SULTAN 2.ABDÜLHAMİD HÂN-7-Siyonist Toplantısından Esinlenme, Siyonistlerin Kongresinden Açiliş Konuşmasından Pasajlar,Beyan Öl Hakk Ceridesinin Mütalaası Suretidir, Masonluk Ve Farmasonluk Cemiyeti,Avlonyalı Ferid Paşa Sadareti Ve Meşrûtiyet,Zekiye Sultan Hanımın İfşaatı, Meşrutıyet-I Sanı (2.Meşrûtiyet),Müfettişin İhmâli Varmı?,Babıâli'nin İç Yüzü!,Babıâli'nin Saray'a Teslimi!, İstibdad Ve Tagallüp,Babıâli'nin Sadr'ları, Tevfik Paşanın Sıkışması,Jön Türkler, Jöntürklerin Dokuzları

Siyonist Toplantısından Esinlenme


Harb-i umûmiden bir iki sene önce İsviçre'nin "Bal?" şeh­rinde Mösyö Volkon'un başkanlığında teşekkül edip, topla­nan siyonist kongresinde ittihatçılarla alakalı olmak hase­biyle çok önemli olan açılış nutkunda yer alan bazı maddele­rini tercüme ederek sayfamızı süslüyoruz ki, bizim batı klüp maceramız daha 1890'larda bir rota çizip yürürken, hangi ni­yet ve düşüncelerin peşine takıldığımızı aşağıdaki ifadeler gözlerimize ve izanımıza gör işte, beynelmilelcilik ve küresel­leşmeyi hangi zihniyetin uzun zaman önce tezgâhın kuruldu­ğunu öğrenelim dedirtecek ifşaat.

Siyonistlerin Kongresinden Açiliş Konuşmasından Pasajlar


Rusya'da ki museviler hakkında reva görülen mezalim ve haksız zülumlar günden güne daha tahammül edilmez rad­deye gelmektedir. Romanya hükümeti ülkesindeki musevi-lerin ıslah ve ahvali hakkında bazı ankâm-ı muahedata rağ­men kendi arazisindeki musevileri bütün hukuk-u siyasiye ve medeniyelerinden mahrum bırakır. Başka ülkelerin bazı­ların da musevilere karşı, doğru sayılmaz batıl fikirler gös­teriliyor. Gün geliyor, en ehemmiyetsiz bir hadise münase­betiyle musevilere karşı hakiki bir nefret gösterildiği gözle­niyor. Yegâne ümidimiz Türkiye'dedir.(î) Bir gün olup da ah­valimizde bir iyileşme eseri görülürse bunun Türkiye saye-_ sinde(!) olacağına şüphe yoktur. Senelerin inkilâbat-ı siyasesiyesi üzerine diğer ülkelerdeki gibi din kardeşlerimiz öteki ,. Kavimlerin hâiz oldukları hukük-u menafiin aynına mazhar olmuşlardır. Musevilere Türkiye de verilmiş hukuk eşitliğinin ciddiyetinden emin olmak lâzım gelir. Zâten ötedenberi mu­seviler hakkın da iyi niyetli davranmışlardır. Her yerde bize nazar-ı istihkar ile bakıldığı ve hak kımızda çeşitli ve haksız zülumlar reva görüldüğü halde, geçmişde Türkiye İspan ya'-dan tard olunan museviler için sığınacak bir yer olmuştu. Museviler; o zaman Türkiye'nin misafirperverliğine nasıl gü-venmişlerse şimdi de öyle güveniyorlar. Vakıa Türkiye de si-yonizm aleyhinde bir cereyan-ı efkâr peyda olmuştur. Tek tük kişilerden bazılarının cahil bedhahlığı neticesinden olan bu hareket ve cereyan uzun müddet süremez. Zira bu cere­yan bir takım muhakemâtı bâtıla, doğru olmayan istihbarat­tan doğmuştur. Bizim en çok teessüf ve teessürümüze mucib olan şey; bizim gibi musevi olan bazı kişilerin, efkâr-ı umûmiyeyi bizim aleyhimize çevirmeye yardım etmeleridir. Bu gibiler bu hareketleriyle bütün musevilerin refah ve sa­adetini duçar-ı tehlike ettiklerini hiç düşünmüyorlar. Mama­fih bir gün gelecek ki hakikat meydana çıkacak ve o zaman "siyonizm" hareketinin gerek museviler ve gerek Osmanlı devleti için büyük bir ni'met(!) olduğu anlaşılacakdir. Os­manlı memleketleri iktisat nokta-i nazarından asırlarca ih­mal edilmiştir. Türkiye bu gün her zamandan fazla dışarıdan gelecek ve faydalı bir unsur(!) teşkil edecek muhacirlere muhtaçdır. Türkiye için, melcesiz museviler kadar sadık(!) fai deli muhacirler bulunamaz. Türkiye'nin anayasası bizim emniyet-i şahsiyemiz(î) için bir zaman-ı kefalettir.
Osmanlı devletinin topraklarının tamamlayıcı bölümün­den olan Filistin topraklarında sığınacak bir yer tedâriki-ne(!) hedeflenmiş düşünce gereği kendi mukad deratımızı Türkiye'ninkine rapt etmiş bulunuyoruz. Göya (Filistin top­rağını) devlet-i Osmaniye'nin cisminden koparmağa ve müstakil bir musevi devleti kurmaya çalıştığımızı iddia edenler bunu ya kara bir cehalet(!) veya büyük bir hİ-yanet(!) sâikasıyla söylüyorlar. Güya bütün mesâi ve teşeb-büsatimız(!) müstakil bir musevi hükümetinin teşkiline dö­nük ve masruf(!) bulunduğu hakkındaki masallara halkı inandırmak için doktor Herçil (gazeteci Dr.Teodor Herzl) ta­rafından kaleme alınan "Hükümet-i Museviye" nâmındaki eser öne sürülüyor. Bahse konu eserde bast-ı temhid edilen nazariyat ve mütalaat bizim hatt-ı hareketimize esas olmak üzere gösteriliyor. Halbuki bu muhakeme-i akliye(!) yukarı­daki iddiaların bâtıl olduğunun en sarih delilidir.
Herçel; "Hükümet-i Museviye" unvanlı eserini yazdığı za­man siyonizmin henüz ne olduğunu bilmiyordu.(!) Dr. Her­çel, meselesini dünyanın lalettayin bir köşesinde bir hükü­met-i museviye vücuda getirmek suretiyle, hâl etmek fikrin­deydi. Mamaafih; Herçel, Siyonistler ile münasebete giriş-dikten ve hareketimizin mahiyetini(î) lâyıkıyla anladıktan sonra müstakil bir hükümet (sevgili okurlarım burada biz metne bağlı kalma gayreti içinde hükümet yazıyoruz. Aslın­da sizlerin bunu devlet olarak mü-talaa etmesini hatırlatma­ya cü'ret ediyorum.M.H)-i museviye teşkili meselesini bir daha ağıza almadı.(!) Programımızda emellerimizi, ümidleri-mizi, maksadımızı kısa ca izah eyledik.
Siyonizm, arz-ı Filistinde museviler için hukuk-u umumi-yenin taht-ı temininde olacak bir melceyi tedarikine matuf bir hareketdir. Dikkat edilsin, bir hükümet-i museviyeden değil, ancak ecdadımızın vatanında bir melce teşekkülün­den^) bahs ediyoruz. Öyle bir melce ki, orada musevi sıfa­tıyla yaşayabileceğimiz hiçbir mu amele-i itisafkâraneye maruz kalmaksızın evsaf ve hasail-i milliyemizi muhafaza edebileceğiz.
Biz, yeni ve hür Türkiyede(!) emniyet-i şahsiye ve milliye-mizin meşrutasında(î) görüyoruz. Mamaafih; bizim, hükü­met-i Osmaniye'den taleb etmeye mecbur olduğumuz bir şeyi varsa o da musevilerin bilâ kayd ü şart tâbiyyet-i Os-rnani'yeYe dâ hil olmalarına imkân bırakılması ve kendileri­nin, bilâ mânia(!) musevi milletinin adâb ve âdetine göre yaşayabilmeleridir. Bizim gaye-i âmalimiz(!) mâmur ve kudretli bir devlet-i Osmaniye içinde müreffeh bir millet-i museviye hâlinde demgü-zar olmaktır.
Siyonist kongresi reisi mösyö Volkon'un bu nutku çok dik­katle mütalaa olunursa, Siyonistlerin kimler olduğu ve siyo-nistlik ne demek ve ne maksad için te'sis ve teşekül ettiği te­zahür eder. Mösyö Volkon'un nutkunda: <yegâne ümidimiz Türkiye sayesinde olacağına şüphe yokdur.> demekte.
Şu cümlelerle demek istiyor ki; Türkiye hükümeti bizim olmamızdır. Plânımız mucibin ce onu alt-üst ettikmi bizde bir iyileşme eseri görülüyor, yâni arzu ettiğiniz yahudi hükümeti olur, bu da ancak Türkiye sayesinde olacaktır demek İttihad ü Terakki cemiyeti hükümeti sayesinde demektir. Mösyö Vol-kon diyorki: <Türkiye'de musevilere tanınan hakkı hukukun, ciddiyetinden emin olmak lâzım gelir> Bu tabiidir. Memleke­timiz zâten kendi ellerinde olduğundan, istedikleri gibi hu­kuklarını tanzim ve temin ettiler.
Yine mösyö Volkon diyorlar ki; oiyonizm hareketinin ge­rek museviler gerekse devlet-i Osmaniye için büyük bir niğ-met olduğu anlaşılacakdır> İşte bu cümle en ziyade nazar-ı dikkati çekmesi gerekendir. Zira mösyö Volkon, biz yahudiler yâni Siyonistler Almanya' yi elde ettik. Türkiye'yi ele onunla ittifak ettirdik ve Almanya'yı harb-ı umûmî için hazırlamak­tayız. Bir harb-i umûmî zuhurunda Türkiye'ye vaad ettiğimiz ve onunla ahalisi-ni iğfal ettirdiğiniz (Turan) yapılırsa, Türkler için bir nimet olur bize de vaad edilen Arz-ı Filistin verilir. Yahudilerde bu niğmetten müstefid olur. İtikadında olduğun­dan bu cümleyi dermiyan ediyoruz. Bununlada dediğimiz gi­bi Almanya hükümeti ile ittihad ü terakki cemiyeti siyonistie-rin emellerine ve emirlerine amade birer âlet olduğu anlaşılı­yor.
Bir de kongre reisi mösyö Volkon'un: <yeni ve hür Türki-yede, emniyet~i şahsiyyemizin ve milliyemizin kefil ve kefa­letini Türkiyenin müessesat-i meşrutisinde görüyoruz> demekte. Zira on senedir Türkiye hükümeti demek Siyonist­ler demektir. Buna hiçde şüphe miz yok. Meşruti müessese tâbiriylede ittihad ü terakki cemiyetini imâ eden mösyö Volkon'a biz de sual edelim ki; yeni ve hür dediği on senelik cemiyet-i ittihadiyeyi ve Siyonist hükümeti olmadan evvel, acaba eski Türkiye, yahudiler hakkında mezalim ittisafatında bulundu mu?
Yoksa inkılabdan beri kendilerinin terbiye ettiklerinden olan reisler mütegallibesinin cemiyeti ittihad ü terakkinin, yaptığı cinayetler ve zülumlardan yüzbinde birini yaptitni? Eski Türkiye; ittihad ü terakkinin, hristiyanlar hakkında reva gördüğü davranışlardan birini yapmak veya mâbed ve mez-heb-i diniyeleriyle musevilerinkine tariz ve müdehale ettim i? Yalnız; eski Türkiyenin kabahati, Siyonistlere bende olmadığı ve "Arz-ı Filistinli onlara vermeği vaad eylemediği değilmi-dir?
Bu meseleye uzun uzadıya temas ve tetkıyke şu eser mü-said olmadığından sözü uzatmadan, vakit israfına lüzum gör­müyorum. Sayfalarımıza aldığımız nutkun bazı bölümlerinin tercümesini ve bu hususdaki beyan olunan görüşü İstan­bul'da yayımlanan "Beyan-ül Hak" ceridesinin, Trabzon'daki "İkbâl" gazetesinden nakille yazdığı makale ve beyan-ı mütalaası, okuyucularımızın düşünce dünyasında aydınlanmağa kifayet eder.

Sureti


"Trabzonda yayımlanmakta olan İkbal Gazetesinden İkti­bastır"
Evet. Bu yeni düşman bundan yirmi asır evvel, Osmanlı imparatorluğunun Arz-ı Filistin Nâmiyla yâd olunan bir kıtai kıymetdârandan (topraklarından) hicrete mecbur olmuş İbranilerin ahfadı olan bu günkü musevilerin müfrit düşünce sahiplerinden, Siyonistler adını taşıyan kitledir. Fikirlerini yaymaları siyonizm adı ile yapılmaktadır. Bu yeni yahudiler­de, ecdadının Ben-i İsrail topraklarında ganude-i türab-ı âdemi olan hatırat-i mâziyesini ihya etmek ve araziy-i mu­kaddese de, yeni bir devlet-i mütemeddine-i İsrailîyeyi teşkil ve te'sis etmek ve nihayet bütün bütün dünyadaki musevi-leri, arz-ı mev'udun kızgın çöllerinde, münbit vâdile rinde "Hz.Musa"nın mabud-u âzami ile olan mülakatı ve "Evamir-i Aşere"nin alındığı mahal olan füyuzatlı semânın kubbei şaşaadan altında, diğer kavimlerin kahredici pençesinden, kurtararak berhayat-ı istiklâl ile vâyedar bir ömür, huzur ve sükûn ile yaşatmak ve bu amâl-i azîmle bu gün yaşıyorlar. Dünyanın dört bir yanına saçılmış, mevcudiyet-i siyasiyye-sini kaybetmiş bir millet-i kadime için bu emel tabii halden­dir. Fakat; vatanın her köşesini ne şekilde olursa olsun, isti­lâcı kuvvetlere karşı müdafaa etmek de tabiatıyla mâkul ve meşrudur.
Binaenaleyh; Siyonistlerin bütün bu emel uğrundaki te-şebbüsatını, adım adım tâkib etmek ve ona göre memleke-temizde engel olucu tedbirler alalım. Hükümetimizin, daha doğrusu milletimizin en mühim vâzifei vatanperverânesidir. Bu günkü düşmanın memleketimizi fethetmek hususundaki amal ve hareketini imâni bir nazarla tetkıyk edersek hiç şüphe yokki garib bir fikr-i istilânın karşısında bulunu­ruz. ..Sahai arzda neşvünema bulan insan neslinin vakit va­kit aileler ve kabileler, devletler kurma hususundaki geçirdi­ği şekil ne maziye nede günümüze asla benzerliği olmadığı­nı görürüz. Çoğunlukla harp ve darp ile gasb, yağma ve tagallüple kurulmuş olan devletlerin, velhasıl mahsul-ü tahak­küm ve zülüm olan devletlerin tekâmül menkıbeleri müna­sebetleri olamayacağını görürüz. İşte bu gün kü devleti melhuzenin gelecekdeki varlığı da 20. asrın, bedî-i harikula­desi gibi yeni bir bedia-i medeniyet, yeni bir numûnei galibi­yet olarak, bu asr'ın ve belki de gelecek asırların bir vaka-i Önemsizi telakki edilecek bir tarzda hayat bulmak istiyor. Devlet ve milletimizin kudret-i ictimaiyyesi ve siyasiyyesin-den temenni edelim ki vatanımızın bu kıymetli uzvu şimdi ve gelecekte, üzerinde böyle bir hâ dise-i harikulade ile im­tiyaz alamasm. Arz-i Filistin ile civarında, Suriye toprak­larında, BeriyetüşŞam'dâ ve nihayet Irak-ı Arab'da, bütün o havali-i kadime-i İsrailiye de geniş arazi satılması, musevİ muhacirleri iskân etmek ve bu yolla mübarek yerde, gele­cekte istiklâlini elde edecek, İbraniler kavi bir mevcudiyeti canlandırıp, zaman zaman ihtilâl teşebbüsleri ve de isyanlar ile muhtariyete veya mümtaziyete nail olarak velhasıl dev-let-i Osmaniyeyi maddi ve mânevi yönden zayıf düşürerek, onun enkazı üzerinde yeni bir uzviyet-i siyasiye kurmak su­retiyle vârisi ebedisi olmak siyaseti Siyonistlerin esas ül esas, hareketleridir. Bununla beraber maksada varmak için takip olunan diğer yollar vardır; ki onları da Siyonist lerce "Musevi Prensi" yâd edilen, Rusyalı Oşiken adlı yahudinin"Program" unvanıyla yayımladığı eserinden öğreniyoruz. Oşiken, bunları dört noktada topluyor:
1)  Arz-ı Filistin de servet ve marifet cihetiyle galip gel­mek.
2)  Yahudilerin bütün kuvvetini ve sermayesini tanzim edip yükseltmek
3) Musevilerde milliyet hissini çoğaltıp,yaymak.
4)  Maksadı temin için diplomasî yoluyla mesâi sarfetmek.
Birinci yoldaki başarı arazi satın almakdan ibarettir. 1839 senesine rastlayan 1255 hicri senesinde ilân edilen tanzimat "Hatt-ı Hümayunu" ile memleketimiz de hukuk-u medeniye ve sîyasiyye esasları konarak; müsavat ve hürri­yet ikilisi, rüşeym (cenin) hâlinde meydana çıkınca bundan cesaret bulan yahudiler, iki bin sene evvel terk ettikleri Ku-düs-ü Şerif Sancağı havalisine hicrete başlamışlar ve bu ana kadar yüzbin nüfusa baliğ olmuşlardır. Bunların ancak onbini Osmanlı tâbiyetinde olanlardır. Roçild gibi ünlü yahu-di zenginin yardımları sayesinde, yüz bin dönüm kadar arazi satın almışlardır. Osmanlı imparatorluğu gibi geniş arazisin de, yüzmilyon nüfusu bile besleyebilen fakir ve medeniyete ihtiyacı olan bir devletin muhacir kabulü, memleketin imân nokta-i nazarından caiz hâttâ şâyan-ı makbulse de, vatanın bir parçasına yerleşip de, servet biriktirip kudret sahibi olduktan sonra imtiyaz sahibi olma siyasetini güdüp, ica-bındada kıyam edecek her hangi bir ferdi, kitle hâlindeki muhacirleri hudud-u hâkimiyetten bir adım ileri geçirme-mekde daha çok elzem ve önemli bir vazifedir. Bu gün Rus­ya gibi Siyonizm tehlikesine mâruz kalan bir devlet, yahudi-'erin esasen pek câhil ve gafil olan moskof köylülerine karşı sahip oldukları üstün sosyal hayatlarını kendi milletinin sa­adeti için bir felâket sayarak, onları cidden uzaklaştırdığını düşünürsek, bizim Siyonistlerin öncüsü olarak telakki edilen musevi muhacirlerin kabulü ile kendilerinin arazi almalarına razı gelmememiz icâb ederken aksini yapmamız büyük ha­talardan sayılır.
Rusya'dan musevilerin uzaklaştırılması yeni bir hadise ol­madığı gibi bizde istimalin siyasetide yeni işletilmiş değildir. Komşumuzdaki bu teyakkuz ve şiddete mukabil bizde kötü­lüğü affedici merhamet ve gaflet ne kadar üzücüdür. Mâma-afih geçmişte bu merhamet ve gaflet son zamanlarda "âmal-i şahsiye" endişesine münkalip olduğuna ve bunun daha ziyade felâkete sebeb olacağına şüphe yoktur. Hâttâ gizli ellerin bu temayülat-i milliyetperveranelerine inzimam eden ihtirasları devam ederse kısa zamanda Osmanlıların başına bir Siyonizm gailesi çıkacağından bihakkın endişe edilmelidir.                      
                       

Beyan Öl Hakk Ceridesinin Mütalaası Suretidir


Siyonistlik hakkındaki şu ifadeler evvel ve âhir Beyan ü! Hakk'ın takıyb etdiği esasları iyice andırıyor. Allah korusun siyonistliğin Filistin topraklarını girmesi İttihatçı siyasi ce­miyetin yardımcısı olan farmasonlukla girdiğini bir çok delil açıklıyor ki memleketimizde Siyonizm tehlikesi bizi nasıl dü­şündürüyorsa, farmasonluk da o tehlikenin aşağısında de­ğildir. Hâttâ doğru olduğuna göre Filistin topraklarında top­lanan Siyonistlerin farmasonluk usûlüne uygun bir mahke­menin bulunduğu ve bu mahkemenin hükümlerine cümlesi-ninde boyun eğdiği söyleniyor ki, bu da bütün hukuk kâidelerinin üzerinde bir harekettir. Siyonistlik ile Farmasonluğu inkâr edenlerin kulağı çınlasın.
(Beyan ül Hakk-26/k.evveI/1327)

Masonluk Ve Farmasonluk Cemiyeti


İslamcı bir yayın politikası olan Beyan ül Hakk gazetesinin yukarıdaki görüşleri hakikati pek güzel ortaya sermektedir. Siyonizm İle farmasonluğun ayrı ayrı hususlar olmayıp birbi­rinin mütemmimi olduğundan bu hususda uzun uzun müna­kaşa kapısı açmayıb bir kaç sözle iktifa edeceğim. Farma­sonluk ile siyonistlik ve bunlar gibi cemiyetlerin kurulması birer gizli maksadlarının gerçekleşmesi içindir. En eski ve in­sanları aldatıcı cemiyetlerin başında farmasonluk geiir. Far­masonluk (mason) duvar yapıcısı mânasına gelir.
İşte farmason kardeşlerin, kurup teşekkül ettirdikleri far­mason localarının maksadları güya biribirilerine yardım et­mek ve insanlığa hizmet vermek içinmiş. Mukaddes kitapla­rın dördünden hiç biri birbibirinize yardım etmeyeceksiniz, demiyor. İnsanlar kardeş değildir demiyor. Demek oluyor ki İlâhi emir ve irâde kâinatta mevcudinsanların kardeş ve biri-birlerine yardımla mükellefdirler diyerek ayrıca vazifelendir­miş oluyor.
Bu bakımdan dört kitabdan birine bağlanmış olan insa­noğlunun bu mason localarıma girmesine lüzum yoktur. Ma­dem ki Cenâb-ı Hakk hz.lerİ: bizlere biribirİmize yardımı emr ettiğine göre insanlara yardımcı olmak Allanın emrine uy­mak vâzifemizdir. Ne var ki insanoğlu Cenab-ı Allah'ın bu emrine uymak yerine, şunun bunun yazmış olduğu prog­rama uygun olarak hareket ediyor. Bu teşhisi dikkatle yo­rumlamak gerekir. Bu cemiyetin insanlara yardım için kurulmuş olmayıp, gizli ve özel bir maksada dayanarak kurulduğu görülür. Bu yüzden de insanlar bir şeyin ne olduğunu iyice öğrenmeden dış görüntüsüne aldanmamak için tetkiklerini güzelce yapmalı, böyle yapmadan ne bir cemiyete nede bir fırkaya katılmamalıdır.
Hakikat bizim için meçhul İse de, Öğrendiğimiz kadarı ile farmasonluğu icad edenlerde dünyayı kandırıp, bütün dinleri ortadan kaldırarak dünya'yı ele geçirmek varmak istedik leri maksada ulaşmak, menfaat temin etmek istiyenlerdir ki da­ha sonra ortaya çıkan cemiyetlerde onlardan hayat bulmuş ve dünyayı bu günkü hâle getirmişlerdir. Masonluk; elde etti­ğimiz bilgilere göre her ülkedeki terbiye ve seviyei sosyalite-sine göre belirlenir. Bizimkilerin bir istibdad zemini üzerinde faaliyet gösterdiklerine bakarsak, meşrutiyeti elde ettikleri güne kadar yapmış oldukları faaliyetlerin içinde yer alan ci­nayetler de maksada ulaşmak için vak'i olduğundan, mak­bul ve memduh kabul edilse bile inkılabın peşinden medeni bir şekil almağa onları mecbur ederdi. Halbuki bildiğimiz bu reislerin, her fazilete bir sürü günahlar işleyerek mukabeleyi adet edindiklerinden, farmasonluğun kabul ettiği esaslara dahi aynı lâubalilikle İhanet etmekden kendilerini alamamış­lardır.
Şu ileri sürdüğüm görüşlerin esasa pek uygun ve mutabık olduğu fikrini muhafaza ediyorum. Bu görüşümdeki ısrarın takdirini müsbet ve menfi olarak telakkiyi okurlarıma bırakı­yorum.
     Masonluk ve siyonistlikden dolayı ittihad ü terakki cemİ-j   yetinin kısa zaman zarfında yaptığı kötülükler ve cinayetler dahi, bu ısrarla ileri sürdüğüm görüşlerin isabetine yeterli de­lil teşkil eder. Siyonistlere bende olanT bizde ki ittihatçı kar­deşler, güya insaniyete muavenet ve yardım edecek olan bu cemiyetlerle, koruyucuları olan Almanya imparatorundan al­dıkları emirler üzerine ülkemizde yapmadıkları kötülük ve ci­nayet kalmamış ve doğrusu kendilerinden olanlara, mensub oldukları mason cemiyeti programı üzere muavenet ve yar­dım etmişlerdir."
Görülüyorki; İttahad ü Terakki gizli cemiyetinin inkişâfı, gizlilik kaidesine, yeminle işe sarılmaya, beynelmilel ihanet kuruluşu mason ve siyonist talimatlara uygun olarak ku­rulması ve yine bu talimatlar muvacehesinde hareketlerle başarı(!) gösterdiğini İleri süren Mehmed Selahaddin Bey, bi­ze söyleyecek bir şey bırakmayacak tarzda meseleyi sergi­lemiş bulunuyor. İttihad ü Terakki cemiyetinin içindeki çekiş meler ayrıca kadîmden beri birbirlerine rızay-ı ilâhiyeye önem vererek tartışan insanlar, hased ve kıskançlık girdabı içine düşerek, birbirlerinin kuyusunu kazmaktan, karalamak­tan içtinab etmemişlerdir.
Nitekim; Mehmed Selahaddin Bey bizlere şunları ulaştırı­yor: "Ahmet Rıza Bey; onseneden beri kendine rakip gördü­ğü yüksek şahsiyet sahiplerini, çeşitli müfterîyatia (iftira) karalamakmakdan geri durmamış olduğu gibi kendiside ül­keye hiç bir fayda sağlamaya muvaffak olamamıştı. Ahmed Rıza Bey'in uğruna feda edilen hamiyyet sahibi vatansever insanların içinde pek kıymetli zevatın başında gelen Mizancı Murad Beyefendinin, kadr ve kıymeti takdir olunup, cemiye­tin başkanlığında tutulsa idi ,plke ve devlet büyük istifadeler te'min eder ve cemiyet de de, kişiler aklına gelen fenalıkları icra edemezdi. Ne çâreki; merhum Murad beyefendi gibi ilim ve irfan sahibi olan hürriyyet seven:
"Bilinmez arifin asrında asla kadr-i asan
Muhikkİ hâkle sencidedir nakd hüner dâim"
Mazmununca hâlî hayatlarında takdir olunamayip ebediy-yen kaybından sonra aramla gelmiş olduğundan ötedenberi yetersiz ellerde kalan kulların işleri lâyıkiyle yürütüle memiş memleket felâketden felâkete düşerek bu günkü hâle gel­miştir." Demek suretiyle ittihatçılar hakkında onara yakın kimselerle bir arada bulunmuş bilgilere nail olarak târihe açıklama borcunu ödemiş bir zat oluyor böylece Abdülhamid hân'ın şifre kâtibi Mehmed Selahaddın Bey merhum. Bahse konu ettiği Mizancı Murad Bey'in bahse konu gizli cemiyetin, gizli reisi olarak veya açığa çıktıktan sonra legal başkanı ola­rak yüksek meziyetlere sahibliğini ileri sürerek bu cemiyetin böyle milletimizi can ve mal kaygısına düşürecek oyunlara, milletimizin târih sahnesinden yok olmasına sebeb olacak ahvale müsaade eylemezdi demek suretiyle bu zat hakkında aşağıdaki satırlarda şu bilgileri naklediyor: "Murad beyefendi zamanımızda eşi ve benzeri az görülmüş, yazar ve ediplerden biriydi. Mizancı Murad Bey; senelerce umumî târih öğret­menliğinde bulunduğu mekteb-i mülkiye de yetiştirdiği tale­benin doğrulayacağı gibi gayet hamiyyetli, vatansever nâdir bulunan kimselerdendir. Siyasetde; "üstaz-ı Millet" lâkabına hakkıyla vâsıî olmuştu. Bu zat son derece ahlâklı, nâzik ve merhametli bir şahsiyetti. Vasıflarım saymak; Murad Bey'in ne kadar muhterem olduğunu ortaya koymak bakımından isabetlidir. Mizancı Mehmed Murad Bey'in kıymetli eserleri­nin bazıları şunlardır: <Taharri-i İstikbâl (Geleceği Aramak), Muhtasar ve Mufassal Târih-i Umûmî, Nesl-i Cedid, Mücahe-de-i Milliye, Târih-i Ebu'i Faruk, Hürriyet Vadisinde Bir Pen-çei Istibdad> vesairedir. Heiede <Tatlı Emeller ve Acı Haki­katlere eseri cidden nâmını methettirecek eserdendir."
Murad Bey hakkında öz bir biigi sunan Mehmed Selahad-din Bey, Ahmed Rıza Bey hakkında da bir miktar malumat aktarmakla bizlere ikisi arasında bir mukayese imkânı sunu­yor: "Merhum Murad Beyefendi gibi muktedir zevatın ve va-tanperveranın hayatlarını ifna eden ve şehid edilmelerine se-beb olan Ahmet Rıza Beyefendi .hakkındada bir miktar malu­mat vermeği münasip sayarım.Ahmet Rıza Bey, Osmanlı ya­zarlarından ve cemi yetinde ilk azalarından Dr. Şerafeddin Mağmumi Beyefendinin "Hakikat-ı Hâl" adlı eserinde yazılı olduğu gibi, İngiliz Ali Bey denmekle tanınmış bir zatın oğlu­dur. Ahmet Rıza Bey'in tahsil derecesine gelince annesi Nemçe (Avusturya)li bir kadın olup, onun terbiyesi altında büyümüş ve annesinden terbiye-i Osmaniye alamadığı gibi, vatanına vede milletine karşı bir muhabbet bağlılığı hisset meye yarayacak dersler alamamıştır. Avrupa mekteplerinde de yedi-sekiz sene kadar bulunmuştur. Pâris'de ziraat ilimleri tahsil eden Ahmet Rıza bey, bir müddet Bursa idadisi ve zira­at mektebi öğretmenliği ve müdürlüğü görevinde bulunmuş­tu. Meşrutiyet ve hürriyet sever kimselerden olan A.Rıza Bey Bursa'da kaldığı dönemde orada yayımlanmakta olan edebî dergilerden "Fevaid" ve "Nilüfer" adlı olanlara gerek nesir gerekse nazım olmak üzere makale ve manzumeler yazıp neş rine teşebbüse geçerdi. Resmî ve dini bayramlarda Sul­tan 2. Abdülhamid hân'ın medhini yapan manzumeler yazar­dı. Ancak yazdığı bu manzumelerden menfaat temin edeme­yen A.Rıza Bey, Paris'e geçip oralardan buraya yazı yazma hususuna karar verir. Çok kısa zaman sonunda Bursa'yı ter-Gederek, Paris'e savuşur. Tabii Paris'e gidişini ilmini ve tahsi­lini arttırmak bahanesini ileri sürermiş. Halbuki "Hakikat-i Hâl" risalesinden aynen naklini uygun gördüğümüz aşağıda­ki beyanatta: <Pâris'de yaşadığı müddetçe, ne tahsili yaptı-9" herkesçe meçhul ve ilmî ziraat öğrenmiş bulunduğu ken­elerinin söyledi ği bir şeydir. Kendisi hiç bir ilmin hiç bir şubesinin ve fünununun vâkıfı değildir. Ayrıca malumatfuruş­luk derecesinde genel malumatdan da mahrumdur. Riyaziye ve ulûm-u tabiyyenin de kayikine değil, başlangıcına dâir bir sohbet açılsa, çok büyük bir cehalet sergiler. Osmanlı top­raklarının tarihi ve coğrafi durumu hakkın da, işlerin yapıl­ması hususu hiç aklından geçmemiştir. Türkçeyi herkes ka­dar yazar ve okur. Almancayı biraz anlar. Pederlerinin laka­bının lisanı olan ingilizceden bir tek kelime bile bilmez. Fransızcasi da, ikameti kadar çok değildir. Yazılarını başka­sının tashihinden geçirmeden baskıya vermez. Pâris'de A.Rıza bey'in üzerinde kalan, pozitivizm felsefesidir. Ömrü­nü atalet ve tenbellik içinde geçirenler gibi zavallı Ahmet Rı­za Bey'de bilemedi ki anlamadığı pozitivist salonlarında sa­kal uzatmış beyhude Ömür geçirmiştir. Bilemediği, anlama­dığı diyorum; çünkü felsefe, zübdei ulûm (ilmin Özeti) ve hülasai fünûn (fenni özet) demek olup, ilimde ve fenlerde bilgi sahibi olanların meşgul ve istifade edeceği hikmet dersleridir. Yoksa başlangıcını bilemeyecek kadar ilmî ser­mayesi olmayan züğürtlükle, felsefe anlaşılmaz. Bir muarn-ma, karışık bir düstur, içinden çıkılmaz bir bataktır. Rıza Beyefendi tahsil derecelerini ve iktidarını göstermiş oldu­ğundan daha fazla bir şey söylemeğe lüzum yoktur. İttihat ve terakki cemiyetinin medeni ulemasından olan Ahmet Rı­za Efendi bu derece cahil olduğunu meclis-i mebusan baş­kanlığı ve azalığı esnasında da isbat etti. Ahmet Rıza Bey'de var olan bir meziyet, kibir ve gurur ile kin vede ga­razdır. Yukarıda izah edildiği gibi İstanbul'da hürriyet taraf­tarları tarafından kurulan ittihat ve terakki cemiyeti başlan-gıçda zulümlere son vermek, Osmanlı kavmi necibinin muhtaç ve müstahak olduğu hürriyet ve adaleti taleb ve devlet ile ahali arasında kesintilere maruz kalan muhabbet ve rabıtayı yenilemek vede kuvvetlendirmeye çalışmaktı. Vatanperverane, hamiyyetkârane olmak üzere millet işlerini birleşerek ve gayretle yerine getirmeye davet idi. O zaman bu niyetlerle kurulan cemiyete, namuslu kimselerin ve ikti­dar sahiplerinin bir çoğu katıldığı gibi şahsından ve nefsin­den başka bir düşüncesi olmayan, devlet ve milletine karşı muhabbet hisleri beslemeyen bazı habis hâinler, vatanse­verlik ve maskesi altında bu cemiyete tabiatıyla girmişlerdi. İşte erbab-ı vicdan ve haysiyyetliler yanına kendilerini kata­rak ve böylece muvaffak olan bu hâin habisler âleme kendi­lerini vatanperver göstermeye başlamışlardır. İşte bu Ah­met Rıza Beyde kendini bu kisvede gösterenler arasında it­tihat ve terakki cemiyetine girenlerden biridir. Genç münte-sipler, bu gurur abidesi Ahmet Rıza Beyi yükseK makamla­ra çıkardılar. Ancak bir müddet sonra da ne mal olduğunu anladılar. Fakat bu seferde düşmanlarını sevindirmemek için uzun müddet Rıza Bey'in kötü davranışlarını Örtmek gayretinden geri durmadılar. Ahmet Rıza Beyefendi hare-ket-i akliye ve cahiliyesiyle, her geçen gün kötülüklerini zi-yadeleştirmiş, şiddetlendirmiş, avrupadaki cemiyetin bağlısı ferdlere reva gördüğü hakaretler ve çevirdiği dolaplar ve mefsedet kalmamıştı. Cemiyetin üyelerinin tamamını gü-cendirmişti. Merhum Murad Bey, bu adamın değiştirilmesini sağlamak üzere vazifeli kılınmıştı. Ancak; bütün çalışmalar vede gayretler boşa giderek* A.Rıza Beyde bir salâh görül­memişti. Bunun üzerine cemiyet Ahmet Rıza Beyin son yaptığı kabahat ve cinayeti ortaya koymuş ve cemiyetle alakasını kesebilmişdi. Cemiyetten uzaklaştırılıp, ihraç edilin Ahmet Rıza Bey, süt dökmüş kediye dönerek cemiyetin kararını ne protesto edebilmek nede masumluğunu ispat etmek için dava açmaya cesaret bulabildi. Çünkü kendisi de kabahatinin farkında idi. Bunlar; bu noktaya geldikten sonra artık ne Ahmet Rıza Bey ne de arkadaşları üfke üze­rinde oynayacak başka oyunları kalmadığından ses etmek­ten mahrum kalmayı seçip, bundan sonra olsun, felâkete sürükledikleri memleketin üstünden ellerini çekmeleri icâb eder. İttihat ve terakki cemiyetinin kuruluşu esnasında, Ah­met Rıza gibi kimseler ile on seneden beri bu cemiyete katılan haydut çetesi azalarını andırır kimseler bu cemiyette barınmaya imkân bulamasalardı belki bugün bahsekonu ce­miyetten hiç kimsenin şikâyeti olmazdı. İşin garib tarafı şu-rasidır, ki Ahmet Rıza Beyde, bu kadar cahil ve ahmak ol­masına rağmen on seneden bu tarafa iktidarın içinde, haya­tiyetini devam ettirmiştir. Buna akıl sır erdirmek güçse de doğrusu bu şahsın talihi demek kabildir.> 1890'da İttihad ü Terakkiye vücud veren Şerafeddin Mağmumi böyle bir mu­kayese ile kanaatini târihe aksettiriyor.

Avlonyalı Ferid Paşa Sadareti Ve Meşrûtiyet


Yukarıda Avlonyalı Mehmed Ferid Paşanın sadarete getiril­mesinin ardından uzun süre bilme şansı yakalandı istikrar hususunda. Ülke bir çok atılımlara, bir çok tesislerin ya­pılmasını temine muvaffak oldu. Demiryolları ise haylice mesafe almış oldu.
Ne varki; beynelmilel yahudi plân merkezi, 1897'deki Ba-zel şehrinde yaptığı meşhur siyoniztler kongresinden sonra kürre-i arz'da bir destabilizasyon gidişatı başlattı. Her şeyi birbirine karıştırtıyor, büyük devletler arasında meseleler ih­das ediyor, petrol yataklarını ve boğazlan elinde tutan Os­manlı devleti, muhtemel bir genel savaşda yıkılması gerececek hedefler arasında yer alıyordu. Bu arada 1897 Bazel Siyon kongresini toplamış olan ve burada kararlaştırdıkları 24 maddelik protokolleriyle yüz yıllık bir plân tezekkür et­tirip, bunu tatbike koyarken, kapısını çalmaları gereken ilk ülke devleti âliye olduğunun şuurunda olarak Emanuel Kara-so adlı İtalyan ve Osmanlı tebaalı, Selanikli meclisi mebusa-nımızın üyelerinden bu yahudi, Teodor Herz'ii Sultan Ha-mid'in huzuruna çıkartarak, görüştürdü. Osmanlı devletinin borçlarını tekeffül eden Herzl, Sultan'dan Filistin'de iskân edilmeleri için yahudîlere toprak satılması ve yer tahsis edil­mesini istedi. Sultan Hamid bunun kabil olmayacağını ifade etti. Böylecede, beynelmilel yahudi hareketi des~ tabilizas-yon, yâni mevcud yapıya ve nizama anarşi, isyan, soygun, yürüyüş, miting, velhasıl insanları çeşitli kamplara bölecek ne varsa ve biribirlerine düşman edecek hangi vasıtalar var­sa harekete geçirmek suretiyle ülkeye ve idareye zaaf getir­mek böylece de yıkılış veya yaşamak arasında muhayyer bı­rakma plânı başlatıldı.
Makedonya meselesiyle ilgili bölümde, genç zabitlerimizin buradaki yerli hristiyan ahalinin mücadelesine haklılık payı bulmaya koyulmuş olduğunu belirtmiştik, tşte balkanların yi­ne kaynamağa başladığı görüldü.
padişah-vçjJahd ve vefa
Ferid Paşa'nın sadareti esnasında husule gelen istikrar sa­yesinde ve padişahın dikkatli ve ferasetli bir şekilde olanı bi­teni gözlemesi, milletler arası meselelerde dengeye çok dik­kat etmesi devam ederken, yahudi hareketinin yön değiştir­diğini görüyor, fikri/fiayat açmış olduğu mekteplerde, ecne-''erden gelmiş öğretmenlerle bir nev'i batı kültürünün mü­nevverlerimizi sardığını görüyordu. Fakat; bu arada Yahudi Filozof Durkhaymin ırk- çı görüşleri de, ancak müslümanlar kardeştir, diyen dinimiz insanları arasında revaç bulmaya başladı. Bu da yahudilerin yeni bir manevrasından ne'şet et­mişti. Osmanlı devleti, içinde otuza yakın ırk'ın bulunduğu bir halitaydı. Kimisi buna mozaik diyor, kimileri de, ebru di­yorsa da, adil Osmanlı idaresi asırlardır bu ırkları ve diğer din mensuplarını inşa niyetin muhtaç olduğu şefkatiyle bir arada yaşatmaya muvaffak olmuşken, ırkçı nazariyenin etra­fı sarmaya başlaması, balkanlarda, Kafkas'ya'da Ceziret'ül Arab'da bu görüşe meyyaliyet tehlike çanlarını çalmağa baş­lamıştı. Günlerden bir gün Melingin idaresinde Yıldız Sarayı­nın bahçe düzenlemesini yaparken, bir bahçıvan yamağı da tarhları tanzim etmektedir. Acele içinde olacak genç bir za­bit, az önce bahçıvan yamağının tanzim ettiği tarha basarak geçer. Şivesinden Arnavut olduğu anlaşılan yamak, az önce düzelttiği tarhı geçen zabitin arkasından söylenir: <Bre aptal Türk> şeklinde. O sırada köşkün balkonundan bu sözü işiten Sultan Hamid yamağa şöyle seslenir: <işini yaptığın şahisda bir Türk'tür. Utan söylediğin söz günahtir> mealinde ikazda bulunur. Onun için hiç kimse ırkçılığa tevessül etmemesi lâ­zım geldiği gibi başkalarına da başka ırklarada hakareteamiz beyanda bulunmamalı. Bunu temin edecek husus din-i islâ-mın emir ve Peygamber! Zişân'ın tavsiyelerini yerine getir­mekle olur bir de hangi ırkdan olursak olalım, Türk milletini İslama bin yıldır kılıç ve kalkan olduğunu göz önüne alarak bu milletede vefa gösterilmeli diye düşünüyorum. Sultan Ha-mid'in pek önem vermiş bulunduğu sadakat ve vefa meziy-yetine sahip Osman isimli bir mabeyncisi vardı. Şişli ilçesi­nin Osmanbey semtinin adı bu zattan gelmektedir yine bu semtin â!a ve rânalığı her İstanbullunun malumudur. İşte bu adın bu semte nasıl verilmişnin hikâyesini nakledelim: "Sultan Hamid'in bir başmabeyncisi vardır ki iri yarı, doğru söz­lü ve biraz da kaba sabadır. Avrupa saraylarında bu işleri yapacak kişileri narin, nâzik ve güzel söyleyenlerden seçer­ler. Hakan hz.leri de, evvelâ sadakati tercih eder. Diğer du­rumlara fazla önem vermezlerdi. Sultan Hamid, her hafta daha sonra, halife ve padişah olacak veliahdı olan kardeşi Mehmed Reşad Efendi ile yemek yerlerdi. Başbaşa yemek yenip, kahveler içildikten sonra nazik padişah sarayın iç-merdivenlerine kadar Reşad Efendiyi saray'm uğurlama ne­zaketini gösterirdi. İşte bunlardan bir tanesinde veliahdı uğurlayan padişah, biraderinin gidişini dalgın nazarlarla sey­retmekteyken yukarıda bahsettiğimiz başmabeynci aşağı­dan yukarı merdivenleri çıkmaktadır. Mabeynci; veliahdın aşağı inmekde olduğunu görünce hemen merdivenin sağına doğru çekilir. Ellerini göbeğinin önünde kavuşturup büyük bir edeble veli ahdi selâmlar. Reşad Efendi hatır sorduğun­da, mabeynci: 'gece gündüz sağlığınıza dua etmekle meş­gulüz' cevabını verir. Ne çâre ki bu sözleri merdiven başında duran padişah duymuş ve çok kızıp geriye dâireyi mahsusa-sina çekilirler. Başmabeynci merdivenleri çıkıp padişahın odasına girip arz'da bulunacağı sırada padişahın asık sura­tıyla karşılaştığı gibi ateş saçan gözlerle yüzüne bakarak şunları söylemesine maruz kalır: 'Ben sarayda düşmanım olduğunu biliyordum. Fakat seni bunların arasında saymaz­dım. Yazık git gözüm seni germesin' Der.
Başmabeynci şaşkın ve tek kelime dahi söyleyemez. Bir hıçkırık ve durmadan akmaya başlayan gözyaşları! Sa­ray'dan çıktığı gibi evine gider ve odasına kapanır. Kimseyle görüşmeyip ağlamaya devam eder. Bir ay sonra durumu öğrenen Sultan Hamid haber gönderip vazifeye devam et­mesini emreder. Başmabeynci veri- len emre derhal uyar ve işe başlar. Çok geçmemiştir ki, Reşad Efendi yine mutad yemeğe gelmiştir ve yemek sonrası hanesine dönmek üzere mahut merdivenleri inmeğe başlamıştır. Padişah ise; her zaman olduğu gibi merdivenin başına kadar gelmiş ve baş-mabeyncinin yine merdivenleri tırmanmakta olduğunu gör­müş, hafifçe kendini geri çeken padişah olacakları seyre hazırlanır. Başmabeynci merdivenin ortasında akıbet veli-ahd ile karşılaşır. Fakat; bu sefer alelade biri yanından geçi­yormuş gibi ne selâm ne sabah yanından yürüyüp geçer. Veliahd; bu kabalığa şaşar kalır.
Padişahın yanına gelen mabeynciye Sultan Hamid; aferin bak şimdi oldu. Bir kişiye bir efendi yeter diyerek memnuni­yetini belirtir. Böylece sadakatin ve vefanın, kendince öne­mini ortaya koyar. Bir müddet sonra Pangalti ile Şişli ara­sında bulunan geniş bir araziyi mabeynciye hediye eder. Ge­niş arazinin bir köşesine ko nağını yaptıran başmabeynci daha sonraları buralardan arazi parçaları satar. Yerleşim merkezi hâline gelen semte Osmanbey adı verilir ki bu Os-manbey, Abdülhamid hân'm mabeyncisi olan Osman Bey'-den başkası değildir."
İstanbul'umuzun pek önemli iş merkezlerinin bulunduğu mutena bir yer olan Osmanbey; Cennetmekân Abdülhamid hân'ın sadakatini mükafatlandırdığı Osman Bey'in adını taşı­maktadır. Sultan Abdülmecid'in, Teşvikiye semtini meskûn mahal kılmak için yaptığı teşvikata, oğlu Abdülhamid'de bu mükafatlandırma vasıtasıyla iştirak etmiştir. Bizim bu vefa meselesine temasımız asırlarca devlet-i âliyenin koruyuculu­ğu altında imran ömreyleyen gayri müslimler ve farklı ırklara mensup müslümanlar Rus, İngiliz, Fransız velhasıl dış düş­man etkisinde kalarak ayrılıkçı düşünceye düşerek nice <gajleler açarak insanımızı mahv eden olaylara sebeb olmaya engel sadakatla, vefa ilaçdır demektir.

Zekiye Sultan Hanımın İfşaatı


Bu çalışmalarımızda istifade ettiğimiz kaynaklardan olan "Madalyon'un Tersi" adlı eserin, 43. sh.de Sadnazam Meh-med Ferid Paşa'nın oğlu Celâleddin Paşa, Paris'de Sultan Hamid'in kızı Zekiye Sultanhammdan bizzat dinlediğini şöyle naklediyor:
"Manastır'da patlayan tabancanın ortaya koyduğu feci-atın gecesinde babam, babanız Ferid Paşa'yı saray'a davet edip, halvet var diyerek olanı biteni anlatmasını istemiştir. Biz kafes arkasından konuşulanları dinliyorduk. Babamın (Sultan Hamid'in), Ferid Paşa'ya ne varsa söyle, saklama dinlemeye hazırım demesinden sonra, Ferid Paşa 1903 yılı­nı takiben Rumeli'de çetelerin kurulmuş olduğunu Bulgaris­tan ve Makedonya üzerinde çalışmalar yaptıklarını, çeşitli adlar altında kurulmuş gizli cemiyetlerin azalarının dörtte üçünü küçük rütbeli subayların teşkil ettiğini, vaziyetin va­him olduğunu nakilden sonra gözlerinden akan yaşları silen pe deriniz (sadnazam Ferid Paşa), Padişahım! maiyetinizde askerin sevmediği kimseler vardır. Onları feda ediniz! Nice büyük kimseler etrafındakiler yüzünden felakete maruz kal­mışlardır. Bu ülkenin târihimde son sözü daima asker söyle­miştir." Diye nakleden Zekiye Sultan muhavereyi nakle şöy­le devam ediyor: "Padişah sert bir sesle; Paşa doğru söylü­yorsun! Amma hiç isim vermiyorsun! Askerin istemediği kimlerdir? Sadnazam ise: Efendimiz! Rüşvet, irtikâb, ilti­mas o kadar çoğalmıştır ki size hangi ismi vereyim? Asker deyince bir kaç paşa, bir kaç miralayla ifade olunamaz. Or­dunun hepsi mühimdir. Küçükleri dikkate alınız. Onların isimleri yoktur! Fakat cisimleri vardır. Onlar sessiz ihtilâl­dirler."
(/temmuz/1908 gecesi konuşulanlar bundan ibaret değildi herhalde! Biz mevzuumuza dahil olanı alıp sunduk. 9/tem-muz/1908 sabahı Mehmed Ferİd Paşa istifasını sunmuştu. Padişah da nâzik bir teşekkür mektubuyla istifayı kabul etti­ğini bildiriyordu. Böylece 14/ocak/l 903'de başlayan, 22/temmuz/1908'de son bulan ve 5 yıl, 6 ay, 8 gün süren ve kısa sayılmaz bîr zaman dilimini kapsayan sadaret dönemi son bulmuş oluyordu. Yukarıda Ferid Paşa'nın istifası ile ver­diğimiz tarih elbette doğrudur. Anca o dönemde de, bugün olduğu gibi başvekillerin istifasını sunduktan sonra kabulün bildirilmesiyle birlikte yeni kabine teşkil olunana kadar vazi­feye devam ricası bildirildiğinden, Ferid Paşa'nın son sadaret günü Küçük Mehmed Said Paşa'nın 7. sadaretinin ilk gününe denk gelir.

Meşrutıyet-I Sanı (2.Meşrûtiyet)


Meşrutiyetin kaldırılmasından ziyâde tatile sokulmasının ne büyük isabet olduğu, İttihatçıların ülkede estirdiği anarşi rüzgârı sadece sivil kesimde değil, askerlerde de hem de mektepli ve alaylı diye ikiye münkasım olmak şartıyla vücud bulmuştu. Az yukarıda yazdığımız gibi, Arnavut Şemsi Pa-şa'yı gündüz ortasında postane çıkışında şehid edenin Atıf adlı bir mülazım olduğunu hatırlatalîm. Resneli Niyazi'nin da­ğa çıkmasını müteakip, Enver ve Eyüp Sabri Beyler de aynı metodu takip ederlerken bu arada ittihatçı subaylar ile olma­yanlar arasında mücadele o kadar gelişmiştiki, çok daha sonra babıâlî baskınında vurulacak olan Mustafa Necip, En­ver Bey'in (daha sonra Paşa) eniştesi binbaşı Nâzım Beyi katletmekle vazifelendirilir ve başına gelecekleri ummakta olan Nâzım Bey değil sokağa çıkmak taburuna bile gitme­mektedir. Bu vaziyet karşısında da Enver Bey'e eniştesini vurulabileceği alana getirmek vazifesi verilir. Enver Bey'de yeğenlerini, kızkardeşini hiç düşünmeden bu görevi kabulle­nir. Evinde kaldığı eniştesini bir evrak imzalatma bahanesiyle Mustafa Necib'in rovelverini çekip vurabileceği bir cam ke­narına getirir. Ancak atılan mermi durumu fark eden Nâzım Beyin kendini bir kenara atmak suretiyle ayaklarından yara­lanmakla ucuz kurtulduğunu görüyoruz. Bunlar olurken Şe­hid Şemsi Paşanın yerine Manastır'a gönderilen Osman Fev­zi Paşa bu göreve geldiğinde iki bin kişilik asker sivil karışık bir ittihatçı çete tarafından esir edilip, dağa kaldırıldı. Posta -hanelere ardarda telgraflar veriliyor, bunlarda meşrutiyetin ilânı isteniyordu. Küçük subaylar hareketlenmiş ve gerçek bir ihtilâl baş göstermişti. Yukarıda yer alan Zekiye Sultanha-nımın Avlonyalı Celâleddin Paşa' ya anlattığı, Sultan Ha-mid'in dikkatle dinlediği sadrıazamın dedikleri çıkmaktaydı.

Müfettişin İhmâli Varmı?


Hüseyin Hilmi Paşa; Rumeli genel müfettişliği uhdesindey-ken vazifesinde bir kusur görülmemekle beraber İttihad ü Te­râkki cemiyetinin, masonların ağuşunda neşvünema bulma­sında, engelleyici rol oynadığına dâir bir çaba gösterdiği ileri sürülemez. Orhan Koloğlu Bey; Abdülhamid'in başşehirde masonların tepesine öyle siyasi tarzda bindiğini beyan eder-ki, cidden fevkalâde bir tesbittir ve de Abdülhamid'çe alına­bilecek tedbi rin böyle olabileceği herkesin takdir edeceği hususattandır.
Cennetmekân masonların içinde ve dışında aldığı tedbirler sayesinde nefes alışlarını Yıldız Sarayında duymaktaydı. On-'ann yapacağı çalışmaları devamlı iane yapmaya dönük işlere yönlendiriyordu. Siyasete dönük işlere kalkıştıklarında başlarına açacağı gaileyi çeşitli sebeb ve yollarla aba altın­dan soba göstererek hatırlatıyordu. Bir çok zevat vede bun­lardan mason olmalarına ne lüzum nede inanç bakımından gerek duyacak kimselerin masonluğa girdiğini görüyoruz. Bunların başında da Sultan Hamid'in dünürü olan, Plevne kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa, dini bütün bir mü'min olmasına rağmen girdiği mason derneği sandalyesinde, pa­dişahın eli-kulağı olarak bulunma ile görevliydi. Kıymetli araştırıcı ve Osmanlıdan yana olduğunu hiç bir zaman söyle-meyen Prof. Orhan Koloğlu, tarafsız görüntüdeki hüviyetiyle doğru bir tesbit olarak ileri sürmüştür. Orhan Koloğlu hoca bu tesbitinin hemen arkasından da ilâve eder: İstanbul'da padişah hazretleri, masonları bir hayır derneği mesabesinde tutmayı başarırken taşrada vede bil hassa baikan vilâyetle­rinde haylicede, elviye-i selâsede masonlar cirit atıyor, jön-türk anlayışına yatak ve dayanak olmak suretiyle me'şum plânlarını adım adım tatbik zımnında yol almaya başlamış­lardı. Hüküm olarak söylemek gerekirki, bir hukukşinas olan Hüseyin Hilmi Paşa, Selanik, Manastır, Yanya velhasıl bütün Rumeli yakasında ittİhad cemiyeti hafi'yesinin yaptığı teşki­latlanma, sabotaj, suikastlarına engel olabilecek vasıf tan noksan olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İşin diğer bir fecaati ise; Bulgar komitecileriyle, Makedon­ya meselesi münasebeti ile Yunan palikaryaları ile yaptıkları çatışmaların sonunda şehid düşen savunmacı silah arkadaş­larını fazla düşünmez, kendilerini uğraştıran hasımların, ken­di ellerinden koparmaya çalıştıkları toprakları, dörtyüz şu kadar senedir bizimdi, diye düşünmeyip, benim burada ne işim var"? Psikozuna girmiş olmaları, İslâm fetih anlayışında­ki, insan ve adalet, medeniyet ile inanç hürriyeti getirme emellerini, artık kendi şuurunda bile taşımayan köksüz ve ruhu desteksiz kalmış bir muharip haline gelmelerinden kay­naklanmış ti. Bu ampirikçi, pozitivist anlayış, 1880 sonrası maarif sistemimizin ve askeri mekteplerimizin, Prusya disip­lini adı altında, masonların kucağına düşmüş ve de bir hayli yerli ve yabancı öğretim üyelerinin tedris ettiği derslerin da­yandığı farklı anlayışın ürünü olarak görmek o dönemin ye-tişdirdiklerine iftira sayılmaz. Çok kültürlü, şâir ruhiu, dış gö­rünüşe Önem veren, mevki ve makama haris, dini ibadetlere soğuk entellektüeller, kendilerini şarkın münevverleri değil, garbın şark'a memur ettiği medeniyet elçileri gibi görmeye başlamışlardı.
Bilindiği gibi Hüseyin Hilmi Paşanın genel müfettiş unva­nıyla balkanlardaki vazifesi meşrutiyetin ilanıyla son bulmak iktiza ederdi. Ne varki o hay huy içinde üç ay daha devam etti. Daha sonra 1908'de 36 bin krş maaşla dahiliye nâzında oldu. Ülkenin karıştığı bölgenin umum müfettişi, sonunda is­teklerinde muvaffak olan bölgeye hâkim bulunan ittihatçı as­ker ve sivili, şüphesizki altı yıla yakın sürdürdüğü müfettişlik unvanı ile asayiş dahil, her şeyi tam yetki ile teftişe selahiyeti ve ayrıca da buna muktedir tecrübe ve askeri güce sahib ol­duğu halde, paşaların postane kapılarında vurulup öldürül­düğü, katil genç mülazımın elini kolunu saliıyarak kaçıp git­mesi ve ismi bilindiği halde ele geçirilememesi, muhalif gü­cün dereceİ ahvalini belirttiği gibi en selahiyetii sivilin kılına halel gelmemesi üstüne üstlük, bahse konu cemiyetin üze­rinde gölgesi olduğu kabinede, dahiliye vekâletine getirilme­si, esnay-ı görevde zâtın, ne şiş yansın ne kebâb kabilin den görev yaptığına işaret ederde, ne var ki sonunda milletimiz bu bâziçede yandı gitti küi oldu. Dünya müslümanlarının boynu bükülü kaldı.
Reval Mülakatı adıyla bilinen bir toplantı yapılmış ve bu toplantıya Rus Çar'i 2.Nikola İle İngiltere kralı 7.Edward, Re­val deniz kasabasında buluşmuşlardı. Konuştukları husus İn-giliz-Rus birlikteliği ve Almanya karşıtlığı idi. Ancak Alman­ya'yı ürkütmemek içinde konuşulanların Makedonya mese­lesi olduğu, gerek Rusya gerekse İngiltere mesulleri tarafın­dan efkârı umûmiyeye lanse edildi. İttihatçılar lanse edilen Makedonya meselesini görüşüyoruz yalan haberine mal bul­muş mağribî gibi sarıldılar ve Osmanlı paylaşılmakta bunu meşrutiyet kurtarır velveleleriyle ortalıkta haylice gürültü ko­parttılar. T.Yıl maz Öztuna Bey, kıymetli eseri Büyük Türkiye Tarihinin 7. cildinin 216. sahifesinde aynen şunları söyleye­rek, İttihatçıların yaygaralarının iç yüzünü ortaya seriyor: "..İttiahtçılar İngiltere ile Rusya'nın Türkiye'yi paylaşmaya karar verdiklerini,rejimin devrilmesinden başka hiç bir şeyin bu paylaşmayı önleyemeyeceğini yaymıya başladılar.
Böyle bir şey bir defa mantıkân imkânsızdı. Başta Alman­ya olmak üzere diğer büyük devletlerin kesin muvafakati alınmaksızınİngiltere ve Rusya, Türkiye'ye karşı hiçbir pay­laşma teşebbüsüne geçemezlerdi, ikiye ayrılan Avrupada da büyük devletlerin ittifak edebilmeleri tamamen imkânsızdı. Ancak Türkiye'de ortam, bu basit siyasi meseleleri bile kav-uyabilmekten uzak olduğu için, Reual'de Türkiye'nin payla­şılma kararı alındığı hâlâ bâzı yeni yayınlarda geçmektedir. Halbuki, Reval mülakatının zabıtları artık yayınlanmıştır ve bu zabıtlarda,Türkiye'nin paylaşılması üzerinde bir tek keli­me yoktur."
Görülüyorki; değerli okuyucularımız İttihatçılar bir asılsız İstihbaratın, Özellikle şüyuu sağlanan bilgileriyle hareket et­mişler ve Reval'i kendi ihtilâllerine basamak yapmışlardır. Aynı kadro daha sonra babıâlî baskınını yaparlarken, sadrazam Kâmil Paşa'yı Edirne'yi düşmana veriyor, o karan im­zalamaktan men için hareketi yaptık diyorlar. Fakat ne he-yet-i vükelâ böyle bir şeyi konuşmuş, nede Kâmil Paşa böyle bir kâğıd imzalama dığı sonradan ortaya çıkmış, ancak işin başka bir tasavvuru oiduğu vâki ise de, bunu bahsi geldiğin­de açıklarız. Ancak, Öztuna Bey'in Reval'de Türkiye payla­şılması yoktu demesi de pek fazla iyimserlik, çünkü her bel­ge, bir başka hakikatin setr edicisidir diye bakılması târih il­minin bilhassa diplomatik vak'alarda daha da fazla gerek­mektedir diye düşünüyorum. İttihatçıların, Osmanlıyı bitiren önlenemez yükselişi, masonların ağuşûnda gerçekleştiğin­den, üst seviyedeki mason olup aynı zamanda İttihatçıların ileri gelenlerinden bir kaçının meselâ Emanuel Karaso, Talat Bey (Paşa), Manyasîzâde Refik Bey gibilerin işin hakayıkmadan haberleri vardır belki de böyle bir açıklamayı bu vesile ile yaptırmak ayaklanmaya sebeb teşkil ettirmek, Talat Bey gibi cidden serdengeçti ve komitacı bir şahsın akledip yaptır­makta tereddüt etmeyeceği işlerdendir. Cebinde bomba taşı­yıp, daha sonra başvekil olmuş bir politikacı yoktur tâaki as­kerler hâriç.
Bütün bunların sonunda Sultan 2.Abdülhamid, Avlonyalı Ferid Paşanın halvetde anlattıklarından sonra tatile soktuğu meclis-i mebusanı, milletin meşruti idareye alışabilecek kı­vama geldiği bahanesini kullanarak, yeniden mer'îyete koy-mağa karar verdiğini açıkladı böylecede, mason-siyonist-itti-hatçı üçgeninin plânladığı kanlı bir ihtilâlle padişahı devirme zevkini kursaklarında bırakmayı başardı. İstifa eden Avlon-yalı Ferid Paşa da yeri ni Küçük Said Paşa'ya teslim etti. Ay-nı zamanda 1897 savaşından beri Seraskerlik makamında bulunan Mehmed Rıza Paşa vazifeden alındı yerine Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa getirildi.
Rumi/10/Temmuz/1324-miIâdî 23/Temmuz/1908'de meşru­tiyet İlân edilmiştir.
Sultan Hamid'de bu İlânı yapmakla karşısındakilerin bütün kozlarını elinden şimdilik almaya muvaffak olmuş, millet ve Orduy-u Hümayun mensuplarının bir avuç bölümü hâriç, pa­dişahım çok yaşa diye bağırmaktaydılar. Yıldız Sarayı önleri­ne gelip tezahürat yapıp ömrünün uzun olmasına dua ediyor­lardı. Bu arada otuz yılı aşkın süren dönemin haklı-haksız sürgüne gidenleri, hapislerde olanları bir aff-ı umûmiye nail ediliyorlar bu sebeble de, bu gibi insanların evlâd ü iyâlleri de padişahın bu lütfûna teşekkür ediyordular. Dikkat edilme­si gereken bir husus ise gazetelerde yer alan yazılar umumi­yetle, gizli teşkilat ittihatçıların bu oluşun banisi, Enver ve Niyazi Beylerin bu işin müncî'i olduğu kafalara çakılmağa gayret ediliyordu. Tabiiki karakter bakımından maluliyeti olanlar duruş ve davranışlarında değişiklik meydana getiri­yorlar, kimisi devr-i istibdadın menhus kimseleri olmalarına rağmen saf değiştiriyorlar yalanlarla efkâr-1 umumiyeyi bu­landın yorlardı. İlân-ı meşrutiyetten bir müddet evvel Bur-sa'ya sürülmüş olan Fehim Paşa'aha li tarafından linç edil­mişti. Adlan hafiye'ye çıkanlar büyük sıkıntılara uğruyorlar-dı. Şimdi biz, meşrutiyetin ilânından sonra "Babıâli'nin İçyü­zü" adıyla kaleme alınmış bir risaleyi ilk defa Osmanlıca'dan latinize edip, bir miktarda sadeleştirerek sahifemizi süsle-yelim diyoruz. O günlerin sıcaklığı içinde yazılanları öğren­miş olalım.

Babıâli'nin İç Yüzü!


"Kalmasın dünyada hiç bir şey rifhan" diyen şâir bence meçhul olmakla beraber, söylediği beyitten yola çıktığımızda bunun târih ilmi açısından pek doğru bir tesbit olduğunu kaydetmekle bu çalışmayı bilgisayarımda tuşlamaya başla­mayı tercih etdim. İstanbul 'un fethinden sonra dünya devlet­lerinin gerek büyükleri, gerekse ikinci ligdekileri vede bunla­rın birlikte üzerlerine.;zülüm ile gidilen bilhassa ada devletçik­lerinin yalvaran bakışları bu şehirde dünya nizamını sağla­mayı kendine inandığı din ve kitabın yüklemiş olduğunun İd­raki içindeki Osmanlı Devleti yönetimi günü geldiğindebnb!-âlî'den ida re olunmağa başlamıştır.
Bu satırlarda karşınıza geçtiğimiz çalışmaya bağlı olma­yan ve devrin kendine has hâli hasebiyle, kendi zaviyelerin­den görüşlerini r. 1324/m.l908 tarihinde başlıktaki adla Artin Asaduryan matbaasında tâb olunmuş yazarı meçhul müter­cimi T. ÎS rümuzlarıyla verilmiş bir kitabı sadeleştirmek ve buradaki yazanları sizlere aktardıktan sonra bu hususda ken­di kanaatlerimi çalışmayı tamamladıktan sonra aynı eserin tenkıyd ve tahlilî adıy la sizlere okutmaya çalışacağım. Bunu da dikkatle tetkik ederseniz bilhassa Sultan cennetmekân Abdülhamid-i Sânî dönemi hakkında bir mülahazaya daha sahip olmuş olursunuz..
Sevgili okurlarım; biz eskilerin, cennetmekân demek sure­tiyle safımızı belirttiğimiz Sultan Abdülhamid hân devrini ve idaresini mümkün mertebe his cephesinden nakle çalişmı-Şizdır. Böyle yaptığımız esnada da insanımızın kimi kısmı bu devir hakkında ağzını açar açmaz "devr-i istibdad"da diye söze başlaması zaman zaman dikkatimi çekerdi. Bunların arasında nice edip, devlet adamı ve askerî rütbelerin evci bâlası olan müşirliğe gelmiş ve yüksek karakter sahibi ve des­tansı bir ömür sürmüş Çerkeş Deli Fuad Paşa'nında olduğu­nu derhâtir ettiğimde, hemen aklıma 1878 savaşının Şıpka Kahramanı adını almış bulunan, Sultan Aziz zamanında as­kerî mektepler nazırıyken bu padişahın tahtdan indirilmesin­de rol oynamış Süleyman Hüsnü Paşa düşüverdi.
O Süleyman Hüsnü Paşa ki Osmanlı batı cephesi kuman­danlığına tayin edilmiş genç Mehmed Ali Paşa'yı dinlemiş olup çağrısına uymuş olaydı, dünya târihi daha o gün bam­başka bir yola girebilirdi.. Bu itaatsizliği onu kerameti ken­dinden menkul Şıpka Kahramanlığına taşıdı amma savaş sonrasında muhakeme ve bir daha İstanbul'u görememe ce­zasına çarptırıldı. Fetihten sonra Çandarlı Hâli! Paşayı cellâta veren Sultan Fâtih hz. lerini düşünürseniz, Abdülhamid hân'ın Süleyman Hüsnü Paşayı katlettirmemesinde yatan merhamet duygusu ve ölüm emri verecek güçlülüğü taşıma­maktan kaynaklandığı düşünülebilir.
Görüyoruz ki; istibdadın sıkıştırdığı iki müşir ki bu emri dinlememezlik vukubulduktan sonra Süleyman Hüsnü Paşa­nın, Mehmed Ali Paşanın yerine başkumandan tâyin edilmiş . olduğunu hemen buraya sıkıştıralım. Buna karşılık Çerkeş Deli Fuad Paşada aynı savaşın gerçek bir kahramanı olup Elena meydan muharebesinin besalet sahibi ulvî bir kahra­manıdır. Devr-i istibdad denilen dönem bu ayrı taraf insanını aynı cezaya müstahak görmüştür.
Bütün bunları geçenlerde sevgili dostum Mustafa Özdamar beyefendiyle görüşür iken, onun pek güzel bir tâbiri oldu ay­nen benimsediğimden sizlere de duyurayım: "Bazen tarihçi­ler ve tarihle meşgul olanlar meylettikleri taraf lehine, bok örtücülüğü yapıyorlar" demek suretiyle işin bam teline bastı.
İşte biz bu kitapçığı sizlere sunduktan sonra hemen üst sa­tırdaki tesbite uygun tarzda, tenkıyd ve tahlile geçeceğiz.

Babıâli'nin İç Yüzü


İstanbul'un en güzel tepelerinden birinde padişah sarayın­dan iki adım mesafede bulunan geniş ve hantal bina'ya yeni­likçi padişah addolunan 2. Mahmud döneminden beri babıâlî denile gelmiştir. Bu harabzâde kervansaray, hem İstanbul Boğazına, hem Halic'e hem de Marmara ve adalara bakar. Vezaret de denilen, vükelâlık yâni bakanlar kurulu devlet iş­lerini görüşmek ve kararlaştırmak için eskiden toplandıkları yere Dîvan tâbir olunurdu. Buradaki İşlerin en mühimmini meselâ bulûğ çağına gelen şehzadelerin saçlarının traş edil­meğe başlanılması veya başlanılmaması, başlanacaksa ilk­baharda mı yoksa sonbaharda mı başalanılmasının daha uy­gun olacağı gibi şeyler Dîvan'ın ruznamesini teşkil ederdi! Aslında bu gibi meselelelerde son söz herhalde Müneccim-başı'na düşüyordu!
üç çeyrek asırdanberi yâni 75 senedir babıâlî terkibi Dî­van kelimesinin yerine kullanılır oldu. Bu çelimsiz, ibtidai ve uygun durmayan görünüşlü binada şimdi sadnazamlık, iç iş­leri bakanlığı, Şurayı Devlet yâni şimdiki Danıştay vede Dı­şişleri bakanlığı bulunmaktadır. Daha eskiden Harbiye ve Bahriye bakanlıkları hâriç olmak üzere, bütün dâirelerin üst mercileri burada toplanmıştı. Ayrıca sadnazamlann kışlık ikametgâhlanda bu bina dahilinde idi. Yeniçerilerin muhte­mel saldırılarına karşı savunmaya yardımcı olacak bir de iç kalesi vardı. Alemdar Mustafa Paşa; 3. Selim'e hizmet ve onu indirilmiş olduğu tahta yeniden oturtmak için İstanbul'a 9e'ebilmek için çıktığı yoldan varış biraz geç olduğunda 3. selim şehid edilmişti. Alemdar'a düşende genç şehzade
Mahmud'u padişah yapmaya gayret göstermesi oldu. Padi­şah 4. Mustafa'yı bağıra bağıra kafesine gönderir- ken padi­şah olan Sultan Mahmud'dan sadaret mührünü de almış olu­yordu.
Alemdar Mustafa Paşa, bahsettiğimiz bu binaya aile efra­dıyla birlikte yerleşmişti. Ancak üç ay sonra Koca Alemdar Paşa, bu büyük vatansever yeniçeriler tarafından bir rama­zan akşamı ikametgâhında muhasaraya alınmıştı. Bin kişiyi aşan muhasaracilara üç gün kahramanca karşı koyan sadrı-azam, yardım yetişmediğini gördüğünde gözden çıkarıldığını anladı ve hiç esef etmeden ailesini ve servetini iç kalede mu­hafaza altına al-dıktan sonra yeniçerileri püskürtmek için baryt mahzenlerini ateşe vererek binbeşyüz kişiye varan ye­niçeri ve yağmacıları havaya uçururken, kendine hanımına ve hareminin hadım ağasına kıymayı göze aldı. Bu patlama bu facia ile babıâlî'yi bir enkaz yığınına döndürdü.
Bu günkü bina nİsbeten yenidir. Babıâli'nin kapısı; padişa­hın sarayına bir kaç metre mesafedeki bâb-ı hümayunun bir benzeridir yâni her iki kapı birbirine benzemektedir. (Gülha-ne Parkına bakan Salkımsöğüt tarafındaki kapı kastediliyor olmalı M.H) Bâb-ı Hümayun; Jüstinyen Sarayının yerine ya­pılmıştır. Şimdi; geçmiş padişahların ailelerine ve hizmetinde bulunmuşlara bir melce, bir yaşama yeri olarak tahsis edil­miştir. (Tabii bahse konu yerin şimdi müze olarak kullandığı­mız Topkapı Sarayı olduğunu söylemek zait olur değilmi efendim? M.H)
Babıâlîye gelince burası bütün müfsitliklerin yapıldığı menzilei mefsedet yâni entrika merkezini sıkıntı meydanını andıran bir yerdir. Sultan '.Mehmed'in; İstanbul'u feth etdiğı gün âsar-ı beşeriyyeye yâni insanlığın eserine gösterdiği his­siyat meşhurdur. Merhum ve mağfur sultan şimdi yattığı yerden başını kaldırıp fethine mazhar olup pek sevdiği bu şehrin geldiği hâli görse: "âsar-ı beşeriyye nasıl fenayab olur ise, devletlerde öylece karin-i fena olurmuş!" hakikatini çaresiz söylemeğe mecbur kalırdı.

Bâbıâlî! Ne Sihirbaz Terkib!


Mehmed Emin Alî Paşanın vefatına kadar hükümet,bu bü­yüleyici füsûnkâr babıâlî'de idi. Daha önceleri padişahlar uzun müddet icrayı hükümet etmişlerdir. Hâttâ bunlardan bazıları zaman zaman bir musahibinin veya haremağasımn telkinleriyle istibdad ve baskı hissiyatına mağlup olur bunla­rın telkinleriyle sadrıazamı astırır veyahud vezirlerden birini kestirirdi. Ancak bu hırsları birini bulduğunda sükûnet bulur yine zevk-ü sefalarına çekilirlerdi. Böyle olduğunda da babı-âlî yeniden nüfuz ve kuvvetini, gücünü istimale yâni kullan­maya başlardı. Böylece de ülkenin ruhu ve kuvveti olması tekrar kendini gösterirdi. Bunun sonu 1870 senesinde gel­miştir.
O döneme kadar padişahlar dolaysıyla saray, işlere ve muamelâta pek nâdir müdehalede bulunurdu. Asla hükümet şekline temas etmez, ancak kişilerin değişmesine dâirdi bu müdehaleler. Mülkî idare, silahlı kuvvetler, ecnebi devletlerle müzakere ve siyasetin idaresi babıâlî'nin işlerindendi. Bütün daîrelerin reisleri, doğrudan doğruya sadrıazamın emrine tâbi idî. Velhasıl sadrıazam demek her şey demek idi. İlân-ı harb edildiğinde sadrıazam; kumandan olarak, ordunun başında sefere çıkar, hemen hemen bütün bakanları savaş alanına götürürdü. Dersaadet'de bir kaimmakam bırakılırdı. Bu ka-ırnmakamın en az akıllı, en te'sirsiz kişiler arasından seçil-meside ayrı bir bahisdir.
Ancak bunlar arasında o zamana kadar kendini saklamış, açık gizli her şeye boyun eğmiş kişilerde olduğu görülmüş­tür. Bunlar kaimmakamlık gibi bir yere kendilerini sakla ya-bilmeleri yüzünden getirildiklerinde maskelerini sıyırmış, hem vekili olduğu sadnazamı hâttâ padişahı dahi tahtından etmeyi bilmişlerdir. Buna hemen bir misâl vermek gerekirse akla ilk gelen Köse Musa Paşa olur. Bilindiği gibi 3. Selim'in hâl'ine ve katline sebeb olmuş ve yapılan nice askerî yenilik­lerin önüne geçen kimsedir.

Babıâli'nin Saray'a Teslimi!


Yukarıdan beri saydıklarımızdan hareketle biz burada Na-polyon Bonapart'm Şark Meselesi'ni hercümerç yâni allak bulak eden fecayiiden bahsedecek de değiliz. Bundanda maksad-ı hakikimiz sadrıazamlarin eskiden umu miyyetle gerek sulh döneminde gerek se savaş zamanındaki işleri ta­mamen istiklâliyet içinde yürütmekte olduğunu ifade etmek­tir.
Bir zamanlar sadnazamlann bir lakabı da Lala olması idi ki, bu ismi, bunların padişah nezdinde bir nasihatçi, bir mü­şavir hatta bir mürşid payesinde kabullenildiklerini gösterir. Babıâli'nin nüfuz yâni te'siri ve iktidarı bakımından hiçbir sekte verilmemesi, Sultan Abdülaziz Hân'ın devrinin sona er­mesine kadar kabil olmuştur.
AİT Paşa'nın irtihalinden sonra ikbal mevkii, hayırlı kabili­yetlerden mahrum olarak doğmuş bulunan Mahmud Nedim Paşa'ya intikal etdi. Bu Paşa da, bu ulvi mazhariyet için lâzım gelen ne tecrübe, ne zekâ bilhassada maharet ve mü­nevver hâl bulunmamaktaydı. Sadrıazamlık makamında, Mahmua Nedim Paşa, bu makama lâzım gelen hasletlerden voksunluğu ile belki en zengin misâl olarak gösterilebilir. Mahmud Nedim Paşa'nın en mühim cinayeti, önce devleti if­lasa sürüklemesi, ondan sonra ki cinayeti de, Abdülaziz Hân'ı sanki Âlî Paşanın oyuncağı olmuş hâline sevketmiş ol­masıdır. Bu zehrini de umu miyyetle siz hükümdarsınız nasıl isterseniz öyle olur kabilinden sözler söylemek suretiyle, ak­lınca hükümdar gibi davranmasını temin edecekti. Böylece bu padişahı, babıâlî' nin bir serseri yatağı olduğuna, bütün vükelâ, vüzera, ve müşirân'ın kendisinin kulu kölesi memlû-ku olduğuna inanması istikametinde yönlendirmiştir ki bu da apayrı bir cinayeti teşkil eder dense yeridir.
Mahmud Nedim Paşa yine padişaha devletin gelirinin kendisine aid olduğunu telkin etme hususunda bir yola ko­yulmuş, müslim, gayri müslim bütün tebâ'nın yaratılış sebe­bi, padişahın hislerine ve arzularına hizmet etmekle ve ken­disine kulluk yapmakla mükellef olduklarını sık sık ileri süre­rek habaset çenberini daraltıp durmuştur. Bu müfsid davranı­şını olaylarla takviye edebilmek için, devletin bütün meka­nizmasını ve devlet adamlarını iradei seniyyenin esiri hâline getirmek onları oyuncak gibi sağa sola atamak suretiyle ül­kenin felâketine zemin hazırlamıştır. Onbeş ay süren sadareti esnasında kabine arkadaşlarını yedi defa azlettirmiştir. Hele; o dönemde hiç bir vali gitdiği yerde, bir ayı tamamlayama­mıştır. Yanya Vilâyetine onbeş günde beş tane ayrı zâtı vali olarak tâyin etmiştir. Henüz^hayatda bulunan (1324/1908) Rauf Paşa; bir hafta zarfında Biga Valiliğine, Selanik Valiliği­ne oradan Yanya Valiliğine ve de oradan Bahriye Nazırlığına tayin olunup, peşinden azledilerek sonunda Manastır'a 3. Or-du ya tâyin edilmiştir. Rauf Paşa daha bir yere indiğinde ba-vulları açmayıp, başka bir yere tâyin olduğu haberini alırdı. fğer valiler, müşirler yâni ordu kumandanlarıda aynı talihin zebunu olmuşlardır. Ayrıca Mahmud Nedim Paşa, küçük me­murlara da sataşmaktan kendini menedemezdi Bunun sebe­bi, otuz milyonu bulmuş Osmanlı nüfusunun her birinin padi­şahın kuklası olduğunu ispat etmeye kalkışmış olmasında aramak lâzımdır. Bu şeytanî ve çocuk oyuncağına benzer davranışı Sultan Aziz farkettiğinde çok gecikmiş, tacını, tah­tını hâttâ haya tını kaybetmesine ramak kalmıştı. Bu farkına varış padişahın acı sonunu önlemeye yeterli olamadı..
Mahmud Nedim Paşanın haddinden fazla kabiliyetsizliği; 30/mayıs/1876 buhranını getirmiş ve böylece bü-tün vatan için, millet için ve de düşünen bütün insanlar için müstebid bir idarenin kurulmasına sebeb teşkil etmiştir. O sıralarda; Midhat Paşa, babıâlî'nin güçlendirilmesi için mesai sarfet-mekteydi ne var ki bu hayırlı teşebbüs karşısında ortaya çı­kan engeller pes dedirtmesini bilmiştir. Böylece müteşebbis de inkisar-ı hayale uğ-ramaktan nasibine düşeni almıştır.

İstibdad Ve Tagallüp


Malum olduğu üzere; istibdad ve tagallüp politikası evve­lemirde hükümete düşmandır Bütün kuvvetleri ve meşruiy-yetin yâni kanuniliğin gücünü düşürmek ister. Böyle yaptığı takdirde ferman ferma yâni dediğim dedik, çaldığım düdük diyebilir! Şevket-İ güçlendirmek, kudreti muhafaza edebil­mek için istibdad'a, elastiki vicdanlı, en kan dökücü işleri yapmaya hazır vasıtalar, aç ve haris her türlü cinayetleri yapmaya hazır gönüllüler lâzımdır
Babıâli'yi büsbütün ortadan kaldirmakda ne caiz ne de kabil idi.. Tam tersine görüntüde yaşayan bir müessese hüvi­yeti vermek, avrupanın nazar-ı dikkatini, kuvvei kanuniyye ve idari kuvveti babıâlî'de göstermek lüzu muna hükm olunmuştu. Öyle bir babıâlî'nin varlığına hükmolunuyordu ki, pa-ravanlık etsin, ortaya çıkacak kusurlar ona yüklensin! Ebleh­çe olduğu kadar da câniyane olan bu hattı harekâtı takip et­mek için istibdadın bu son zulmünü, kuruluşundan beri ev­velemirde tanıdığı bilhassa tanımadığı kimseleride mihenge vurmuş, namuslu kabul edilen her ferdi, kalburdan geçirdik­ten sonra hâlâ yola gelmek istidadını gösteremiyenlerden icab edenleri sürgün ederek yurd dışına kovmak, icâb eden­leri mahv ve ifna yâni perişan edip yok etmek gerçekleştiril­miş, işlenen suçlarda ortaklıkları esasında muhakkak olan kimseler üst makamlara geçirilmişlerdir.
Ancak insanlığın tabiatı ne kadar derin bir zillet çukuruna düşerse düşsün, zaman zaman faziletli davranışlara dönme­ye eğilim gösterir. İnsanın; fenalığa karşı isyan emareleri göstermesi şânındandır! Nitekim seçimleri ne kadar ustaca ve iyice tetkik edildikten sonra yapılsa bile,mütegallibe ida­resi seçicileri, kendilerinden mutlak olarak beklediği mutlak itaate sokamamış, seçiciler de zulüm ve istibdada karşı mu­kavemet ve çatmak değilse de, defalarca tereddüt ve çekin­genlik gösterdiklerine şahid olunmuştur.
Hülasa ederek beyan edelim ki; Said Paşa 3. defa sadaret mevkiinde bulunduktan sonraya girdiği yolun vahametinin sıkıntı ve tehlikesini gözönüne alarak, veya uzun müddet taz­yik altında kalmaktan dolayı boğulan vicdanının son bir te­yakkuz ve intibahı neticesi olarak bir aralık terk-i vazife ile ingiltere sefaretine ilticaya lüzum hissetmişti.
Daha evvel Berlin konferansı andlaşmasının yapılmasın­dan sekiz sene sonra, 1301/18- 85 senesi 6/eylülünde Ru-rnelişarkî meselesinin zuhurunda, Yıldız sarayında bir Özel meclis toplanmış ve otuzaltı saat müzakereden sonra, Said haşada ortaya oy birliğiyle kararlaştırılmış bir mazbata koymağa muvaffak olmuştu. Bu mahut mazbata bir zarfa ko­nup, zarf mühürlenirken, mektep sıralarını yeni terk etmiş nevzuhur kâtip Reşid Bey, arz-ı endam etmiş ve seraskere bir pusula uzattıktan sonra mazbatayı alıp, süratle bir göz at­tıktan sonra pek büyükçe hayret içinde kalmış ve yazının beşde dördünü sildik-ten sonra yerine dört-beş satır yazı yazmış ve sadrıazama dönüp: "Paşa! Efkârı şahane şu mer­kezdedir! Zâten serasker paşaninda. aynı fikirde olduğuna şüphe yok! Bu mealde bir mazbata kaleme alınsın." demek suretiyle bir heyulây-ı mezalim, fecî bir kâbus gibi odadan çıkıp gitmiştir.
Hazirun bu muammalı elemin hâl çâresini bulmak üzere serasker'e dönmüşler; o kızarmış, sol eliyle sakalını tutmuş, sağ eliyle burnunu kaşımış, sonunda sahte bir sesle: "Ordu­nun sefere girmek üzere hazır bulunmadığını meselenin sa­vaşmadan düzeltilmesine çârelerin aranması" gereğini bil­dirmiş ve Said Paşa ancak: "Fakat bu balkanların suret-i katiyyede kaybı demektir. Hem daha şimdi bizimle birlikte aynı rey beyanı dahilinde bulundunuz! Bir kaç dakika içinde böyle bir değişikliği meydana getiren kuvvet nasıl bir şey­dir? Diyebilmiş ve merak ettirici sahne neticesinde kabine düşmüş ve Said Paşa sıkı bir tarassuda yâni gözetlenmeye alınmıştır.
Said Paşa; eskidenberi her şekil ve renge girmiş ve de elastikiyeti ile tanınmıştır. Hâttâ Midhat Paşanın mahkemesi münasebetiyle adından sık sık bahsedilen kimselerdendir. Fakat sonunda Said Paşa kimbilir servet sahibi olduğundan mı, yoksa muvakkat bir vicdan sızlamasıyla mı nedir? Mid­hat Paşa meselesinde biraz hassas davranmışsa da, büahire yoluna devam etmekte bir beis görmemiştir.
Son otuzüç sene zarfında Said Paşa'dan başka on kadar sadrıazam gelmiş ve bunlardan bir kısmı hayatlarını fecii su­rette tamamlamışlardır. Said Paşadan sonra sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya verilmiştir. Paşa bu sadaretini beş se­ne devam ettirmiştir. Kâmil Paşa bu vazifede beş sene kalır­ken, gizli hafiye teşkilatına hayli kolaylıklar göstermiştir. Başhafiyelik görevini ise gayriresrm olarak kendisi uhdesine almıştır. Kâmil Paşa her tür işini bİlmekde de darbı misal ol-muştur(!) Hal böyleyken Kâmil Paşa da dünyalığını, evlâd ve ahfadının yâni çocuklarının, onların çocuklarının da azığını hazırladıktan sonra ahali fırkasına katılmıştır veya Ahrar adı ile anılan partiden addolunmuştur. Bu halkçılığı, Sultan 2. Abdülhamid'e bir ıslahat lâyihası sunmasına kadar varmıştır. Bu layihanın belkemiğini saray adamlarının devlet işlerine müdehale etmemelerini öngörmesi teşkil ediyordu.
Hakikaten mabeynciler yâni sarayın memurları sivil olsun asker olsunlar hükümet ve devlet adamlarıyla rekabete giriş­miş omuz omuza yol alıyorlardı. Müessesei milliye, babıâlî erkanından birine bir münasebetle sekiz yüzbin frank (takri­ben bu günkü paramızla 160 milyar.M.H) hediye verdiğine göre mabeyn erkanının aynı münasebetle neler neler aldığı duyulmuş idi. Fakat; "eglonuvar" nişanını taşıdığı Alman­ya'nın bilhassa İngiltere'nin müdehale ve himayeleri olma­saydı ıslahat hakkındaki layihası yüzünden şimdiye kadar Kâmil Paşanın da bir sürgün* yerinde hayatını tamamlayacağı kesindi.

Babıâli'nin Sadr'ları


Sevgili okurlarım yazımızın başlığında yer alan "sadr'ları kelimesi sadrıazam efendileri sembolize ediyor. Siz değerli okurlarımıza ulaştırmaya çalıştığımız "Babıâli'nin İç Yüzü" adlı sözde tercüme risaleden sadeleştirmeye devam ediyoruz ve günümüzde yaşadığımız cumhuriyet döneminin devlet adamlarının ve hükümet börokrat ve teknokratlarının zaman zaman basın kanalıyla efkârı umumiyyeye akseden hâl ve davranışları gibi, Osmanlı içtimaî hayatı da, bu minval vaka­lara şâhid olmuştur. Hemen şunu İlâve edelim ki dün de, bu gün de cemiyet hayatında çeşitli görüş ve anlayışlar kendine yakın olana destek, uzak hatta düşman olana ise adamakıllı tenkıyd oklarını fırlattığını hiç ama hiç aklımızdan çıkarma­malıyız. X görüş için pek makbul ve mergub olan birisi Y' görüşü İçin son derece tatsız, ahlaksız, karaktersiz olarak va­sıflandırılır. Üzerinde çalıştığımız risale yazarı bizce meçhul kişi, umumiyyetle bu genelleşmiş kaideden ayrı olarak yazmış değil risalesini... Diyor ki:
Almanya imparatoru Kayzer Wilhelm tarafından Mehmed Kâmil Paşa defalarce himaye olunmuştur. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'dan sonra sadaret genç bir zabit olan Cevat Pa­şaya tevcih edilmiştir. Vatan sevgisiyle dolu bir şahıs olan Cevat Paşa 43 yaşında hayata veda ederken o güne kadar hiç bir hastalık çekmediği hatırlanmalıdır.
Bu zâtın peşinden hemen aklımıza Halil Rıfat Paşa gel­mektedir. Bu zat; elli şu kadar yıl bir çok vilâyetlerde bulun­muş olduğundan vücudça ve fikren bitmiş bir kimseydi. Adetâ bir enkazı andırıyordu. Kendisinden bir fikri terakki ve asla ıslahata dönük bir teşebbüs beklenemezdi. Nitekim o da
b"vle bir şey göstermedi. O kadar aşağılanmıştı ki, oğlunun âlum olan sebebden dolayı öldürülmesinden sonra da sad-rıazamlığı iki sene daha sürdü.
Hele son otuzüç. sene içinde babıâlî'nin önemini, sadrı-azamların şeref ve itibarını kesinlikle düşüren bir zaman dili­mi olarak kendini göstermiştir. Yıldız Ormanlarında kurulma fırsatı bulan bir çete, vekillere ve hükümete aid bütün imti-vaz ve selahiyetleri kendi ellerine almak suretiyle adetâ gasb etmişlerdir. Babıâli; varlığına sahte bir görüntü verilmiş bir müessese sıfatına düşürülmüştür. Bu unutturulmuş müesse­sede işitilen kavgaları biraz anlatmaya çalışalım. Eğer resim yapma usûlümde diğer bir tâbirle tasvir san'atımı gösterirken bir kusurum olursa, paletimi fırçamı kırıp istifaya razıyım!
Avlonyalı Ferid Paşa boyu ortadan uzunca, vücud azaları bir birine uygun halde olup, yaşı elliyi az biraz aş mış ve Ar-navud.. Zamanında 2. Mahmud'u hayli üzüp başına gaileler açmış bulunan meşhur Fransız diplomat ve şâir Lâmartin ile görüşen bir kişiymiş Yanyalı Ali Paşa ailesindendir. Ferid Pa­şa uzun zaman pek küçük hizmetlerde kalmış, sonunda İsti­naf mahkemesi azalığına daha sonrada Şurayı Devlete geti­rilmiş. Oradan da güzel idare etdiği söylenen Konya Valiliği­ne getirilmiş idi. Rumca ve Fransızca bilir bir kimsedir.
Son mazhariyeti yâni makamı sadarete getirilmeden önce bir elçilikle taltif edilmeyi temjn için hayli kapıyı aşındırmiş-tir. Beyoğlu'nun hatır sahibi kimselerinin kapılarını çalar, bü­tün sefarethanelerin özel günlerini bilir ve sefirelerin isim günlerini teşbih çeker gibi bir nefesde okur ve onları tebrik etmek ve sevgilerini kazanmaya vesile olacak hiç bir işin,hiç bir fırsatın kaçmasına imkân bırakmazdı. Fransız sefaretha­nesinde Frankfurt muahedesini tenkıyd, Alman elçisiyle Fransa politikasının entrikalarından şikâyet eder, İngilizlerin yanında Rusları çekiştirir, Ruslarla bir olup İngilizleri gülünç ve deli olarak tavsif ederdi.
Avlonyali Ferid Paşanın hariciye siyasetini göstermek üze­re yazılanlar küçük fakat doğru bir ölçüdür. Bu Paşa'nın da­hili siyasetine gelince; uzun zamandan beri kendini me'sud addetmektedir. Kabiliyeti, rikkati ve yardımlarıyla ve her şe­ye uygun davranışı sonunda bir sadrıazam olarak uyanması kabil oldu. Büyük iştahına Nişantaşın'da bir konak aylık ma­aş olarak, 40 bin frank (günümüz parası olarak hesaplarsak sekiz mil yar, yüzyirmi milyonu bulmaktadır.M.H) Para me­selesinde Ferid Paşa'nın dürüstlüğünü muhafaza edip ede­mediğini söylemek mühim bir meseledir. Ferid ve İzzet Paşa­lar bu zâtların her ikisi de en yüksek iktidar mevkiine gelin­ceye kadar birbirini ısırmaya, paralamaya hazırken, iki dev düşman gibiyken birden bire, bu hâli bırakarak, birlik için de olma lüzumunu hissettiler. Bu sadece ve birbirlerine karşı de­ğil,dışarıdan gelecek tehlikelere de birlikte göğüs germek şeklinde yapılan bir antlaşma olduğu söylenmiştir. Netice de bu gün her ikisi de, birkaç milyonluk servetin sahibidirler. Sık sık da, bu servetin menbâının padişahın ihsanı olduğunu söylemekten geride durmazlar. Ferid Paşanın vasf-ı mümey­yizi ve en önde gelen tarafı, Tan Gazetesini alenen okuma-sidir. Paşa; Ruvo gazetesinin son sayısını dâima yanında bu­lundurur. Önceden kararlı olmadığı takdirde, Bank-ı Osrnânî ile iş yapmakdan nefret eder. Hasbihalleri esnasında söy­lediklerine bakılırsa kendisinin sosyalist olduğundan Amele cemiyetine dahil olmak üzere Fransız doğmadığına pek tees­süf eder. Kıymet mahrumu olmayan bu adam; bir çok vas­fıyla büyük bir adam olabilirdi!...
Mevcud İdare bu zâtın elinde yoğrulmuş ve Paşa'nın dile-didi şekle girmişti. İstibdad idarelerinde görüşler net olup, Osmanlı istibdad idaresinin net görüşü şudur: "Ya tezellül ve istihkar ile kolay servet veyahud şeref ve i'tibar ile fakr u zaruret!" Osmanlı devlet adamları emri seçmekte hemen hemen tereddüt etmemişlerdir

Sıralama Devam Ediyor


Ferid Paşa'dan sonra Hariciye nâzın Ahmed Tevfik Paşa'dan bahsedebiliriz. Tevfik Paşa, şahsen çok temiz ve saf olması hasebiyle tam bir Türk nümunesidir. Yüzündeki beyazlık, bakışlarındaki berraklık ve netlik, yüz hatlarının pek düzgün olması salına salına yürüyüşünde mevcud o.-an ahenk ve duruşu ile muvazenesi me'sud günlere, sakin ge­celerden başka bir şeye ehemmiyet vermez olduğunu göste-
rir.
Osmanlı-Rus Savaşının başladığında Petersburg'da masla­hatgüzarken oradan Atina'ya, Atina'dan Berlin elçiliğine nakl etmiş, tam bir işe yarar kişi olduğu keşfedilerek, mümtaz bir mevkii olan hariciye'ye nasbedilmişti. Bu makama gelişinde Berlin hatıralarının rolü olduğu asla unutulamaz. Tevfik Paşa vazifesini parlak surette ifa etmiyorsa da diğerlerinden de aşağı kalmıyordu.
Tevfik Paşa; bir terazinin kefelerinden birini teşkil eden müsteşar Naum Paşa ile Divân-ı hümayun baştercümanı Da-vud efendinin teşkil etmiş olduğu diğer kefeye, ok vazifesi gören bir teraziyi tamamlar. Naum Paşa; Katolik olup, Suri­ye lidir. Bu zatın meziyetide Osmanlı devletinin yapmış oldu­ğu bütün antlaşmaları başda 1. Fransuva ile akdedilmiş olan ahidnameden tutun da, daha geçen sene neticeye bağlanmış olan gümrük vergisi antlaşmasına kadar yapılmış bütün ant­laşmaları tamamen ve harfi harfine ezbere bilmiş olmasıdır.

Tevfik Paşanın Sıkışması


Eğer Tevfik Paşa bir meselede sıkıştığı takdirde, hemen düğmeye basar. Karşısında hemencik Naum Paşa peyda olur. Naum Paşa hiç bir şey sormadan, herhangi bir şey dinlemeden bahismevzuu olanın ne olduğunu Öğrenmeğe lü­zum görmeden, farz ve tahayyül etdiğİ mesele hakkında on çeşitli yerde Öne geçmiş, on çeşit târihi misâl sayar ve bun­ları antlaşmalara tatbik etmeğe başlar. Çok defasında halle­dilecek meselenin, ne sayılan misâllerle nede dayanılan mu-ahedenamelerle hiç bir suretde alakası olmadığı görülür. Fa­kat Naum Paşanın işi antlaşmalara dayanarak bahsi yürüt­mektir. Bu sebeble netice ne çıkarsa çıksın Naum Paşayı en-terese etmez. Yanlış ve kabili tatbik olmayan tarzda yürüttü­ğü bahisleri fark eden olsada oimasada, sonunda işin müs­veddesinin kendi elinden geçeceğini düşünür ve bununla te­selli olmağa muvaffak olur.
Davud Efendiye gelince, bu zat hakikaten iyi bir adamdır. Yahud fena adam değildir. Ciddi, mülahazalı yâni düşünceli, fevkalade sır saklayabilen, pek namuslu yorulmak bilmez çok gayretli bir kişiliğe sahiptir. Her yönüyle müstakim yâni dosdoğru bir kişidir Kendisini ziyaret ettiğinizde odasının en güzel koltuğunu size ikram etmeye hazır bulursunuz! Sel gibi akıp giden tebessümleri insanı rahatlatır. Fakat kendisinden bir lutûf beklemekten çekininiz. Hâttâ ve hatta sigaranızı yakmak için bir kibritlik lutfû dahi ummaktan uzak olunuz. Hiç bir husus da önünüze gelecek gayet mukni yâni, ikna edici ve bir çok meşru sebebe dayanan engel ifade etmek­ten, makul mazeretler yığmakdan, (b+h = L) tarzında kat'iyveti riyaziye ile talebinizi yerine getirmesinin elinde olmadığı-, isbat etmekten asla ve asla aciz kalmamıştır ve kalmaz. Babıâli'nin siyasî târihini herkesden iyi bilir, Davud Efendi ile [Saum Paşa bir hususda, aynı reyde buluştukları takdirde, Tevfik Paşaya düşen yalnız tasdik etmek ve imzayı basmak­tır.

Jön Türkler


Jön-Türkler yaklaşık kırk sene evvel varlıklarını sergile­miştir. Yâni 1868Mİ yıllar ki; Sultan Abdülaziz devridir ve bu padişahın Avrupa seyahati öncesinde Jön-Türkler olayı pek hafi yâni gizlilik içinde neşvünema bulmağa başlamıştır. Bunların ilkleri Paris'de bir merkez teşkil etmişler ve bu eğili­min yâni Jön-Türkler anlayışının yüksek nesli bunlar adde­dilmişlerdir. Bu insanlar eskidenberi İstanbul'da Aksaray semtinde küçük bir evde toplanarak müşavere ederlerdi. Evin adını Dâr'ülmüsamere adıyla telaffuz ederlerdi. Bu top­luluğun edebi sanatlarla ilgisi hayli olup başlarında da hem edebi hem de siyasî olan bu cemiyeti edîb-i âzam Namık Ke­mal Bey etrafına toplamıştı.

Jöntürklerin Dokuzları


Namık Kemal ve arkadaşlarının toplandığı evin müdavim­lerinin isimleri şunlardan ibaretti: Namık Kemal Bey'le Ziya (Paşa) Bey başda olmak üzere, Harabeler mütercimi Ayetul-lah Bey, Meyşo'nun Ehl-i Salip Târihinin mütercimi Pertev Efendi, Arif Bey, meşhur gazeteci matbua-i müceddidinden yâni matbaacılık ve gazeteciliğe büyük yenilikler ve terakki-ler taşımış bir insan, Ebuz Ziya Tevfik Bey, meşhur Ahmed d Efendi, Ekrem Bey ve de Memduh Beyefendilerden ibaretti. Sonunda istibdad idaresi bu değerli kişilerin bir ço­ğunu sürgünlerde perişan eyledi.
Yalnız Ekrem Bey ile Ahmed Midhat Efendi dolgun maaşla İstanbul'da kalmanın yolunu bulabildiler. Memduh Beyefen­diye gelince; bu gün Dahiliye Nezareti gibi en mutena ve mühim memuriyetde oturmaktadır. Sağır Memduh Paşa la­kabıyla da anılan, bu zat da çok kültürlü biri olup, Paris'de Sen nehrinin lâtif bir sahilinde ortalığa cevher saçan biri ol­saydı mutlaka eski zadegandan birinin düşkünlüğünü, kendi dizleri üstünde terbiye olduğuna hükmettirecek şekilde, usûl-ü telbisi yâni ayıplan kapatıcı, muaşerete ve İlm-Î musahe-beye, kendisine en lakayd olanları bile hüsn-ü kabul fennine uygun vukufiyetle karşılar. Bizde buraya mühimler listesi adıyla bir liste tanzim eden meşhur şâir Yahya Kemâl (Be-yatlı) merhumun beyanını koyarak sahifemizi süsleyelim:
1- Murad Bey (Mizancı)
2- Ahmed Rıza Bey                           
3- Prens Sabahaddin Bey
4- Mahmud Celaleddin Paşa
5- Hoca Kadri
6- Sâmipaşazâde Sezayi
7- Hüseyin Siyret
8- Kemâl Midhat,
9- Hüseyin Tosun,                        .      \             ,
10- Ali Haydar Midhat
11- Salih Cemâl (Kaanun-ı Esasiyi çıkaran)
12 -Bekir Fahri
13- Ali Kemâl
14- Süleyman Nazif
15- Rahmi
16- Çürüksuiu Ahmed
17- Midhat Şükrü (Bleda)
18- Halil Muvaffak
19- Nâzım Verdâni
20- İsmail Kemâl (Fraşeri)
21- Fazlı
22- Halil Ganem
23- Ahmed Saib
24- Mehmed Ali Paşa
25- Kaptan Rıza (Hak gazetesinin sahibi)
26- Nihad Reşad (Dr.Belger)
27- Ahmed Celaleddin Paşa
28- Şerafeddin Mağmumî
29- Bahaeddin Şâkir
30- Hüsrev Sami
31 -Ke'nan
32- Ömer Naci
33-Ressam Gâlib
34-Mühtedi Yaşar
35-Yürekler acısı Sabri
36-Dr.Rıfat                     
37-Refik Nevzad
38-Halil
39-Kardeşi Murad
40-Halil Menteşe
41- Konsolos Şefik
42- Çerkes Kemâl
43-Abdülhalim Hikmet
44- GâlibÂta
45- Doktor Re'fet beylerdir.
Yahya Kemâl bey'İn bu listesi bizim gördüğümüz kadarıyla siyasette aksiyon ve fikir sahiplerini tesbit ve bunların tahlili­ne hazırlık olmalıdır. Nitekim listede yer alan zevatın adını duymadıklarımızda buna adetâ şâhidlik ediyor.
Memduh Paşa; orta boylu, karnı az çıkık yâni hafif göbek­li, vücudu sağlam ve gösterişlidir. Yaşı altmişsekizi bulması­na rağmen elan gözlerinden deha kıvılcımları saçılıyor. Fakat bu deha, bir dâhî-i hayr mıdır? Şer-mî'dir? Bu pek ayrı bir meseledir! Hiç bir Osmanlının, Memduh Paşa ile ne kalemle nede sözle çarpışabilmesi kabil değildir! Zerafeti pek seven, nüktedan olup, anlatımı son derece fasih olan en basit soh­betinde bile hezelliyat yâni ciddi olmayan ifadeler kullanmaz. Pek çok hikâyeleri vardır. Süfera yâni sefirler dünyasının ha­nımları hakkında yazdıkları ancak avrupada emsaline rastla­nacak güzelliktedir. Zaman zaman şiir söyler, evdeşinin hay­retlerini, meftuniyetlerini, hasımlarının hürmetlerini fâtihane bir şekilde kabul ederler.
Sivas Valisi olarak görev yaptığı zaman; pek menfaatına düşkün işler yaptığı anlatılır. Haklarında buraca da bu yolda bir şayia bulunmaktadır. Esas görevi hâlihazır olarak, sadrı-azamlan kontrol altında bulundurmaktır. Ne var ki; bu mev­kii doldurmaya kâfi gelememişlerdir. Yirmi seneye yakın bir zamandan beri meyveli yolu takip ediyorlar. Memduh Paşa her şeyi bilir, her şeyi tanır ve duyar. Geçen bir gölge, uçan bir sinek, dönen bir tekerlek, susan bir seda, onun fezadan dahi haberdar olmasındaki esrarı gösterir!
Bakışları parlak, te'sir edicidir. Her şeyi bilmesi ve tefsir etmesi ve de tasnifiyle akşamlan Yıldiz'ı uçurur! Fakat hisle­rine mağlup olduğunda bu keşiflerden, akiı giderici karıştırı­cılardan gerek görüş olarak gerekse meşrebi olarak tama­men buna karşıdır. Bulunduğu mevkıiye falan ve filân vazife ile mükellef olarak oturtulmuş, bunları yerine getiriyor. Mem­duh Paşa için 1. rütbe 1. dereceden Lejyon Dönor nişanı ya­zıldığı söyleniyor.
Ormanlar ve Maadin nâzın Selim Melhame bu türün 2. rüt­besini taşıdıktan sonra, Memduh Paşa için 1. rütbesi de azdır. Vazifesinin bir kısmı gizli olmakla beraber Memduh Paşa, bu­nu yerine getirmekle bozuk ahlâk sahibi kimse ile arasındaki farkı azaltıyor ve böylece Memduh Paşayı biraz gagaladıktan sonra bir başka recüle geçelim..
Babıâli'nin ihmâli asla caiz olmayan mühim çehrelerinden birisi de, Şura-yı Devlet Reisi Büyük Said Paşa, 80 yaşında olmasına rağmen bir delikanlı görünüşündeydi. Mütebessim, saf ve tamamen ak-pak olmuş sakallarıyla, biraz neşeli oldu­ğunda hayli sevimlilik kazanırdı. Vatan'ın çöküp, yıkılıp git­mesine bir tedavi çâresi üretebilmekten âciz idi. Ayyuka çı­kan rezaletler önünde sessiz kalmış bir şâhid sıfatıyla hiç ol­mazsa iyi yaşamaya eğilimli evlâdlarını, yetiştirmeğe azmet­mişti. Bu evlatlarından büyüğü 26 yaşında ferik, yâni korge­neral rütbesini hâiz olmuş bulunanı Stokholm'da elçidir. Kı-Şin Kahire'de yazın Paris'de ve Trovil'de vaktini geçirir. Kü­çük evlâd ise 22 yaşında olup liva rütbesindedir yâni tuğge­neraldir ve ayrıca yaverdir...
Istibdad idaresi; Âlî Paşa'nin hayatının yegâne eseri bulu­nan Şura-yı Devlet bu adam tarafından, yâni Said Paşa tara­rından aşağılık bir mücadele alanına çevirilmiştir. Halbuki Âlî ^aşa. Said Paşa'nın hazakatine tamamen itimat etmişti. Said Paşanın yemesi içmesi, yatması, kalkması ve uyanması iie aksırması, sümkürmesi bu müstebid idaresinden önceden alınmış müsaadeye bağlı bulunuyordu. Said Paşa; Berlin El­çiliğinden hâriciye ne-zaretine geçmiş olup, hikâye meraklısı olduğundan, elçilikteki tercümanlar, Figaro'dan, Şaryorden ne bulurlarsa toplayıp getirir ve hediye ederlerdi. Said Paşa vefat etdiğinde de Şura-yı Devlet Hasan Fehmi Paşa' ya tev­cih olunmuştur.

Yorum Gönder

0 Yorumlar