bazı ecnebilerin suret-i mahsusada kabul edil­dikleri daire koridorunda gördüğünü beyan etti.  Hazinei hassaca icra ettiğimiz tahkikattan ifadat-ı şahanenin mahzı hakikat olduğu tebeyyün etti. Bu kafes işi, indelzât kırkbeş senelik vak'a idi." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesin de, padişahn çekindiği şeyler başlığıyla şunları yazdığını gö­rüyoruz. "Hünkâr özel dâiresine kalorifer yapılmasına mu­arız idî. Gözlerine zarar vereceği korkusuyla bunu isteme­mekteydi. Ayrıca elektrik ışığından da çekinirdi gazeteleri ve kİtabları gözlüksüz okurdu. Odasında yalnız olduğu za­manlarda yarı karanlık denecek derecede hafif bir ışıkla ikti­fa ederdi. Güneşdende muzdarip oldığundan bahçede gü­neşli havalarda şemsiyeyi başına tutardı." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesinde, Trablusgarb'm zayiinden kim me'sûl, başlığıyla bir not düşmüş, buna bir göz atalım:   "Te­veccüh ve itimad-ı hümayun eseri olmak üzere maruzatımı dâima nazarı itibare alır ve suret-i hususiyede kabul edeceği sefirlere ne yolda idare-i lisan edeceğini tenezzülen sorardı. Birinci defa huzurlarına kabul ettikleri zevat ile hin-i müla­katta, emirleri mucibince dâima hazır bulunurdum. Sadaret mazulları, beray-ı arzı tebrik bayramın 2.günü (yâni bayram tebriki için) mabeyni hümayuna gelmeyi adet etmişllerdİ. İtalya muharebesi esnasında bayramın 2.günü sabahleyin nezd-ı şahaneye giderek o gün arz-i vücud edeceklerini tah­min etti-ğim H.Hilmi ve Hakkı Paşa'lar hakında evamiri şa­hanelerini istifsar ettim. Huzur-u hümayunda bulunan Veli-ahd Vahidedin Efendi Trablusgarbın zayiine sebebiyet veren Hakkı Paşa'yı şevketmeab efendimizin tabiiki kabul buyur-muyacaklarını ifade etmesi üzerine, ben de, cevaben Hakkı Paşa bigünah olup, zaafımızın başımıza bu felâketi getirdi­ğini, fikri kasıranemce bu iki sadaret mazulunun aynı mu­amele görmeleri iktiza edeceğini arzettim. Padişah; maru­zatımı kemali sükunetle istima buyurduktan sonra, paşalar gelince haber veriniz. İkisini beraber kabul edeceğim deyip, bu acize hak verdi." Lütfi Simâvî Bey'in hatıratının 118. Sa-hîfesinde: "Abdülhamid'i Sân-i'nin İrtihali" başlığıyla şunları okuyoruz: "10/Şubat/1334 Hakan'ı mahlû, ecel-imevuduy-la vefat ettiğinden makam-ı saltanat ve hilafeti ihraz etmiş bir hükümdar hakkında, ifâsı lâzım gelen merasim-i ihtira-miye ile büyük pederi Sultan Mahmud Hân-i sâni'nin türbe­sine defnolundu. Kendisi; tehalik ve tehdid ile yerini aldığı, devr-i inkılab adlı eserinde hikaye ettiğim eserimde, biraderi Sultan Murad'ın cenazesine karşı büyük hürmetsizlik göstermiş ve bu hareketi infial-i umumiye mûcib olmuştur." Demektedir. Hemencede, Abdülhamid Hân'un arkasından da, müstebitlikleri diye bir bölüm açmış böylece Simâvîlerin, Abdülhamid Hân'a karşı büyük ve farklı bir bakışları ve bu bakışların menfi olduğunu bu ifadelerden anlamak kabildir. Başmabeynci Lütfi Simâvî Bey Sultan 5.Mehmed Reşad'ın İr-tihalini, hatıratının 132. sahifesinde şöyle naklediyor:
"1334/Temmuz/1918'de beray-i tedavi gören Bavye-ra'da vâki Steklin kasabasında bulunuyordum, letafetli ha­vası, menba suları vede hamamları ile şöhret bulan bu güzel mahal, Karlsbat ve Mahlabat kaplıcalarını pek andırır. İka­met ettiğim Viktorya Otelinin direktörü 3/Temmuz günü orada neşrolunan bir gazeteyi vererek, padişahınızın vefat ettiğine dair bir telgrafname var, manzurunuz oldumu dedi. Bir cümleden ibaret olan telgrafnameyi kemâli teessürle okudum. Son ziyaretimde zat-ı şahaneyi biraz yorgun bul­dumsa da, çehresinde katiyyen ağır hastalık alameti yoktu. Harbi Umûmî gibi buhranlı bir zamanda hemen hergün bin çeşit havadis yayıldığından bunu da o zümreye dâhil ettim. Ertesi sab^h Berlin gazeteleri bu kara haberi te'yid ettiler. Hatta gazetelerde 4/Temmuzda icra olunan cenaze merasi­minde, Mehmed Sadis adı altında tahta kuud eden, yeni padişah Vahideddin'inde isbat-ı vücud ettiğini bildiriyordu. Sultan 5.Mehmed Reşad'ın vefatından te'sirat-ı samimiye-mi, halifenin insanlık kaidelerine muvafık olan bu cenazede isbat-ı vücud edişi, bizlerin üzüntüsünü tâdil etti. Bir padi­şahın; selefinin cenazesinde bulunmaması kadar, çirkin bir hâl tasavvur edemem. Avrupa hükümdarları arasında pek nâdir olan bu hâl biz de vukuat-ı âdiyedendir."
Görüyorsunuz sevgili okurlarım; Lütfi Simâvî Bey, bu hu-susda ince ince Vahideddin'e hislerini belli ederken, aslında Sultan Abdülhamid'e çatmadan edemiyor. Muhterem okurla­rım; Lütfi Simâvi Bey; hatıratının 135. sahifesinde, orduya ve donanmayı hümayuna demek suretiyle bir beyanname ya­yınladığını bildiriyor, şöyleki: "Emir'ül mü'minin olan hakan ve başkumandanımız, kardeşim Sultan Mehmed-i Hâmis'in hepimizi ağlatan ziyaiyle, emir ve kumandanızı ele alıyorum. Senelerden beri bin müşkülat içinde Osmanlı ve İslam târi­hine hanedanım için şanlı sahifelere ilâve eden siz arslanlar yurdunun kahraman yavrularına memnuniyet-i şahanemi beyan eder, ve bu uğurda Hakk'ın rahmetine kavuşarak, er meydanlarında can vermiş olan şüheday-ı kemâl-i hürmetle anarım. Din ve vatanımızın selâmeti için şimdiye dek pek kanlı bir suretde kahraman müttefiklerimizle omuz omuza devam ettiğimiz muvaffakiyet dolu harb seneleri her halde azalmakdadır. Fakat; henüz bitmemiştir. İşte bu güne kadar olduğu gibi Cenab-ı Hakkın, haklı dâvamızda dâima bizimle beraber olacağında zerrece şüphe etmiyerek, aynı savlet-i Haydârane ile düşmanla savaşmada devam ediniz. Her yer­de kemâli şehametle taşıdığınız sancağım size dâima zafer ve muvaffakiyet yolu göstersin, inayet-i Bari ve imdadı ru-haniyet-i peygamberi siz kahraman askerlerimin muin ve zahiri olsun.
Mehmed Vahiddedin Sultan 2.Abdülhamid Hân'da, Sultan 5. Mehmed Reşad'da bu cihan savaşının feci badiresinin nihayetini görmeden dün­yadan el ve eteklerini çektiler. Bu çok ağır yükü, kendini bu makama hazırlamadığını, çünkü sıranın kendisine gelmeye­ceğini bir sohbetinde ifade eden en küçük kardeşleri Meh­med Vahideddin'e bırakmış oldular. Sultan Reşad Eyüb Sul-tan'da Halic'in sahilindeki ebedi istiratgâhı olan türbeye def­nedildi. O semtin o yüce sahabi Halid bin Zeyd'in ruhaniye-tiyle, huzurda oluşu merhum padişahın tercih etmesinde mutlaka hissemenddir.

Sultan Reşad'ın Hanımları Ve Çocukları


Osmanlı tahtına 5. Mehmed unvanıyla oturan Sultan 5. Mehmed Reşad, 2/Kasim/1844' de eski Çırağan sarayında Gülcemâl Hanımdan dünyaya gelmiştir. 4/temmuz/1918'de Kadir gecesinde ikindi namazı vaktinde vefatı vukubulmuş-tur. 9 sene, 2 ay, 7 gün süren dönemi, Osmanlı padişahları­nın hiç bu kadar pasif olduğu görülmemiş olarak geçmişti.
Ömrünü beş izdivaçla geçirmiştir. İlk kadınefendisi Gen-ce'de  1855'de doğmuş bulunan Kâmres başkadmefendidir. 1872'de Ortaköy'deki sarayda izdivaç eylemişlerdir. Bu ha­nımın Sultan Reşad'dan sonra 2 sene, 9 ay, 27 gün yaşadığı­nı biliyoruz. 30/Nisan/1921'de Kâmres hanımın vefatı vuku-bulduğunda, istanbul'umuz düşman çizmeleri altında yaralı bir ceylân gibi inlemekteydi. Kocasının Eyüb Sultan'daki tür­besine defnolunmuştur. Bu izdivacın meyveleri olarak, İki tâ-ne erkek evladları dünyaya gelmiştir. Vefatında 65 yaşını, bir ay geçmişti.
Sultan Reşad'ın 2. kadınefendisi ise, Kars şehrinde tevel-lüd eden Dürr-i Adn, yâni cennet incisi mânasına gelen adıy]a bilinen hanımıdır. Padişahın kendisinden önce dâr-i beka­ya intikal eylemiştir. Vâlidebağı köşkünde 1909/Ekim/17'de vefat: vukubulmuştur. Vefatında 49 yaşından 6 ay kalmıştı. İzdivacı esnasında 16 yaşındaydı. Şehzade Necmeddin Efen­dinin annesidir. Fâtih'te Gülüştü kadınefendi türbesindedir.
Sultan Reşad'ın 3.kadınefendisi Adapazan'nda 15/Ekim/I869'da doğan Mihrengiz kadmefendi'dir. 12/Ara-Iık/1938'de 69 yaşında olduğu halde İskenderiyye'de hane-dan-ı Osmaniyenin umumiyetle yerleştiği yer olan Attarin Camii caddesindeki mevkıye yerleşti. Vefatında burada bulu­nan Ömer Paşa türbesine defnolundu. Öztuna Bey, bu hanı­mı çocuksuz gösterirken, Çağatay CJluçay Bey, Hilmi Efendi adlı şehzadenin annesi olarak gösterir.
Nazperver kadınefendi padişahın 4.hanımefendidir. 1870'de istanbul'da dünya'ya gelmiş 1930'da vefat etmiştir. Pek cemiyetkâr bir insan olup, 1.cihan harbinde İstihlâk-i milli cemiyetini kurmuş olduğu gibi hastanelere büyük yar­dımlarda bulunmuştur ve Türk tiyatrosuna hâmilik etmiştir. Doğduğu gün Ölen kızının adı Refia sultanhanım idi. Haya­tının son iki senesini İstanbul Vâniköy'de yaşadı.
Padişah 5. Mehmed Reşad'ın son evliliği de Dilfirib kadı­nefendi ile olmuş 1890'da doğan hanımefendi, 1953'de 63 yaşında olduğu halde yaşadığı Erenköy'de kanser hastalığı­nın sonunda vefat etmiştir. Daha sonra 1925'de baytar olan bir subay ile izdivaç yapdı ve bu evliliğinden bir oğlu olmuş­tur.
Sultan Reşad'ın kız çocuklarına gelince Refi'a Sultanha-nım'dan başka kızı olmamış olduğu görülüyor. Çağatay Uîu-çay bu kız'dan söz etmemekte, Öztuna Bey bu hanimsul-tan'dan bahsetmekle beraber 1888'de doğduğu gün vefat et­ti demektedir.
Sultan Reşad'ın erkek çocukları ise, üç tane olup, 1873'Ortaköy Sarayında doğan Mehmed Ziyaeddin Efendi, 1938'de Mısır'da İskenderiye'de Ebu Kır caddesindeki ika­metgâhında öldü. Hanedan'ın 1924'de yurd dışına çıkarılma­sı üzerine ecnebi bir gemi ile İs tanbul'a turist olarak gelmiş ancak vapurun güvertesinden doğduğu şehri seyredebil-miştir. Her ne kadar transit turist olarak karaya çıkmışsada, zabıta derdest edip, gemiye geriye götürmüştür. Ziyaüddin Efendi pek mükemmel bir kanun virtiözü olduğunu Öztuna Bey kaydederken, Tanburi Cemil Bey'in plâklarına kanun ic-rasiyla iştirak ettiğinide ilâve eder Öztuna Bey. Mehmed Zi­yaeddin Efendi, beş izdivaç yapmış ve hayli çocuk ve torun­ları olmuştur.
Sultan Reşad'ın 3.oğlu tâbir-i diğerle enküçük oğlu ise, 2/Mart/1886'da Ortaköy sarayın da dünya'ya gelen Ömer Hilmi Efendidir. 2/Kasım/1935'de İskenderiye'de vefat etmiş olup, Ömer Tosun Paşa türbesine defnolunmuşsa da, burala­rı Cemâl Abdülnasır dönemi içinde istimlak edilmiştir.
5.Mehmed Reşad Hân'ın 2. ve ortanca oğlu Mahmud Nec-meddin Efendidir. 23/Haziran/1878'de Kuruçeşme Sarayın­da doğmuştur. Müzisyen olup, 35 yaşı içindeyken kalp rahat­sızlığından vefat eyledi. Çocuğu olmamıştır.

Sultan Reşad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları


Sultan Reşad, Osmanlı tahtına kuud ettiğinde sadaret ma­kamında Ahmed Tevfik Paşa bulunuyordu. Bu sadaret Tevfik Paşa'nın ilk sadaretiydi. Bundan sonra daha üç defa sadare­te geldi ve pek hazindir, sonuncusu, Osmanlı'nın son sadare­ti olmuş ve devlet-i âli ye târihin anılan arasına intikal etmiş­tir. Tevfik Paşa Hüseyin Hilmi Paşa'ya devretti 5/ 5/1909'da.
Bu vazifede Hüseyin Hilmi Paşa 8 ay, 8 gün kalabilmiş 12/Ocak/I910'da yerini İbrahim Hakkı Paşa'ya devreder­ken, 1 sene, 8 ay, 19 gün grevde kaldı. Bu arada da, Trab-lusgarp elden çıktı. 30/Eylül/191 l'de Küçük Mehmed Said Paşa sadarete getirildi ve bu görevi 31/Ocak/191 l'e kadar 3 ay, 1 gün sürdürebüdi. Ancak aynı sadrıazam mührü 6 ay, 22 gün daha nezdinde tutarak, böylece son sadareti, 22/tem-muz/1912'ye kadar sürerek dokuz defa gelmiş olduğu sadrı-azamlığını noktalamış oldu. Said Paşa'dan sonra  Büyük Ka­bine denen hükümet Gazi Ahmed Muhtar Paşa riyasetinde teşekkül etti. Paşa dört tane eski sadrıazamin bulunduğu ka­bineyle ancak 3 ay,  8 gün sürdürebüdi bu hükümeti. 29/Ekim/1912'de makam-ı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'ya tevcih olundu ve bu sadaretin, 2 ay, 25 gün sonra müthiş bir baskınla tamamlandığında 23/Ocak/1913 Kâmil Paşa'nın son ve 4.sadaretini tamamlamış oluyordu ve sada­ret Harbiye eski nâzın Mahmud Şevket Paşa'ya tevcih olun­muştu. 4 ay, 19 gün sonra bir suikasd sonucu Mahmud Şev­ket Paşa pek cüretkârane şekilde katledildi. Sadaretde, 1 l/Haziran/1913'de Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya tev­cih olundu. Said Halim Paşa bu makamda 3 sene, 7 ay, 23 gün sonra sadareti bıraktığında Osmanlı devleti işin sonuna yaklaşıyordu.
Mehmed Talat Paşa 4/2/1917'de göreve geldi. 14/Ekim/1918'e kadar sadareti muhafaza etti. Ancak padi­şah 4/Temmuz/1918'de vefat ettiğinden Sultan Reşad'ın son, Sultan Vahideddin ilk sadnazamı olmuştu. Böylece 9 sene, 2 ay, 9, gün süren dönemi dokuz kişi ile geçirmiştir. Şeyhülislâmlarının sıralamasına gelince o hususda şöyle bir cetvel çıkmakta: Sultan Mehmed Reşad Hz.leri, Osmanlı tah­tına oturduğunda makam-ı meşihatde Osmanlı'nın 160.şeyhülisiânm olarak, Dağıstanlı Mehmed Ziyaeddin görev başın­daydı. Bu zât Sultan Abdülhamid hakkındaki doğruluğu vâki olmayan fetvayı vermiş olduğunu da belirtmeden geçemiyo­ruz. Bu şeyhülislâm fetvasından dokuz gün sonra makamdan iskat olunmuştur ve yerine, 8 ay, 8 gün kalacağı meşihate, Pirizâde Mehmed Sâhib Efendi getirildiğinde 5/5/1909'ken, ayrılışı, 12/Ocak/1910'da vukubulmuştu. Ondan boşalan makama Çelebizâde Hüsni Efendi vazifede 6 ay, 1 gün kal­mış ayrılışında takvim 12/7/1910'u göstermekteydi. Musa Kâzım Efendi bu göreve geldi ve 1 sene, 5 ay, 20 gün kaldı onun yerine 31/12/191 l'de Abdurrahman Nesib Efendi geti­rildi. 6 ay, 22 gün sonra; 22/7/1912'de, Mehmed Cemaled-din Efendi getirildi. 6 ay, 3 gün sürdü m eşi ha ti. 24/1/1913'de 166.şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi şeyhü­lislâm oldu. 16/Mart/1914' de 1 sene, 1 ay, 23 gün süren görevden sonra yerine Ürgüblü Mustafa Hayri Efendi maka­ma geldi ve 2 sene, 1 ay, 23 gün sürünce 8/Mayıs/1916'da ayrılıp, yerine Tortumlu Musa Kâzım Efendi ile devam edil­di. 14/Ekim/1918'de ayrılırken, 2 sene, 5 ay, 7 gün süren bir hizmet verdi. İşte merhum padişah Sultan Reşad, bu meşihat esnasında hayatının sonu gelmiş böylece de, son Şeyhülislâ­mı Musa Kâzım Efendi olmuştur. Neticeten söyleyebilirizki Sultan Reşad on yıla yakın döneminde sekiz zat ile bu meşi-hati yürütmüş oldu.
Bu padişahımızın dönemini anlatmaya çalıştığımız satırla­rı, dünya durdukça anılacak olan, Çanakkale kahramanları­na, şehidlerine ve gazilerine büyük islâm milletine hediye et­miş oldukları zafere minnetlerimizi bildirmek suretiyle tamamlamayı vazife bildik.

Yorum Gönder

0 Yorumlar