SULTAN II. MAHMUD HAN -3-

Batı Tarzında İşler


Sultan 2. Mahmud'u ahali gözünde hoş göstermeyen hâl­lerin başında batı tarzında her şey kabul görüyor, anane ve yerleşmiş olan herşeyde bir değişime koşuluyordu. Meselâ; askerî ve mülkî idareden bazılarına padişahın resmi gönderi­liyor bunun asılması isteniyordu, ki devrin tâbiri ise resmin duvara talik olunmasiydı. Bu mevzuda Lütfi Târihinin, 5. sh. de şu tafsilat hayli dikkat-ı câlibdir: "Yeni mülki ve askeri ni­zama itina edildiğisırada alafrangaya dâir bazı hususların ye­rine getirilmesi düşünülme ve faaliyeti ise görülmeğe başlan­mıştı. Bu icraatın içinden sayılan padişahın resmi, askerî ve-de mülkî dâirelerin duvarlarına asılması için gönderilmeye başlandı. Resmin asılmasıiçin, görmeğe pek değer olan, bü­yük gösterişlerin sergilendiği resmi geçidler yapıldı. Komu­tanlar ve subaylar nişanlarını takmışlar sırmalı resmi elbise­lerini giymişler, sabah erkenden de Hassa müşiri Fevzi Paşa silahhanesinde toplanarak, yeni çıkansancaklı sandallarla gelen bir tabur bahriye askeri, iki taburhassa askeri, üç'er kı­ta top ve mükemmel mızıka ile Beylerbeyi sarayı arkasında ve bir taburu Nuh kuyusu caddesinde ve iki taburu Mehmed paşa köşküne harbiye taburu içkışlaya ve altı kıta top ile bir alay süvari Haydarpaşa sahrası, üstüne, bahriye taburu Bağ-larbaşında mükemmel top ve mızıkalarıyla beraber iki sıralı saf halinde saygı selâmı ve saraydan kışlaya kadar, kırkar adım fasılalı süvari ve piyade karakolları resmi bekler olduk­ları haldekomutan ve subaylar ata binmiş ve altmış kadar nefer ve çavuşlar yürüyerek, önde olarak resmi taşıyan pay-tonun binek taşınayanaştırılmasıyla, konulacağı yere asmak üzere, hassa feriki Fethi paşa ile Haremeyn mutasarrıfı Nuri paşa, gerek hassa ordusu, gerekse Mansure-i Muhammedi ordusu müşirleri paytonun önünde, kurenadan İzzet bey ile serasker Hüsrev paşa arkasında olduğu halde Selimiye kışla­sına gitmişlerdir. Padişah merasim kıtasını seyretmek için, deniz yolundan kışlaya teşrif eylemişti. Yolculuk sırasında, tabur ve alayların hizasına gelindiğinde, mızıkalar eşliğinde resmi selâm ve hürmet yapılarak, kışlaya yakınlaşıldığında vezirler ve komutanlar atlarından inerek padişah resmini ala­rak, hazırlanan yere konulduğunu ve kurbanlar kesildiğini, arkasından Aziz Mahmud Hüdayi tekkesi şeyhinin ellerini kaldırıp dua ederek, Sünbüliye tarikatından meşhur meşa-yihlerinden Yûnus efendi fatiha çektiği görüldü. Hemen 21pare top atılmış ve ihtiram duruşunun nöbet atışı olarak, bir miktar tâlim yapıldıktan sonra da, resmin önünden mev­cut asker geçirilmiş ve o akşam Selimiye kışlasının içi, dışı kandillerle donanarak, havayada fişekler atılmıştır. Bir kaç gün sonra babıâliye gönderilen resim alayı da, görülecek şeydi Resmin asılması o devrin mutaassıp kimseleri nezdin-de pek fena telakki edilmiş, her günden güne itirazların tevi-lâti, hâttâ Arabistan bölgesinde kötü tefsire sebeb oldu. Sul­tan Mahmud'unvefatmdan sonra bu resimler kaldırılmıştır.
Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulu­nan amedi divanı hümayun Reşid bey'İn esas memuriyeti: 'Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır valisi Men-med Ali paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-i umumiyesini lehine imale et­mek, onun için bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbet­lerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka zamanın en mühim meselele­rinden olan Mısır meselesi hususunda, Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına çalışmak­tı.
Esasında Osmanlı devletinde eski usûlü terk etmek niyeti arasıra tatbike konurdu. 1253/1837'de maliye nezaretinin kurulması ve mühim olup, yine aynı senede ahkâm-ı adliye ve şurâ-i babıâlİ adlarıyla iki meclisin kurulduğunu görüyo­ruz.
Engelhard'm "adetâ hükümdarın hukuk ve selahiyetine, iştirak edecek surette iki meclis" dediği bu adı geçen meclis­lerdir. Bu bakımdan elde mevcut malumata göre bu iki mec­lisi tahlile alalım: 1252/1836'da Sultan Mahmud, askeri işle­rin müzakeresinde kolaylık temini için babıseraskeride, Dâr-ı Şurâ-i Askeriyye adı ile bir meclisin toplanmasını emredip, özel bir daire yapıhpda içi de döşenmiştir. Bundan başkada, "Mesalih-i ibadm bizzat rüyet ve tahkiki ve verilen arzuhaller iie, evrakı sairenin mütalaa ve tetkiki meyamnda huzur-u sadrazamVde mutad olan dîvân tertibi usûlü bir zamandan beri metruk kaldığı halde, mezkûr usûlün ihyası.," dahi tatbik mevkiine konulmuştu. Bu pek defaydalı teşkilat, iki meciis halinde ve daha geniş hale getirildi. Bu hususta aşağıya aldı­ğımız Tarihi Lütfi'deki ibareler dikkatle okunmalıdır: "müşa­vere hususundaki şartların daha önceki vakitte ehemmiyyeti padişah tarafından takdir buyurulmuştur. Tehlike derecesi yükselme istidadı gösteren, istibdad anlayışının birinci dere­cesi de, kendini göstermekteydi. Devlet idaresinde yalnız ba­şında nefsi ile başbaşa idare tarzı sergilerken, hiddet ve şid­dete bağlılığı müsaid gibi görülmüşkende, pek gönül alıcı meziyetleri ile devleti, hami^etkârane davranışlarla ilk defa ve devamlı olmak anlayışıyla Gülhane'de, Ahkâm-ı Adliye ve Babıâli'de, Dâr-ı şur'â-i babıâli isimleriyle, iki tane müşa­vere meclisi ve bunlarca kullanılacak nizamnameler icabınca devlet ve milletin işlerinin o meclislerde, müzakere olunup çare olucu kararlar alınmadıkça tatbike geçilmemesi husu­sunda,  irade buyrulmuştur." Pek açık olarak görülmektedir ki; Sultan 2. Mahmud, mecburiyetten istibdad idaresinin kendine vermiş olduğu, geniş selahiyeti daraltmıştır. Bu mecburiyetde, avrupada tatbik görmekte olan siyasi ve idare ' işlerdeki değişikliği görmekten dolayı idi. Ayrıca istibdad idaresinin bütün boyutu ile zarar verici neticelerinin Cezayir, Mısır, Romanya, Sırbistanla A^ora gibi merkezlerde görül­mekte olduğuydu. Çünkü buralarda görülen ihtilâl emarele­riydi. Alınan tedbirler bu emareleri değil ortadan kaldırmak-tam tersi netice vermesi, başka hususlardan kaynaklanmış­tır. Bu kaynaklardan biri, iç yapıda idareye karşı bir nefret hissininortaya çıkmış olmasıdır. Şurâ-i devlet taslağı, bir par­ça daha yontulup, yeni bir tarz-ı makbule haline giriyordu. Ahkâm-ı adliye adı verilen meciis-i müşavere kurulana il­könce dahil olan zevatın isimlerini buraya dercedelim: Reis: Eski Serasker Hüsrev paşa Aza :Eski kazaskerlerden Emin-beyzâde Abdülkadir bey ":Evkaf Nâzın Ziver efendi.
Hüsrev paşa: Yan başlık olarak adını belirttiğimiz zat, 3. Selim, 2. Mahmud ve Abdüîmecid hân devirlerinin sadrı-azamlarından biridir. Abazadır. Çok küçük yaşta enderunu hümayuna alınmış ve orada saray terbiyesi almıştır. 1206/1792 tarihinde kaptan-ı derya Küçük Hasan paşa ile saray-ı hümayundan çıkıp, kaptanpaşayamühürdar daha sonra kethüda olmuştu. 1216/1802 yılındada mirmiran rüt­besinde olarak, Karahisar'a vali oldu. Aynı sene Fransızların Mısır'dan kaçırılmaları üzerine eski sadrazam Hurşid Paşa maiyetinde iken, Mısır'a gelmesiylede İskenderiye muhafızı olmuştu. Mısır kölemenlerinin çıkardıkları karışıklıklarda ve Mehmed Ali'nin fitnelerini bastırmağa muvaffak olamıyarak, valiliği bırakıp dönmüştü. Sonra; Resmo, Selanik, Bosna, Ib-rail, Bolulu valiliklerinde, 1226/181 l'de kapdan-ı deryalık^ da, bir müddet şark seraskerliğinde ve 1238/1822'de 2. defa kapdanı deryalığa 1252/1836'da ihtiyarlığından tekaüd edil-
1837'de Ahkâm-ı adliye meclis reisliğine 1839'da, Sul­tan Abdüîmecid tahta çıktı 184l'de rüşvetle suçlanmış sada-retden sürgüne gitmiştir. 1854'de doksanbeş yaşında olduğu halde ölmüştür. Tâlim icadı bizde bu zata izafe edilir. Fes gi­yilmesinin önderidir, azalar:
Sabık Defteremini Said Muhib efendi "İhtisab Nâzın Hüse­yin Faik efendi "Duhan gümrüğü emini Mustafa Kani bey 1. Kâtib; Çavuşzâde Atıf bey 2." ":Kapı kethüdalarından Muhsin efendi Dâr-uş Şûra-i babıâli meclisine dahil zevat: Reis :Bağ-dat eski valisi Davut paşa Azalar: Erzurum eski Müşiri Es'ad paşa" :Kadıaskerlerlerden Çerkeşli Mehmed efendi ":Topha-ne eski Nâzın Arif bey " :Tenkihat (Bütçe) defteri memuru Ali Raif efendi " :Eski ruznamçeci Salih efendi " :Harbiye es­ki Nâzın Lebİb efendi 1. Kâtib:Eski mektupçulardan Nasır efendi 2. ". :Dahiliye eski nâzın Akif efendi Yukarıdaki liste­lerde adları bulunan zevat, 1255/1840 zilhicce/27'de Cuma günü hırkai şerif dairesinde, şeyhülislâmla vazifeli vezirler toplanmış yapılan duanın ardından şeyhülislâmca yemin tö­renleri gerçekleştirilmiş, arkasından hep birlikte padişahın huzuruna gidilmiştir. Sultan 2. Mahmud da İngilizler ile yaptı­ğı ticaret antlaşmasında bulunan, tekel idaresinin ve inhisar usulünün kaldırılmasına adeta serbesti'i ticariye'yi ilân eyle­miş daha sonra ki senede Rauf paşayıda başvekil ünvanıile işbaşına getirerek, avrupa biçimi bir bakanlar kurulu teşkil etmeye çalışmıştır. Bu hususta çıkardığı hattı hümayun'da, Akif paşanın hastalığından'*dolayi, devlet işlerine layıkı ile bakamamakta olduğunu ileri sürer. Başvekil unvanıyla sada­rete getirilen Rauf Paşa hakkında Ahmed Rasim şu biyografi­yi önümüze koyarak diyorki: "bu paşa 2. Mahmud ve Abdüî­mecid hân devirlerinde, beş kere sadarete getirilmiştir. İstan­bulludur. 1194/1780'de doğmuştur. 1276/1859'da yaşı sek­seni aştığı olduğu halde vefat etmiştir. 1222/1807'de sadaret mektupçusu, 1224/1809'da süvari mukabelecisi, 1226/1811'de, rikab-ı hümayun kaimmakami 1229/1814'de şıkk-ı evvel defterdarı, 1130/1815'de 1. sa­dareti, 1233/1818 senesinde azil olup, Sakız adasına sürgü­nü, 1237/1821'de şark seraskerliği vede Erzurum valiliği 1238/1822'de İran'la yapılacak, sulh heyetine memuriyet, aynı yıl 2. sadaretine getirilmiş ve de ilk defa başvekil unvanı ile bu göreve tâyin olunmuştur. Meclisi Ahkâmı adüye'ye ilk defa reis olan bu zattır. 1256/1840'da 3. sadareti, 4. sü ise, 1258/1842'5. si ve sonuncusu 1268/1852 senesinde diğer sadaret görevleri vukubuldu dürüst ve dirayet sahibi bir kim­seydi.
Diğer mühim bir zevatın arasında adı geçen Akif paşa: 1201/1786 senesinde Anadoluda Bozok kasabasında dün-ya'ya gelmiştir. 1263/1847'de; Hacdan dönüşünde İskende­riye'de vefat etmiştir. 1241/1825'de amedi divanıhümayun, 1242/1826'da Beyfikçi, 1245/1830'da reisülküttab, 1251/1835'de, reislik iptali üzerine vezirlik rütbesi ile Hârici yenâzırı, 1256/1840'da, Kocaeli valiliği bir müddet sürgün edilmiş ve bu dönemi Edirne'de geçirmiştir: Meşhur Tabsıra adlı değerli eserin müellifidir, "Tıfıl Nazeninim" adlı manzu­mesi meşhurdur. Bu iki zâtın kısa biyografilerinden sonra 2. Mahmud'un yeni anlayış ve yeni yaklaşımla İlgili icraatnı tahlil ve tenkide devam edelim.
Şöyleki: "Bulunduğumuz dönem içinde, yeni usûl kanun ve bunları tatbike kolaylık bulmak üzere devletimizin bütün işleri, nazırlıkların arasında taksim olunmuş böylece sadaret makammada iş kalmamışsada, yine bütün nazırların reisi makamında bulunması icabatından olup, bundan böyle sa­daret adı başvekil makama da başvekâlet adı uygun görül­müştür. Ancak sununda gözönüne alınması gerekirki; bir memuriyet müstakil olmayıp hizmet büyüklüğüne göre tayin olunmuş vekilin vakit ve icabına göre her hangisine, seçilirse ona ilave şeklinde ihale kılınmak, mührü hümayunumuz ise, eskiden sadrazamlarda olduğu gibi başvekillerin ellerine, emanet olunarak yürütülecektir. Sen ki;çok uzun zamandan beri, büyük işleri, saltanat-ı seniyemizde ve iki defa sadaret makamına gelerek, sadakatini isbat, dirayetini göstermiş ol­duğundan bu defa başvekâlet adlı yeni memuriyeti ve ayrıca buna ilave olarak da dahiliye vekâleti tevcih edilmesi kararlaş...
Başvekâletin teşekkül ettirilmesi, devlet işlerinin nezaretle­re tevzii suretiyle Sultan Mahmud, genel işlerden kısaltmayı tercih ettiği şeklinde görünüş vermektedir. İstibdad ve mutla-kiyet nâmına gösterilen bu fedakarlık, padişahça ve devletin­de üst görevlilerince yapılması gereken ıslahatın elzem oldu­ğunu gösteren büyük bir adım saymışlarsa da, esasta yinede insanı emin bir adım hususunda iknaya yetişmiyor. Neden mi?
Hükümdar bir kayida bağlı olmayıp, sırf kendi fikrini veya­hut diğer ilhamla hareket ediyordu. Ancak zamanla bu adım­lar geri alınsa bile kalan izleri asla silinmezdi. Devletin yük­sek memuriyetlerince husule getirilen bu değişime, "Tevci-hat-ı mutade" adı ile eskiden beri ramazan bayramında uy­gulanırken, daha sonralarıda şaban ayında yerine getirilme­ye başlanan, hiç bir memui* ve hademenin görevsiz kalmayıp münavebe usulüyle istihdam edilmesinden ibaret olan, eski ve yanlış işlemin kaldırılması takip etmiştir ki, bu yol takip edildiği takdirde, zaruri görülmedikçe hiç kimse tebdil ve azi! olunmayacak demek idi. "Tevcihat-ı mutade" denilen usûl, herhangi bir memuriyetin bir sene müddetle bir kimseye kira usulüyle verilmesiydi.
O dönemde görevsiz yâni mazuliyet esnasında maaş alın­madığı için böyle görev kiralamış olan kimseler, mazuliyet dönemini nasıl geçiririm düşüncesine kiraladığı memuriyeti esnasında tutuluyordu. Yukarıda söylediğimiz görev dağıtma sisteminin kaldırılması neticesinde gündeme gelen "terfi ve vazifelendirme" usûlü oldu. Maaş tahsisi yâni maaş bağlan­ması hakkında padişahın hattında men-i irtişa, yâni rüşvetin yasaklığından ceza kanunnamesiyle irtibatlandırılarak me­muriyet vazifesinin tayini hakkında bahse önem verilmiştir. Bu hattı hümayunda deniliyorki: "Vekiller ve memurlar salta­natı seniyemize bu şekille yeter derecede maaş tertibinden murad-i şahanemiz gerek dinen gerekse aklen yasak ve za­rarlı olan kerih rüşvet belasının tamamen imha vede kaldırıl­ması devlet işlerimizin başında gelmektedir. Kulların vede devletin işlerine garaz karıştırılmayarak, düzenlenmesine ba­kılması ve böylece ülkemizin mamuriyetinide sağlama yolu-nunfaydasından ibarettir.
Buraya hemen kaydedelim ki, 1253/1838'in mart ayına kadar memurlar, kâtibler mâliye kasasında maaşlı değillerdi. Büyük memurlar, valiler ile taşra memurlarının senedebir de­fa "boğça baha" namıyla gönderdikleri şeylerle, teşrifatıkadi-me yâni eski usûl devlet nizamı İle verilen atiyye ve bekleti­len diğer memurların kalem kâtiblerinin hizmetleri, iş sahih­lerinden alınan kâğıd ve ilâm ücretleriyle divan-ı hümayun-kalemi, bazı mahalli memurları zeamet hasılatıyla geçinmek­teydiler.
1254/1838'de başvekil Rauf paşa tarafından vilayetlere yazılan mektupta: "Taşralarda bulunan memurlar gurubu ta­rafından da senede bir defa, vükelâ ve memurların tarafları­na gönderilmekte olan Hediye baha, maktuiyet şekline ko­nularak, zikrolunan maaşlara karşılık, hazine-i âmireye gelir olarak kayd olunduğundan dolaşıp gelir diyen babıâli, defterdarlık kapısı ve bütünkalem kâtibleri memurların maaşları karşılığı olarak kararlaştırılmış ve valilere gönderilen gönde­rilen mektubun son bölümündeki: "Hediye baha karşılığı ta-raf-ı âlilerinden götürü olarak senede bir defa hazine-i âmire­ye gönderilmek üzere, 1253/1837'senesi martı başlangıcın­dan itibaren bendelerine taahhüt ettirilerek elinden senet alınmış"kaydına nazaran ilk maaşlarbu suretle temin oluna­rak devletin bütün gelirlerinin hazineimâliyesinde toplandığı tarihe kadar durum böyle sürüp gitmeye devam etmiştir, bü­tün memurların zimmetlerinde olan vazifelerini mecbur kılan talimnameler ile beraber her memurdan çıkması muhtemel olabilecek cenaha ve uygun zamanda, tenbellik derecesinin çokluğuna göre ceza kanunu düzenlenmesinide önceden ira­de etmiştim. İşte bu rüşvet faciasından bahseden maddede­ki, şiddetli cezalandırmayı icab edecek, cezalar müzakere olunduktansonra işbu ceza kanununa ilave olunsun.
Bu talimnameyi ve ceza kanunnamesini kararlaştırdıktan sonra, artık hiç hatır ile gönüle bakılmayarak, her kim ve hangi rütbede olursa olsun. Kararlaştırılan ceza, yerine getiri­leceği rüşveti alan ve veren cezaya uğratılacağını bu hususta taraf-i şahanelerimizden gizîive açık tahkikat ve araştırma yapmaktan uzak olunamayacağı bütün açıklığı ile bilinerek, Cenab-ı Hakk' cümleyi kurtuluş yolu olan, selametten ayır­maya, amin." Bu tarihi ifadeye göre nazırlıklar maiyetine müsteşarlar tayin olunmuş, hattâ başvekâlet maiyetine de bir memur verilmiştir. Çok dikkat çekicidir ki; Tanzimat-ı Hayriye'nin esası busırada konulanlarla başlamıştır. Yâni, ferman okunmadan bir geçiş dönemi ve hazırlık safhası tat­bikine başlandığı, anlaşılıyor. Meclis-i ahkâmı adliye toplan­tıları, başladığı tarihten itibaren bir takım faydalı teşekkülle­rin ihyasına el atmış vergi toplama meselesini sağlam bir kaideye yerleştirme lüzumunu düşünmüştür. Meclisin düşünüsü bu vergiyi hak olarak almak, ahaliye dağıtıp taksim et­mek olmuştur.. Bunda muvaffak olabilmek için ilk önce ha­ber verilmiş hizmeti tahsilatını, angarya erzakla meyve için alınan rüsumunu kaldırıyor. Vaka-i hayriyenin hemenpeşin-den zaptı muhallefat yâni mirasların zaptı usûlününde ilgası hakkında, çıkarılmış olan iradeyi kuvvetlendirme konusun­da" fakir ve gani (zengin) hiç bir kimsenin devlet tarafından miras kalmasına taarruz olunmamasına "ve emlâk ve arazi ticareti kârlarına nisbetle, hali hazırda olmak şartıyla hisse sahiplerinin paylarını, şer'i şerife göre tayin ve tevzi etmek ve Mart ayı başlangıcını sene başı kabul ederek, sicil mahke­mesince kayıt yapılıp, her şahsa bir senede iki taksitte vere­ceği verginin miktarını açıklayan bir mühürlü senet" verilme­sini tatbike koyuyor.
Hattâ o sene numune olmak üzere Bursa eyaletiylen, Geli­bolu sancağından emlâkleri yazmaya başlıyor. O ana kadar­da sadrazamın huzurunda yapılan duruşmada meşihat, yâni şeyhülislâmlık kapısına naklolunarak deavj-i nizamiyenin, deavi nazırının önünde haftada iki gün şeyhülislâmın yanın­da olduğu halde bakılması, hacet sahihlerinin rikâb-ı şaha­neye arzuhal vermeyerek merciine vermeleri de ilân edildi. Karantina usûlünün konması, bu sıralarda epeyice patırdı veitirazlara sebeb olmuştur. Babıâli'de toplanan dârüşşurâ'ya vazifeli kılınan zamanın âlimleri karantina tatbikine fetva ver­dikleri halde halkı, bu adetler frenklerden gelmiştir, gâvurlu kişidir, şeklinde cehalet kaidelerince hareket ederek karışıklı­ğa kıyam olunmuştur. Sultan Mahmud çıkarmış olduğu bir iradeyle, sağlık konusunda edille-i şer'iye ve akliyeye uy­gunluğunu, cevazın müsbet olduğunu, Takvim-i Vekayii'de 164. sayısında tafsilat dolu bir bend neşir lüzumunu hissedip, icra etti. Viyanadan ecnebi memurlar getirterek ilk önce mercii şer'iyesine eski kadılardan Es'ad efendi, işlerin tıbla ilgili tarafınada Abdülhak molla'y*. askeri yönünede asakir-i mansure feriki Namık paşayı tâyin ederek, ecnebilerle tıbbi­ye maddelerinin ve diğer hususların müzakeresini yapmaya vazifeli kılmıştır. Şimdi de hemencik, yukarda adı geçenler hakkında kısa bir malumatı çalışmamıza ilâve edelim:
(1) Muhammed Es'ad efendi, Sahaflar şeyhizâdeler diye tanınmıştır. Sultan 2. Mahmud döneminde Halet efendiye mensubiyet peyda ederek 1241/1825'de vakanüvis oldu. Daha sonra molla olup, 1244/1828'de ordu kadısı oldu, an­cak o sene azil olundu. 1247/1832'de Takvim-i Vekayi baş­muharrirliğine nasb olundu. Çok geçmeden de Takvimhane nazırı oldu. Bu münasebetle Osmanlı yazarlarınında ağaba bası ve önderi oldu.  1248/1833'de İstanbul payesine irtika etdi yâni yükseldi. Çok bir zaman geçmeden de İstanbul Ka­dılığı görevini aldı. Arkasından Anadolu payesini ihraz etti. Bu paye ile İran elçiliği vazifesi verildi. Bütün bunlar olurken Takvimhane nazırlığı da uhdesindeydi.  1254/1838'de, Ru­meli kazaskerliği payesine nail oldu.  1255/1839'da meclisi vâla azalığına,  1260/1844'de bilfiil Rumeli kazaskerliğine, 1262/1845'de kurulan maarifi umumiye nezaretine tâyin olundu. İlk maarif nâzın unvanını kullanan zatın Es'ad efendi olduğunu beyan etmiş olalım. 1264/1847 başlarında bu ne­zaretin lağvıyla az!onupmeclis-i maarif reisi oldu. <Bu sıra da nezaret unvanı, mektepler müdiriyetine çevrilmiştir> Vefatı, 1264/rebiülahir-1848 senesinin mart ayında vukubulmuştur. Muhammed Es'ad efendi âlim, şâir güzel yazı yazan, divan şiirleri olan, üssüzafer adlı meşhur bir eseri ve birçok risale­si, vardır. İstanbul'da Yerebatan semtinde yaptırmış olduğu kütüphanesinde medfundur.
(2) Abdülhak Molla; Hekimbaşı Hayrullah efendinin toru­nudur.  1216/1801'de talebe olmuş 1244/1828'de Eskişehir Fenari, 1246/1830'da Mekke-i Mükerrerne kadılığına, 1249/1834'de İstanbul Kadılığına 1252/1836 Anadolu, 1257/1841'de Rumeli kadılığına tayinedilmiştir. 1264/1848!de, meclisi maarif reisliğine geçmiştir. Tıb ilmine vukufiyeti vardı, Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hanların dönemlerinde üç defa baştabibliğe tayin edilmiştir. Çokuzun müddet tıbbiye nazırlığında bulunmuştur. 1269/1853'de alimlerin reisi olmuştur. 1270/1854'de ise vefat etmiştir. "Hayrullah Tarihi" yazarının babasıdır. Bu arada da ulema­dan Hekimbaşı Behçet efendiyede bir risale yazdırıp, matba-i âmirede bastırtıp, ahaliye olsun, askerlere olsun dağıtmaya çalışmışlardır. Padişah, her yeni kuruluşları İlk önce ulemaya tasdike önem verir, bunda muvaffak oldukta da birmeşruiyet temin etme zannını hâkim kılma yolunu tutması uygun bîr tavırdı. Taassuba karşı en uygun yol buydu. Ziraat, sanayi ve ticaretin hamle yapması gerekliliğini müzakere etmek üzere hariciye nâzın Mustafa Reşid Paşa'ya bir heyet kurdurup, başkanlığını paşanın üstüne almasını istediği gibi, Galatasa­ray'da Tıb mektebinin açılması ve avrupadan hocalara baş­vurulup getirtilmesi ve bilhassa, rüşdiye mekteplerinin haya­ta geçirilmesi gibi olaylar, bu senenin göz kamaştırıcı pırıltı-larındandır. Rüşdiye mektepleri, Mustafa Reşid paşanın riya­seti altında teşekkül etmiş bulunan daha sonra da, ümur-u Nafia meclisi adını almış olan ziraat, ticaret ve sınai encüme­ni tarafından birlikte alınmış kararlarındandır. Bu karar tafsi­latıyla layiha şekline getirilerek, dar-üşşurâ-i babıâli'ye veri­lerek tetkik ve ülkenin maarif açısından ehemmiyetli çabala­ra ihtiyacı bu şura'da kendini göstermişti.
Bu arada hemen yukarıda adı geçen ulemadan Mustafa Behçet efendinin de biyorafisinden bahsetmeden geçmeye­lim: Mustafa Behçet efendi: 3. Selim ve Sultan 2. Mahmud devrinin âlimlerinin büyüklerindendir. 3. Selimdevrinde bir, Sultan Mahmud döneminde ise iki defa hekimbaşıhğa getiril­miştir. Mısır, İstanbul ve diğer bölgelerde bulunarak rurneli kadıaskerliğine kadar yükselmiştir. Yeniçerilerin kaldırılması ve tıb mektebinin kuruluşunda, hizmetleri büyük olmuştur. 1249/1833'de vefatı vukubulmuştur. Behçet efendinin, meş­hur Buffon'un tarih-i tıbbiyesinin bir kısmını, bir hikmeti tıba-iy'ye, bir fizyoloji, arabçadan da, Napolyon adlı tarihi, tercü­me eylemiştir. Maarifimize büyük emek verip hizmetleri şöh­retini duyurmuştur. Meclis-i ahkâmı adliye'de de gözden ge­çirilip, tasdik edilmekle Mehmed Es'ad efendi adlı bir zat, adı .geçen mekteplere nazır tayin kılınmıştır.
Sultan Mahmud; gösterdiği bu himmetle ıslahat yolunda büyücek bir adım atmış oluyordu. Görülen vaziyette padişah, Engelhardın dediği gibi: <Bir nevi meşrutiyet idaresinin baş­langıç dönemini gerçekleştirmekten, fazla mutedilane bir mutlakıyet hükümeti yapmak emelinde idi. >
Tanzimat devri üzerine: Sultan 2. Mahmud'un bırakdığı hükümetin maruz kaldığı durum ve vaziyet-Hüsrev paşa sa-dareti-hükümetin sahnesinde iki parti-Mutlakiyetin itibarının iadesi teşebbüsü-Kullanım politikası ve eseri-Hüsrev paşa işe nasıl başlıyor? -Reşid paşanında mahvına kasd ediyor: bir diriltme teşebbüsü-Mustafa Reşid paşa hali faaliyette-El-de bulunan tarihlerin şahadetleri-Tanzimatın okunması ve metni-Meclis-i ahkâmı adliyenin teşkilatıyla müzakere usûlü­nün birinci defa olarak kurulması, müzakere usûlünün on maddesi, meclisi mezkûrun azasıylan ona memur olanların isimleri, ilk resmi nutku hükümdari-İlk mazbata teskeresİ-Padişah her sene babıâli'ye geleceğini vaadini yapması-Ent-rika başlıyor-İrticaa doğru-Sadrazam Hüsrev paşanın mah-kumiyeti-Engelhard'ın kendine has görüşleri-eksik başlan­gıçtı bir meclis-i mebusan taslağı: İmar meclisi teşkilatı
Sultan 2. Mahmud, vefat ettiğinde, Osmanlı devleti tahtına çıktığından çok farklı ve bambaşka bir devlet tarzı devret­mişti. Mısır meselesi son derece ters bir yola girmiş, Osmanlı devietordusu Nizip'de. Mısır valisi Mehmed Ali paşa'nın oğiu İbrahimpaşa ve kuvvetlerine yenilmiş, bir başka deyimle devlet ordusu vilayetlerinden birinin silahlı gücü karşısında mağlup düşmüşidi. Genç padişah Abdülmecid'in tecrübesiz­liğinden istifadeyle sadaret mührünü, adeta zorla ele geçiren Hüsrev paşa ve bunun korkusunu içinden atamayan derya kaptanı Ahmed paşa emrindeki gemilerle, Mısır valisi Meh­med Ali paşaya sığınmış ve hâin firari Ahmed paşa diye anı­lırken, Ruslar ise devleti âliye arası bir hünkâr iskelesi adı ile düzelir görünmüşse de bu bir himaye durumuydu. Ordusu mağlup, donanmasının büyük bir kısmı komutanca, iç düş­mana teslim edilmiş, Osmanlı devletinin bu hali, Fransız, İn­giliz, Avusturya, Prusya devletlerinin siyasi bakışı karşısında adeta Rusların pençesine takılmış bir güvercini andırmaktay­dı. Şark meselesi denen siyaset tarzı, doğrudan doğruya gel­diği vaziyet itibarıyla münakaşa edilmesini gerektirmiş ve öyle bir mesele o sırada mevzuatıda adeta bir kurtuluş hük­münü elde eden olmuştu. Bu şekil son derece küçültücü, ha­karete bulaşmış idi. Milletin düşüncesine gelince hak dediği cehl ve taassuba vurulan darbelerden, son derecede fütur ve zaaf içinde bulunuyor ve Osmanlının, tamam-ı hayatiyesi boyunca bu ana kadar karşılaşmadığı felaketlerin en büyü­ğüne uğramıştı. Bunada boyun eğmişti. Artık müthiş bir aki-bete uğramayı bekliyordu ve öte taraftan ıslahat adına başla­mış olan, bütün idari kuruluşlar, idari teşkilata, adliye düzeni­ne ait müthiş eksiklikle beraber henüz ölçüsüz kalmaktan uzaktı. Padişah onyedi-onsekiz yaşında bir çocuk, veziriazam kindar ve haris adamdı. Hattâ Tarih-i Lütfi'de, okunduğuna göre ahkâmı adliye nezaretinde bulunmakta olan Hüsrev paşa, Köprülüler kütüphanesinde, mahzun ve mağmum bekle­mekte olan başvekil Rauf paşa'dan mührühümayunu aldırıp, kendisine sadareti ve ikinci damad Said paşadan ki bu Said Paşa; Sultan 2. Mahmud ve Abdülmecid hân dönemlerindeki vezirlerdendir. 1253/1837Jde birbuçuk seneye yakın, 1263/1846'da onyedİ ay seraskerlik yapmıştır. Seraskerliği alarak diğer damad Halil paşa'ya verdirmiştir. Hattı hüma­yunda: "Seni karihai sabhai şahanemden umuru dahiliye, hariciye ve mesalihi maliye ve askeriyye'ye, velhasıl kâffe-i hususata nezareti şâmile ile sadaret-i uzma ve mutlaka-i kebir-i makam-ı celiline bilâ istiklâl intihab ve tayin eyle­dim." Bölümünü yazdırtarak, başvekâlet mevkiini sadarete tahvil ettirerek, o kargaşalıkta istiklâl-i zâtiyeye el uzatmıştı. Fakat müstakil olan ne kendisi, ne devlet ne de, padişah idi. Yalnız arada şayanı dikkat bir hadise var idiyse, oda, hükü­met sahnesinde iki partinin bulunmasıydı. Bu fırkalardan bi­rini Hüsrev paşaya mensubiyeti olup, hakan-ı merhum za­manında kuvvetli ayrılmasına dair vukubulan ufak- tefek sadmelere, yan gözle bakan mutlakiyet tarafdarlarından, di­ğer tarafı ise derin bir surette, aleyhimize dönmüş olan avru-pa düşüncesini, lehimize çevirmeye ve esaslı ıslahatımıza eğilim gösteren ekalliyet idi.
Bu ekalliyet yâni, az sayıdaki insan o kadar ki, Reşid pa­şanın nefsinde toplanmış bulunuyordu ve Reşid paşanın; kendi eline idamını isteyen dilekçeyi, vererek, mabeyne gön­dermekten çekinmeyen Hüsrev paşa, bu inceliğe vakıftı. Çünkü mutlakiyet, kendisine gelecek darbe ne kadar az, ne kadar aciz, ne kadar ihmal olunursa olsun, onunla sarsılaca­ğını saldıran, hissetmeden evvel sezinler. Şurâ'yı ahkâm-ı adliye, şurâ'yı babıâli diye ikiye ayrılmış gibi görünen şu son idare usûlü bile, ilk dakikada mâliye işlerine, bir hükümdar­dan bir meclis-i maarif kurulmasını, ilk adımda medrese tedrisatı usûlünden ayırmadan, rüştiye mektepleri kurulması su­retiyle ozarnanlar ulema denilen işi yürütenler, taassub pen­çesinden kurtulmaya gayret göstermesi, askeriyeye ait işle­rinde ayrıca birşurâ eliyle idare ettirilerek, başkentte batı dü­şüncesinin dalga dalga girmesi sadaret hattı hümayununda örtülü olması: "ümur-u dahiliye ve hariciye, mâliye ve aske­riye velhasıl kâffe-i hususata nezaret-i şâmile" kaydının kon­masıyla, mutlakıyetin geri gelmesi fikrine teşebbüs ettirmişti. İhtimalki, ekalliyet yâni sayıca az olanlar, attıkları adımlar­dan mutlakiyet kadar haberdar olamamıştı. Sultan Abdülmecid, ilk günlerinde iltizamlara zam yapılmasın şeklinde men etme kararı almıştı. Mutlakıyetin karışıklıkla zedelendiğinde ahalinin ağzına da bir parmak bal çalarak kendini beğendir­me politikası çirkinliğinden, daha sonra tatbike konulan tev­cihlerinde ise, doğrudan doğruya ayırımcı fikre taarruz edil­miş idi.
Tevcihatı yâni taltifleri ilân eden resmi lisan bu hususta sağlam bir senettir. "Biz; geçmiş dönemde bu türlü entrikala­rın ne çok çeşitlilerini görmüş ve daha sonra esbabı mucibe-sini ve olacak vak'aların neticesini keşfetmeğe alışmıştık ve eskiden beri siyasetimizde ve tarihte kullandığımız lisanda buna istimal (kullanma) politikası denirdi. Kişiler hakkında bile uygulanırdı. Mutlakiyet idaresi kadar, anane ve mazisine sâdık hiç bir usûlü idare yoktur. Bahse konu tevcihat şöyle idi: Önce suhulet mütalasıyla herbiri müstakil olan memurlar eliyle idare olunmakta olunan mansıbların birleştirilmesi ka­rarlaştırıldı. Bu idare dahi müşkülata ve özel müsteşarlar ve müteaddid memur tâyine, ihtiyaç görünerek icraatı vakıada, pek fayda görülmemiş olduğundan bundan sonra ayrı olması hakkında sâdır olan, yâni çıkarılan hatt-ı hümayun icabinca, Hasib Paşa'nın yerine darbhane müşirliği, Valide Kethüdası Ali Necip Paşaya ve oraya katılan, Mekke ve Medine evkaf
nezaretlerinin, darbhane müsteşarı Şevki efendiye ve Nafiz Paşanın azliyle, mâliye nezareti ayrı olarak hazine-i amire defterdarlığının, eski defterdarlardan Hacı Edhem efendiye, mukataat defterdarlığı, Bahriye müsteşarı Musa Safveti efen­diye ve Bahriye müsteşarlığı da, Tophane müdürü Mazlum beyefendiye, boşalan Tophane müdürlüğünü nezarete çevi­rerek Bağdad eski defterdarı Arif Zeki Efendiye tevcihi, mali­ye vede darbhane nazırları Nazif ve Hasib Paşaların, vazife­den alınmaları vukubulmuştu. Bu zammın yapılmasını men etmekten umulan, eski dönemin usulünce, bir nevi adalet ic­rası yapmaktır. Tanzimatı hayriye tarihine kadar, bütün memleket idaresi iltizam kaidesine bağlıydı. Her yerin bedeli hazinede kayıt altındaydı. Birisi, bir yere vali veya mütesel­lim, voyvoda olacağı zaman sarraflar tarafından taahhüd olunacak taksiti belli olarak o mahallin gelirinin müteahhidi olan sarraf tarafından hazineye nakden veya havalesi yapılır­dı. İltizamlarda mukataat dahil ise, mukattaat yalnız aşar ha­sılatına mahsustu. (Tarih-i Lütfi)

Büyük Mustafa Reşıd Paşa-Kavalalı M. Ali Paşa-Damad Halil Paşa'nın  Biyografileri


Mustafa Reşid paşa: 1214/1799 senesinde İstanbul'da dünya'ya gelmiştir. Babası Sultan 2. Bayezid hân vakfiyesi­nin ruznamçecisi Mustafa efendi isimli bir zattır. İlim yolu başlangıcına pederinden girişmiş, yüksek ilimleri ise Beyazid camii şerif müderrislerinden tahsil eylemiştir. "Bir Türk Dip­lomatının Siyasi Evrakı" isimli eserde okunduğuna göre, 1230/1814 senesinde eniştesi İspartalı Seyid Ali paşa seras­ker unvanı ile Mora'ya vazifeli olarak gönderildiğinde de Re­şid bey beraber gitmiş, 1236/1820'de Ali paşa Bursa, Koca­eli mutasarrıflıklarında vazifeliyken, gizlice İstanbula getirtil­miş sadaret uhdesine verilmiştir. Tabii enişte paşa Reşid beyi sadaret mühürdarı olarak istihdam etmiştir. O sıralarda mü-hürdarlık vazifesi resmi surette tevcih olunan makamlardan bulunduğundan, henüz devlet kaleminde vazife almamış olan birinin, mühürdarlık yapmasını çok görenler olmuştu.
Ancak; eniştesi, kendisinin bu işe dair liyakat ve iktidarını, daha önceki deneyimlerden bildiğinden, çok görücülerin ifa­delerine zerre kadar önem vermedi ne varki; Reşid bey'in bu ikbâli çok sürmedi. Reşid bey, 1250/1834'de aivan-ı hüma­yun amedçisi iken, Fransa devleti nezdinde ilk defa sabit elçi olarak tâyin edildi.

Sultan 2. Mahmüd'ün Halk Gözünden Düşüş Sebebi


Seyid Ali Paşa; devletine hayırlı ve koruyucu bir kimse idiyse de, devletin mühim işlerini güzelce idare etmeye ikti­darı bulunan kimselerden olmadığından az bir vakit sonra azledilerek, Gelibolu'da ikamete mecbur kılınmıştı. Reşid bey, eniştesinin bu azil işi üstüne, Davudpaşa'daki evine çe­kilmiş, servet sahiblerinden olmadığından fakr-u zaruret için­de yaşamıştır. Ancak; çok'geçmeden Mısır divanı efendisi olan İbrahim efendi isimli birinin kızıyla evlenerek kaimpederinin, Kandilli üstünde bulunan evine, iç güveysi olarak gir­miş ve Ali Paşanın Filibe'den bir ay tedavi için Maltepe'ye gelerek, vefatının vukuundan sonra hanımını boşayıp, mer­humun müstefreşelerinden biriyle evlenmiştir. <Pek garibdir ki Reşid bey, yeni hanımı ile beraber yaşamakla birlikte, ba-bıâli kaleminden birine tâyin buyrulmasını istida eden dilek­çesini üç defa padişaha sunduysada netice alması mümkün olmadı.> Sonunda da, eniştesinin sevdiklerinden, Beylikçİ Köse Akif efendiye müracaat ederek, delalet buyurmasını is­tirham etmiş, bu sayede de, babıâli mektupçu kalemine tayi­ni çıkmış. Burada kısa zamandaki üstün başarısı kendisinin herkesçe takdir edilmesine mucib olmuş, yazı ile okumada gizli evrakların kendisine verilmeye başlamasını görüyoruz. Reşid Bey'in 1244/1828'de Rus savaşındaki sadrıazam Ben-derli Selim Paşa'ya mühürefar olarak tayin edilip Şumnu'ya gittiğini bu görevinede ek olarak, telhis muharrirliği tevcih olunmuştur. Reşid bey'in Şumnu'dan yazdığı telhisler, Padi­şah Sultan 2. Mahmud'un, hayli dikkatini çekmiştir. Padişah, sadnazamından gizlice, bu telhisleri kimin yazdığını sormuş olduğu, pek yaygın rivayettir. 1245/1829'da Ruslarla yapılacak mütarekeye, sadnazam ve serdar-ı ekrem Reşid Meh­med Paşa; Reşid bey ile ordu memurlarından olup, daha sonra hariciye müsteşarlığında ve mükerrerende, Paris'le Londra sefaretlerinde bulunmuş olan, Nuri bey'i yollamış, Edirne'de yapılan sulh antlaşmasında Reşid bey, serkâtip sı-fatıylamurahhaslarımız maiyetinde bulunarak, musalehanm sonunda Ruslar tarafından verilen resmi hediyeden, mücev­herli yüzük ve altun bir saat, bir de samur kürklü tulum al­mıştır. Sulhden sonra sadrazam Reşid Mehmed paşanın tekli­fiyle amedçi odasına memuriyeti padişah tarafından -tensip kılınmıştı.
Bu sırada reisülküttap Pertev efendinin gizlilik taşıyan işle­rinde büyük iltifatlarına nâiî olan Reşid bey, 1246/1830 yılın­daki Mısır valisi Mehmed Ali paşanın Girid adasına yardsmını sağlamak için gönderilen Pertev efendiye refakat etmiştir. 1247/1831'de İşkodralı Mustafa paşa gailesi genişledikçe amedi divanı reisi Akif efendi, Pirlepe'de bulunan sadrazam Reşid Mehmed paşanın yanına gönderilmesine karşılık, Re-şîd bey amedçilik vekâletine tayin edilmiştir. Bahse konu ga­ilenin patlaması üzerine İstanbul'a avdet eden Akif efendi, başka bir vazifeye tayin olunarak, amedi divanı hümayunu asaleten Reşid bey uhdesine verilmiştir. 1248/1832'de Top-hane~i âmire müşiri damat Halil paşa refakatiyle Mısır'a 1249/1833'de, Mısır valisi Mehmed Alizade İbrahim paşa ile müzakereye selahiyetli olarak Kütahya'ya gitmiştir. Bu sıra­da bazı bedbahtlar Reşid bey aleyhine isnatlarda bulunmuş­lar ve padişahı dahi, kızdırmışlardı. Padişahın yakınlarından bazı kimseler hamiyyet göstererek, tahkikat yapılmasını tav­siye ederek, bu tavsiyenin yerine getirilmesi sonunda netice­de aklanması gerçekleşmiştir.
Reşid bey, 1250/1835 tarihinde ilk defa olarak Osmanlı devleti tarafından, yukarıda da temas ettiğimiz gibi Fransa nezdinde kalıcı elçi tayin olunmuştur. Maiyetindede Mösyö Kavur adlı bir tercüman vardı. O zamanlar; şimdiki gibi nâkil vasıtaları olmadığından karadan talika denen arabalarla git­meğe ve Macaristan ile Avusturya'dan geçip, bu ülke siya­setçilerini ziyarete mecbur olmuştu. Avusturya devletinin, o dönemdeki başvekili bulunan meşhur Meternih, Reşid bey'i lâyık olduğu şekilde karşılayıp, görüştü.
Doğu meselesinin çıkış sebebi ve de elan devam etmekte olduğunu söyledi. Prens Meternih Reşid bey'in şerefine bir zi-yafetde düzenleyerek alakasının derecesini göstermişti. Prens Meternihin burada Reşid bey'in koluna girerek, kendi­sine büyük bir saygı beslemekte olduğunu görüyoruz, Şark meselesine dair ufak-tefek masallar söylüyordu.
Reşid bey, o andan itibaren Fransızcasını ileri seviyeye ta­şımasının şart olduğu kararını veriyordu. Reşid bey'in biyog­rafisinde şu kısım pek mühimdir: Reşid bey Paris'teki vazife­sini güzel bir şekilde sürdürürken Fransızca lisanını ilerlet­mek hususunda, büyük çaba ve gayret gösterir. Öte taraf-tanda avrupada rastladığı ve gördükleri kendisini intibaha getirip, medeni teşekkülat, faydalı tesislerin kurulupda işletil­mesinden tutunda, devlet idare tarzına ve devletler hukuku­na, muamelat ve malumatına dair tetkiklerde bulunmaktan hali değildi. Reşid bey 1251/1836'da izinli olarak İstanbula gelmiş ve padişahın huzuruna çıkarak, büyük elçilik unvanı­na vede bir çok iltifata nail olmuştur. Paris'e dönmekteyken, amedçilik uhdesinde bulunuyordu. 1252/1837'de sefaret gö­revi Londra elçiliğine tahvil edilmiştir. Bu seferde hariciye nazırlığı müsteşarlığına terfii yapılmıştı. Pertev Paşa'da padi­şah indinde beğenilen ve makbul bir kimseydi. O zaman bü­yük ve küçük devlet adamları, iki partiye bölünme durumun­daydı. Bir bölümü Pertev paşaya, diğer bölümü Akif paşaya taraftardı. Reşid bey dahi o hengamede Pertev paşa tarafına-dahildi. İngiltere kralı 4. Gilyom, Reşid bey'in devlet-i âliye-nîn mevcudiyeti siyasiyesinin ve mülkiyetinin tamamiyetinin muhafazasının temini halinde avrupanın bundan ne kadar fayda ve menfaat kazanacağını ileri sürüp, güzelce ikna et­meğe muvaffak oluyor, Reşid beyin nezaket dolu davranışları ile Fransa ve İngiltere de, Türk dostu olma arzusu hamleleri başlıyordu.
1253/1837'de hariciye nâzın olan Ahmed Hulusi paşa ve­fat edince, Reşid bey'e paşalık verilmemekle beraber, vezirlik ve müşir-i nezarete tayin edilmiş ve rütbesine mahsus-nişan, kılıç ve diğer eşya Londra'ya gönderilmiştir. Bu arada da Pertev paşa talihsizliğe duçar olmuş, Edirne'ye sürülmüştü. Reşid bey, hariciye nâzın sıfatıyla İstanbul'a gelmişse de Per­tev paşanın rakibi Akifpaşa, Sultan Mahmud'a: "devlet-i âJİ-yenin avrupa devletleriyle vaki münasebetlerinde var olan önem hasebiyle Paris ve Londrada, tanınmış ve oraları bilen sefirler bulunması lâzımdır" yollu telkinleri üzerine Reşid bey'e paşalık verilmiş, buna ilave olarak da büyükelçilik un­vanı    tanınmıştı.    Hemende    Paris'e    gönderilmişti. 1254/1838'de, Akif paşa'da talihsizliğe uğrayarak çekilmek durumunda kalmış Reşid paşa; İstanbul'a koşmuşsa da, az sonra yine sefaret görevi ile Londra'ya gitmiştir. Sultan Ab~ dülmecid'in tahta çıkışında Reşid paşa Paris'de bulunmak­taydı. Fakat saltanat değişikliğini Londradan'da Paris'e gel­diğinde duymuştur. O zaman Paris elçisi Fethi paşa adlı bir zattı. Reşid paşa, Paris'de kral Lui Filİp'in huzurundayken vak'ayı haber almış. Kral Filip'in derhal verdiği emirle bir ge­mi tahsis etme yolunu açmışsa da, Reşid paşa nezaketle red edip, Marsilya yoiuyia İstanbul'a ulaşmıştır. Hüsrev Paşa o sı­ralarda makamı sadarete geçmişti. "Gülhane hattı hümayu­nunun okunmasından sonra; 1257/1841'de İstanbul'a getiri­lip, Edirne valiliğine tâyin edilmişse de, hastalığı münasebetiyle gidemeyip,  yine Paris  sefirliği  ne  avdet etmişti. 1261/1845'de   2.   defa   olarak   hariciye   nezâretine, 1262/1846'da sadarete geçmiş, ancak 1264/1848'de göre­vinden alınmış, 3 ay, 9 gün sonra yeniden sadarete getiril­miştir. 1268/1852'de infisal edip, meciis-i vâlâ reisliğine ge­çerek, aradan geçen 41 gün sonra 3. defa sadrıazam olmuş­tur. Beş ay sonra ayrılmak mecburiyetinde kaldığı sadaret­ten, 3- defa hariciye nazırlığına getirildiğinde 1269/1853 tari­hine gelinmişti. Ve 1271/1854'de, 4. defa makamı sadarete   ; gelip bu sadaretide altı aydan az sürmüştür. Mısır valisi Said Paşansn daveti üzerine de, Mısır seyahatine çıkmıştır. 1273/1856'da 5. defa sadrıazam oldu. 9 ay, 7 gün sonra bir daha vazifeden alındı. Tanzimat meclisi başkanlığına geçti ve 1274/1857 senesinde 6. defa sadrıazamhğa geçmiş vede aynı sene, irtihali dâr-ı beka eyleyip, Bayezid camii bitişiğin­de Okçular başındaki, özel türbeye defne olunmuştur. Meclisi Vâlâ, maarif nezareti, mekteb-i rüşdiye, encümen-i dâniş, Takvim-i vekayi-i, heyet-i tedrisiye-i islâmiye salname-i res­mî gibi önemli müesseselerin kurulmasında memleket irfanı­na kalemiylede hizmet ederek, özetlersek resmî lisanıda ıs­lah ederek sade.birşekle bağlayabilmiştir. Edebiyat tarihimiz­de bir özel dönem sahibi olan Şinasi merhum, Mustafa Reşid paşanın kadirbilirliği ile encümen-i dânişe aza olmuş ve lisa­nımız, bir taraftan resmiyetteki gerilikten kurtulurken, öte ta-raftanda Şinasi merhumun kalemi ile avrupa düşüncesi ede­biyatına, açılmağa başlamıştır. Reşid paşa vefatı esnasında altmış yaşındaydı. Altı defa geldiği vezareti uzma makamm-dada toplam yedi sene, bir ay, onaltıgün, hariciye nezaretin­de dört kere koltuğu işgal etmiş, beş sene yedi ay, yirmi gün, çeşitli defa çeşitli ülkelerde ve diğer hizmetlerde yirmi sene kadar bulunmuş Osmanlı devletinde yegâne bir siyasetçi adam imtiyazını elde etmiştir. Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulunan amedi divanı hümayun Reşid bey'in esas memuriyeti: "Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yu­nanlılarla Mısır vâiisi Mehmed Ali paşa'nın, avrupa gazetele­rine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa efkâr-ı umu-miyesini lehine imale etmek, onun İçin bir tarafdan sefirler ile münasebet ve sohbetlerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin, eski usûlü terk ederek, avrupaya tatbik et­meğe başladığını, yayınlayıp duyurmak, bunlardan başka, zamanın en mühim meselelerinden olan Mısır meselesi husu­sunda Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Ceza­yir'in geri alınmasına çalışmaktı.
Mehmed Ali Paşa'ya gelince; Mehmed Ali Paşa: Mısır ida­resini yeni şekil ve güzelliğe çevirmekle yapmış olduğu ısla­hatçı yenilik ve siyasasında yolun başlangıcını medeniyet hedefine açan zattır. 1183/1770 tarihin de Arnavutluk'ta, Görüce civarında bulunan bir köyde dünya'ya gelip, kendisi çocukken babası her nasılsa vatanını terk ile ailesini de yanı­na alarak, Kavalaya hicret etmiş. Mehmed Ali burada büyü­yüp, tütün ticaretiyle iştigal etmeye başlamıştı. Mısır'ın; fran-sızlarca istila edilmesi sonrası içine yuvarlandığı halden kur­tulması için asker yazıldığı sırada Mehmed Ali de, Arnavut askeri temin ederek o tarafa gitmişti. Orada Arnavut askerle­rinin başı olarak bulunan, Poyanlı Hasan Paşanın maiyetine girmişti. Ebu Kır savaşlarında fevkalade büyüklükte cesaret sergilemiş, böylece büyük bir şöhrette kazanmıştı. Böylece-de itibarı yükseldi. Mısır valisi bulunan Hüsrev paşa, Arnavut askeri ve Mısır Memlükleri üçgeninde çıkan anlaşmazlıklar hasebiyle çok önemli bir mevkie yükselme vaziyetine gel­mişti. Ağır, ağır arnavut askerlerinin başı olma yolunu tut­muştu. Artık bu kuvveti istediği gibi kullanabilmeyisağlama-ya muvaffak olmuştu. Hüsrev paşa bu çekişmelerin üstesine ağırlığını koyamayınca Mısır'ın idaresi müthiş bir karışıklık içine düştü. Mehmed Ali askeri zaptı rapta alıp, Hüsrev paşa­ya işten el çektirdi. Memleket idaresini eline almış, vaziyeti babıâli'ye bildirmiş, onlar ise, Mehmed Ali'yi vali yapmakta bir mahzur görmemişlerdi. Böylece Mehmed Ali, 1215/1801 tarihinde rütbe-i vezarete nail olarak resmen Mısır valisi ol­muştu. Asayişin yeniden kurulabilmesi için, Mısır yeniçerileri demenin makul sayılacağı kölemenlerin varlığını izale etme-side başarıdır. Bütün islâm memleketleri içerisinde munta­zam askerler tertibini başarmıştır. Babıâli'nin kötü idaresi yü­zünden Osmanlı devleti ile onun valisi olan Mehmed Ali pa­şanın arası açılmıştı(!) Mehmed Ali paşanın oğlu, İbrahim paşa Şam'ı, Adana'yi ele geçirdikten sonra Konya'da sadn-azam Reşid paşayı esir almıştı. Kütahya'ya kadar sokulmuş ve Nizib adlı yerde Çerkeş Hafız paşa komutasındaki Os­manlı ordusunu yenmeyi becermişti. Bu arada Osmanlı tah­tında meydana gelen değişiklikte 2. Mahmud'un vefatı yerine oğlu Abdülmecid'in geçmesi ile meydana gelen yeni şartlar, ecnebi devletlerinde işe karışması ile birlikte Mısır valiliğinin, Kavalalı Mehmed Ali paşa ve evladlarına mirasyolu ile de, geçmesi şartıyla tevcih edilmiş idi. Kavalah Mehmed Ali Pa­şa 1264/1848'de yakalandığı hastalığı esnasında, oğlu İbra­him paşa, Mısır valiliğini iki sene babasına vekaleten yürüttü. Mehmed Ali Paşa, iki senenin sonunda, İskenderiye'de 1266/1850 senesinde öldü. (Kamus-ül âiam'dan hülasa) Halil Paşa; Eski sadrazamlardan Hüsrev paşanın kölelerin-dendir. Hüsrev paşanın asakiri mansure ordusunun serasker­liğinde, mirmiran rütbesinde bulunup, 1243/1828 Rusya se­ferinde vezaret rütbesiyle vede seraskerlik kaimmakamlığı unvanıyla, serasker Ağa Hüseyin paşanın emrinde Şumnu'ya gitmiş ve dönüşünde Edirne barış antlaşması tasdiknamesini götürmek üzere, büyük elçilik vazifesi ile Rusya'ya gönderil­miş,  1245/1830'da kaptan-ı derya olup, bir sene sonrada, donanma ile Mısır'a gitmiş, 1248/1832'de Tophane müşirli­ğine tayin edilmişti. Daha sonra padişah damadiığına nail ol­muş, Hüsrev paşadan sonrada boşalan seraskerlik makamı­na getirilmiş, onaltıbuçuk ay bu makamda kalıp, daha sonra ticaret müşiri olmak üzere seraskerlikten azledilmişti. Sul­tanlık Abdülmecid'e gelince, yeniden seraskerlik makamına tayini yapılmıştır. Onbirbuçuk ay süren bu vazifeden meclis-i ahkâmı adliye azalığı kısa bir zaman sonra da, bu meclis re­isliğine getirilmiştir. 1259/1843'de 2. defa, 1263/1847'de 3. defa, 1270/1853'de 4. defa kaptan-ı deryalığa tayin edilmiş­tir. 1272/1858'de irtihali dâr-s beka eylemiştir.

Yeniçeri Vak'ası


Sultan 2. Mahmud döneminin en önemli olaylarından biri­sinin, yeniçeriliğin kaldırılışı ve bunun safahatı olduğu, ma­lumdur. Osmanlı devletine beş asır hizmet vermiş olan bu ocağın, acaba ilgası yerine restorasyon yapılarak yeni bir or-ganizyona da başvurmakla devamı kâbilmiydi? Sorusu her­kes tarafından düşünülen bir muammadır. Ancak; görülen odur ki, yeniçerinin ortaya getirdiği geçmiş vak'alar ortadan kaldırılmayı çoktan hakkettikleri husustandır. Biz bu vak'ayı yabancı diplomatlardan, şâirlerin içinde hayli yüksek bir nâ­mı olan ve aynı zamanda tarihçi olan Alfred Do Lamartin'in; Tercüman 1001/temel yayınları arasında neşrolmuş, eserinin 7. cildinin 1800. sahifesinden özetleyerek koymaktan dolayı isabetli bir iş yaptığımı addediyorum. "Marmara kıyısındaki Yeniçeriağasının sarayı, Bizanstan kalan surların içindeki es­ki istanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sa-ray'ın bütün civarı kısaca bütün İstanbul yeniçerilerin ve ta­raftarlarının elinde bulunuyordu. Artık böylesine genel ve da­yanılmaz bir İhtilâli hiç bir şeyin çeviremeceği ve kaderi de­ğiştireceği düşünülemezdi.
Sultan Orhan'ın kurduğu yeniçeri ocağı, Hacı Bektaşî Velî müridi, döneminin şeyhlerinden birinin duasıyla din-i islâm vede âl-i Osman sancağının altında nice zaferlerin mümessili olmuş ve her kuruluş gibi zamanla tenakuzları ile rahnedar olup, işi zora koşan, ihanete varan cebanetleri ile büyük ısla­hat teşebbüslerine engel tutumu ile zaman zaman kapansin-mı? Yoksa ıslahını edilsin? İkilemleri ile ülkeyi ve devlet rica­lini bir arada bir derede dolaştırmıştı. Bu uğurda ilk gayreti gösteren padişah Genç Osman olmuş, niyetini diline hâkim olamayıp, yerin kulağı darb-ı meselini unutmuş sırrını söyle­miş ve bu dikkatsizliğini hem tahtını hem de hayatını kaybet­miş, yıllarca sipahiler ile yeniçeriler arasında sıcak çatışma­lara, İstanbul'un göbeğinde kanlı mücadeleler cereyan etme­sine sebeb olmuştu. Nizamı Cedid'i kuran 3. Selim/in ise, hâ­zin ve göz yaşartıcı akıbeti hatırlanacak olursa, her isyanın altında ispat-ı vücud eden yeniçeri askerinin kaldırılmasını, eğer sadaret konağında bunlarla yaptığı ve üç gün üç gece süren mücadeleden şehid olmadan, Alemdar Mustafa Paşa­nın çıkmış olması kabil olsaydı, yeniçerinin toptan yok edili­şi, bu sadrıazam tarafından mutlak gerçekleştirilir böylece 17 senelik bir öncelik sağlanırdı. Eğer Alemdar Mustafa Pa­şa; hayatına ve dolaysıyla sadaretine devama muvaffak ola­bilseydi, Sultan Mahmud ile el ele vererek bu zor ve elzem operasyonu tamamlarlardı. Dünya târihinin kaderindekideği-şiklik belki bu gün karşımızda pek başka panaroma gösteri­yor olurdu. Aşağıya aldığımız satırlar Fransa'nın ülkemiz nezdinde, büyükelçisi olmuş Fransanın, büyük şâir ve edib-leri arasında anılan ve hristiyanlık uygulamalarını, açıkça tenkitten içtinab etmeyen, bu uğurda başına gelenlere de, katlanan Şarkâlemini, kendi ölçüleri içinde değişik, fakat za­man zaman isabetle yorumlayabilen, tabii ki her şarkiyatçı gibi azim ve kasıtlı yanlışlara da düşmüş bulunan, Alfred DöLamartin'den yeniçeri'nin tasfiyesini anlatan satırlarını, say­falarımıza alarak olayların yakın şahidinin müşahedelerini vede yorumlarını nakledeceğiz. Bu yorumlarda, bizim hem nalına hem de mıhına dediğimiz ifadelere rastlayacağız am­ma bunun böyle olması normal! Çünkü netice itibarıyla La-martin, Osmanlı devleti üzerinde emelleri olan bir büyük av-rupa devletinin menfaatlerini, ülkemizde temsile gelmiş bir intelejenstır. Mütalaalarının büyük kısmını kendi ülkesinin ve politikasının menfaatine, zarar vermeyecek şekilde dizayn etmesi de en tabii hakkı olduğu gibi, biz de açılmış pazarda bize lâzım olanı alıp, kalanını pazarda bırakmalıyız. Lamar-tin; "Türkiye Târihi" adıyla yazdığı bu eserini Tercüman 1001 Temel serisinden neşredilmiş 7. cildden alıyoruz. Eseri M. R. üzmen hazırlamış, aşağıdaki satırlar 800. sahifeden aynen alınarak, takdim edilmektedir değerli okurlarımıza: "Marma­ra kıyısındaki yeniçeri ağasının sarayı, Bizans'tan kalan sur­ların içindeki eski İstanbul, bugün seraskerin oturduğu Eski Saray, İstanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sa­rayın bütün civarı, kısaca bütün İstanbul, yeniçerilerin ve ta­raftarlarının elinde bulunuyordu. Böylesine genel ve dayanıl­maz bir ihtilâli hiç bir şeyin çeviremeyeceği ve kaderi değiş­tireceği düşünülemezdi. Buna rağmen iki kişi böyle bir şeye cesaret ederek, Alemdar'ın tehlikeli durumlar için, seçtiği iki desteğinin, mizaçları ve sadakatleri hakkında, ne kadar doğ­ru karar vermiş olduğunu ispat ettiler. Bu iki kişi Kapdan-ı derya Ramiz Paşa ile Üsküdar'da karargâh kurmuş olan yi­ğit, Kadı Abdurrahman Paşa idi. Topçu birliklerinin, kuman­danı ile Levend Çİftliğindeki sekbanların kumandanı da onla­ra katılmışlardı. Soğukkanlılıklarını ve birliklerini muhafaza ' etmesini bilen bu dört adamın başına, o sırada yangın içinde mahsur kalmış olan sadnazam geçseydi, Alemdar'ın bir şaş­kınlık anından sonra, isyanları ve alçaklıkları yüzünden, imparatorluğun parçalanmasına sebeb olacak, yeniçerileri onaltı yıl önce, yer yüzünden silebilirdi.
Ancak sarhoşluk, aşk ve uyku her şeyi kaybettirmişti. ''Lamartin yukarıdaki ifadesinden sonra Kapdan-ı derya Ra­miz Paşanın Haliç'de Kasımpaşa'daki tersanede ikamet et­mesinden bahseder ve yeniçeri askerinin, yeniden ortalığı karıştırdığı İstanbul'u ikametgâhından bir müddet seyrettik­ten sonra tersane askerini toplayıp onlara bir hitabede bulu­nur onlara padişaha ve kumandanlara bağlı kalacaklarına dâir yemin teklif ettiğinde asker, kendilerine duyulan bu em­niyetten dolayı, büyük bir memnuniyetle ve samimiyetle tek­lif olunan yemini yapar.
Ramiz Paşa bu levendlerden tanzim ettiği bir müfrezeyi, hemen Kasımpaşa'nın sırtlarında bulunan Levend çiftliğine gönderir ve de burada bulunan Sekban sınıfı askerin kışlala­rını terk ile kendisine iltihakının haberini yollar. Yine bir gu-rub daha levendi tanzim etmiş onları da, Tophanede bulunan topçu sınıfına aynı taleple gönderen Ramiz Paşa, bu arada Kadıköy'de yanındaki dörtbin asker ile karargâh kurmuş bu­lunan askerle gelişmeleri takip etmekte olan Kadı Abdurrah­man Paşaya da gönderdiği talimatla mutaassıb Üsküdar ahalisini, askerinin ikibin kişi kadarıyla kontrol altında bulun­durmasını geri kalan ikibin kişiyigemilere irkâb yâni gemile­re bindirerek padişahın sarayına çıkıp Sultan Mahmud'u ko­ruma altına almasını ister. Ramiz Paşa; bu acil tedbirleri al­dıktan sonra da, bir keşifbirlıgi teşkil eder bunları Kâğıdha-ne vadi yolu üzerinden Edirne şosesi istikametinde sevk ed­er. Vazifeleri ise, şehre ulaşmaya çalışan ve yeniçerilere mu­avenet edecek, her çeşit teşebbüsün aman verilmeden ön­lenmesi, direnenlerin katledilmesidir. Ayrıca şehrin içine sal­dığı tebdili kıyafet etmiş adamlarıyla, ahalinin arasına sadrı-azamın kurtulduğunu birlikleri toplayarak şehre gireceği ve isyancıları cezalandıracağı, haberini yayar. Bu tedbirlerin her biri, yeniçeri ve hempalarını da birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, herkes bir başına kalmanın korkusunu yaşamaya başladı.
Öte yandan; bu haberlerin efkârı umumiye arasında şûy-u bulması, yeniçeriyi destekleyen imamların, Alemdar aleyhi­ne olarak destekledikleri bu isyanında, sadnazami yok etme­ye güç yetiremediğini işittiklerinde, vaaz verdikleri kürsüler­den çekilmeye başladıkları görüldü. Alemdar'ın kurtulduğu­nu ve askerleriyle geri döneceğini işiden ahali ise, rstan-bul'un kapılarına koşarak sadrıazamı içeri almamak için ahaliseferber olmuştu. Der. Ramiz Paşanın; sahil boyunca al­dığı tedbirler ve bu tedbirler dahilindeki gemilerden sahil ke­narı mahallelerine yapılan top atışlarının isyana eğilimli olan­ların sinmelerine yo! açarken, saray'a saldıran bişuûrlar da, sarayın personeli ve Kadı Paşanın askerleri tarafından, ya püskürtülüyorlar, ya da saray duvarlarına tırmanma küstahlı­ğını gösterenler hayatlarını kaybederek bunun bedelini ödü­yorlardı. Demekte olan Lamartin, bir nebze olsun saray'a, Sultan Mahmud'a göz atmak lüzumunu hissettiğinde ise me-âlen şunları söylemekteydi:
Kendisini askerine sevdirmiş, sadece eski bir yeniçeri ol­masına rağmen yeniçeriye sevdirememİş, otoriter ve dedi­ğim dedikçi muktedir bir veziriazamın gölgesinde silik oiarak bulunmayı da benimseyemeyen, ancak adalete eğilimi de hayli fazla olan genç padişah, Alemdar olmasa idi, şimdi toprak altında olacağını, 4. Mustafa'nın adamlarından, halas olmasının müsebbibi olan Alemdar'in hakkını yememesi, Adlî olan lakabının gereği olduğunuda hiç unutmuyordu. Ote yandan da; yeniçeriler muvaffak olduğu takdirde 4. Musta­fa'nın tahta çıkmasının kendisinin öldürülmesi demeye gele­ceğinin idrakindeydi.
Sultan Mahmud'un kaderi, düşünceleri, ümidleri korku fır­tınaları içinde debelenip duruyordu. O sırada kötü danışman­ların; yanlış tavsiyeleri, hanımları, anneler gözdeler ve ha­dımlar hâttâ köleler, millete kötü anlar, târihe hayırsız malu­matlar, hükümdarların bizzat kendisine pişmanlığını duyaca­ğı işler yaptırtırlar. Amma; şu da vardı ki, bu isyanı tartışma­sız bastırmak padişahın yepyeni bir otoriteyle adetâ yeniden doğması ve muktedirleşmesinin açık kapısı sayılma şansı ta­şıyordu. Muktedir ve irade sahibi bekleyen işlerin faili, en sı­kışık anda kendini inşa ediyordu. Lamartin üstün bir edib ve mükemmel bir şâir olması hasebiyle tasvir sanatınında elbet­te üstadlarmdan biriydi.
Yukarıda meâlen vermeye çalıştığımız ifadelerinde 1809'daki Alemdar vakası ile 1826'daki yeniçeri ilgası hare­kâtını aradan geçen zamanı yok farzederek, birbirinin mü­temmimi yâni, tamamlayacısı gibi gören bakış, bir târih âli­minin tabii tercihi olup, bizim târih felsefesi anlayışımızda, özellik taşıyan hususun ta kendisidirse de ancak hemen şu­nu da biz hatırlatmak isterizki, padişahın huzurunda devlet-i âliyei Osmaniyanı içinde bulunduğu vahim durumdan çıka­rıp, dönemin her çeşit terakkisine açık bir devlet yapısına ulaştırmak isteyenlerle, kendilerini isyanlarla bıktırtan ve köhneleşmiş tarzı devam ettirmek isteyenlerin mücadelesin­de, en zor durum yine Sultan Mahmud'un üzerindeydi. Çün­kü bir halife-i müslim olması sıfatıyla, her iki tarafında pederi mânevileriydi. Birinin burnu'kanasa, adl-i ilahi ondan sorardı bunu. Ne zordur, Rabbimizin suallerine cevap vermek.. Ra­miz Paşa, Tersaneden ayrılıp saraya geldiğinde olanlardan pişman yeniçeri subaylarıyla saray'ı dolayısıyla padişah mü-dafiileri arasında sulh müzakereleri başlamış, karar açıklan­mak üzereydi. Sarayın mazgalları üzerinden ve minareler­den, bir kişi hariç bütün yeniçeri ortaları ve ahali için, genel af ilân edilmesi teklifi vârid oldu. Afdan mahrum kılman tek kişi ise, yeniçeriağa'sından başkası değildi. Çünkü o, bu fit­nenin bedeliydi. Yeniçeri askeri, onun cezalanmasıyla yenik sayılacak, taraftarları böylece mağlup edilmiş addedilecekti. Teklif tasvib gördü, öte yandan bu tarz, hem Osmanlı insanı­nın kanının akmasını önlemiş oluyor, Sultan Mahmud da, taht'dan inmekten kurtuluyor, hâttâ ağabeyi 4. Mustafa'nın akıbeti hakkında, tercih yapmaktan kurtuluyordu. Şâir ve diplomat Lamartin'in şu satırları çok dikkat çekici olduğun­dan, aynen aktarıyorum: "2. Sultan Mahmud, sarayın" kule­sinden askerlerinin kaçışını ve yangının başkentini, mahve-dişini seyrediyordu. Hem bozgunun, hemde bunca kurban için duyduğu merhametin etkisinde kalarak Kadı Abdurah-man Paşaya, mazgalların üzerinden, yeniçerilerin ateşine karşılık vermemesini buyurdu. Surların üzerinden yayınladı­ğı bir bildiri ile yeniçeri ağasına, uğraşı durdurmasını ve yangını söndürmesini buyuruyordu. Ağa, padişahın buyru­ğuna saygı göstermek bakımından yangının ucundaki evleri yıktırdı ve alevleri bir çenber içine aldı. Ahali, sönen yangın­dan ve mazgallardan zayıflayan ateşten büsbütün cesaret alarak, saraya çıkan bütün yolları doldurdu. Alemdar'a, Karamanoğluna, Ramiz Paşaya, Kadı Abdurrahman'a bostan­cılara sekbanlara ve iç oğlanlarına ve padişahın, şahsına yağdırılan lanetler göklere çıkıyordu. Tehditkâr çığlıklar <Çok yaşa Sultan Mustafa diye yükseliyor. Sultan Mah-mud'a, 3. Selim'in sonu lâyık görülüyordu. Kaçınılmaz ye­nilgisi veya imparatorluğun otoritesinin ve barışın kurulması arasında, verilmesi gereken bir tek karar vardı. Sultan Mus­tafa'nın derhal idam edilmesi. Sultan Mahmud'un hizmet­kârları, danışmanları, hadımlar, padişahın ayaklarına kapa­narak bu kararın verilmesi için yalvarmaya başladılar. 4. Mustafa bir tek hareketle Ölüme mahkûm edilince 3.  Selim'i katletmesi için gönderdiği aynı cellâdların elleriyle ha­yata gözlerini yumdu..." Diyen, Lamartin, kendi Fransasinda krallık döneminde olsun cumhuriyet döneminde olsun, taht ve iktidar kavgalarında cinayet kasırgaları, târihlerinin her anını doldururken 4. Mustafa'nın öldürtülmesine temas eder­ken, şu cümleyi kullanmış olmasını da duyurmuş olalım: ".Beşyüz yıldır kardeş katlinin yükselme taşı olduğu bu im­paratorlukta 4. Mustafa'nın katli son cinayettir. Devlet dü­zeni uğrunda işlenen cinayetleri silen zamana ne mutlu!" demek suretiyle hümanist yaklaşımı, Lamartin'in tahlilini ve satırlarını bu eseri hazırlayan M. R. üzmen şu dip notla açık­lamak lüzumunu görmüş ve pek de isabet etmiş yoksa mü­him bir mesuliyetin altında kalmış olurdu. Şimdi hazırlayanın bu dip notunu da alıntılayarak okuyucunun dikkatini çekelim ve Alemdar Vak'ası ile ilgili okuma parçası adı altında bahsin sonuna koyduğumuz târihi vesaikin ne büyükçe isabet oldu­ğunun bahtiyarlığını da duymuş olalım. Cild 7'sh 1811 de dip not: "Dikkat edilirse Alemdar Vak'ası burada bildiğimiz­den çok değişik bir tarzda anlatılmaktadır. Yazarın çağdaşı olduğu bir olayı, tamamen yanlış bir şekilde, haber alması imkânsızdır. Lamartin eserine kaynak olarak İstanbul'daki Fransız elçiliğinin mektuplarını ve İstanbul'u ziyaret ettiğin­de, istifade ettiği devlet arşivlerini almıştır. Bu konunun ta­rihçilerimiz tarafından incelenmesi faydalı olur." demekte. Aziz okurlarımız; mütercim sayın üzmen'in, bu bilgilerin bu-kadar yanlış olamayacağı gibi bir kanaate eğilimini görmek kabil bu dip notta. Şâirlerin, kafiyeye mânayı feda etme adetlerini göz önüne almayan mütercim beyin, Lamartin'in politik ve hayal dünyasını, kalemine ecdadımızın hakikatini değil kendi politik hesaplarına uygun ve müslümanlann ara­sındaki, ittihadı bozmak için kullandıklarının bir taktik oldu­ğunu hesap etmemesi, sadedillik olarak görülebilir. Yok, şuurla kabullenen husussa o zaman biz de deriz ki, yabancının buyurduklarında keramet arayan, ancak târih bilgisini hâiz olmayan birisi olarak veya târihimize, 1909'dan sonra mu­sallat ettirilen palavracı ve ısmarlama tarihçilerin gözlükleriy­le bakanlar olarak, görmek lâzımdır. Lamartinden, devam edelim: "Sadnazam'ın ordusu başında geridöneceği umudu­nu besleyen saray savunucuları, Alemdar'm cesedini görün­ce cesaretlerinin kırıldığını fark ettiler. Mazgalların yukarı­sından Kadı Paşanın askerleriyle sekbanlar halka aldatıldık­larını yoksa din kardeşleri yeniçeriler ile asla savaşa girmek istemediklerini açıkladılar. Ramiz Paşa ile Kadı Abdurrah-man Paşa'nın kanlarında akıtılan Osmanlı kanının intikamı­nı alacaklarına söz verdiler. 4. Mustafa'nın katledilmesiyle galipleri için bile, kutsal bir kişi haline gelen, Sultan Mah-mud kendisi için hiç endişelenmiyordu. Yararsız bir uğraşı uzatmaktansa, düşmanları ile hesaplaşmayı başka bir sefe­re bırakarak kaderine razı oldu. Sekbanlar ile Kadı Paşanın askerlerinin yeniçerilerle barışmalarını hoş karşıladı. Barış­ma birinci avluda meydana geldi. Durumdan memnun olan yeniçeriler, sadece birkaç kişinin kellesini istiyorlardı; Padi­şah onları idamdan kurtardı. Ramiz Paşa, Kadı Abdurrah-man Paşa, Behiç Efendi gibi Alemdar'm yakın dostları Sa-rayburnunda bekleyen gemiye bindirildiler ve Marmara kıyı­sında, bir kasabaya çıkarıldılar. Oradan Rusçuk'a kaçarak, hâla Alemdar'a sâdık olan taraftarların yanında gizlendiler.
Başkenti beş gün müddetle yakan vede kana boğan ihti­lâl kaçmaları ile yatıştı. Aynı gün yeniçeriler için kötü bir hatıra olan Levend Çiftliğindeki Nizam-ı Cedid kışlasını ta­mamen yaktılar. Akşamüstü de padişaha elçiler göndererek başkaldırmaları için özür dilediler ve sadakatlerini tekrarla­dılar. Gizliden gizliye Alemdar'a düşman olan şeyhülislâm ulemanın başında saraya gelerek, padişahın yenilgisini bir zafer gibi kutladı. İhtilalde mutlakıyetin, dinîn ve eski yasa­ların zaferini görüyordu. Her şey eski düzene göre yerli yeri­ne geldi." Görüyorsunuz sevgili okurlar Lamartin'in yazdıkla­rında; bence üç husus önem arzediyor. Birincisi, 4. Musta­fa'nın katledilmesi Sultan Mahmud'un, yaşayan tek erkek olarak kutsallık kazandı ifadesi, diğeri Levend kışlasındaki Nizam-ı Cedid kışlasını yakıyorlar, sadrıazami öldürüyorlar, bir başşehri beş gün kan ve revan içinde tutmaları özürle ge­çiştirmeleri ve 3. olarak da dinin ve eski yasaların zaferi gibi şeyhülislam efendinin gördüğünü beyanla dinin ve eskinin hâkimiyetinden rahatsizhğını pek mestur şekilde sergiliyor.
Sultan Mustafa'nın katlini hoş karşılamak ne kadar doğ­ruysa, daha önceki katilleri de öyle bulmak lâzım. Bunun bir çâresi olmadığını târih bize biraz tetkik ettiğimizde söylüyor nitekim, Şehzade Cem'in; Bayezid'î Velîye Anadolu ve Ru­meli diye taksimi teklif ettiğinde aldığı cevabı buraya bir defa daha yazalımki iktidarın ne istediği bilinsin: "Bu devlet-i âli­ye öyle başı örtülü bir gelindir ki, iki damada birden tâb ola­maz, arûs-î saltanat inkısam kabul etmez!" Demek suretiy­le devletin idaresinin asla ortaklıkla olamayacağını ortaya koyması bunun da iktidar mücadelesi getireceğini bunun çö­zümünün, bir tarafın diğer tarafı, ekarte etmeye çalışmasıyla mümkün olacağı yeter ki bu mücadelede hududullahın aşıl­maması olması olduğunu, bu veli padişahın beyanından çı-karmakkâbil olabiliyor. Yeniçeriliğin kaldırılmasına doğru gi­den sür'at herhalde bu vak'aflan sonra daha da hızlanmıştır. Hoş aradan onbeş yılı aşan bir zaman dilimi geçmişse de, bu kadar köklü bir ocağın devlet tasfiyesinden zor olduğu akla getirilmelidir. Aslen Kırım'lı olan sabık Kapdanıderya Ramiz Paşa, Rusların işgalindeki memleketine, sığınmak yolunu de­nerken, Kadı Abdurrahman Paşa'da Karaman civarında do­laşmakta, yeniçerilere karşı bir askeri kuvvet hazırlamaya girişmişti. Padişahın bıraktığı kavgayı sürdürmeye kalkışması, tabiatıyla yanlış hâttâ maksadlı bulunsa yeridir. Nitekim, der­viş kılığında dolaşırken tanıdılar, yakaladılar, kafasını kesip, İstanbula yolladılar. Lamartin'in İfadesine göre: "kahraman­ca savunduğu; saray'ın kapısı üzerindeki mazgallarda bu kafa bir ay teşhir edildi."

Vaka-İ Hayriye


(15/haziran/1826)                :
Lamartin'in, edebi üslûbundan zaman zaman alıntılar ya­parak, Vaka-i Hayriyyemi? Vaka-i Şerriye mi? Sorusunu so­ranlara cevabı kendilerine bırakmakla birlikte biz biraz malu­matla bu hususa dâir bilgilerine katkıda bulunalım. Yeniçeri­lerin, üç saltanat dönemi boyunca gösterdikleri, cebanet, ihanet ve hunharlık devletin hayati savaşları kayb etmesine medar olduğu gibi, Kırımı, Besarabyayi, Buğdanı, Eflâki kaybetmemiz, elimizden çıkması hatta, Yunanistanın bağım­sızlığını elde etmekdeki fırsatları devletin hazırlamasını kabul edersek, bunun en büyük suçlusu yeniçeri olduğu şüphe gö­türmez. Bu husus için, kendisi de bir yeniçeri olan ancak vic­dan muhasebesinde adil olmayı becerebilen, Koca Sekban-başı Risalesi yazarının İtirafları okunduğunda işi daha iyi an­lamak kabildir.
Bahse konu risaleden şu nâkil okura bir fikir verebilir zan­nıyla şu nakli yapmadan geçemeyeceğim: "..savaş sırasın­da bir gün yeniçeri askerlerinden üç kişi biraraya gelip Rus­lardan bir esir almaya çıkarlar. Tesadüf bu ya, kazaen ak­şamdan sonra, Rus sınırında, sahtekâr gâvurun birini tutup, esir alıp getirirlerken kâfir, bizimkilere, Eflak Türkçesi ile <Ağalar benim babam zengin adamdır, eğer beni bırakırsa nız sizlere çok yardımım olur. Böylece, yoksulluktan kurtulursunuz.> Diyerek kandırır. Bizimkiler de, kâfiri Rus sınırı­na götürürler, babam dediği adam bulunur ve teslim edilir. O adamda bunlar gibi namussuz biri olduğundan, bizimkile­re: <benim oğlumu esir etmemiş ve öldürmemişsiniz. Sizle­re beşyüzer Macar altunu hediyeden başka ikram olarak, çok daha kıymetli birşey göstereceğim> diyerek kıyafetleri­ni değiştirip, alır onları büyük bir çadırın kenarına götürür. Bizim ahbablar çadırın önünde büyük bir kalabalık, içeride de büyük bir terazi ile beyaz akçe ve altının tartılıp bunların varillere doldurulduğunu görürler.. Çadırın içinde, çorbacı ka-lafatlı, puşah, kavuklu, baratalı, Tatar kalpaklı bir çok adam vardır; akçelerle doldurdukları varilleri, yanlarındaki bu müslümanlara, paylaştırıp durmaktadırlar. Alçak herif uzak­tan bu manzarayı gösterdikten sonra, bu üç ahbabı yine ge­riye evine getirir. Derki: İşte yoldaşlar, sizlere bu manzarayı göstermemi de bir ikram kabul edin. Çadır içinde tartılan akçe ve altunların bir kısmı devletinize, birazı vezirinize bi­razı yeniçeri ağanıza bir kısmı da, Tatar Hânına ve daha başka yerlere gidecektir. Bizler sizin vilâyetlerinizi parayla satın aldık. Hatta; şimdi tartılan pa.alar İstanbul'un karşılı­ğında verilecek olanlardır. İstanbuFuda satın aldık! Bizler kı­sa bir süre sonra İstanbul'da olacağız. Bu gizli şeyisize söy-lemekdeki maksadımız, bundan sonra ordu'da boşu boşuna durmamanız içindir. Doğruca vilâyetlerinize dönmekte yine sizin için fayda vardır. Biz geldiğimizde sizi İstanbul'da bul­mayalım. Burada size söylediklerimizi ordunuzda söylemeye kalkışmayın! Diye şeytanca bir hiyleyle, sözlerini bitirip bi­zimkileri Osmanlı sınırına geri bırakıp giderler. > Şimdi sev­gili okurlarımız; bu alıntının devamını okuduğunuzda şaşkın­lıktan küçük dilinizi yutacak gibi olacaksınız. Sözü yine Kocasekbanbaşı'ya verelim: <.Gelelim bu üç ahbabın orduya Çeldiklerinde, ortalığı karıştırmalarına. Köyünde çift sürmekten gelmiş, düşmanın hilesinden falan haberi olmayan nefer kılıklı bu üç adam son derece ahmaktı. Kâfirin söyle­diklerine hemen inanmışlar, akçe meselesi de akıllarına ya­tınca, rastgeldikleri bütün dostlarına ve tanıdıklarına:Bre Himmet Dayı; bizlerburaya niçin geldik?Osmanlı bizim vilâ­yetleri Moskof kâfirine satmış ve şu anda parasını alıyor. Hatta biz İstanbul'un karşılığı alınırken, gözlerimizle gör­dük! Diye Allaha ve peygamberine büyük yeminler etmeye başladılar. Karşılarına her çıkan adama burada artık neden duralım. İşler hep karışmış. Şam işi olmuşlDiye kendileri gibi yüzlerce ahmağı şüpheye düşürmüşlerdi. Akıl ve man­tıktan nasipsiz, beyni soğuk denebilecek bu sözde asker, birbirleriyle her karşılaşmalarında:  <Bizim Hüseyin Dayı, Kabakçıoğlu Recep Beşe ve Kocabaş Hikmet Emmi İstan­bul'un parasını sayılırken gözleriyle görmüşler. Dokuz tala-ğa yemin edip söylediler, doğrudur> Diye koca orduyu ka-rıştırıverdiler. Düşmandan yılmiş diğer asker sürüsü de, geri dönmeye bir vesile anyordu. İşte böyle güzel bir vesile çı­kınca dağarcıklarını arkalarına, tüfeklerini omuzlarına vu­rup, geride çadırlarıbekleyecek asıl ocaklı zabitlerinden be­şer, onar kişi bırakıp, zaten derme çatma toparlanan diğer ordu neferleri çil yavrusu gibi dağılıp gittiler. Moskof domu­zu ise eline geçirdiği bu güzel fırsatı değerlendirip, önce or­dunun bulunduğu bölgeye sonra da kışlak yerine çıkageldi.. Ruslar bu olayı kendi aralarında birbirlerine gülerek anlatır­lar." İşte aziz okur, Sekbanbaşı'nın söyledikleri ve daha nice­leri var da, biz kitabın kendisini okumanızı tavsiye ile iktifa etmek zorundayız. Sultan Mahmud; 2. Selim'den beri zaman zaman gâile-i kebireyi teşkil eden yeniçeri hakkındaki kara­rını çoktan vermesine vermişti de, işin daha öncekilere dön­memesi için en kesin ve bitirici darbeyi hazırlamaya başla­mıştı. Ashab-ı Kiram Efendilerimizin İstanbul'daki kabr-i şeriflerini tamir ettiriyor, ibadethanelerin restorasyonuna önem veriyor, en mühimi ise tebdil-i kıyafet ederek şehrin büyük bölümünü teftiş ediyor, her şeyi de kendi kulağı İle dinleyip anlamaya, büyük ehemmiyet atfediyordu.
Bu arada da, Lamartin'in Türkiye Târihi cild 7'1871. sahi-fede şu satırlara bir göz atalım: ".Sultan Mahmud harekete geçmeden önce, Kapıkulu ocaklarının isyanını bekleyerek onları suçüstü yakalamak istedi. Bir inkılab kurulu teşkil ederek, şeyhülislâmı, ulemayı, sadrazamı, kubbealtı vezirle­rini, Hüseyin Paşayı İzzet Paşayı, Hüsrev Paşayı toplantıya çağırdı. Onların Önünde hastalığı açıklayarak, ilâcı teklif et-di. Bu yeniçeri teşkilâtını, Nizam-ı cedid Örneğine göre yeni­den teşkil edecek kırkaltı maddelik bir fermandı. Sadnazam tarafından bu fermanın yayımlanması padişahın beklediği gibi yeniçerilerin tepkisiyle karşılaştı. Önce sessiz, sonra gürültülü bir ayaklanma  15/haziran/1826 gecesi ortalığı kapladı.  15/haziran gecesi, isyana katılacak olanlar birer ikişer, isyanın başlangıç noktası sayılacak Etmeydanı'na doğru yürümeğe başladılar. Yeniçeriağasının olayın içinde olmaması, toplanan isyancıların ilk iş olarak Ağanın kona­ğına, onu parçalayacak bir birlik gönderme karan alıp kararı icraata koydular.
Bir kulun yardımcısı Allah (c.c) oldumu, ona kim ne ya­pabilir ki? İşte bunda da böyle oldu. Sabahın saatinde bir teftişten dönen Celaleddin Ağa, uyumak üzere her dem ted­bir olarak, gizli bir mahalde uykusuna çekildiğinden gelen müfreze Ağanın konağını paraladılarsa da, kendisine bu iş­lemi yapmak için yanına ulaşamadılar ve konakda yokmuş deyip, çekilip gitdiler. Konağı yakmak için, bir kaç yerden tutuşdurdularsa da, hikmet-i hüdâ; o da kendiliğinden sö-nüverdi. Şafak sökerken yeniçeriler kazganlarını (kazan) Et-meydanına kaldırmışlardı ve böylece son defa kaldırılan kazan, bu seferinde devrilecek ve ateşi söndürecek idi. Bunu yeniçeri, onları tutanlar hiç düşünmezken, padişah ve taraf­tarları ve de ahali bu hususda müttefik idi. Komitacılık; bir tecrübe ve elden ele devredilen, nâdir buluşlarla devam ede-gelen bir ilim olduğundan yeniçeriler ocağı ise bu komitacı­lığın belki de dünyada en mühim merkezlerinden olduğun­dan, oradaki birikim çok fazla idi. Bunun bir örneğini isyan­cılar hemen tatbike koydular. Ahaliyi kendilerinecelb veya en azından evlerine gönderipde olaylara karışmasını önle­mek için, Sadnazam Hüseyin Paşanın, Yeniçeri Ağası Cela-leddin Ağa'nin ve devletin ileri gelenlerinin öldürüldüğü ha­berini yaydılar. Ahalinin ayak takımı da bu oyuna hemen geldi kısazamanda; yeniçeriler, hammal, küfeci tellakları meydanda görmenin sevincini yaşadılar. Bunlardan Manav Mustafa bir gurubu almış sadriazamm sarayına doğru götü­rürken, Sarhoş Mustafa adlı bir başka biride, Davud Efendi gibi, Hidiv'in elçisi Necip Efendi gibi, nokta hedeflere doğru yola çıkmıştı. Sadnazam Beylerbeyi'ndeki köşkünde bulu­nuyordu. Alemdar Paşa zamanında harab olan makam-ı sa-daretdeki lojman, henüz tamir edilmediği gibi, her an bekle­nen, isyanlar emniyet açısından isyancıların daha zor ulaşa­bilecekleri, yerde olmayı seçmeleri de, bir tedbir-i fayda di­ye telakki gerekir.
Efendim; müteveffa hariciye bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangilin başkent'in asker'in olmadığı bir şehir haline konmasını teklif etdiğinde, herhangi zamandaki isyan ve darbe teşebbüslerinden, başşehrin hemen müteessir olma­ması düşüncesi yatar ki buda pek isabetli bir teklifdir. Neyse, biz isyancıların aksiyon hâlini anlatmaya devam edelim: Asi­ler sadriazamm Beylerbeyindeki konağına ulaştıklarında aile efradını Konağın gizli bir bölümüne saklanmış böylece sade­ce eşyaların yağmalanması, altıbin kese altunun yağmacıların eline geçmesiyle kurtulundu. Can ve ırz payimal olma­dan iş atlatıldı. Sadnazam ise; konağa yaklaşılırken çoktan haberi almış doğruca bindiği bir kayıkla saraya koşmuştu. Hüseyin ve de Mehmed Paşaların da saraya gelmelerini ma-beyncisi vasıtasıyla bildirmişti. Yalı Köşkünde, bu günkü Salkımsöğüt dediğimiz Gülhane parkının tam karşısındaki köşke vardı. Kıbrıslı Mehmed Emin Efendiyi padişaha yolla­yarak, sancağı şerifin çıkarılmasını ve padişahında kurula­cak birliğin başında bizzat bulunmasının hatırlatıirnasını is­tedi. Bu sırada ise, Hüseyin ve Mehmed Paşalarda geldiğin­den ayrıca şeyhülislâmda haberdâr edilip onunda aralarına katılması sağlanmıştı, ulaşılabilen bütün zabit, humbaraci, topçu birlik kumandanları emri altında bulunan askerle sa­raya gelmeleri emredildi. Saray'ın adına Raşid Efendi Et-meydanına gönderildi. Asilerden istekleri soruldu: cevapları "Gâvur tâlimi istemiyoruz; eski yeniçeri tâlimi çömleklere ateş etmekve keçe kesmektir. Fermanı uygulayanların, kel­lelerini istiyoruz" dediler. Râşid Efendi bu talebi de sadrı-azama getirdiğinde tabiiki red olundu çünkü bu talimname cidden bir bir müzakere olunarak hazırlanmış, her bir mad­desi ulemaya sorulmuş ve dince bir mahzuru olmadığı hu­susunda, müsbet kanaatler serdetmişlerdi. Sadnazam, bu­na istinaden eğer buna riayet olunmazsa muterizlerin ezile­ceğini son söz olarak ifade etti. Tabii bu karşıya iletildiğinde olacakların, artık sıcak şeyler olmasını ummak vacip olu­yordu. Beşiktaşda bulunan padişah saltanat kayığı ile he­men Topkapı sarayına gelmiş ve sünnet odasında toplanıl­mış ve padişahın şu hitabı, işe başka bir veçhe veriyordu. Sultan Mahmud şunları söyledi: "Hepiniz tahta çıktığım gündenberi, dinin çıkarlarna hizmet ve mukadderat tarafın­dan bana emanet edilen halkın iyiliği için, nasıl itina ve gay­ret ile uğraştığımı bilirsiniz. Yine bilirsiniz ki, tahtıma karşı yaptıkları saygısızca hereketleri en uysal sabırları bile aşa­cak olan yeniçerileri kan dökülmesini önlemek İçin bağışla­dım; hatta dahada, ileri giderek onları mükâfatlandırdım. Nihayet; iyilikten başka bir şey görmeyen yeniçeriler son çı­karılan buyruğun, gereği gibi davranmayı da kabul ettiler. Bugün sözlerini tutmayarak, imzaladıkları bütün sivil ve dini otoriteler tarafından, kabul edilen anlaşmayı ihlal etmiş ol­dular; şu anda gösterdikleri küstahça tavırlar, padişahlarına karşı açıkça ayaklandıklarını göstermiyormu? Bu hâinleri ezmek, ayaklanmalarını boğmak için nasıl bir tedbir alınma­sını uygun buluyorsunuz? Silah kullanılması hakkında, ule­mânın kanaati nedir?" ulemâ hep birdencevap verdiler: "Şeriat asilere karşı savaşılmasım ister.." Sultanahmed Meydanına doğru artık sadrıazamm, şeyhülislâmın ve bütün devlet adamlarının yanında, sancağı şerif gölgesine koşan ahali ve Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşalar arkalarında top­çular ve toplan da olduğu halde yeniçeri kışlalarına doğru yürüyordular. Sancağ-ı Şerifin çıkarıldığını kendi arkadaşla­rının bazılarının bu mehabetli manzara karşısında sancağın altına gitmelerine şâhid olanlar, doğruca kışlalarına gidip, kapıları kapayıp savunma harekâtına gecem yolunu seçtiler. Topların namlusunu örtülü kapıya çevirten Hüseyin Paşa, son bir sulh denemesi için kışladakilere seslendi. Gelen ce­vapların içinde padişahı bile içine alan elfaz-ı galize yâni, sövme sözleri vardı. Hüseyin Ağa önce bir ateş emri verdi ve peşinden de, hayır ateş açmayın, beklediğimiz barutlar gelmedi diyerek onlara duyurucu bir sayha ile seslendi. Ateş edemeyeceklerini, düşünen yeniçeriler küfre devam et­tiklerinden üzerlerine açılan salvo Ölümlerini intaç ettirdi. Artık yeniçeriler de ateş açmışlardı Sultanahmed Meydanı müthiş bir savaşın müşahidi oluyordu. Kışlada olanları da, çıkarmak için bir topçu neferi olan Mustafa yaptığı bir atışla yangın çıkartmayı da becermiş yanmamak için çıkanlar top ve tüfenklerden, çıkan mermi ve güllelerle hayatlarını kay­bediyorlardı hem de islâmda pek mühim olan Sancak-ı Şe­rif altında olanlara karşı ve ales sultan huruç, yâni mü'min emire karşı çıkmakla, akıbeti zor bir Ölüme gidiyorlardı. Ni­hayet kâbus gibi Osmanlı İslâm devletinin tepesine, nice çoraplar ören yeniçeriler hitama erdirilmiş, ancak kurunun yanında yaş da yanıp gitmişti. Nice dilâver yiğit yeniçeride, mensubiyetinden dolayı mağdur, mazlum hâttâ şehid ol­muştur. Esnafdan, ahaliden ve mahalle imamlarından bey­lerden, efendilerden, şeyhlerden nice kimseler sahip çıkma gayreti gösterdikleri, bu temiz yeniçeri insanı hasebiyle mimlendiler ve sıkıntılara giriftar edildiler. Bilhassa İstan­bul'da o târihe kadar semtlerin en hatırlı kişileri camii imamlarıyken, yaşı, kurudan ayırma hususunda insaniyet göstermeleri, cezayı müstelzim olduğu gibi» nihayet imam­lar olarak da devlet indinde itibarları muhtardan sonraya kalması bu olaya bağlıdır. Lamartin'in şu sözleriyle bu bahsi tamamlayalım: "Bir kaçgün sonra İstanbul'u her zaman hu­rafeleri, dilencilikleri ve rezaletleri ile mahveden yirmibin derviş Toros Dağlarına sürüldü. Bir kaç ay içinde kurulan düzgün bir ordu Osmanlıların savaşa olan tabii dehâsını, cesareti ve disiplini ile, bir kere daha ortaya koydu. 2. Mah-mud; yalnızca yıkmakla kalmamış yeniden yaratmasını da bilmişti." Şimdi bu ifadeden sonra, çok geçmeden Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularına, yâni bir devletin ordusunu, aynı devletin bir valisinin, mağlup etmesi ne oluyor acaba diye sormak lâzım gelmezmi? Ömrü uzun olsun emekli Albay Şe-rafeddin Üğurluteğİn nakletmişti bende sizlere nakledeyim: Mizipsavaşı esnasında Prusyalı meşhur Moltke; bizim ordu­muzda müşavir olarak bulunur. Hafız Paşaya; savaş alanına düşmandan az biraz önce geldiklerinden düşman gelir gelmez derhal saldıralım, bizde yorgunuz amma, onlar bizden daha da, yorgun tavsiyesini yapar, Hafız Paşa hemen ordu müneccimini çağırtır ve tavsiyeyi söylediğinde bir takım, ha­vaya bakışlar yapan müneccim, eşref saatin olmadığını sal­dırının doğru olmayacağını ifade ettiğinden, Moltke'nin teklifi red edilir. Ordu istirahate çekilirken Kavalalının ordusu da bundan istifade eder. Akşam'a yakın Moltke, gökyüzünü şöyle bir tarassut ettiğinde, havanın bulutlandığını görür. Ka-rargahda dahil askerin çukur ve toprak bir alana yayıldığını da bildiğinden, yine kumandan Hafız Paşanın yanına gider ve eğer yağmur çok şiddetli olursa çukur arazi yağmurungetir-diğİ sularla dolar hareket kabiliyetimiz güçleşir, bu bakımdan biraz yüksek ve suyun birikmeyip akıp gideceği meyildeki araziye yerleşelim teklifinde bulunur.
Kumandan Hafız Paşa; biraz düşündükten sonra, yine ma­hut müneccimi çağırır Moltke'nin teklifini söyler. Müneccim, teklife bir şey diyemeyeceğini, ancak yağmurun yağıp yağ­mayacağı meselesine gelince, eşeklerin ve katırların kulakla­rının dikilmediğini, keçilerinse kıçının büzüşmediğini, man­daların kafalarını gökyüzüne kaldırıp da başlarını sallamadık­larını buna bağlı olarak yağmurun yağma ihtimali bulunma­dığını ileri sürer. Hafız Paşa da; Moltke'ye duydunmu? Soru­sunu yöneltir. Moltke; bütün bunlardan şaşkm evine yazdığı mektupda bunu anlatır. Ancak; mektup bununla bitmez, or­du uykuya yattıktan sonra yağmur öyle bir yağmaya başla-diki baziçadırlardan, askerin kimisinin suda boğulduğu, ha­beri bile gelir. Toplarımız ıslanmış, bulundukları yerde çamu­ra batmış velhasıl Moltke'nin bütün korktuğu gerçekleşmiş o gün yapılan savaş ise kaybedilmiştir. Bütün bunları mektu­bunda yazan Moltke, şunu ilâve diyor: "Bir ordu ki, harekâtı­nı, bakla ile bakılan eşref saate, yağmurun yağmasını eşşe-ğin kulağını dikmesine, mandanın kafasını yukarı kaldırıp sallamasına, keçinin kıçını büzmesinden çıkarıyorsa, ku­mandan bunları kabul ve tatbik ediyorsa o ordunun galibi­yeti inayet-i ilâhiyeden başka birşey olamaz" diye anlatmıştı da biz haylice gülmüştük o ağlanacak hâlimize, Şerafedin Albay, bize bunu anlattıklarında seksenyedi yaşından gün al­mıştı. Her padişahın; haylice te'sirinde kaldığı kişiler olmuş­tur. Bunların arasında Sultan 2. Mahmud'u tesiri altında kal­dığı biri yoktur demek kabil değildir. Alemdar'ın kendi üze­rinde uyandırdığı minnet ve pek de dağlı davranışlarlarla, ca­nını sıktığı bir vakıa isede ona medyunluğunu hiç unutma­mıştır. Alemdar'dan sonra müşavirlerinden Halet Efendinin yörüngesine girdiği ileri sürülebilir ve doğrudur da fakat Ha­let Efendiyi akıbeti bekleyen ölüm emri olduğu hatırlanmalı­dır. Sultan Mahmud- sâni Pertev Paşaya da pek gönlünde yer vermişti. Bu zâtı Edirne'de katleden zihniyet Sultan Mah-mud'a bu işi duyurmadan yapmıştı ve derin devlet anlayışı­nın bu dönemde de, bulunduğunu işaret etmesi bakımından mühimdir. Daha sonra padişah, bunu öğrendiğinde katıla ka­tıla ağladığı, târih sayfalarında yer bulmuştur. 2. Mahmud'un, üçüncü olarak tesirinde kaldığı zat ise Hurşid Paşadır. Üç sal­tanat dönemi gören bu paşa Osmanlı sarayına Çerkezis-tan'dan bir köle olarak hediye edilmiş sadnazamlık dadahil devletin her kademesinde vazife almış, sadakat göstermiştir. Bir asrı aşan ömrü ile birlikte kendine padişah da dahil, her­kesin saygısı ziyadeleşmmekteydi. Bilfiil olarak seksen yaş sonrasında köşesine çekilmiş bilge insan olarak padişahda dahil olarak başvurulan görüşlerinden müstefid olunan bir kimse idi. Sultan 2. Mahmud, tebdili kıyafet ederek ahalinin durumunu daima öğrenme gayreti içinde olmuştur.
Ahaliyle iç içe olmaktan ancak tebdil-i kıyafet haliyle ol­mak onun için bir zevk hâlinde idi. Sultan 2. Mahmud'un; Ni­zip Savaşını kayb etme haberini alıpalmadığı hususunda çeşitli   rivayetler  bulunmaktadır.   1 9/r.   ahir/ 1 255- 1 /tem -muz/1839'da hayatla ilgili dünya nefeslerini tamamladı. Or­tadan kaldırdığı yeniçeriler caddesi üzerindeki türbesine def-nolunduğunda, bu dünya da aldığı Adlî ünavını taşıyan zâta dönük feryadlar ahalinin ağzından şöyJe dökülmekteydi "Pa­dişahım! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun!" Çünkü; 31  sene, 10 ay, 6 gün padişahlık yapan Sultan Mahmud bu kadar be­raber olduğu müminlerden böyle bir sevgi ifadesi görmesi makul ve mergupdur.

Yorum Gönder

0 Yorumlar