SULTAN 3. SELİM HAN-3-

Sultan 3. Selimin Hâli


Ruslar ile Tuna nehri boylarında savaş devam etmekteydi. 1222/1807. Ruslar, 17 defa İsmaiyl kalesine hücum ettikleri halde, muhafız Kasım Paşa ve Pehlivan Ağanın, kahramanca müdafaaları karşısında firara mecbur kaldılar. Bu arada Alemdar Mustafa Paşa da Yerköy'ü kuşatmış bulunan Rus birlikleri, üzerine hücum ederek, büyük zayiatlar verdirmeyi başardı. Ancak savaşın en büyüğü ve en müthişi payitaht'ta vuku buluyordu. Padişah ve hükümeti pek zaaflı bir hâie gel­mişti. Hem de öyle bir halki; nice gayretler ile meydana geti­rilmiş, nizam-ı cedid askerjni bile Tuna boylarına sevk ede­medi. Ancak, küçük bir miktarını Karadeniz boğazında mu­hafız olarak bulundurabiliyordu. Anadoluda pekçok talimli asker varken, onların yerine bir takım derebeyleri kullanılı­yordu.
Rumeli ve Anadolu'dan gelmiş bulunan, nefir-i âm askeri­nin, derme çatma, çapulcu olup ve Rus ordularına karşı tesi­ri yok idi. Eğer, nizam-ı cedid ve talimli asker sevk edilebilşeydi, Ruslar, Memleketyn (Romanya)de, pek büyük zararia-ra uğrayacaktı. Büyük bir galibiyet kazanmak işten bile de­ğildi. Tutucu düşünce sahipleri ortalığı doldurmuş ve taşır­mış olduğundan, nizam-ı cedid düşüncesi de yeniçerileri kız­dırmıştı.
3. Selim hân'ın nizamı cedide verdiği fevkalade önem, kendisinin yavaşlığı ve tereddüdlü davranışları sebebiyle var­lıklarını gösteremiyorlardı. Başlangıçda pek endişe vardı. Ancak hakimane idi. Hatta bu asker için kurmuş olduğu 20 bin keselik irad-ı cedid hazinesi de o ehemmiyet-i fevkalade­nin en büyük nümunesidir. Bu varidat, 1212/1797 senesinde 60 bin keseye kadar yükselmişti. Bu gelir artışı sebebiyledir ki, Levend çiftliğinden maada Üsküdar'da ve Anadolunun bazı mevkilerinde de, eyalet askeri nizam-i cedide katılıyor­du. Fakat o zaman için ne denebilirki, hakikat erbabı, 3. Se-lim'in kabul ettiklerini kabul ettiği halde, bir müfrit ekseriyet. nizam-ı cedidi, gavur icadı diye isimlendirerek taraftar topla­yarak, bu yeniliği beğenenleri kâfir ilan etmekten çekinmedi­ler.
Bir takım devlet düşkünleri de, bu düzen içinde yükselen kimseleri türlü türlü iftiralarla lekelemekten geri kalmadılar. Neticede, İstanbul'da efkârı umumiye ikiye bölünmüştü. O devrin ruhi hâli ve düşüncesini tetkik süzgecinden geçirecek olursak şunları özet olarak tesbit edebiliriz: "Mizam~ı cedidin kurulmasına teşebbüs edildiği sırada devlet adamları ve ileri gelen kimseler padişahın iradesi ile yazıp vermiş oldukları la­yihaların içinde yer alan fikirler, çoluk çocuğun ve de bazı yakınların ağzına düşerek: "herkesin istidadı verdiği lâyiha­sından belli ve kişinin rütbe-i idraki zâdei tabiinden belli olu­yormuş." şeklinde alay edilecek hale düşmeleride, bu gibi zatların küsmeleri, birer tarafa çekilmeleri, bu kurena arasın­dan sivrilen Enderun-u hümayun başkâtibi Ahmed efendi gibi fazilet erbabının, vekiller ile birlikte toplanarak gündüzleri, ikindiden sonra Enderuna giderek babıâliye ait işleri evlerin­de görmeleri, geceleri <mukattaat mültezimleri^ Buğdan ve Eflâk kethüdaları gibi, raşiler, dalkavuklarla evlerinde meh­tap safalarında, sazendeler, bazendelerle iyşü işret etmeleri, 3. Selim'in kurenasına pek çok emniyet ettiğinden, devlet sırrını Ötede beride ifşa etmeleri Saray hademesinin, içoğlan-larının kahvehanelerde, oyun yerlerinde adet dışı tavırlarda bulunmaları, padişah 3. Selim'in eğlenceye olan eyilimi, İs­tanbul sürûrgâh kesilerek, Kâğıthane, Boğaziçi, Çamlıca alemlerinin devam edip gitmesi. Devlet adamlarının nizam-ı cedid meselesini mal toplama vesilesi sayıp, israf ve gösteri­şe koyulmaları, paranın ayarının bozulması, çeşit çeşit vergi ihdas olunmasından dolayı, erzakların ve eşyaların fiatların-da meydana gelen artışın, getirdiği sıkıntılar hasebiyle vüke­la ve devlet adamlarına bildirilenlere karşı bazılarının, "Ta­mam, halkı işgale bundan daha güzel sebeb, vesile olamaz. İaşeleri derdine düşsünler de devlet işlerine karışmasınlar." diye cevap verdikleri, bazılarınında, "Burası zengin yatağıdır. Buraya fukara yakışmaz. Devletlilerin arasına müflis güruhu sığamaz" şeklinde, cevaplar vermelerinin halk tarafından du­yulması. Taşralarda vergilerin konmasındaki takatin genişlik ölçüsünü aşması, padişah kurenasının (yakınlar), vükelâ ve ricalin daha çok nüfuza sahip olmaları, hattâ sadrazamların bile azil korkusu ile kupkuru bir unvana kanaat etmeieride, fakat içinden, diğer halkla beraber olmaları, Yine padişahın yakınında yer alanların, kendisine ahalinin kanaati hakkında değişik beyanlarda bulunmaları padişahın annesi valide sul­tanında oğlunun çok hassas kimselerin belki de başında gel­diğine dair inancı, en ufak bir husus için, büyük üzüntülere düştüğünü bildiğinden herşeyin bütün teferruatıyla anlatılma­sının gereksizliğine ait tenbihi. padişahında bir çok şeyi Öğrenmemesine yol açmış olması, velhasıl halkın heyecanını ve kıyamını, kolaylaştıracak kötü idare tarzı, işin bütünü ile ortaya çıkmasını ve saltanat ile ahali arasında pek büyük bir çukurun kazılmasını sağlamış oldu. Araya yakınlar ve akra­balar girinceki, zamanımızda da tek tük bu tip kalıntıya rast­lamak mümkün. Fakat bu yakışıksız, iğrenç, gülünç, göya alafrangalık taslamaları ve taassup ve cahillik ile hiddetle, şiddet beraberliği şeklinde tefsir olunabilir mertebeye getirdi.

Ilhad Ve Zenadıka


Cevdet Paşa tarihinde yer alan aşağıdaki bölüm, zamanın düşük mertebesini gösterir: "işte bu sırada İstanbul'da bir de ilhad ve zenadıka düşüncesi ortaya çıktı. Şöyle ki, Sultan Selim hazretlerini cihangirlik sevdasında bulunmakla (!) ya­kınları dahi onu şişirmek için kimi <Kaimi> manzumesinden ve kimi de" Cifr-i Kebir-i Şeyhi Ekber'den ve kimi bazı ehli keşif ve kerametden manâlar nakil ve ityan ile "müceddid-i devlet" olduğunu da vechi tahkik üzere huzuru hümayunla­rında dermiyan ederlerdi. Bu mülabese ile mutasavvıf güru­hundan geçinen ve: -Erenler şöyle yaptı. Böyle yapacak. Şeklinde yalan yanlış sözlerle halkın cebinden para koparan bir takım mülhidier de, Enderûnu hümayuna gidip gelerek o devrin ricali, genellikle cahil ve alelade gurubundan olan bazı enderunlu takımı cehaletleriyle beraber dışarıda genel dü­şüncelerden gafil olduklarında, ehl-i şer'i gözünde, küfrüyat sarfı sayılır bir takım sofilere ait kelimeler kullanmağa başla­dılar. Eğerki yeniçeri pirdaşları olan Bektaşi derbederlerinin, her gün yaptıkları hezeyanı onların tefevvühatından daha kö­tü idiyse de onların böyle tefevvühatı yâni sözleri "bütün din­leri inkâr eden Fransızları taklit ve onlara uymak esnasında ortaya çıkarak," bütün nazarları üzerlerine çekerek, halk on­ların böyle şeriatın zahirine uymayan durum ve hallerden ürkdü. Hemen kitab-ı şeriatde ki apaçık belirtilmiş mesele­lerden başkasını incelemeyen ulema güruhuda enderûn adamları ve dışarıdaki kimseler hakkında, büyük şüphelere düştü. "Yine tarihlerin genel rivayetindendir ki, Sultan 3. Se-lim'in düşünce yapısında tereddüd önemli bir yer kapsamak­la beraber, davranışlarda yavaş mizaç hüküm sürmekteydi. Bilhassa yeniçeri askerinin nizamı cedidi tahkir ve kâfir ola­rak nitelendirmeleri hususunda karşı ses çikarmamsı, bu gü­ruhun azmasına vesile oldu. Eğer özetleyecek olursak, gör­düğümüz şu vakaların yardımıyla biz de yeni fikir büyük bir ifrat yâni aşırılıkla başlıyor ve bir kaç kişinin tekelinde olarak devam ederken taklid edenler aleyhinde bulunanlardan, çok fazla yerleşmesini geciktirme veya iptaline sebeb oluyorlar.
Kadı Abdurrahman Paşa'nm Edirne vak'asından sonra ge­ri dönmesi, devletin bir müddetten beri edinmekte olduğu ilerlemeye dönük intizamdan, vazgeçmeğe eğilim gösterme­siydi. Cevdet Paşa; "bu ricatı, padişah 3. Selimin mülayim ve yumuşak kaibli bir kimse olmasından dolayı, o sırada devletin hâli, asla hiç birini kullanamayacak durumda bulu­nan güzel silahlarla odasını süsleyen nâzik çelebilerin hali­ne" benzemekteydi der. Paşa, bu benzetmesiyle büyük isa­bet göstermiştir. Bu kadar birbirini takip eden hadiseler ara­sında, Fransa elçisi general Sebastiyani'de devleti Fransadan yardım İstemeğe mecbur etmek bahanesi ile adamlarına tali­mat vererek, yeniçeri büyüklerine: nizam-ı cedid'in kurulma­sından maksadın ocağın kapatılması, maaşlarının vükelaca cebine indirme hareketidir, demelerini istiyordu. İmparator bu talimatın verildiğini duyunca, sizin hâlinize teessüf ediyor. Eski usûlün bozulmaması taraftarıdır. Fakat askerimizde hu-dud boyundadır. Lâzım olursa İstanbul'a getirtilecektir. Şek­linde telkinatta bulunuyordu. Velhasıl, İstanbul bir karışık dü­şünce dalgalan arasında bocalamaktaydı  Bir de, orduyu hümayun'un Ruslara karşı harekatında padişah yakınları vede devletin ileri gelenlerinin pek büyük kısmının payitaht'ta kal­malarını bu savaşta, yeniçerilerin öldürtülmesi için bir muva-zadan ibaret olduğu düşüncesi pek kuvvetli tarzda şuyû bul­du.
Bunlara da ilaveten başka bir durum daha vardıki, o da Köse Musa paşanın, sadaret kaimmakami, Topal Ataullah efendinin şeyhülislâm olmaları hususuydu. Çünkü bunlar ni­zamı cedid aleytan kimselerdi. Bir daha söylemekte zaruret vardır ki, bizde meydana gelen ihtilâl ve isyanların tamamın­da, erbab-ı din şıkkını, o güzelim ve temiz Şeriat-ı Muham-mediyi alet olarak seçmişlerdir. Yâni; bilerek, bilmeyerek di­nimize taarruzla da memleketimize pek büyük fenalıkları, ci­nayetleri reva görmüşlerdir. Hakikaten de bu ana kadar gör­düğümüz ihtilallerin tamamı, hükümet istibdadına aleyhte olarak vukubulmuştur. Ancak, bir müstebidin taht'tan indiril­mesi veya öldürülmesini müteakip, yerine bir başka müste-bid getirilme yolu tutularak işi başka bir menfaatin kanalına değiştirmeye götürmek olmuştur. Vatan, ülke ve ahali aynı dönemler de büyük felâketlere uğramışlardır. Bu bakımdan yapılanlarda insani bir fikir veya dindarane bir anlayış mev-cud olmamıştır. İşte bir numunesi:

Kabakçı Vakası


Epeyi bir zaman evvel Trabzon'dan iki bin kişi kadar Lâz getirtilmiş ve Karadeniz yâni İstanbul boğazındaki kalelerde muhafız yamaklara ilâve olarak verilmişler isede, bunların maaşları nizamı cedid sandığından verile gelmekteydi. Böyle yapmakta güdülen maksat, boğazın İki tarafında yaşamakta olan nizamı cedid askeriyle ülfet kesbedip, biribirlerine ısın­maları idi. Hâttâ arada sırada Bostancıbaşı Şâkir ağa burala­ra gider, boğazın nâzın ingiliz Mahmud efendi ile konuşur, yamaklardan bazılarını yanlarına getirtip: <Sizde nizamı ce­dide girin. Hem gelirinizin hemde nâmınızın arttığını görür­sünüz. Hem tayınınız artar, eski kârınızda yanınıza kalır>
tenbihinde bulunurdu. Buna karşılık, Köse Musa paşa, yeni­çeri ocağını fesata vermeye gayret göstermekte, adamların­dan bazılarını yamakların yanına göndererek: sizlerde yeni­çeri sayılırsınız, nasıl olurda, frenk kıyafetinde askerler ile konuşursunuz? Siz, nizam-ı cedid elbisesi giymez, harbeli tü-fenk kullanmaz iseniz, boğazdan kovulacaksınız" sözlerini duyurarak teşvikatta, pek de fazla ileri gitmekteydi. Musa Paşanın bu ifsat edici gayretleri öyle noktaya vardı ki, ya­makların bir cemiyet-i belâsı kuruldu.
"Biz kuloğlu kuluz. Eba emced yeniçeriyiz. Nizam-ı cedid elbisesi giymeyiz" şeklinde seslerini duyurmaya karar verdi­ler. Bu yakın günlerde husule gelen iki olay, azgınlar güruhu­nun asabiyelerini tahrik etmeye kâfi geldi. Olayların ilki; "3. Selim, Bayezid camii şerifindeki selamlık merasimi sonun da, Sekbanbaşı olan ArifAğa'ya <Ağa, ordu gitti. İstanbul boş. Kolluklarda yeniçeri azkaldı. Acaba nizam-ı cedid aske­rinden her kolluğa üçer beşer adam koysam münasib olur-mu?> Dediğinde, Arif Ağada: <Emr-ü ferman efendimizindir. Lâkin yeniçeri ağası, orduyla beraber gitmiştir. Ben, burada vekalet eden bir kulunuzum. İrade buyurulursa yeniçeri ağa­sına yazayım.> Demiş. Bu cevab üzerine padişah-ı cihan: <Yok. Yazma, dursun istemem.> buyurmuş." Bu konuşma yeniçeri tarafından duyuluncada gizlice yapılan istişareler sonunda Karadeniz yamaklarına karakullukçular gönderildi. Böylece nizam-ı cedid askeri ile yamaklar arasına düşmanlık tamamen girmiş oldu artık bu adavetde kendisini şurada bu­rada biribirleriyle doğüşür hale getirdi. Musa Paşa, zaten dı­şa rda fitne uyandırmak ve böylece İstanbul'u karıştırmak ar­zu ve amacı taşıdığından, fesadın çıkış kaynağı olmak üzere boğaz nâzın Mahmud efendiye, yamaklarında nizam-ı cedid elbisesi giymelerini emretti ki, buna ateşe körükle gitmek denir.
Olayların ikincisini teşkil eden de; Mansıbı olan yere gitme kararı vermiş ve buna bağlı olarak, Üsküdar'a geçmiş bulu­nan, Karaman valisi Ragıp Paşa, padişah yakınlarına yakın davranmayı yeğlemiş, bu vesile ile de nizamı cedidin kullan­dığı nişanlarla süslü kaputlar yaptırarak, kavaslarından bir kaçına giydirmek istedi. Kavaslar Laz yamaklardan oldukları için, bunları almayıp boğaza gidip, kendilerine yapılanı ora-dakilere anlatmaya koyuldular. Bu durumu müteakiben, pa­dişahımız, Ragıp paşaya bütün dünyayı nizamı cedid yap­mak için tuğ vermiş, o da, şimdiden nişan vermeye başla­mış, sözleriyle ayağa kalkıştılar. Kendilerine asla böyle bir şeyin bulunmadığı yolunda, vaz-u nasihatta bulunan Macar tabiyesi subayı Halil Haseki'yi sonra Büyükdere ocağına İlti­ca etmek için, kaçan boğaz muhafızı Mahmud efendi ile hiz­metçisini ölümlerin habercisi olmak üzere de katletmiş ol­malarıydı. Vaziyet İstanbulda işitilince, kaimmakam Musa Paşanın bir kazadır olmuş, yamaklar da itaat etmek üzere bulunuyor diye işi bastırdı. Ertesi gün yine bunlara nasihatla teskin için giden yeniçeri ocaklarının sözü geçen ihtiyarları, ahçı ustaları ve yazıcılardan meydana geien bir heyet bu işe sebeb olan Şam'lı Ragıp Paşadır, dolambaçlı hükmünü verdi. Bunun üzerine paşanın, vezirliği iptal olunup, Kütahya'ya sürgüne gönderildi.
Aynı gün Musa Paşa ile İbrahim kethüda ve boğaz muhafı­zı İnce Mehmed Paşa ve bazı devlet adamları, Çartak kollu­ğunda Sekbanbaşı ve bazı yeniçeri ağalarını topladılar. Sek-banbaşK-Yamaklar, İstanbul'a gelip bir fesat çıkaracaklar di­ye duyuyoruz. Demesi üzerine: İbrahim Kethüda: -Bunlar karga derneğidir. Ehemmiyet verilecek şeyler değildir. İtaat etmezlerse cebren itaat ettirilir. Şeklinde ve büyük bir kızgın­lıkla ifadelerde bulundu. Bu sözle Musa Paşa işe yarayan bir destek bulmuştu. Çünkü fesat bastırılacak korkusu taşıyor­du. Korku duymasının sebebi yamaklara ei altından kalkış­malarını bildiren ta kendisiydi. Ancak esas cemiyeti ertesi gün Büyükdere çayırında yapılan, meşveret ortaya çıkardı. dört-beş yüz yamak, islam olsun hristiyan olsun, hiç kimse­nin mal, ırz ve canına dokunmamak ve dokundurtmamak, dokunan olursa idam ettirmek, meşihat kapısından tasdiki yapılmayan, hiç bir istekte bulunmamak kararı ile At mey­danında toplanarak babıâliden taleb edecekleri kendilerine verilmedikçe dağılmayacaklarını, adetleri üzere olan kılıç at­lamak gibi yemin yerine geçenleri yerine getirdiler. Araların­dan Kabakçı Mustafa çavuş'u reis, Arnavut Ali ile Bayburtlu Süleyman ve Memiş çavuşları komutanlığa seçtiler. Kıyı bo­yunca gidiyorlardı. Karşılaştıklarını kendilerine katılmaya ik­na ediyorlardı. Buna karşılık nizamı cedid askeri Musa Paşa­nın emriyle yerlerinden kımıldatılmıyorlardı.
Musa Paşa, padişahı kendinde var olan münafıkça davra­nışlar sayesinde kandırmaya, muvaffak oluyordu. Kandır­makla ne yapmıştı. Musa Paşa harekete geçmiş olan Kabak­çı ve güruhuna bir nasihatçı yollamak lâzım geldiğini ifade etmişti. Çok merhametli bir zât olan padişah, işlerin kansız halli tek arzusu olmasına binaen bu teklife rıza göstermişti. Ancak, dessas Musa Paşa^burada seçtiği nasihatçı ile padi­şahı aldatmış oluyordu. Çünkü; bu nasihatçı, yeniçeri 25. bölüğünün mütevellisi olan, Kazgancı Lâz Hacı Mustafa ağa gibi bakır kazancılığında büyük servetin sahibi olmuş ve İs­tanbul'da bu işi yapmanın imtiyazını'elinde tutan tek kişiydi. Buz gibi bir nizamı cedid aleyhtarı olup, bu vazifesinde işi görünüşte, yamakları teskine gayret etmesiysede, esasta on­ları tahrik edip hareketlerinde ısrarlı olmalarını temindi.
Bu Mustafa ağa gelmekte olan yamaklar cemiyeti ile Yeni-köyde karşılaştı. Yamaklar, nizamı cedidden korkulan yüzün­den, Halil Haseki ile Mahmud Efendi'yi idam etmiş oldukları­na pişman olduklarını ve nizamı cedid boğaz civarında bu­lundukça kendilerine emniyet gelmiyeceğinden bahsettiler. Eğer nizam-i cedid askeri çekilir çekilmez derhal yerlerine döneceklerini anlattılar. Mustafa ağa, durumu Musa Paşaya anlattı. Musa Paşa da, nizamı cedidin çekilmesinin iradesini padişahdan aldı. Bu iradeye inkiyad eden askerse, Levend çiftliğine çekilmek üzere boğazdan kalktılar. Bir kısmı da, üsküdarda bulunan kışlalarına çekildiler. Devlet adamları da bu gelişmeleri hareket bastırıldı zannederek, babıâli'den da­ğılarak hanelerine çekildiler. Aslında fitne bastırılmış değil, bilakis uzaklardan, İstanbul içine çekilme plânı uygulanmıştı. Hatta, şehzade Mustafa'nın sadık adamlarından Abdurrah-man ağa ile bazı ulemanın gönderdiği Hammaloğlu Mustafa dahi kıyafetini değiştirerek yamaklara ders'e gİtmişlerdiki yardımlar sayesinde Kabakçının kurmuş göründüğü cemiyet hızla büyümekteydi. Bilhassa nizam-ı cedid askerinin çekil­mesinin sağlanmasından sonra, fesadın artık önüne geçebi­lecek bir güç kalmamıştı.
Dellâllar: - Ya İbadullah (Allahm kullan) meramımız niza­mı cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar, şeklinde bağararak gece saat dört sıralarında Top­hane'ye ancak indiler. Topçular, eşkıyaya karşı hazırlıklarını sürdürürlerken, Musa paşa ve Sekbanbaşi taraflarından: "kimse karşı gelmesin, bu iş herkesin ittifakıyla olmakta­dır" haberini aldılar. Bunlar, hemen kazganlarını Tophane meydanına çıkararak, Kabakçı'nm topluluğuna tâbi oldular. Padişah 3. Selim, bu işin başka eller tarafından tertiplenmiş olduğunu anlamış bulunmasına rağmen, teskin işini yine de,
Musa paşaya vermekle büyük bir zaafa ve azim bir hataya düştü. Bunun hata olduğu asla şüphe getirmez. Bu hususta; Cevdet tarihindeki beyana göre: "Levend çiftliği ile Üsküdar kışlasında, onüçbin nizamı cedid askeri bulunmaktaydı. Eğer, Köse Musa'nın boynunu vurup, şeyhülislâm Ataullahin boynuna sarığını dolayip bu askeri kullanmış olsaydı, asileri durdurup, cezalandırmak kolay olabileceği gibi devletide tanzimde başarı sağlardı. Maalesef böyle bir istidad, böyle bir metanet, bu çeşit azim 3. Selim'de yaşayan bir kabiliyet de­ğildi. Bu hasletler yerine müthiş bir nezaket, bir işe yarama­yan sonsuz bir hüsn-ü zan taşımaktaydı. Hâl böyle olunca is­yancıların teskin edilme işlemini babıâli'nin eline bıraktı.
Musa paşa güya iş görecekrnişçesine, devlet ricalini gece yansı babıâli'ye topladı. Bunlar olurken, İstanbul alıp, ver­mekteydi. Eşkiya kayıklara binerek; gurup, gurup Çartak ve Kapandaki iskelelerine geçerek, yeniçeri kışlalarına dağıldı­lar. Galata'dan, Üsküdar'dan ne kadar kayıkçı, hamal, serse­ri takımı varsa, İstanbul cihetine geçtiler. Bunların arasına bir kaç yüz kalyoncu da iltihak etti. Dikkat ediliyormu? Biz de ihtilâl erbabının kimler olduğunun farkına varılıyormu? Taas-sub ve cehaletin hüküm sürmüş olduğu yerlerde kuvvet da­ima ayak takımında bulunur. Kabakçı ve isyana katılanlar at meydanında toplanmışlardı. Öte taraftan yeniçeri ihtiyarla-nyla ileri gelenlerini Süleymaniye camiinde içtima ettiler. Şeyhülislâm, eski kadi'ların ağa kapısına gelmelerine karar verip haber gönderdiler. Şeyhülislam Ataullah ve Rumeli ka~ dıaskeri Ahmed Muhtar, Anadolu kadıaskeri Mehmed Hafid, İstanbul kadısı Mehmed Murad efendiler başlan şal ile örtülü olarak geldiler. Bir miktar konuşulduktan sonra ağalar kışla­larına gitmek üzere kalktılar. Sekbanbaşı Arif ağa, bunlara teşvikatta bulunmaktaydı. Ağalarla, Kabakçılar, Et meyda­nında seğirdim arıcılarının toplanma yeri olan Tekke adı verilen yerde, buluşup ittifak ettiler. Yeniçeri kazgan(kazan)ları meydana çıkarıldı. Cebe ocağına ait kazgan ve askeri de geldi. (Tıpkı 31 mart vakasında olduğu gibi) müfsidlerin öğütlemesi sonucu bir bölük asker çıkarıldı. Bunlar: "dük­kânlar açılsın. Kimse işinden kalmasın. Kimseye zararımız yoktur. Bizim bu gayretimiz ancak Allahın kullarının, ve devletin nizamı içindir." şeklinde bağırtıldılar, hakikatten kimseye dokunulmuyor, herkes serbestçe geziyordu. Esnaf ise alış verişindeydi. Vaziyetin aldığı renk, padişaha duyuru­lunca, kapılan kapatma yolu tutuldu. Yine bir büyük hata olarak, nizam-ı cedidin kaldırıldığı açıklayan bir hattı hüma­yunu babıâliye gönderdiler.
Padişah, bu işle âlimlerden yardım ister görünmüştü. Ne garibdirki, isyana çıkan güruh, elan nizam-ı cedid'den kork­maktayken, padişah bunları adeta sevindirircesine o, kurulu­şu iptal ettiğini bildirmişti. Hakikaten buna pek fazla sevindi­ler. Köse Musa ise bu sırada Kabakçı Mustafa'nın eline bir liste tutuşturdu ki, bu liste de onbir kişinin adı vardı. Bunlar; İbrahim kethüda, Bahriye nâzın Hacı ibrahim, Rikâbı hüma­yun kethüdası Hacı Memiş, reisülküttab vekili Sofi Ahmed, irad-ı cedidin defterdarı Ahmed, darphane emini Ebu bekir, valide kethüdası Yusuf, enderundan serkâtib Ahmed, ma-beynci (başka) Ahmed, bostancibaşı Şâkir beyefendilerle müderrislerden, Kapan naibi Lütfullah efendilerdi. Kabakçı Mustafa bu listeyi ortaya koyarak: "Memleketi harab eden bu onbir kişidir. Bunları ölü veya diri olarak padişahdan is­teriz. Dediler. Her yerde, nizam-ı cedidin kaldırılmış bulundu­ğu ilân ediliyordu. Tellallar bas bas bağırıyorlardi. Eşkiya Et meydanından kalkarak, At meydanına gitme teşebbüsünde bulunduysa da, kendileri içinden bir gurup engel oldu. Fakat bizim ihtilallerde eskiden beri kaide olan, ihtilalcilerin hiç bi­rinin malumu olmayan: -Bizim şeri'at ile görülecek işimiz
var. Şeyhülislâm kadıaskerle buraya gelsinler diyerek, listeyi ağakapısına gönderdiler. Bu liste hakkında şeyhülislam tara­fından padişaha bir dilekçe yazıldı. Bu onbir kişinin adlarını yazının baş tarafına koyarak, bunların cezalan verildiği tak­dirde, herkesin yerli yerine döneceğini bildirdi. İşte, padişa­hın zafiyeti de bir daha burada kendisini gösterdi. Eşkiyadan kimsenin kılına dokunmazken, canı gibi sevdiği kimseler hakkında, istenmekte olan cezalandırılmaya razıoldu. Bakın; burayı Cevdet Paşa kıymetli eserinde pek güzel ifade etmiş:
"Şeyhülislâm efendi ve Rumeli ve Anadolu kadiaskerleri ile İstanbul kadısı beraberce At meydanına gelip, meydanın tekkesinde oturdulduklan esnada yamaklardan bir delikanlı da hepsine hitaben: <siz şer'iat hakkında doğruyu söylemi­yor, sonrada iş bizim gibi baldırı çıplaklara kalıyor. Edirne vak'asmda fetva veren sen değilmisin?> dediğinde, müfsid Ataullah: <ben o zaman şeyhülislâm değildim. Benden evvel ki efendi fetva vermiş, ben bilmem!> diye cevap verecek, eş-kiyanın karşısında kendisini temize çıkarma gayreti güder. Bu sıralarda ise, Köse Musa paşa listede, isimleri yazılı olan­ların kellesini alma gayretini gütmekteydi. Padişah bu istek­lere karşı serkâtib Ahmed efendi ile mabeynci Ahmed beye sizi de istiyorlar, elimden alırlar, varın başınızın çaresine ba­kın, şeklinde hitabdan sonra, izin verdi. Musa paşa'yada: <Ibrahim kethüda, Hacı İbrahim ve Serkâtib Ahmed efendi­lerle aramızdaki antlaşma gereği onların idamlarından vaz­geçilsin. Gerisini kurtarmak mümkün olmuyorsa kayıtları görüle> şeklinde emir verdi. İçlerinden yalnız, Memiş, Sefer ile Bekir efendilerin babıâlide Bostancibaşı Şâkir beyi saray­da boğarak katledip, başlarını eşkiyaya gönderdiler. İbrahim kethüdayı firar etmiş olmasına rağmen Yenikapı Langa da bulunan bir evin mahzeninde yakaladılar. Büyük hakaretlerle Et meydanına getirdiler. Başmühendis olan pek de kıymetli adamlarından biri olan Ali beyle birlikte kılıç ve hançer dar­beleri ile paraladılar. Bu iki garibi,  Et meydanına getirirler­ken, meydana gelen izdiham esnasında, ortalığa hâkim olan nizam-ı cedid askeri geliyor sedasının korkusuda eşkiyanın birbirlerini ezercesine kaçışına sahne oldu ki, nizam-ı cedidle aralarındaki fark bu hadisede de pek ayan oluyor. Artık, fe­sat ateşi adamakıllı her yeri sarmıştı. Sönmek bilmemektey­di. Sultan Selim, sadaret kaymakamına gönderdiği bir hatla meramları nedir? Sorusunu ulaştırdı. Nizam-ı cedidin hazine­sinin kaldırılmasını talep ettiler. Bu talebi de padişah:,<İrad-ı cedidi de kaldırıp lanet ettim> şeklinde haber gönderdi. Del-lallar bu meseleyi de sokak sokak bağırarak dolaşıp ahaliye duyurdularsa da, eşkiya yerinden kımıldamıyordu. Birden bi­re Abdülhamidi evvel'in şehzadelerinden Sultan Mustafa ve Sultan Mahmud'u kimseye inanmadıkları için, kendilerine ait kimselerden, yanlarına adam koyacaklarını ve muhafaza edeceklerini isteyen teklif gündeme geldi.
Sultan Selim, bu teklife de olumlu cevap sayılan evet'i bastı. Ulemadan biri ve ocaklıdan da birisi gelip muhafaza etsinler dedi. Seçe seçe birinci imam ve aygır İmam lakablı, Hafız Derviş Mehmed ile eski sekbanbaşı Osman ağa saraya gönderildi. Sultan Selim bu münasebetle babıâliye yazdığı hattı hümayunda diyorki; <Benim, zürriyetim yoktur. Şehza­deler, benim evlâdımdır ve gözümün nurudurlar. Maazallah ben onlara suikast ile pakize-i Osmaniyanın inkırazına ve devlet-i âli Osman'ın izmihlaline sebeb olmam, hiç hatır ve hayale gelir şeymidir? Allah o günleri göstermesin. Cenabı Bari onların Ömrünü rûzi efzûn eylesin. > Bu hattı hümayun babıâli'de bütün ulemayı ağlatmış ise de ne faide! Çünkü kendi ekmeğini yemiş olan Aygır İmam bile saraya giderek, kendi yüzüne karşı: <Sen, İsmail Paşa gibi bir vezirin kadr-i kıymetini bilemedin. İbrahim kethüdaya itibar ettin ancak, İbrahim kethüdada cihanı harab etti. Ben onun şerrinden iki senedir nukat arpalığını ilzam edemedim.  Sen hemen ona idareyi teslim ettin. Onun sözü ile İsmail Paşa gibi sadık veziri az kaldı idam edecektik. > şeklinde kabaca hitablarda bulundu. Sekbanbaşı Osman Ağa utanarak dışarı çıktı. Padi­şah ise yine de nezaketini elden bırakmadı: <efendiyi götü­rün, rahat etsin> emrini verdi. Bu şekilde huzurundan defey-ledi. Eşkiya o günde dağılmadı. Hemen ertesi günkü Cuma günü şeyhülislâm huzurunda, eski vede hali hazır sekbancı-lar, başturnacılar ve ocak ihtiyarları ile söz sahiblerinden, meydana gelmişlerle yapılan toplantıda, toplanmış bulunan isyancıların dağılması ve herkesin yerli yerine gidip, boğaz isyancılarına hilatlar giydirilip, rütbeler ve bahşişler verilmesi kararlaştırıldığı halde şeyhülislâm Ataullah efendi de: <.varın bir kere başbuğlara ve adamlarına sual edin. Başka bir ta­lepleri varmıdır?> Dedi. Bu sorunun gereği için üç-dört ihti­yar toplanmış bulunanların cemiyetine gittiler. Orada bulu­nan cemiyet ileri gelenlerinden çıkan cevap, askerler ile bir görüşelim oldu. Et meydanında bulunan Namazgahın hemen yanında istişare etmeye başladılar. Bu sırada İstanbul Kadısı, Muradzâde Murad eşkiyanın ortasına dalarak: "Fakat bu olanlardan sonra bu padişaha emniyet etmek mümkün-mü?" sorusunu ortaya atarak, kıyamın durumundaki büyük bir renk değişikliğine sebeboldu. İsyancıların başında bulu­nanlar adetâ koşarak şeyhülislâmın yanına doluştular ve: "Sultan Selim'in saltanatında bağımsızlığı yok. Hükümeti bir takım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevk ve safasıyla meşgul. İşbaşına getirmiş olduğu kimseler fakir ahaliye çe­şitli zülumlar ediyorlar. Böyle bir padişahın hilafeti sahihmi-dir? deyince, Ataullah efendi zaten tasavvuru bu soruyu sor­durmak olduğundan, 3. Selim'in hâl'ine fetva verdi. Babıâli-de bekleşmekte olan zamanın uleması, At meydanına toplanmak üzere çıktılar. Bu ulemanın bir bölümü hâl işinin doğru olamayacağını, isyancılara nasihatin yeterli olucağını söylerken, Kabakçfnın baş elemanlarından Bayburdlu Sü­leyman:
<Şimdiden sonra ne o bize padişahlık eder. Ne de biz ona kulluk ederiz. Bu işi hemen bitirelim> diyordu.
Bu sırada ise, Et meydanında Sultan Mustafa'nın tahta çı­kışının duası yapılıp, fatihası okunuyordu. Okunan fatihadan sonra askerinde hep bir ağızdan amin diyen sedası her yana yayıldı. Buna ne yapalım? dediğinde sergerdeler de":
-Siz ulema ile gider, Sultan Mustafa'yı tahta iclas edersiniz. -Ben yalnız gidemem. Asker isterim. -Beşyüz asker yetermi? -Daha çok olsun.
-îkibin asker siz saraya varıncaya kadar yirmibin olur. Biner kişiden, iki bayrak askerle sekbanbaşi eskileri ve di­ğer ocaklı, şeyhülislamla ulemayı At meydanından alıp, alay halinde yürüdüler. Sarayın önünde bayraklarını babı hüma­yunun ikitarafına dikilip durdular. BabıâÜde Musa paşa neşe­li, devletin ileri gelenleri resmi elbise tedarik etmekle meş­guldüler. Sultan Selİm'e; hal olundunuz haberini vermek işini Anadolu kadiaskeri Hafid efendi üstüne aldı. Sekbanbaşı Arif ağa ilede saraya gittiler. Ancak kapılar kapalı İdi. Hemen Darüssade ağasına, Sultan Mustafa tahta çıkmadıkça ve biat merasimi yapılmadıkça askerin dağilmayacağı mealinde bir tezkere yazılıp vezir karakulağıyla Soğukçeşme kapısından, Enderuna gönderildi. Tezkereyi alan ağa, sünnet odasında oturmakta bulunan padişaha getirip açmadan teslim etti. Pa­dişah tezkereyi okudu ve dudaklarından <Zâlike takdirül azizü'laliym> ayeti kerimesi döküldü. Harem-i hümayuna çekil­di. Bu hareketi saltanatı terk etmekti. Fakat dahilde kimse haberdar değildi. Dışarısına gelince izdihamdan geçilebileo yer kalmamıştı.
Musa paşa, saray kapıları açılmaz ise açmaya lâğımcıl arıyor, isyancılar ise, öğretildiği gibi: -Sultan Selim'i istemyiz, Sultan Mustafa efendimizi isteriz, şeklinde bağırışmaktlardı. Musa paşa bunların bir bölümünü babaıâliye gitrnele hususunda teşvik etti. Hakikaten o kimseler babıâli'ye geç*rek ortalığı velveleye verdiler. Vaziyet bu şekle gelince şeyhülislam ve diğer devlet adamları, padişahın sarayına gitmeğe mecbur kaldılar. Bu velvele esnasında mabeynci Ahme Muhtar bey isyancıların eline düştü ve parça parça edile Saraya gidilip, Babüssadenin Önüne gelindiğinde yalnızc şeyhülislâm, kaimakam Musa paşa Sofa denilen yere kadar gittiler. Topal Ataullah, padişaha vaziyete son derece nâzine ve riyakârene tarzda izah etti. 3. Selim'de çekilirken, dü;
manini hâla dost biliyordu. Bunlar olurken tarih 1222/180 yılını göstermekteydi.  19 sene 7 ay 10 gün saltanat ett
Devri hep olaylar ile geçti. Onun zamanında, iç işlerde e çok nazarı dikkati calibiyet bölümü, isyancıların dahi kendisini sevip, saygılı davranışlarda bulunmalarıdır. Ancak ülke) bir çok ellere emanet edilmiş görerek iddialarında durmalarıdır. Cevdet Tarihinde nakledildiğine göre;
"Cezzar Ahmed paşa bile padişahın adı anıldıkça hemeı ayağa kalkar, fermanı geldikçe, binek taşına kadar iner  benim boynum Sultan Selim'e kıldan incedir. Katlim mu rad-ı şahaneleri olduğunu bilsem bir dakika durmam, başı rnı teslim ederim, der idi"
Payas'da isyan ederek epeyi şöhret sahibi olan Küçük A oğlu Halil paşa da, müverrih Asım'a göre: "Devlet dediğiniî yalnız taraf-i saltanat mıdır? Taraf-ı saltanat ise, emrine bo yun eğeriz. Maazallahu Teâla isyanda bulunanların, nama; ve nikâhları sahih olmaz.  İkinci ve üçüncüye gelince biı memlekette bir kaç tane padişah olmaz. Bizim serkeşliği­mizin, Yusufağa ile İbrahim kethüda gibilerlerdir." Demişdir.
Zaten vakalardanda anlaşılıyor ki, 3. Selim fikren padişah ol­makla birlikte, icraatda gayet zayıf, halim ve ürkekti. Mille­tin, tahta çıktığında gençliğine güvenerek ümid ettiği sağ­lamlık ve ulviyet bütünü ile kendini gösteremedi. Bu tecelli-yatın istenen ve ümid edilen şekilde neticelenmemesi, salta­nat sahibi muhtemel kimselerin, padişahlık bilgileri ile alaka­lı idari malumatlardan mahrum bırakılmış olmalarından da kaynaklandığı bir vakıadır. Tarihçi Asım bey 3. Selim'in, ni­zamı cedidi kurması, babası Sultan 3. Mustafa'nın yıldızlar il­mine olan düşkünlüğü sebebi iledir, diye yazmıştır. 3. Musta­fa'nın emri ile baş müneccim Yakup efendinin tayin ettiği za-yiçe gereğince vaz-ı hami, yâni doğum esnasında Hekimba­şı, saat elinde kapı önünde durarak, Sultan Selim tam sa­atinden önce doğması hasebiyle, eliyle saatin milini çevirmiş ve zayiçeyi bir <cihangir-i binâzır> olacağını müjdeleyen beklenen vakte getirmiş olması, saray da sevinç feryatlarının atılmasının da sebebi olarak görülmüştü. Nedimler ve yakın­ları 3. Mustafa'ya, şehzadenin İskender'e nazire yapacağını müjdelediler. Padişah ölüm hastalığında bile:
-Oğlum Selim, büyük bir padişah olacaktır. Abdülhamid'i bırakta onu tahta çıkarın diye tavsiye ettirmeye vardılardı.
İşte böyle bir söz, Selim'in kulağına erişdiğin de çok gençti ve kencfisinde bir cihangir olma emeli gönlünde yer etti. Hât­tâ sarayda daha kafesteyken bile, Osmanlı devletine bu çeşit rehavet neye gerekiyor? Gittikçe saltanatı Osmaniyenin rev­nakı gidiyor. Ben şimdi makamı saltanatta olsam şöylece yapardım, böyle biçerdim diye söylenirmiş, Bu ham sevda­sıyla, istanbul'da ve Anadoluda, topçu, humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari olarakda elli-altmışbin sayısını aşan talimli asker meydana getirmişti. Ancak, işin sonunu getiremedi.
Zaaf ve yumuşaklığı, beceriksizliği tedbirlere engel teşkil edi­yordu. Bir nevi yavaşlık ile malûldü. Yoksa yeni fikirler erba­bından olduğuna, devrinde yapılan binaların zerafeti, avrupa askeri sanayiinin ülkeye getirilmesi, dokuma sanayii ve ilmi tabiat ve fenni İle bilhassa matematikte, ileri gitmemize him­meti pek büyük olmuştur. Hattâ humbarahane nâzın Ramiz efendiye hendesehane (matematik) nezaretini de verdiler. Hocaların tayini ve derslerin düzenlenmesinde, Râmiz efen­diyle gizlice haberleşirdi. Mühendishanei berri hümayun ki, yüksek askeri mekteplerimizin ilkidir. 3. Selim hânın kurdu­ğu mekteptir. Hat yazısında mahareti, musikide büyük bir üstadhğı bulunuyordu.
Şiirde tlhami adıyla yazardı. Tarih-i Cevdet; en son söyle­diği şiirin: "Kimdir ol kimmi şâdi leh olub şir-i yenkâm Ana himyaze-i gamı olmaya araz-i encam Mest-i sahba olanın hâli budur Gâhı peymane çeker gâh hımar âlemi" kıtası ol­duğunu yazdıktan sonra, sonuna ebced hesabı ile: <kelamım hitam oldu> ibaresini yazmış olduğunu söylüyor. Askeri vede Bahriyenin ıslahatından başka, tahttan indiriliş tarihide olan 1222/1807 senesinde, ilmiye yolunda olanların da ıslahına gayret etmişse de, muvaffak olamadı. Şehid edilmesi vakası pek elem dolu bir hadisedir. 1223/1808'de vukubulmuştur ve 48 yaşında idi. O vak'ayı 4. Mustafa devrinde vukubul-muş olması hasebiyle çalışmamızın akışı içinde o padişahın serencâmını anlatırken vermeye çalışacağız. 3. Selim'in aleyhinde kıyama kalkışanların, Rusya ve İngiliz elçilerinin, devlet adamlarımız ile gizli münasebetleri olduğu hattâ Mısır seferinde İngilizlerin, güya kendini gösteren yardımları hase­biyle bunlardan çoğunun, İngiliz tarafdan olduklarının bahse­dilmekte olan münasebete, delil olduğu aleyhlerine ittifak edilen bir durumdur.
3. Selim'in ıslahat ve tensikattan maksadı, devletin meş­rutî bir usule kavuşturulması olduğunu da zannedenlere, bu zanlannin pek gülünç bir kapılış olduğunu burada izah etme­yi zaid addederiz. 3. Selim dönemin de, Osmanlı devletinin arayış içine girdiği herkesin malumudur. Buna bağlı olarak padişah, kendisine fikir verecek her çeşit yaklaşıma fırsat veren bir tutum sergilemekteydi nitekim bir çok müracaat ve lâyiha takdim edenler olmuş ve bunlardan da istifade olun­duğu bir hakikattir. Bilgi bankası bölümümüze atf-u nazar et­tiğinizde hemen göreceksiniz. Şimdi lâyiha verenlerderrbazı-larının adını taşıyan bir listeyi deyine Nizâm-ı Cedid askerlik ekolünün kuruluşunun 206. yıldönümü münasebetiyle yazdı­ğımız makaleden bir pasajı da sahifeierimize almayı lüzumlu bulduk.

Nızam-I Cedıd'in Te'sisi


24/şubat/1793 tarihi Nizâm-ı cedid adı verilen asker eko­lünün kuruluşudur. Demek ki günümüze kadar geçen zaman dilimi 206 yılı bulmuş. Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yıldönümünde asker millet olan yapımıza, başka bir tutum ve anlayış getiren, askeri düzenlemeyi tetkikten ziyade, Ni-zâm-ı Cedid terkibinde yatan gerçek mânaya atf-u nazar et­mekle, sanırım isabetli bir çalışma yapmış oluruz. Nizâm ke­limesi lugat'da sıra, dizi, düzen dizilmiş olan şey. Bir kaideye binaen tertib olunma, bir işin sebat ve kıvamına medar, se-beb olan şey ve hâlete denir. Bir de cedid kelimesine baka­lım ve "yeni, kullanılmamış" mânasına geldiğini görüyoruz. Hiç Nizâm-ı Cedid terkibinde askerlik mânasını istinbat ka­bilimi? Yâni askerlikten bahseden bir terkip, bulunuyormu? Cevabımız; hayır'dır. Ancak, disiplin ve düzen, meslek~i celi-le-i askeriyye'ye pek denk düştüğünden ve asker bir millet olmamız hasebiyle, bahsedilen terkibi, askeri birliğimize isim olarak kullanmaya başlamışız. Aslında, Nizâm-ı Cedid terki­bindeki ifade şimdiki tâbirle yeni düzen anlamındadır.
Osmanlı tarihinde şehid padişahlar arasında daima hüzün­le anılan bu zât, yâni 3. Selim, bahse konu terkibi, idare de yeni düzen anlamı İçinde uygulamayı düşünmüş ve devletin en önemli rüknü olan askeri mekanizmada tatbikata başla­mıştır. Osmanlı devleti hizmetinde çalışmış bulunan, Fransız subaylarından Jaroks Deniş; "İstanbul İsyanları" adlı kitabın­da 3. Selim'in ıslahatını şöyle anlatıyor: "19. asrın başlangı­cında Selim, cüretkâr bir ıslahat projesi hazırladı. Bu proje­de yeniçerilerin kaldırılması, ulema nüfuzunun kırılması, fet­valarıyla padişahların teşrî selâhiyetini taksim eden (payla­şan) şeyhülislâmların fetvalarına son verilmesi, Osmanlı devletini avrupanın; sanatta, ilimde, askeri meselelerde, zi-raatte, ticarette vede medeniyette yaptığı terakkilere ortak yaparak yenileştirmeyi hedef tutuyordu." Gerek bu ifâde ge rekse başka bir arşiv vesikası Nizâm-ı Cedid'in geniş ölçüde bir ıslahat olduğunu beyan ediyor. Yine; Ahmed Cevded pa­şa tarihinde; Yayla İmâmı risalesinde 3. Selim devrinde yapı­lan ıslahatın (dikkat yapılan ıslahatın) 72 madde olarak tes-bit edildiği yazılıdır. Bu beyan bizim iddiamız değil, TTKY. la-nndan "Selim 3'ün Hatt-ı Hümayunları" adlı eserinin 29. sa-hifesinde yer almakta. Kitabı yazanda pek öyle Osmanlı hayranı olmayıp. Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal'dır. Hemen ilâve edelim ki; 3. Selim asla bir halife olduğunu unutmamış ve kaidey-i diniyeye vakıf vede tatbikatı olan bir padişahdir. Fransız zâbit'in bahse konu tesbiti, avrupahların bizi iyi anla­yamamalarından, kaynaklandığı gibi, kendilerinde olmayan müesseseleri keenlemyekün sayma adetine saplanmalarıdır.

Şehzade Eğitimi


3. Mehmed'in; Osmanlı tahtına geçmesinden sonra, şeh­zadelerin vilayetlerde vazife içinde yetiştirilmesi sistemine son verildiği bilinmektedir. Bundan dolayı bu padişahdan sonra ki padişahların kabiliyetleri, İdarecilik noktai nazarın­dan hüdâ-i nabit bir hâle gelmiştir. Çünkü sarayda verilen eğitim, bir vilâyetin, hatta bir eyâletin işlerini gözeterek çekip çevirme imkânı bırakmadığından iş sadece istidatla meraka kalıyordu. Çok mükemmel bir terbiyeci dahi, arzu ettiği orta­mı yakalayamadıkça ne kadar faydalı olabilir ki? Üstüne üst­lük, sarayda geçen hayat boyunca yaşanan dâirede, her an gelmesi imkân dahilinde olan bir ölüm iradesi beklemek kor­kusunu da buna eklerseniz, bu sistemin artık, mükemmeller yetiştiremeyeceği hakikatına erersiniz. Ancak ne kabiliyetli kimselermiş ki; bu bütün olumsuzluklara rağmen, fevkalade­ler yâni vasatın üstünde olanlar, yine de çoğunluğu teşkile muvaffak olmuşlar. Deli! Dedikleri Sultan İbrahim, Girid'i al­mış.
İşte 3. Selim'de, sarayın şimşirlik denen bölümünde, yetiş­miş şehzadelerinden biriydi, güzel bir öğrenim görmüş. Mu­asırlaşmak yoluna, memleketinde katılmasını öngörmüş. Bunu temin içinde Avrupa'ya Ebubekir Ratıp Efendi adlı bir zâtı göndermiş, oradaki yenilikleri tesbit etmeyi emr etmiş. Beri yandan taht'a geçergeçmez, ülkesinin insanlarından la­yiha adı verilen, teklifler yapılmasını talep etmiştir. Bu talep 22 adet layiha ile cevap bulmuştur. Bu lâyihaların 20 tanesi­ni müslümanlar, 2 tanesini de avrupalı iki hristiyan vermiştir. Bu lâyiha veren fikir ve cesaret sahibi insanların adlarıyla sa-hifelerimizi süsleyelim. 3. Selim'e Lâyiha Veren Zevat 1- sad-rıazam Koca Yusuf Paşa 2-Sudurdan Veli Efendizâde Emin 3-Salihzâde Efendi 4-Âşir Efendi 5-HayruIlah Efendi 6-Def-terdar Şerif Efendi 7-Tatarcık Abdullah Efendi 8-Çavuşbaşı Raşid Efendi 9-Abdullah Berri Efendi 10-Hakkı Bey 11-Ter­sane Emini Hacı Osman Efendi 12-Kethüdai sadr-ı âli Çelebi Mustafa Reşid Efendi 13-Elhac İbrahim Efendi 14-Rikâbı Hü­mayundan ayrılma Rasih 15-Mustafa Efendi 16-Tarihçi En-verî Efendi 17-Lâleli Mustafa Ağa 18-Ali Râik Efendi 19-Ma-beynci Mustafa İffet bey 20-Beylikçi Sun'i efendi ile Tezkire-i Ülâ, Firdevs Efendilerdir. Hristiyan olup lâyiha veren iki kişi, birincisi, Osmanlı ordusunda vazifeli Bertrano adlı bir Fransız subay, 2. si ise İsveç elçilik memurlarından M. d'Ohos-son'dur.

3. Selim Hân'ın Hanımları Ve Çocukları


Sultan 3. Selim'in hanımlarının sayısı, her padişahın ha­rem hayatıyla ilgili belirsizlikten farklı değildir. Tarık Yılmaz Öztuna, onaltı hanımefendiden söz açarken, TTK yayını Ça­ğatay (Jluçay'ın ise onbir hanımefendiden bahsederken, Al-derson yedi isim vermektedir. Bu vaziyet karşısında Öztuna tasnifini öne alarak, bilahire diğerleriyle mutabık olan isimle­rin dışındakilere bakacağız.
Nef'i Zâr, başkadın efendi 1770 doğumlu olup, 1792'de vefatı vukubulmuştur. Kaimpederi 3. Mustafa'nın adıyla anı­lan ve kocası 3. Selim'inde defnolunduğu Lâlelideki türbesin­de medfundur.
Hüsnimâh başkadınefendi, 1772'de doğmuş ve 1814'de 42 yaşında vefat etmiş. Lâleli'deki 3. Mustafa türbesinde medfundur.
Zibifer, 2. kadınefendi olup 1773'de doğup, 1817'de 44 yaşında vefat etmiştir. Kütahya'da, Kıbrıs'da, Rakka'da ve Filibe de mallan vardı, beylerbeyi'nde yalısı vardı.
4. ise Afitab 3. kadınefendi 1773'de doğmuş ve 1807'de vefatı vukubulmuş, Selimiye Camii haziresinde medfun.
5.  Hanım ise, Refet Kadınefendi olup, 4. kadınefendi ola­rak adıgeçmektedir. 1780'de doğmuş, kocası 3. Selim şehid edilirken yanında idi. 1867'de 87 yaşında vefat etti. Üsküdar Selimiye'de, mektep yaptırmıştır. Mihrişah Valide türbesine defnolunmuştur.
6.  hanımı ise; Nur-i şems Kadınefendi,  1781 'de doğup, 1826'da vefat etmiş, Laleli'dekİ 3. Mustafa türbesinde med-fundur.
7.  Hanımı ise Demhoş Kadmefendi olup, hakkında malu­mat olmayıp, vefatı 1807'den sonra olduğu biliniyor.
8.  hanımı olan Goncanigâr Kadınefendi de aynen 7. hanım gibidir malumat açısından
9.  hanımları ise Mahbube Kadınefendi olup, Beypazarı'nda çiftliği olup, vefat 1806'dan sonra olduğu biliniyor.
10.  hanımı ise, Tâb-ı Safa Kadınefendi olup,  1854'de ve­fatı söz konusu ve Lâleli'de defnolunmuştur. Fındıklı'da ko­nağı, Kütahya'da çiftlikleri olduğu bilinebiliyor.
11.  eşi de Mihriban Hanımefendi olup, ikbal idi. Büyük bestekâr Hacı Sadullah Ağa ile evlendirmiştir.
12.  cisi ise; 1809'da vefat eden Nefise Hanımefendi, Laleli cami türbesinde defnolunmuştur.                                        
13.  ise; Pakize Hanımefendi, ıkbal'dir.                              ..
14.  olan Fatma Fer'-i Cihan Hanımefendi, vefatı 1811 olup, ıkbal'dir, Müderris Mehmed Münir Efendi ile 3. Selim evlendirmiş bulunmaktadır.
15.  isim ise Aynî Safa Hanımefendi, İkbal olup bu hanım hakkında da malumat yoktur.
16.   olarak Meryem Hanımefendide İkbal'dir. Vefatı 1807'den sonradır. Öztuna bey; 3. Selim'in çocuğu olmadığı­nı kaydediyor. Çağatay Üluçay, edeb dışı bir ifade ile 3. Se­lim, kısırdı dedikten sonra da çocukları olmamıştır diyor, kisırdı dedikten sonra da çocuğu olmadığını söylemek ne ka­dar doğru bir ifade sayılabilir.
Beri yandan; Vezir-i azam, padişahın Ahmed adı verilen bir oğlu olduğunu yazmış ve günde üç kere top atılmasını em­retmiştir, ifadesini kaydetmiş ve buna belki siyasi düşünce­lerle diyen bir esnek mütalaa koyarak hafife almaya tevessül etmiş görülüyor. Yine Öztuna bey ile (Jluçay arasında Öztuna bey. ikballeri hanımı olarak kabul etmişki, beş ikbali hanım­ları seviyesinde saymış, üluçay bey; İkballerden sadece Mer­yem hanımefendiyi listeye almış yukarıda, ikbal diye geçen­leri bahse konu etmemiştir. Üluçay bey'in listesindeki Safizar kadına, Öztuna bey listesinde yer vermemiş. Ancak Şehsu-varoğlu Sefizar diye bahse konu etmekte. Hemen bu a^ada hatırlatalımki; İkbal tâbirini iugat şöylece tanımlamakça: İk­bal; padişahların hareminde yer alan cariyeleri aras*ında ha-nımsultan'lığa namzet olanlar, demek. Yâni; padişahın ni­kâhlı hanımı olmayıp, nikâhlısı olması muhtemel olanlar mâ­nasını taşıyor.
3. Selim, Osmanlı tahtına oturduğunda makam-ı sadaret-de Koca Yusuf Paşa bulunmaktaydık! 61 gün sonra Yusuf Pa-şa'nın yerine 7/haziran/1789'da Kethüda Cenaze Hasan Pa­şayı göreve getirdi. Hasan Paşa, göreve geldiğinde esir-i firaş idi, yâni hasta yatağındaydı, bu yüzden Meyyit (ölü) Hasan Paşada denmiştir. 3/aralfk/1789'da sadaretten infisal etdi-ğinde, hizmeti, 5 ay, 26 gün sürmüş oluyordu ve yerine baş­ka bir Hasan, Cezayirli Gaazi Palabıyık Hasan Paşa getirildi. Paşa bu makamda ancak, 3 ay, 28 gün kalabildi, yerini baş­ka bir Hasan Paşaya bıraktı. Bu paşanın tam adı; 156. Os­manlı sadnazamı olan, Çelebizâde Şerif Hasan Paşa idi ki. bu zatında infisalinde 10 ay, 16 gün hizmet verdiği görülmüştü.
Bu infisalin peşinden sadaret, 15/şubat/l 791 'de Koca Yusuf Paşaya 2. defa tevcih olundu. 1 sene, 2 ay, 17 gün görevde kaian, Koca Yusuf Paşa görevi bıraktığında târih 4/ma-yıs/1792'yi gösteriyordu ki onun yerine, Dâmad Fındıklılı Melek Mehmed Paşa'ya teveccüh ettirildi. Bu zât, 2 sene, 5 ay, 16 gün süren sadaretden sonra 19/ekim/l 794'de, Saf-ranbolu'lu İzzet Mehmed Paşaya makama oturmak sırası geldi. Bu paşa makamı boşalttığında geçen zaman dilimi, 3 sene, 10 ay, 12 gün sürmüş ve takvimlerin bu sırada, 30/ağustos/1798'i gösterdiğini söyleyebiliriz. Sıra Yusuf 2i-yaeddİn Paşaya geldi, 6 sene, 7 ay, 25 gün süren sadaret noktalandığında takvimler, 24/nisan/l 805 târihini göster­mekteydi. Sadaret bu sırada Hafız İsmail Paşaya veriliyor, 1 sene, 6 ay, 20 gün görevden sonra 3. Selim son sadnazamını atamıştı ve bu zâtın adı da: Çiçekçizâde Üsküdarlı Keçiboy­nuzu Ağa İbrahim Hilmi Paşa idi. Târih ise; 14/ka-sım/1806'yı gösteriyordu. 3. Selim'in hâl ediliş târihi olan 29/mayıs/1807'ye kadar, bu sadrıazamından 6 ay, 15 gün kadar hizmet alabildi. Bu sadnazamm, geri kalan dönemi ki bu da 19 gün idi 4. Mustafa'ya vermiştir. Bu suretle ]8 yıla yaklaşan saltanatında 3. Selim, sekiz sadrıazam ile çalışmış­tır, çünkü Koca Yusuf Paşa sadarete iki defa geldiğinden se­kiz sayılır aslında yoksa dokuz defa sadrıazam mührü ver­miştir.

3. Selimin Şeyhülislâmları


3. Selim Hân;taht'a geçtiğinde makarn-ı meşihatde i 18. Osmanlı şeyhülislâmı olarak Mehmed Kâmil efendiyi bul­muştu. Bu zat, 19/ağustos/İ789'a kadar görevde kalmış ve 3. Selim'e, 4 ay, 12 gün, hizmet vermiş yerini, İshakzâde Mehmed Şerif Efendiye bırakmış ve bu zat da 2. meşihatını 17/ekim/1789'a kadar sürdürmüş, 1 ay 29 gün görevde kalabilmiştir. Yerine gelen Reisül ulema Yahya Tevfik Efendi, 13 qün kaldığı meşihatde, son nefesini vererek ahirete intikal etmiştir. Yerine; Mekkî Mehmed Efendi, 27/mart/179rden, 12/temmuz/1792 arasında 1 sene, 3 ay, 16 gün, makam da-kaldi. 123. şeyhülislâm olarak, Dürrizâde Arif Efendi 2. defa meşihate gelmiş ve 6 sene, 1 ay, 19 gün kalmıştır. 30/ağus-tos/1798'de yerini Reiszâde Âşir Efendiye bırakmış 1 sene, 10 ay, 12 gün vazife yapan Âşir Efendi, "I 1 /tem-muz/!800fde, yerini Samânizâde Ömer Hulusi Efendiye bı­rakmış ve bu zâtda 2 sene, 10 ay, 11 gün makamda kaldık­tan sonra yerini, 21/mayıs/1803'de, 126. şeyhülislam Sâlih-zâde Ahmed Es'ad Efendiye bıraktı, 3 sene, 5 ay, 24 gün hizmet vermiş bulunan Sâlihzâdede, 14/kasım/I 806'da veri­ni İshakzâde Topal Mehmed Ataullah Efendiye bıraktı. Bu zat da, 3. Selim'in son tâyin ettiği şeyhülislâm oldu ve bu padi­şaha, 6 ay'15 gün hizmet verdi. Böylece 28. padişah ve 20. Osmanlı halifesi olan 3. Selim Hân, 10 şeyhülislâmla çalış­mıştır.

1736'dan-1789'a Kadar Deniz Harekâtımız


Osmanlı devleti; Amira! Predal komutasındaki Rus donan­masını Azak kalesine saldırıya geçiş haberini aldığında, ye­tişmesinin mümkün olmadığını idrak ettiğinden, hiç olmazsa Azak Kalesi gibi stratejik bir*yerde filo bulundurmamanın be­delini, Azak'ın elinden çıkması acısı içinde ödemekle karşı karşıya kalmıştı. Bu târih, yâni 1736'dan sonra Sinop i!e Kı­rım arasında filo dolaştırmayı parprensip olarak kabul etti.
İlk filo da, Canım Hoca Mehmed Paşa komutasında devri­yeye çıktı. Akabinde de, Süleyman Paşa, yanında 4 çektin. 40 firkate ile bu göreve genişlik kazandırdı. Daha önceleri
Demirbaş Şarl tarafından, Sultan Mahmudu evvele hediye olunmuş olan, "Hediye tül Mülk" adı verilen bir kalyon Si-nop'dan Kırım'a asker taşımak hususunda istimali gerçek­leştirildi. Bu donanma Kırım'ın haylice işine yaradı böylece Ruslar sıkıştırdıkları Kırım'ı terkettiİer. Süleyman Paşa: 1151/1738'de Rubat'a geldi ve buradaki Rus gemilerini ab­luka altına aldı.
Amiral Predal, gemilerinin Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesini önelem için gemilerden söktürdüğü toplan karaya taşıttırdı, sonra da gemilerini bîr bir batırarak mücadeleye gi­rişmeden ölümü tercih ettiler. Süleyman Paşa bunları ger­çekleştirmekteyken, Canım Hoca Mehmed Paşa da Dinyeper ağzına ulaşmıştı ve karşısında, 400'e yakın sayıda, bir nevi ikmâl işlerinde kullanılan tekneler görüvermişti. Ama o tek­nelerin kullanıcilanda Osmanlı filosunu görünce her biri sağa sola kaçmış kimileri teknelerini batırır, kimileri de karaya oturtmaktaydılar. Yalnız bir İşde aynını yapıyorlardı ki o da, hızla bölgeyi terk etmekti. Ruslar ile Osmanlılar arasındaki bu savaşı durdurabilmek için Fransa arabulucu olmuş, bu­nun ilk müzakereleri istanbul'da yürütülürken daha sonra da Villa Nuva'ya taşınılmıştı. Burada alınan netice, Azak kalesi­nin Rusya tarafından yıkılması, bu kale etrafındaki toprakla­rın tarafsız arazi olarak kullanılması ve her iki tarafın buraia-ra saldırıda bulunmaması, Kırım Tatarlarının, Rusya üzerine saldırı düzenlememesi, yine Rusların, gerek Karadeniz ge­rekse Azak denizin de gemi bulundurmaması derpiş olun­muştu.
Kuzey Kafkasya da, Büyük ve Küçük Kabartay adlı dev­letlerin sınırlarını tesbit etmeleri ve buna Osmanlı ve de Rus­ya devletlerinin müdehale etmemeleriydi. Buğdan'da, elege-çirdiği toprakları Rusların, Osmanlıya iade etmesi, gerektiği vebu antlaşmanın üç ay içinde tasdiki îdi.  1 8/eylül/l 739'da imzalanan bu antlaşma 12/aralık 1739'da, iki devlet Osman­lı/Rusya arasında teati olundu. Sultan 1. Mahmud Fransa'nın bu arabuiuculuğuyla varılan sonuçtan memnun olmuş ve bunları kara gün dostu olarak nitelemiştir. Yoksa; Mah-mud'lann ikincisi, çok daha sonraları, avrupayı Rus emper­yalizminden nasıl koruduğunu meşhur şâir La Martine anla­tırken, fransızların bunu anlamadıklarını şikâyet etmiştir. Os­manlı padişahları târihi pek iyi öğrenen insanlardı. Bu ba­kımdan hiç kimse, 1. Mahmud'un Fransızları kara gün dostu olarak, nitelemek gibi bir unvanı dile getirmesini siyaset dışı hissi bir ifade olarak anlamasın, şüphesizki, Rusların sıcak denizlere inmesinin, Fransız menfaatlerine hayır getirmeye­ceğini bilmek için fazla bir gayret sarfetmek icâb etmez. De­nizle ilgili mevzularda kendimize kaynak ahzettiğimiz mer­hum Amiral Afif Büyüktuğrulun, değerli çalışması, Sultan Mahmud-u evvelin, yukarıda arabuluculuk yaptığını söyledi­ğimiz antlaşma için Fransız yardımına iyi teşhis koyamadığı­nı, bunu babalarının hayrına yaptığı kanaatine kapıldığı ba­bında ifadeler serdeder ki merhum amiralimiz doğru bir teş-hisde bulunamamıştır. Sultan Mahmud'a göre; Rusya veya biz, sahne-i târihden çekilmedikçe, nice seferlere böyle ça­tışmalara gireriz bu çatışmaları hal ü fasi eyleyeceklere ihti­yaç vardır uzak görüşlülüğü neticesinde, Fransızlara bir ta­kım imtiyazlar tanıdı ve bunu ileriye dönük tedbirler arasında mütalaa etmek lâzımdır.
Şimdi Sultan Mahmud'um; verdiği imtiyazları bir sırahyalım daha sonra da kanaatimizi belirtelim.
a- İstanbuPdaki Fransız Büyükelçisi, kıdem, makam, ser­bestlik ve muafiyet bakımından diğer b. elçilere nazaran da­ha üst bir mevki de sayılacak.
b- Osmanlı ülkesinde Fransız t>. elçilik ve konsoloslukları öbür elçiliklere göre daha üstün hakka mâlik olacaklardı.
c- Fransa b. elçilik memurları ve mensupları cizye verme­yecekti.
ç- Kudüs'teki Hz. İsa (A.S)'m kabri, Fransa krallık idaresi altında yürütülecek, burayı onarmak istediğinde Osmanlı devleti kendilerine engel olmayacaktır.
d- Fransız tebasi papazların, aynen Fransa konsolosluk, memur ve mensupları gibi haklan olacaktır. Şimdi bu yapı­lan bol keseden imtiyazın, Hz. İsa (A.S)'a ait olanı daha son­raları Fransızlar ve Rusların Kudüsdeki idare hususunda bir­birlerine düştüklerinde biz hem hakem hem de karar "merci olmuşuzdur, böylece de hristiyan âleminin, inançlar: istika­metinde, kavga edecekleri bir platform tesis etmiş oluyoruz-ki bu soğuk savaşın en geçerli politik arenayı kurma olarak vasıflandırılabilir.
Diğer tarafdan avrupa insanı dindarları papasiarın hürmet gördüğü bir ülkeye saygıyla karışık bir sevgi besler. Bu yö­nüyle padişahın papaslara tanıdığı bu kolaylık memurlar ile papaslar arasında gizli bir rekabetde doğrucaktır. Bir daha belirtmek icâb eder ki; 18. yüzyılın başında, diğer bir tarifle, 1701'den sonra dünya denizcilik sahasında pek mühim tek­nolojik gelişmeler yaşandı. İngiliz bahriye nâzirlığıda dünya­nın çeşitli bölgelerindeki denizlere yolladığı gemilerle araştır­ma ve geliştirme çalışmalarını başlattılar. Bunların neticesin­de de bir hayli olmak üzere deniz endüstrisini ve denizciliği terakki ettirdiler. Meselâ çeşitli denizlerin mıknatisiyet özel­liklerini incelemişler, daha mükemmel haritalar yapmaya muvaffak olmuşlar, bu arada da mıknatıslı pusulaların tashi­hi için, güneş ve yıldızlara göre geminin bulunduğu mevkii tesbit için seksant aletini icâd etmişler, astronomi iimini de bu çalışmalarla hayli genişletmişlerdi. Bir ada ülkesinin yap­ması gerekenlerin hepsini yapma gayretini, yaşamayı bu işieri güzel yapmaya çalışması lâzım gelen bir devletin anlayışı olarak da görmek icab eder. Bizim yâni Osmanlının, bir dün­ya devleti olmasına rağmen deniz hususunda böyle geniş ça­lışmalar, hem de ülkemize büyük faideler sağlayacakken işe eğilmememiz bir hatay-ı azimden de, öte intihardır nitekim, yaptığımız tetkikler debu intiharı doğrulamaktadır. Eleman oiarak en mükemmel denizci el altında dururken, suyu bar­dakta görenlerin kapdan-ı deryalığa getirilmesi, intihar Le-şebbüsünün başlangıcı sayılsa, yeridir. İngilizler; bu araştır­malarını gemilerde kullanılan topların üzerinde de yapm:şlar ve on topla yapılacak işi, iki topla yapabilecekleri hâle getir­mişlerdi. Bütün bunlar İngilizler tarafından yapılırken, Doğu-akdeniz'in tamamına, Kuzeyafrika kıyılarında söz sahibi Os­manlı devletimiz, bu gelişmelere ayak uyduramamıştı. Öte taraftan gemilerin gerek mürettebat, gerekse savaş erleri olarak anıian şanlı leventlerimiz, gemilerde iş bulamayınca Anadolu içlerine geçipde oralarda süvarilik yaparak hayalını kazanmaya duçar edilmişti. Gemiden inen levend, at sırtına binince, bir şakî olma yoluna koyuldular.
Devlet ahalinin şikâyetlerini göz önüne alarak; "Levend Ocakları" adlı bir teşkilât kurdu. Ancak çâre olmadı. Taaki Padişah Hamid-i evvel Hz. İeri; 1186/1772'de bu ocağı lağv etdi. Levendleri devletin diğer kuruluşlarında istihdam etdi. Ondan sonra Anadoluda çapula devam eden levendleri ya­kaladığında, cezaya müstahak kıldı. Bütün bunlara rağmen, Fevzi Kurdoğlu'nun kalemime:
"1736/1737 Savaşına Katılmış Bir Türk Denizcisinin Hatıraları" adlı kitapda, o dönemde tersanelerimizde hızlı bir faaliyetle hayli gemi yapıldığı bildirilirken artık eskisi gibi ge-nnilerin gemi reislerinin adıyla değil, adları özellikle verilmeye başlanmış denilmekte olup bahse hatırat da gemi adları ve yapıldıkları seneyi bildiren liste şöyledir:

Geminin Adı Yapıldığı Sene


Feth-i Bahrî 1746 Ferr-Î Bahrî 1747 Nasr-Î Bahrî 1748 Be-rid-i Zafer 1749 Ziver-Î Bahrî 1752 Nuret-Î Numa 1749 Nü-veydü Futuh 1754 Vukku Devlet 1756 Hasnî Bahrî 1758 Mesken-Î Gazi 1767 Nasrun Cenk 1768 Fetü Zafer ? Mansu-riye 1776 Ejdir-Î Bahrî 1776 Ceylân-Î Bahrî 1777 İnâyet-Î Hak 1778 Şehber-Î Zafer 1779 Pufad-Î Bahrî 1780 Mukadde-me-î Nusret 1785 Murg-Î Bahrî 1786 Muradiye 1786 Bed-Î Nusret 1786 Asar-Î Nusret 179 2Zafer-î Hümayun "1793 Bahr-Î Zafer 1793 Selimiye 1796 Görüldüğü gibi, ilk tersane­lerimizden Karamürsel'den sonra da çeşitli yerlerde, tesis olunan tersaneler, gemi yapımında hizmet etmişler, gemilerin imâl târihleri, her yıl bir gemi imâlini ortaya seriyor.
Ruslar ile 1184/1770'de ağustos ayında yaptığımız Kartal Savaşı mağlubiyetimizle sonuçlanınca, Ruslar Tuna nehrinin hemen yanma kadar sokulma şansı buldular. Beri yandan da Mora yarımadasında mukim gayri müslimlere Osmanlı yöne­timine karşı ayaklandırma teminini bu fikrin ısrarcısı Mareşal Münche bırakmış o da önderleri Ortodokslar olmak üzere bu isyanları hazırlayacak teşkilatlan kurmuştu.
Aslında Makedonyalı ve adı Mavro Mihal olan Rus ordu­sundan bir subayı Mora'ya göndermiş teşkilatları kuran bu subay idi. Peki bu Mora isyanlarını hazırlamakta Ruslar ya!-nız mı idi? Bu sorunun cevabı hayır, İngilizler en büyük teş­vikçileri olup kendini saklı tutmaya çalışmasıda, denizlerdeki menfaatlerinin Osmanlı denizcileri tarafından, zora sokulma-masını temin içindi. Yoksa; Osmanlı üzerine çeşitli vesilelerle giden Rus donanmasının klavuz kaptanlığını, ilmi denizcilik kavramlarına aşina olmuş majestelerinin kaptanları deruhde etmekteydi. Mora yarımadası, bizim kara askerimiz ta raf indan daima kontrole tutulsa da, bu büyük bir istihdam gerek­tirdiği gibi, haylide zamanımızı almaktaydı takviye edebil­mek için. Kuvvetli bir donanma bu işin pratik ve kesin çözü­mü ise de, donanmaya icâbı gereği ihtimam gösterilmediğin­den bu geçerli silahı kullanamamışizdir. Baltık üzerinden Rus donanmasının Akdeniz'e ineceği istihbaratına ordan yoi yok diyen devlet ricalimiz, Mora ayaklanmasını temin için 7 kal: yon, 4 firkateyn bir kaç da ikmal gemisini amiral Spiridof komutasında, harekât halinde olduğunun haberini alınca ve bu gemilere 1200 kadar Mora'h vede Rum denizcilerin bindi-rildiğini de öğrenince, başka bir bilgiyi hatırlarına getirdiler ki bilgi şu idi: Garbocağt denizcileri, yâni Cezayir, Fas, Tu-nus'daki gemicilerimiz, Rus donanmasının Mayorka adasına uğradığını haber verrnişlerse de, ricâl-i devlet coğrafî bilgile-rince kabil bulmadıklarından, habere alaka göstermediler. Halbuki bunlar; ikiyüz sene önce gemileri karada yüzdürmüş bir padişahın devletinin idarecileriydiler.
Osmanlı/Rus savaşı başladığında donanmanın başında Eğriboz'lu İbrahim Paşa bulunuyordu. İbrahim Paşa on gemi­yi Mora sularına göndermişti. Bu arada Rodos Mutasarrıfı Cafer Bey'de emri altındaki gemileri bu on geminin yanına gönderip, takviye yoluna gitdi. Bu sırada kapdan-ı derya-hk'da bir nöbet değişikliği olduki İbrahim Paşanın yerine Ca­nım Hoca Mehmed Paşa'nın torunu Hüsameddin Paşa getiril­di. Bu hususta, Osmanlı ordusunda görev yaparak kendini göstermiş bir kimse olan Baron Dö Tot, bu tâyinin Cezayirli Hasan Paşa üzerinde yapılmasının isabetli olacağını belirt­mekten kendini alamamıştır. Mora'da zuhur eden ayaklan­maya yardımcı olmak isteyen Rus donanmasına karşı filo­muzun kalyonu onüç tane olup, bunlardan üç tanesi sakat­lanmış idi. Bunların adları şunlardı: Burcuzafer, Hisnibahri, Ziveribahri. Seyfibahri, Mehengibahri, Pelengibahri, İkabıbahri, Mukaddeme-i şeref, Tılsim-ibahri ve Semendibahri, Seyyarîbahri, Berid-îzafer ile Mesgenigazi kalyonları idi.
Ayrıca on adet de çektiri vardı. 6/mayıs/1770 târihinde İs­tanbul'dan hareket eden fîlo'nun başında Kapdan-ı derya bu­lunuyordu ve 24/mayis/1770'de Anapoli'ye gelirlerlerken, Rodos Mutasarrıfı Cafer Bey'de yedi gemisiyle filoya katıldı. Rus filoları dört ayrı filodan müteşekkildi. Spiridof, Elfinston, Arfa ve Çiçagof adlı amirallerin yönetimindeydi. Bütün bun­ların komutanı da, Rus deniz kuvvetleri komutanı olan, Ami­ral Aleksi Orlof idi.
Rus gemilerinin tamamı 15 tane kalyon, 16 tane küçük gemiden müteşekkildi. Bu kuvvetlerle; 1 8/mayıs/l 770'de, Menekşe deniz savaşı yapıldı ve üçbuçuk saat süren bu sa-vaşda Cafer Bey filosu, rüzgârın oyunuyla savaş alanından uzaklaşmak mecburiyetinde kaldı. Rüzgâr az sonra Rus ge­milerinin işine yarar şekilde yön değiştirdi. Bu hâl Hüsamed-din Paşayı korkuttu. Gecenin karanlığında kaçmayı düşünü­yordu. Bunun içinde akşamla beraber düşman önünden uzaklaşmaya başladı. Cezayirli Hasan Paşa durumu anladı, Hasan Paşa ise gece kaçmak yerine tam tersine düşman fi­losuna hücum tabiyesini plânlıyordu. Hüsameddin Paşanın gemisine yaklaşmayı deneyen Cezayirli Hasan Paşa, plânına ikna edemediği kapdan-ı derya'ya en sonunda şu sözleri söylediği rivayet edilir:
"Madema ki düşman filosuyla çarpışmaya isteğiniz yok, düşmanla böyle zaman zaman karşılaşmamak için ya Ça­nakkale ya da izmir'de bulunan müstahkem mevkiide gidip şerefsizce oturalım!" Bu sözü tastamam anladığını belli et­memekle beraber Kapdan Paşa, Hasan Paşanın dediğini yapmış Çanak kaleye hareket emri vermiştir. Tem­muz/l 770'de Koyunada'fan savaşı yapılmıştır. Bu savaş da
Cezayirli Hasan Paşa ki daha o sıralarda, Bey olarak anılı­yordu. Bindiği gemi ile bir Rus gemisine rampa yapmış ve o gemiye geçerek levendleriyle beraber göğüs goğüse çarpış­mışlardı. Rus komutan gemisi bu sırada cephaneliği ateş al­dığından infilaka mâruz kalmış ve bizim Burcuzafer adlı ge­mimizin yelkenlerini tutuşturmuştu. Yaralı olan Hasan Bey, hemen denize atlamış öteki gemilerimizden birine geçerek savaşı oradan sevk-i idareye devam etmiştir. Bu arada kap­dan-ı derya'dan gelen bir emirde gemilerin Çeşme Limanına çekilmesi bildiriliyordu. Rus gemileriyse yangınlarını söndür­mek üzere el elde baş başda kalmışlardı ve tabii İlân etmek gerekirki, Çeşme limanı küçük bir liman olduğundan, gemi­lerin bir kısmını liman dışında nöbette bırakmak gerekirdi. İlk sebeb de, limana giren bütün gemiler, burada tıkışa tıkışa yer buldular. Liman'ın içi de iğne atsan suya düşmeyecek hâle gelmişti. Bir gemide çıkan yangın, hepsinin yanmasına sebeb olurdu. Bunun mahzurları anlatılan Kapdanpaşa, Li­man ağzına koydurduğu dört kalyon emniyeti sağlar diyor­du. Cezayirliyi dinlememeyi kendine görev addeden Hüsa­meddin Paşa, böylece Amiral Eifinston'un bir ateş kayığıyla, Osmanlı donanmasını yakabileceği hâle getirmiş oluyordu.
Rusların klavuz kapdanı olan Eifinston'un Ruslara plânını anlatması ilk nazarda Rusları iknaya yetmedi. Ancak, tecrü­beli ve fenn-i denizcilik gelişmeleri hususunda bilgili amiral, Rusları kabul eder hâle getirdi. İngiliz Komodoru Greik ko­mutasında, dört kalyonla iki fırkateyn'den ve bir humbara gemisi (ateş kayığı) meydana gelen küçük filo akşam karan­lığını kollamaya başlamıştı. Fakat düşman görülmüş, bunun için top atışlarıyla yürüyen bir savaş başlamışsa da, her ânı aleyhimize olmaktaydı, çünkü limandaki tıkış tıkış haldeki gemilerimizden bazıları yanmaya başlamış ve biribirine yan­gın sirayetine çâre bulamamaktaydılar. Bu yangınlar hasebiyle kıyıya yaklaşmakta olan ateş kayığınında farkına varı­lamamıştı. Bu kayığı da kullanan bir ingiliz gemiciydi.
Merhum amiral Büyüktuğrul, adı geçen eserinde bu kayığı Osmanlı kalyonlarından birine bağladığı esnada elleri ve saçları yanmağa başladığından hemen suya atlayıp, kendini yanmaktan kurtardığını da kaydetmeyi ihmal etmemiş. Bu yanma felaketinden kurtulan tek gemi amiral gemisi de de­nen baştarde'miz olmuştur.
Vasıf Târihinde Cezayirli Hasan Bey'in ağzında kılıcı oldu­ğu halde, denize atlayıp yüzerek karaya çıktığı ve bu çıkışı görenlerin bu yiğide: "Timsah Adam" dediklerini de buraya kaydedelim. Hasan Bey İzmir'e yaralarını tedavi ettirmek için geçerken, Hüsameddin Paşa da Gelibolu'ya geçmiş ancak az sonra orada vefat etmiştir. Mutasarrıf Cafer Bey'de terfi ettiri­lip, kapdan-ı derya'Iığa getirilmiştir.
Bu arada Sultan 3. Mustafa döneminde Rusların bir üs ol­mak üzere ele geçirmeye çalıştığı Limni Adası ile alakalı, Cezayirli Gazi Hasan Paşanın vak'asını, o bölümde verdiği­mizden burada sadece Baron Dö Tot'un Hasan Paşanın bu teşebbüsüne muhalif kaldığın1 belirtelim ve hatırlatalım ki, Amiral Orlof, Hasan Paşanın Ada'ya geçtiğini Öğrendiğinde, hemen karaya çıkarmış olduğu askeri gemilere taşımış ve ada üzerindeki emellerine veda etmişlerdir. Baron haksız, çıkmış Cezayirli Gazi Hasan Paşa ise hem amirai-paşa ol­muş, hem de Kapdan-ı deryalık kendisine tevcih olunmuştu.
Biz burada okurlarımıza hatırlatalım ki Şişhane'den Ka­sımpaşa'ya inerken yüzü Haliç Denizine dönük olmak üzere ve elinin altında bir arslan ile birlikteki heykel, Cezayirli Ga-azi Hasan Paşanın heykelidir. Cezayirli Gazi Hasan Paşa iki defa kapdan-ı derya olmuş olup ilki, yukarıda yazdığımız olup, ilk gelişi 3 sene, 4 ay, 7 gün sürmüş olup, yerine Dâ-mad Melek Mehmed Paşa getirilmiştir. Bu zâtın, 4 sene, 8 ay,
19 gün süren döneminin akabinde yeniden Kapdan-ı derya olan Gaazi Cezayirli Hasan Paşa, bu seferin de, 9/tem-muz/1774'de başladığı görevden ayrıldığında takvim, 20/ni-san/1789'u gösteriyor ve 14 sene, 9 ay, 14 günlük bir zaman dilimini gösterir, ilk görevlendirilmesini de buna ilâve eder­sek, yekûn olarak, 18 sene, 1 ay, 19 gün eder ki, bu kapda-nıderyalar içinde en uzun zaman görevde kalmış zât oimasını gösterir.
Şurada hemen belirtelimki, sahib-i selâhiyetin sözleri her çeşit topluluk için bir mâna ifâde eder. Bizim bu çalışmamız­da da kaydettiğimiz bu ifadeye sadık kalarak mümkün mer­tebe, Osmanlı târihi bakımından sayfalarımızı deniz kuvvet­lerimizin, harekâtlarına önem vermeyi lüzumlu gördük, buna da, şu ifadeyi istinat göstermek isteriz. Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul; "Osmanlı deniz harp târihi ve Cumhuriyet do­nanması" adlı kıymetli çalışmasının, 2. cildinin 286. sahife-sindeki 180. dip notunda:
"Üzüntüyle ifâde etmek gereker ki Cumhuriyet döneminin, 60. yılına ulşamak üzere, olduğumuz halde, en büyük Türk Târih Kurumunun yayınların da bile, deniz olaylarının etkisi hesaba katılmamıştır. Örneğin bu kurumun yazdığı Osmanlı târih kitapları %99 kara olaylarının, etkisini tartışmış %1'de sadece deniz olaylarının mahiyetinden söz etmiştir.
Mazur görülen neden de şudur, Osmanlı devleti korsan dö­neminde kurulduğu için korsan sanısıyle yetinilmesidir. Hal­buki Barbarosların, Turgut Resilerin, Piyale Paşaların yaptığı yağma hareketleri bile İspanya, İtalyan, ve Alman Kara kuv­vetlerini kıyı savunmasıyla meşgul etmiş ve bu devletlerin Osmanlı kara kuvvetleri karşısına gereği kadar kara kuvveti gönderememelerini sağlamıştır. "Demektedir. Biz, Ordumu­zun deniz gücünde vazife almış ve amirallik rütbesine kadar, irtıka etmiş bu zâtın görüşlerini elbette ve elbette sahib-i se-lahiyetin beyanından addediyor ve mümkün mertebe ve muktesebatımız miktarında silahlı kuvvetlerimizin deniz târi­hini çalışmamıza katmayı elzem bildik.
Aynı zamanda, donanmasına ehemmiyet veren bir millet, bu münasebetle o ülkenin yan sanayiinde gelişecek fırsatlar yakalar. Gemi sanayiinin ülke ekonomisine getireceği pozitif fayda en azından dışa bağımlılığın azalması demek olup, aziz milletimizin değerli evlâdlarının, yan sanaayide müteşebbis ruhu, beiki gemi sanayiine öyle buluşları hediye etme şansı bulur ki, iki asra yakın dünya teknolojisine mûcid olmak üzere bir katkıda bulunamayan milletimiz, bu husus da şey-tan'in bacağımda kırar inşaallah!
Cezayirli Gaazi Hasan Paşa'dan özel mahiyette bu satırlar­da bahsetmemiz bir çok bakımdan gerekmektedir. Ancak biz buradaki ifademizde ara başlıkta kullandığımız: "1736'dan, 1789'a kadar deniz harekâtları" nitelememize riayet ederek yazacağız. Kaynarca antlaşması sonucunda Kırım'ın Osman­lı devletine bağı, Osmanlı padişahının aynı zamanda halife-i müslîmin olmasına kalmıştı. Halbuki; Kırım'ın Osmanlı dev­leti için ehemmiyeti büyük olduğu gibi, Karadeniz'in kontro­lünde ayrıca mühimdi.
Sultan 1. Abdülhamid, ülke kalkınmasının reçetelerini ararken, denizciliğimize batı âleminde yapılan her türiü bulu­şu ve tarzı kullanmağa bakmaktaydı. Devlet, behemehal Kı­rım'ı eski statüsüne getirebilmek için elinden geieni yapma­lıydı, fakat ihtiyacımız olan sulh hâlinde kalmak ortadan kal­kar anlayışıyla, yeni bir savaşa hazır olamamanın İdraki için­de, Kırım için bir teşebbüse girişememekteydi. Öte yandan da, Kırım hanlığında bir tebeddül oldu, hân değişmişti. Ama İstanbul'un kapısında bir Kırım'ı temsil eden heyet gelmiş, hürriyeti Osmanlı'ya bağlı olmakta görüyorlar, mutlaka hi-mâye-i Osmaniye'ye girmek istediklerini rica etmekteydiler.
Bu ricalarıyla birlikte Kerç ve Yenikale'nin Ruslardan geri alınmasının lâzımıyetini İleri sürmüşlerdi. Kabil olmadığı tak­dir ise, Kırım ahalisine Anadolu topraklarında iskân ve bu muhacerata izin istediler. Müslümanların muhacerat istekleri, Rusların, bilhassa stratejik çıkarları hasebiyle, Kırım toprak­larına sahip çıkmakla buluşmuş oluyordu. Rusya gayesine uygun tarzda politikalara yelken açıyor, sert tutumlu Şahin-giray'ın hân olması, bu hân'ın Rusya sempatizanlığı, Kırım ordusunu Rus üniformalarına benzeyen libasla donatması, Rusya'ya gönderdiği bir heyetle Rus, yönetimine girmeye tâ-lib olduğunu bildirmesi, içeride Tatar gayri memnunlarını art-tırdıydı ki, Osmanlı devleti, Rusya'nın Kırım'la ilgili müdeha-lelerini savaşı da göze alarak protesto ettiği görüldü.
Osmanlılar bu halde iken, Abaza ve Çerkezlerde, Şahingi-ray aleyhine hareketlendiler Kırım'a kuvvet gönderdiler. Şa-hingiray; bu diyardan Rusların bulunduğu Kerç Kalesindeki komutana sığınmak için sıvışmayı seçti. Afi Paşa komutasın­daki, sekiz tane kalyona doldurulan 8bin asker Kırım'a yola çıkarılmıştı. Sivastopol'ün alınması ve buraya asker çıkarıl­ması tenbihi padişah 1. Abdülhamid hânın emrettiği orta­dayken ve filo gemi komutanlarının, Sivastopol limanın, çok stratejik bir yer olduğu ve limanın büyüklüğü gemilerin ra­hatça kışı geçirtebilecek vasıfta olduğunu belirtmelerine, İs­tanbul'a dönmeye lüzum göstermeyeceğini izah etmelerine rağmen, Hacı Ali Paşa işi ters mantığa taşıdı ve bu mantıkla da düşündüğünde böyle nri*ühim bir üssü Ruslar, adamakıllı tahkim etmişlerdir, demek suretiyle taht sahibine bir defa so­rayım cevabını verdi. İstanbul, yâni padişah bu sefer de, Hacı Ali Paşanın değerlendirmesini göz önüne aldı. Kırım harekâ­tına 40bin kişiyi bulan bir kuvvet hazırlamakta olduğunu, do­nanma bütün gemileriyle Sinop'ta kışı geçirsin emrini gön­derdi. Kış geçti. Takvim, 9/ağustos/1778'İ gösterirken Sinop'tan Kırım üzerine Hacı Ali Paşanın serdarlığında yola çı­kıldı vede Deryakapdanı Cezayirli Hasan Paşa, Ruslara Kı­rım'a gidilmediğini, Sivastopol'a gidilip, Taman ve Kırım'a su getirileceğini bildirdi. Ruslar bu habere tabiatıyla inanmadı­lar. Bunun Kaynarca antlaşmasının ihlâli sayılabileceğini ileri sürdüler. Kapdanderya tereddüte düştü. O da, J. Abdülba-mid hân'a başvurmaktan kendini alamadı. Cevap ise; Rusla­rın, Kaynarcayı ihlâl ettiğini, bu sebebden Kırım ve Taman'a asker çıkarılması emrini tazeledi. Diplomasi arenası da bu sebeble hareketlendi. Fransızlar, Osmanlı devlet adarrrlarinm bu savaşı istememeye şevke çalışırken, savaşın vereceği za­rar İngilizlerin işine pek yarayacağı düşüncesiyle, bunların b. elçileri tırnaklarını birbirine sürtüyordu. Osmanlı/Rus savaşı­nı kendilerine fayda sağlar buluyordu. Diplomasi alanında yapılan çeşitli istişare, görüşme ve fikr-i teati sonunda Fran­sız b. elçisinin teenni tavsiyesi muvafık bulunmuştu.
Mart/1779'da Aynalikavak İskelesi, ki burası İstanbulda bir semttir. Mezkûr yerde Osmanlı/Rus diplomatları müzake­relere başladılar. Ancak burada yapılan konuşmaların sonun­da Osmanlı devleti Kaynarca'yı bu müzakerelerde yumuşa-tamadığı gibi, Şahingiray'ın Kırım hân'lığını tanımayı kabul etmesi, ayrıca bir kayıptı. Mısır'da asırlardır, farklı bir statü yakalamış olan Kölemenler, Osmanlı devletinden uzaklaşıp, Mısır'ı bir bağımsız Kölemen devleti hâline getirebilmenin, yolunu aramaya başlamışlardı. Bunun akabinde hemence bazı imtiyazları elde ettikleri de görüldü. Artık onların istediği Mısır'a vali oluyor, istemedikleri yıkılıp gidiyordu.
Kölemenlerin içinde nüfuz sahibi üç kişiden İsmail Bey, Osmanlı yönetiminde kalmaya taraftar anlayışın sahibi idi. Buna karşılık, Osmanlı aleyhtarı Murad ile İbrahim beyler arasındaki mücadele, Osmanlı aleyhine ayaklanmanın bida­yetini, yâni başlangıç sebebini teşkil etti. İsmail bey, rakipleri
Murad ve İbrahim beylerden Suriye'ye kaçmak suretiyle or­tadan çekilmiş oluyordu. Ortalık Osmanlı aleyhtarı, fakat ba­ğımlılığı kabul etmeyen ikiliye kalmıştı. Aralarındaki kavga da Murad, İbrahim'i diskalifiye etmeyi başarmışsa da, devlet-i âliye Mısır'a vali olarak Yeğen Mehmed Paşayı gönderirken de, isyanı bastırmak vazifesiyle, Kapdan-i derya Cezayirli Gaazi Hasan Paşayı da Mısır'a yollamıştı.
Murad Bey, ben şimdi ne yapacağım diye kara kara düşü­nürken, bu haberi alan kölemen Beylerinden İbrahim Bey hemen bütün maiyeti ve küvetiyle geri dönmüş rakibi Mu-rad'ın emrine girmişti. Böylece Kölemenler, yekpare bir gu­rup olarak Osmanlı kuvvetlerine karşı koyacaklardı. Murad Bey, politikanın gereği Mısır valisine yaltaklanıyordu. Bir yandan o güne kadar devlet aleyhinde yaptıklarından da töv­be istiğfar ediyor hem de, dış güçlerden Kölemen başkaldırı­sını destekleyecek sahip arıyordu.
Bu arada hemen ilâve edelim ki; 2. Katerina haylice uzak görüşlü davranmış, daha 1775'de Mısır'a, Kont Kanus adlı teşkilatçı ve diplomaside çok tecrübeli bir elçi göndermişti. Murad Bey; ilk iskandili Fransızlar üzerinde yaptıysa da Av-rupadaki meselelerini çözememiş Fransa üzülerek bu yardı­mın taraftan olamadı. Murad Bey bu sefer teklifi Kont Ka-nus'a yaptı. Gelişindeki hikmet bu olan Kanus, hemen Çari­çeye haberi uçurarak durumu aktardı. Petersburga çağırılan Kont Kanus, Çariçeye bütün meseleyi anlattı. Çariçe 2. Ka­terina; Murad Bey'e yazdığı mektupda, çok kısa zamanda Akdenize bir donanma göndereceğini, bu kuvvet Osmanlıla­rın Mısır'a kuvvet götürmelerine engel olacağından mücade­leniz, denizden ikmal alması kabil olamayan bir devletle mü­cadele edeceksiniz, ayrıca Akdenize gelecek donanmam ne ticaret gemilerinize ne de Mısır topraklarına ilişecektir. Nasıl yardım isterseniz, selahiyetli kıldığım Kont Kanus'la konuşun demekteydi.
Amma bunlar olurken; Gaazi Hasan Paşa gelmiş ve bir darbede Kölemenleri darmadağınık etmişti. Böylece Mu-rad'da, İbrahim de padişahın affına sığınmaktan, kendilerine, mülk-ü Osmanide bir başka yerde istihdam olunmalarını is­tirham ettiler. Devlet-i âliye önce bu talebi ret etti sonra da onlara yer gösterdi.
Cezayirli Gaazi Hasan Paşa, kapdamderya olarak atandı-ğındaki ilk işi tecrübe ile ilmî denizcilik anlayışını birleştirme yolunu açacak her teşebbüse ya öncülük etdi yahut da böyle tavsiyeleri hakikat kılmaya pek büyük önem verdi. Zaman zaman Barondö Tot ile aynı istikamette düşünmüyorlarsa bi­le, Baron'un askeriyemize getirdiği faydalı hususların takdir-kârıydı, bu merkezden kalkarak donanmanın eğitimi ve ora­dan buradan toplanan memleket evlâdı yerine yine oradan buradan toplayıp fakat ciddi bir denizcilik eğitimi veren mü­essese kurmak, limana dönmüş denizcilerin, evlerine veya şuralara buralara gitmelerine mâni olabilmek için ve munta­zam bir deniz kışlası hayatı yaşayabilmeleri için kışlalar yap­tırmıştır.
Bütün bunları yaparken avrupadan getirttiği mühendisle­rin tavsiyeleriyle tersanelerimizi haylice genişletmiş gemi ya­pımında ve donatmada, en son buluşları kullanmaktan geri kalmamıştır.
Amiral Büyüktuğrul, Hasan Paşanın tabii ki bir çok muha­lifi olduğunu zikrederken şu bilgiyi vermekten kendini ala­mamış. Bilgi şu: "belgelere dayanmayan fikirlere göre Ceza­yirli Gaazi Hasan Paşa bu çalışmalarında, büyük karşı koy­malara uğramış ve 1784 yılında İstanbul'da yaptırdığı kal­yoncu kışlasının parasını cebinden vermek zorunda kalmış­tı." Demekte

1787/1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşı


Yine biz bu savaşın denizle alakalı bölümlerine işaret et­meye çalışacağız. Efendim padişah 1. Abdülhamid'in pek sevdiği Yusuf Paşası ile yine pek beğenip sevdiği Cezayirli Gaazi Hasan Paşa arasında, anlayış farkı ve tercihde büsbü­tün ayrılıkları vardı. Kırım'ın Rus nüfuzuna girmesi hususu ümmet-i Muhammedin çok gücüne gitmiş, derhal Kırım'ın istirdadı pek yaygın şekilde istenmeye başlanmıştı. Yusuf Pa­şa bu isteği haklı buluyordu ve Ruslara karşı savaşın açılma­sında padişah 1. Abdülhamid'i inkendisine uymasını temine büyük gayret gösteriyordu. Gaazi Hasan Paşa ise; Yusut Pa­şanın kanaatine, iştirak etmiyordu. Osmanlı deniz yollarının donanmanın yetersizliği yüzünden her geçen gün kapalı hâle gelmesi, gereken ikmâlde donanmanın fazla bir yük taşıya-maması, diğer birliklerimizin sıkıntıya hâttâ bir felâkete bile düşerler endişesi taşıyor, Kırım'ın kurtuluşunu istihsal edelim derken daha büyük kayıplara uğrarsak hâlimiz nice olur dü­şüncesine yelken açıyordu.
Yukarıda söylediğimiz Yusuf Paşanın; savaşı açalım sıkış­tırmasına mütereddit kalan padişah, Mısır'a gönderdiği Kap-danıderya'sını yanına çağırttı. Ne var ki; Yusuf Paşa, Hasan Paşa geldiğinde padişah birimizden birine uyarsa uyulmayan taraf da ben olursam bizin^ sadaret elimden gider diye dü­şünmüş olmalı ki ısrarını sıklaştırıp, Gaazi Hasan Paşa'nm gelmesini beklettirmeden savaşı açtırmaya muvaffak oldu. Halbuki; Rusya, Prusyayla imzaladığı ortaklığı bozmuş ve Avusturya'ya yanaşmış müştereken saldıncaklan Osman­lı'dan, alacakları yerleri aralarında şöyle paylaşmışlardı:
a- Rusya; Osmanlıya açtığı bu savaş sonunda Dinyeper, Buğ ve Dinyester nehirleri arasındaki toprakları alabileceği gibi, Eğede bulunan adaların bazılarını da kendine mâl ede­ceğini hesablamaktaydı. Eflak ve Buğdan bağımsız prenslik hâline gelecekti.
b- Avusturya ise; Tuna nehri ile Transilvanya dağları ara­sındaki Osmanlı topraklarını kendine katabilecekti, yine Orsuva, Vidin, Niğbolu ve Hotin şehirlerine konabilecek idi. Yi­ne Avusturya, Dalmaçya sahillerine inecek buna karşılık, kıbrıs ve Girid ve Mora yarımadasının Venediklilere verilme­sine ses çıkarmayacaktı. Ancak; bu görülen paylaşımın gö­rülmeyen bir tarafında halisilasyon diyebileceğimiz 2. Katerina'nın İnşaallah ebediyete kadar gerçekleşmesi kabil olma­yacak bir hayali yatıyordu. Bu da İstanbul'umuzun Rusların eline geçmesi idi ve Kostantin adını verdiği torununu bu tah­ta hazırlamaktı.
Hoş Çariçenin müşaviri Potemkin'de böyle bir hayal taşı­makla beraber, orada ihya olunacak Bizans İmparatorluğu tahtına kendini ve kendinden sonraki neslini hülyalarında ya­şatıyordu. İşte herkes bir gizli - açık hesabın peşindeyken Hasan Paşa denizde ne kadar kuvvetli bir donanmaya sahip olursak devleti o kadar iyi savunuruz düşüncesindeydi. Zâten 1773'de, Heybeliada'da kurduğu mektepde artık denizcilik ilmîyle yetişen kaliteli denizcileri donanmada haylice istih­dam etmekteydi. Böylece personel meselesinde de artık me­safe alınmıştı. Savaşın patlamasıyla beraber Yusuf Paşa, Rusya'nın yanında ki Avusturya'yı gördüğünde ayakları suya erdi. Çünkü onun hesabında tek rakip olan Rusya olup yen­meyi gözü almıştı. Fakat Avusturya işin içine girince bir defa iki cephede boğuşacağımızın resmi ortaya çıktı. Bu da gücü­müzün üstünde bir kuvvetle karşıkarşıya olduğumuz kat'i idi. Karadeniz'de dolaysıyla Kırım civannda hava muhalefeti Rus donanmasını öyle bir sakatladı ki ünlü general Potemkin, bu fırtınadan sonra donanmasının, Osmanlı donanmasının, pek altında bir güce düştüğünün korkularının verdiği psikolojik çöküşü yaşadı.
Rusların Karadeniz'de iki filosu vardı. Büyük Karadeniz fi­losu denenin başında Amiral Graf Voynovice olduğu halde Sivastopol'da, küçük filoları olan da Dinyeper nehiri içine üs­lenmiş komutanları Modavineffe adlı bir amiral idi. Bu iki fi­lonun bulunması, Karadeniz'in Osmanlı hâkimiyetinin nakısa düşmeye başlamasının bir habercisiydi. 1788 yılının mayıs ayında Hasan Paşa on büyük gemi, altı firkateyn, kırkyedi küçük gemiyle Karadeniz'e açıldı. Dinyeper civarına sokula­rak, Rusların muhasarasının deniz bölümünde olanını böyle­ce kırmış oldu. Burada bir küçük filo bırakarak, Rusların ana filosunu aramaya çıktı. Hasan Paşa buraya bir kaç gemi bı­rakmakta isabet kaydetmişti ki Rus Kaptan Sakyn'le karşıla­şan filomuz bunun hemen üzerine saldırdı. Kaptan Sakyn, Osmanlı gemileriyle başedemeyeceğini bildiğinden hemen kendi gemisini batırdı. Ancak bu batırma esnasındaki gemi­ye aid cephanenin patlaması, diğer Rus gemilerine zararını söylemeden geçemedim. Osmanlı ve Rus donanmaları Din-yester'in önünde karşılaştılar ve kapıştılar. Bu savaşın niha­yetinde her iki taraf hayli kayıp verirken, İsmail Hakkı CJzun-çarşılı, bizim haylice hasar gördüğümüzü belirtirken, Rus ya­zarları, bizim kayıplarımıza dâir şu rakamları gösteriyordu; 13 gemi vede 6bin ölü demektelerdi. .
Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul, şu nâzik amma ikna edici cümlelerle şunları ileti sürüyor: "Lâkin bu savaşın az sonrasında yâni 1788'de, Yılan Adası civarında iki donan­ma bir daha kapıştı ve Ruslar bu muharebede Osmanlı do­nanmasının gaalip gelmesi, gerek Osmanlı gerekse Rus ya­zarların söylediği gibi, geçen savaşda ileri sürülen zararlara uğramadığının.göstergesi değilmidir?" Beri yandan; Dinye­per nehri sularının hayli sığ olması savaş gemilerinin çok su çekmesi Ruslar tarafından kuşatılmış Dinyeper kalesine, bu gemilerin fazla bir yardımı olamadı. Hasan Paşa İstanbul'a haner göndererek, daha az su çeken gemilerin gönderilmesi­ni İsterken, dalgıç adı verilmiş olan deniz fedailerinin de bir bölümünün acele gönderilmesini istemişti. Fakat Hasan Pa-şa'nın bu isteği, kulak arkası edildi. Ne gelen oldu nede gön­derilen vardı. Dinyeper kalemiz, üç ay süren müdafaadan sonra Ruslara teslim olmaktan başka çâre bulamadı.
Osmanlı tahtına geçmiş bulunan 3. Selim, kapdanıder-ya'yı Dinyeper tesliminden mesul tutarak azletti. Yerine 20/nisan/] 789'da Giridli Hüseyin Paşayı 2 sene, 10 ay, 21 gün sürecek kapdanıderyalığa tâyin etdi. Büyüktuğrul ami­ral, sehven Küçük Hüseyin Paşanın getirildiğini kaydeder de, bu doğru değildir, Küçük Hüseyin Giridli Hüseyin Paşadan sonra göreve getirilen, 156. kapdan-ı derya Dâmad Küçük Hüseyin Paşa, padişah 3. Selim'in süt kardeşi olup, 1 l/mart/1792'de geldiği görevi, 7/aralık/1803'de vefatıyia bıraktığında, makamı 11 sene, 8 ay, 27 gün işgal etmişti Ce­zayirli Gaazi Hasan Paşa; bir çok tarihçinin ittifak ettiği gibi esas bakımdan görevden alınmasına da, 1788'de sadrıazam Halil Hamid Paşa, Osmanlı tahtına 3. Selim'i geçirmeyi ha­zırladığı haberini almış ve bunu hemen Sultan Hamid-i evve­le haber vermiş padişah da, sadnazami görevden almış ha­reketi boşa çıkarmış ayrıca Halil Hamid Paşayı da idam et­miştir.
3. Selim'se bu haber verişi kendisinin tahta çıkmasına razı olmamak şekli içinde mütalaa etmiş Dinyeper Kalesi baha­nesi yüzünden, bu kıymetli kapdan-ı derya'y' azletmiş oldu­ğunda birleşirler. Bu fevkalâde az rastlanır bir kahraman olan, Cezayirli Palabıyık Gaazi Hasan Paşanın, kısaca hâl tercemesinden bahsedemeden geçemiyoruz. Kafkasya'da bir rivayete göre  1715, diğer bir rivayete göre de 1719'da doğmuş bulunan, Hasan Paşa'nın Osmanlı devletinin 155. sadrı-azamı olrak görev yaptığımda hemen hatırlatalım. Bu sada­reti; 3/aralık /1789'da başlamış ve 3 ay, 28 gün  sonra, 30/mart/1790'da tamamlanmıştır. Cezayirli Hasan Paşa 1790'da kendi parasıyla yaptırdığı Tekkede, Şumnu'da vefat etmiş ve oraya defnolunmuştur. Sağlığında küçük yaşından beri yanında besleyip büyüttüğü bir aslan ile gezerdi. Paşa, 1738'de, Yeniçerilerin 25. ortasına kayıd olmuştur. Yeniçeri olmadan evvel çocukluğu, satılmış olduğu Tekirdağlı bir tüc­carın yanında geçmiştir. Cezayir'e gitmek üzere bindiği bir gemiye Cezayir'e çok yakın bir yerde, yabancı bir gemi mu­sallat olmuş ve rampa yaptığı gemiyi ele geçirmek isterken. genç Hasan bir yiğit olarak tek başına o geminin bütün in­sanlarını esir almıştır. Limana yanaştıklarında bu kahraman­lıktan haberdar olan Cezayir Dayısı, bu gencin cesaret ve maharetine hayran olarak ele geçirdiği gemiyi kendisine ver­diği gibi bir de kahvehane hediye etmekten kendini alama­mıştır. Burada hizmete girerek, subaylığa kadar yükselmiş­ken, Cezayir Beylerbeyi maalesef kendisini kıskanmış, bun­dan dolayı da Öldürmek isterken Hasan bey İspanya'ya kaç­mak mecburiyetinde kaldı. 4. Karlos bu mülteciyi gayet gü­zel bir şekilde karşıladı. Daha sonra İspanya'dan ayrılıp İs­tanbul'a gelip devlet-i âliye hizmetine girdi. Nice hizmetler verirken bilhassa donanmamızın mağlup edilmez bir amiraii olduğunuda asla unutmayalım. Bektaşî olup, ihtiyarlığı mü­nasebetiyle vefat etmiştir. Eiir çok hayır hizmetleriyle, çeşitli şehirlerde ve İstanbul'da da bir çok eseri bulunmaktadır. An­cak donanmamıza ve gemi sanayiimizin, yücelmesinde ki hizmetleri her çeşit takdirin fevkıindedir. 3. Selim döneminin; muasırları olan gerek ülke gerekse dünya meşhurlarına da bir atf-u nazar edelim, Almanyada İmparator 2. jozef, (bu zâ­tın peşinden Alman imparartorluğu lağv olunmuş ve
1781'de merkezi Berlin olan başka bir Alman imparatorluğu te'sis olunmuştur.   1802'den sonra Avusturya  imparatoru denmeğe geçilmiştir.) 2. Leopold, 2. Fransuva, İngiltere de 3. Jorj, Papaiikda 6. ve 7. Piu, Prusya'da 2. Fredrik, Rus­ya'da 2. Katerina, 1. Pol, 7. Aleksandr, Fransa'da 16. Lui ve Napolyon Bonapart olup, ülke de; Gaazi Hasan Paşa, Küçük Hüseyin Paşa, Alemdar Mustafa Paşa, Tepedelenli Ali Paşa, Kavalah Mehmed Ali Paşa, Cezzar Ahmed Paşa, Abdullah Dürrİ Efendi, Tatarcık Abdullah Molla, Morali Osman ve Ri­yaziyeci İshak Efendiler, Kocasekbanbaşı, Mabeynci Ahmed Bey, İbrahim Kethüda, Londra elçimiz Agâh Efendi, Şeyh Galib ve Hacı Sadullah Ağa ve sairedir. Nitekim 4. Mustafa dönemi ise 3. Selimhân ile içice olduğundan o dönemde de, aynı zevatdan söz edillir.


Yorum Gönder

0 Yorumlar