Sultan 5. Mehmed Reşad Han,Said Paşanın Onuncu Sadareti ,Anayasa Madde: 35 , Balkan İttifakı,Arnavutluk Meselesi ,Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Sadareti,Almanya İmparatoruna Hulus Mu? ,Balkan Savaşında Nümayişçiler Arasındaki Mebuslar Ve Reisler! , Kâmil Paşanın 4. Sadareti ,Topçu Mirlivalarından Ferid Paşanın Suali ,Edirne İçin Sarayda Toplantı Ve Bir İhanet! , Bâb-I Âlî Baskını

Said Paşanın Onuncu Sadareti


Paşanın bu son sadaretinden çabuk düşmemek ve bir za­manlar kendisinin bir vergi borcundan dolayı ittihadçılann hakaret hedefi olduğunu hatırlayıpda bunlara bir oyun oy­namak, düşerse de ittİhadçıları da beraber düşürmek azmin­de olduğuna şüphe edilemeyen Said Paşa hz.leri, yeni ba­kanlar kuruluyla meclisde program okumak ve güven oyu istemek usûlünü, belki muhalifler galebe çalarda ben ihtiya­rın genç kabinesini düşürürlerse, oynayacağım oyun yarım kalır düşüncesiyle sarf-ı nazar etti.
Otuzbeşinci madde diye meclise gitdi. Meclisde de bahse konu müzâkereye konmuş idi. Allah için söyleyelim.Vicda­nen itiraf edelim. "Takvim-i Vekayıi" adlı resmî gazetenin sa- . tırlarında meclisi mebusan müzakeresini okuyalım: "Muhalif mebusların millet kürsüsünde meclisin şu zamanda feshinin münasebet olamayacağına, 35. Madde mucibince meclisin feshi teşebbüsü, kanuna ve kavaid-i meşrutiyete tevfik edilmediğine" dâir yapılan ifadeleri ve beyanatları pek kuv-Vetli delillere dayanmaktaydı.

Anayasa Madde: 35


Görüldüğü gibi bir hayli zamandır yazımızda 35. madde diye bir ibare değişikliği ne kadar zaman ve yer almaktadır. Demek, ki günümüzde de, iktidar ve muhalefet anlayışları pek ayrı istikametlerde yol aldığı takdirde zaman hangi se­neyi kapsarsa kapsasın netice aynı güzergâhda seyretmek­tedir. İşte 1911, işte misal olarak 2000 yılında da anayasa anlaşmazlıkları!
Neyse; biz günümüzü bırakıp, maziye avdet edelim. Evet 35. maddenin müzakereleride günlerce sürdükten sonra ne­ticede Said Paşa kabinesinin maddenin değişikliği hakkında verdikleri teklif, 125 rey'e karşı 105 rey ile ret olunduğundan ve üç de iki çoğunluk temin edilemediğinden madde aynen kaldı. İttihatçılar meclisin bu red kararı üzerine, ayan mecli­sine verdirdikleri mebusanın fesih kararı ile maksatlarını te­min ettiler. 5/ocak/ 1912 tarihli hattı hümayun ile meclisi Sultan Reşad'a dağıttırdılar. Böylece milletin görüşünün bir şahadetnamesi olan kanun-î esâsîyi çiğneyerek, her çeşit tedbire başvurup mecbur kaldıkları halde bu affedilemez ha­talarını kapatmak ve mazur görülmelerini temin için kime rastlasalar; "eğer meclis fesh olmasaydı hükümet muhalifle­re geçecekdi. Halbuki karşımızda, kavî ve muntazam, ahvâli itimat verir bir muhalif fırka yok. O sebeble hükümeti şu nâzik dönemde muhaliflere bırakmamak için bu davranışı zarureten yaptık" demektelerdi.
Muhalifler dedikleri ise, kendilerinin cemiyetlerini birlikte kurdukları, eski azaları ve arkadaşlarından başkaları değildi. Bunlar memleketin hâl ve istikbâlini fena görüp, ayrılmış
 OSMANLI TARİHİ münevver kimselerdi. Bunlarla uyuşub bir ikisini kabineye alarak anlaşma yapsalardı. O zaman fesih gibi müthiş bir hâ­le sebebiyet verilmemiş olurdu. Kanundan ayrılamaz ve ka­nunu, şahsî menfaatlerini temin için, ayaklar altına alamaz­lardı.
Said Paşa bunlarla kanundan şikayetçi hatalara düştü. Ayan meclisini de gizli müzakereden sonra feshetme talebini kabule sevk etti ki, bu yönü hakiykaten tetkike değer. Said Paşa kabinesi; 35. madde müzakeresine böylece son vere­rek, mebusan meclisini dağıttıktan sonra çoluk çocuk eline kalan memleket idaresini birçok vak'a bekler olmuştu.

Belâlar Yağmur Gibi Yağıyor


Said Paşa ve kabinesi 35. madde ile aylarca uğraşırken devletin bir başka işleri için için tutuşmakta,ara sıra kısa alevler ile kendini hatirlatmaktaysa da, 35. madde kabineyi, meclisi ve sadrazamın bütün hayatını teşkil etmekteydi. İşte günlerden bir gün bu belâların âteşi sönmez bir alev hâlinde değil amma, içinden çıkılmaz bir belâ yumağı gibi kendini gösteriverdi.
Bunların en başında Mehmed Emin Âlî Paşa gibi bir zâta dahi uykular uyutmayan Girid meselesi yeniden başgösterdi, Malisör isyanı, bir başka üzücü mesele ve haberdi, Yemen vak'ası, ben de burdayim deyiverdi. İran ile didişirken, Trab-lusgarb harbi ile uğraşırken, İttihatçıların sebeb oldukları hi-zibçilik, fırka meseleleri, yeni seçim işleri arasında bunalmış kalmıştı.
Alman imparatoru 2. Wilhelm dostumuzun(!) himmet ve hamiyyetperveraneleri(!) eserlerinden olan Trablusgarb sa­vaşları yetmezmiş gibi birde, Makedonya da Malisörler meselesinin üstüne, Bulgar komitelerini teşvikle şimendifer l'tren) ollarında, karakol ve kışlalar civarında bombalar pat­ladı- Bu defa da Bulgar komitelerinin (İttihatçı beylerin meşrutiyetin ilk günlerindeki kardeşleri) cinayete dönük dav­ranışlarını dini mâbedlere de ulaştırdılar. Bombalardan biri, İştip'de camiî şerif altına kondu. Patladığında birçok müslü-man şehid oldu ve bir hayli de yaralanmaya şahid olundu.
Bu vaziyetden galeyana gelen Arnavutların, hristiyanlar-dan beş kişiyi öldürmelerine ikiyüz kişi kadarımda yaralama­larına sebeb olundu. Malisör ve Bulgar komitelerinin mesele­lerinin üstüne gelen, Arnavut harpleri meselesiyle zâten ka­rışmış olan Rumeli, Hakkı Paşa kabinesinin fahiş hatası neti­cesi olarak Arnavutlardan silah toplamak, güya ıslahat yap­mak vesilesiyle Arnavudları tehdid ve muhalif mebuslarını göz önüne alan İttihat ve Terakki cemiyeti, Amavudluk'da örfi idare ilân ederek binlerce masumu, idam, hapis, işken­celerle katletmek, sürgün, hakaret gibi ve bilhassa ellerinden silahlarını alma hakareti, bu kavmin çok, ama çok gücüne gitdi. Bütün bu yapılanlar Arnavut ahalinin İttihat cemiyetin­den intikam alması sevdasına düşmesine sebeb oldu. Hükü­met Malisörler ve Bulgar çeteciler karşısın da aciz kalıyordu.
Arnavutların; hükümetin bu acizliğini görüp, istifadeye kalkmamasını takdir kolay değildir! Malisörlere verilen mü­saadeyi ve bulgarlara karşı gösterilen aczi gören ve bilen, Arnavutları kıyama hazırlamış ve balkan ittifakiyiede yavaş yavaş uyanmağa başlamışdır.

Balkan İttifakı


Ittihad ve Terakki cemiyetinin emriyle Arnavutların Mah­mut Şevket Paşa tarafından silahları toplatılarak, kuvvetli bir savunma gücünün ortadan kalkması ve İtalyanların Trablus-garb'a hücumu sebebiyle, Akdeniz yolunan kuvvet gönder­memize kapalı olması ve bir kuvve-i mühimme-i askerî-ye'nin Anadolu sahilini İtalyanların hücumundan muhafaza ile meşgul bulunması gibi sebeblerden istifâde eden Bulgar ve Sırp hükümetleri Ma kedonya'yı aralarında bölüşmek üze­re Said Paşa kabinesi, iktidar mevkiinde bulunduğu zaman ittifak imzalamış ve Yunan'ı da bu ittifaka davet eylemişler­dir.
Fakat; Yunan başvekili mösyö Venizelos, Bulgar ve Sırp hükümetlerinin itimada şayan olmadığına binaen, devlet-i âliye-i Osmaniye ile ittifak etmeyi Yunanistan menfaatine uygun bulduğun dan Atina'dakİ maslahatgüzarımız aracılı­ğıyla Bulgar ve Sırp hükümetleri arasında akd-i ittifak olun­duğunu babıâlî'ye haber ederek ortak menfaat gereğince bu ittifakın yapılması icâb ettiğini hatırlatıp, gerekirse bunu ko­nuşmak için İstanbul'a gelebileceğini bil dirmiştir. Ancak; boykotlanyla Yunanlılar aleyhine husumet ilân eden İttihatçı­ların bu yaklaşımı iyi karşılamayacağını düşünen Said Paşa böyle bir müracaata cevap bile vermek lüzumunu duyma­mıştır. Böylece ufukda görülen Rumeli yağmasından hisse­dar olmaktan mahrum kalırım, korkusu taşıyan Yunan hükü­meti, bölüşümden istifâde etmek için şâyan-ı itimad bulma­dığı Sırp ve Bulgarlar ile ittifaka girmeyi de ihmal etmedi.
Aslında birbirlerinden emîn- olmayan bu devletler, daha . sonra birbirlerine girdiler. Fakat; Said Paşa müdebbir, mukte­dir bir başvekil olsaydı, balkan ittifakının gerçekleşmesini
Önlemek için Yunanlılarla ilgili maslahatgüzarın teklifini, kuv-vejen fiile çıkarması gerekirdi. İcabında vücudunu ittihatçı­ların anlayışsızlığına kurban edecek cesaret ve fedakârlığı göstermeliydi! Ama nerdee! Eğer bu antlaşma yapılabilseydi, Edirne'yi Bulgarlar ele geçiremezlerdi. Nitekim aralarında kapıştıklarında biz; Edirne'yi tereyağdan kıl çeker gibi istir­dat ediverdik.

Arnavutluk Meselesi


İşte böyle başlayan balkan ittifakı, Rumeli vilâyetlerinin gelecekde karşılaşacağı durum vahamet arzettiğinden, bun­dan korkan Arnavutlar, ittihatçılar başta olduğu takdirde topraklarının ecnebi devletlerin eline düşeceği tahmininde bulundular. Bu anlayışlarını hükümete anlatmak ve bazı mü­saadelere kavuşmak ve topraklarını pek kötü sıkıntılara düş­mekten kurtarmak için toplanma haklarını kullanmağa baş­ladılar. Bu toplanma eylemleri, Osmanlı hükümetinden iste­dikleri müsaade talebine hızvermişti. Ne varki ittihatçılar bu tarz talebleri bir isyan teşebbüsü olarak addetiğinden ve Ru­meli halkına güveni olmayan ittihatçılar, Kandiyeli ferik İs­mail Fazıl Paşa idaresinde asker sevk etmeyi münasib gör­düler. Böyle az bir ku\vetle Rumelide askerî harekât yapma­ğa görevlendirilen Paşa'yı hâlihazır mevcuddaki Rumeli or­dusunun ilâve edilmesini sağladı, İsmail Paşa kuvvetini böy­lece ikiye katladı.
Emrindeki kuvveti bir hayli ziyadeleştiren İsmail Paşa ha­rekâta başladığında, asakir-i şahane; necib bir kavim olan Arnavutlara taleblerindeki haklılık münasebetiyle, silah kul­lanmamayı tercih ettiler. Böylece ittihatçılar askere sözünü geçirememiş oldu. İttihatçıların emrindeki kabine; askeri bu iş de kullanama yacaklarını anlayınca, telâşla ve korkuyla irkildiler. Plânladıkları cinayetleri yapmaya iştirak etmeyen asker üstelik Arnavutların haklı tâleblerinden dolayı onlardan yana tavır koyduğunda ortaya çıkan durum başka bir mahi­yet gösteriyordu. Asker ne yapacak? Düşüncesi ağızlarını bı­çak açmayacak dereceye getirmişti.
Kandiyeli İsmail Fâzıl Paşa; Harbiye nazırlığı koltuğunda oturan Mahmud Şevket Paşa ya gönderdiği bir telgrafda: ko­mutasındaki seksen tabur askerin bütünü Arnavutların tarafı­na iltihak etmelerinden dolayı bu harekât-i askeriyeyi ger­çekleştirmek imkânı kalmamıştır. Bu işi başka bir hususla düzenlemek lüzumunu hatırlatıyordu. Mahmud Şevket Paşa; bu telgrafı alır almaz, evvelki gibi olmayıp bu defaki hatası­nın cezasının kendisi İçin pahalıya mâl olacağından epeyi korktu. Hemen bu telgrafı yanına alarak babı âlî'ye gidip, sadnazam Said Paşa ile görüşüp telgrafı okudu. Bunun üzeri­ne toplanan bakanlar kurulu vak'ayı enine boyuna inceledik­ten sonra söz Mahmud Şevket Paşaya verildiğinde, Paşa: as­kerî güç ile bir şey yapılamayacağını söyledikten sonra isti­fasının kabulünü isteyip, toplantıyı terk etti gitti. İstifa edip oradan firar eden zat, Sefânik'den başlayıp, istifa ettiği anâ kadar süren komutanlık neşesinden adetâ sarhoş olan vede bu çocuklar hükümeti ve cemiyetinden bir türlü ayrıfamayan paşa, işlerin bu noktaya geleceğini idrak etseydi, bu küçük beylerin arzularına baş eğmekden azade kalır böyle ağır bir yük altına girmezdi. Böylece de meclisin önünde istifa edip firar etme durumuna düşmezdi.
Diktatörlüğe kalkışan Mahmud Şevket Paşa,onu bunu idam veya sürgüne yollamak, tevkif ettirmek, işkencelere göz yummak yerine bu selahiyeti, gücünü küçük beylere kullansa idi, hiç şüphe olunmasın ki, ne memleket bu hâle gelir ne de onlar padişaha ve halka oyunlar yapabilirlerdi.
Bunun böyle olması gayrikabil değildi. Çünkü; subayların çoğuda Mahmud Şevket Paşa ile aynı düşünce ve anlayışa sahipti. Askerlerini milletin kanını dökmek ve ortalığı yağ­maya bırakacağına, bu haşaratı temizlemede kullanabilirdi. Eğer böyle vatanperverâne bir hizmete kalkışsaydı Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı târihinin pek büyük kişileri arasında mümtaz bir yerin sahibi olurdu.
Ayrıca ülkeyi bölünme ve çökmek gibi felâketlerden mu­hafaza etmiş olurdu. Görme nimetinden neredeyse mahrum denilecek kadar geleceği göremeyen, aciz ve fikir bakımın­dan kısır olan Mahmud Şevket Paşa,yukarıda söylediğimiz hâle teşebbüs edip gerekeni yapmayı hatırına bile getireme­diğinden, memleket harabeye dönerek, bir felâket girdabına düşmüştür. Mahmud Şevket Paşa'nın istifası, Said Paşa ka­binesinde büyük bir zafiyet doğmasına sebeb olmuştur. Ne yapacağını şaşıran tecrübeli sadnazam, kabineye alabileceği bir harbiye nâzın bulamama durumu ile başabaş kalmıştır. Dolayısıyla harbiye nazırlığı tâyini gerçekleşememiştir.
Beri tarafdan Arnavutlukdan İttihatçıların birinci inkılab esnasında yaptıkları ve öğrettikleri üzere yağmış bulunan telgraflar ve bir başka tarafta çeşitli meselelerle yüklü siyasî durumlar üzerinde çaresiz kalan kabine üyeleri de kaçmaya hazırlanırlarken, meclisi teşkil eden mebuslar arasında kabi­neye itimatsızlık görülmeye başlandı.
Bu durumu hisseden ve'harbiye nazırının istifasından son­ra sekiz-ongün geçince bir harbiye nâzın tâyin etmeyen, Sa­id Paşa bir beyanname hazırlıyarak mebusan meclisi huzu­runda birden bire kabinesiyle göründü. Beyannamesini okur­ken; dâhili asayiş lâzım gelen merkez de isede dış dünyada büyük devletlerle aramızda geçen işlerin siyasî bölümü yolun da gitmemekte hususuna dokunmadan geçemedi.
Aynı hitabetin bir yerinde ise; balkan devletleriyle, bizim hükümetin takip ettikleri görüşlerin sayesinde dostane hava devam ettiğini, endişeye sebeb olacak husus bulunmadı ğmı söylemeye de önem verdi. Bu konuşmasını bitirdiğindede güven oyu istedi. Meclis toplantısına katılmış bulunan ve kanmaya hazır bulunan mebuslar derhal kabineye itimat reylerini veriverler. Hemen ertesi günü babıâlî de yapılan toplantı çok uzun saatler devam etti ve burada alman karar üzerine, aynen harbiye nâzın Mahmud Şevket Paşa' nın yap­tığı gibi istifalarını verip bir köşeye firarda İttifak ettiler ve derhal savuştular.
Talat'ların, Cavid'lerin, Mahmud Şevket'lerin ve emsalinin tek tek firarlarından sonra ortada kalan Said Paşa'ya saraya istifasını gönderip, evine gitmekten başka yapacak bir şey kalmadı. Said Paşa hz.leri yukarıda anlatıldığı gibi vergi bor­cundan dolayı uğradığı hakarete mukabele olarak İttihad ve Terakki cemiyetine karşı istediği oyunu tamamen oynaya-mamişsa da, bir miktar zaman için de olsa iktidardan düşür­meğe muvaffak ola-bilmiştir.
Said Paşa'yı, yakından tanıyanlar kabul edip, teslim eder­ler ki Paşa, gayet inatçı ve kindar ve de intikam almakdan hoşlanır bir karaktere sahip olduğundan şahsı ile alakalı iş olduğundan intikamını almaktan kendini rnenedememiştir. Zâten sadareti de kabul etmesi gördüğü hakaretin acısın! çı­karmaya ve bir de yine bana muhtaciyetleri oldular diyebil­mek içindi. Said Paşa yaradılış itibarıyla zeki bir kimse olup, makam iktidarını istediği gibi kullanan bir şahsiyetti. Zekâsı­nı ve bunu kullanma gücünü de, şahsî işlerinden ziyâde memleket işlerinde sarf etmek yolunu tutsaydı, ülkemiz bun­dan çok çok kârlı çıkardı. Said Paşa doğrusunu söyleyelim ülkemizin son zamanlarda yetiştirdiği siyaset insanları ara­sında nâdir kıymetteki eşhasdandir.
Bütün bunlara rağmen Said Paşa son derece korkak, se­batkâr olmayan, merhameti pek kıt kimselerden idi. Herşeyi kendi almak ister bunu kimse ile paylaşmak istemez bir anlayışa sahipti. Teşebbüs ettiği işler üzerinde basiret üzere hareketle beraber, başarısızlık hâlinde kabahati kendinden hemen atabilecek tedbirleri almakda pek mahirdi. Bu sebeb den başlamış olduğu işlerin çoğu bu davranış içinde olma­sından pek netice vermezdi.
Said Paşa kırk yaşını aştıktan sonra fransizcaya bir iki se­ne içindede vukufiyeti elde etmiştir. Böylece başkasının on-beş senede zor toplayacağı mânevi bir sermayeye sahip olduğu görülmüştür. Avrupa siyaset usûlü medenisinin zor­luklarına vakıf olmayı başardı. Maarif sever bir insan ola-ak tanınmıştır. 2.Sultan Abdülhamid hân devrinde maarif saha­sında ortaya koyduğu çalışmalar takdire şayan hizmetler­dendir. Ayrıca aile bağlılığına pek önem vermesi bazı hatala­ra düşmesine sebeb olmuştur. Velhasıl Said Paşa'nın hayırları kötülüklerini karşılar. Diyenler yalan söylememiş olur.

Sadaret Tevcihine Yapılan Tesirler


istifa ederek makamı sadareti boşaltan ve kabinesini yıka­rak bu işi beceren Said Paşa'nın yerine, Arnavutların da ta-lebleri üzerine Kâmil Paşa hz.lerinin başkanlığında kurulacak bir kabine teşkili beklenirken, geçmiş kabineden firar yoluyla giden zevatın arkadaşlarından olan, padişahın sarayının baş­kâtibi Halid Ziya (üşaklıgil) bey, yine padişahın serkurenası (bu günkü tâbirle protokol genel müdürü) Lütfi (Simâvî) bey ve saray görevli İerinden Tevfik beyefendiler, bahse konu itti­hatçı cemiyetin verdikleri emirler ışığında, sadaretin, Kâmil Paşa'ya verilmemesi hususunda, kesif faaliyete girişdiler. Ar­navutları avutabilmek ve Kâmil Paşa hz.lerinin sadrazamlığını önlemek gayesiyle kabine kurma hususunda arzularım duyuran ittihatçılar, Kâmil Paşa'nında içinde bulunduğu ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa hz.lerinin riyasetinde olmak üzere kabine teşkil teklifleri ve yine, Arnavutların farmason olduğu iddiasıyla kabinede görmek istemediklerini belirttikleri şey­hülislâm Musa Kâzım Efendinin yerine Sultan Hamid'e ara­lıksız onsekiz yıl şeyhül islâmlık yapan Muhammed Cema-leddin Efendi hz.lerinin tâyini taleb ve ısrar etmeleri münase­betiyle Gazi Ahmed Muhtar Paşanın başkanlığındaki kabine teşekkül ettirilmiş ve buna Büyük Kabine adı verilmiştir.

Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Sadareti


Sadrazamlığa nasbi yapılan fahametlû, devletlû Gazi Ah­med Muhtar Paşa, Şura-yı Devlet riyasetini kabul eden esbak ibahetlü, devletli Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa hz.leriyle bir­likte diğer vükelâyı seçip tamamlamış ve iradei seniyyeye tasdike arz etmiş ve arzuy-u şahane tasdik babında vukubul-duğundan işe girişmişti. Hükümet işlerinin son derece tavsa­yıp çeşitli vak'a ve dağdağa içinde bulunulduğu için yeni meseleler çıkarmamak için Arnavutların taleb etmiş oldukla­rı altı maddelik arzuyu, dikkat nazara alarak bu kalabalık ve sadık topluluğu karşısına almama yolunu seçti.
Ayrıca bu taleblerin hiç biri Osmanlı devleti aleyhine hiç bir husus taşımıyordu. Zaten uygun olanı da Arnavutların bu altı maddelik talebin 4'ünü yazmak suretiyle de okurlarımızı bildirmektir.
1- Meclis-i Mebusan'ın fesh edilmesi
2- Yeni seçimlerin kanuna uygun olarak serbest şekilde ya­pılması
3- Hükümet emriyle daha önce ellerinden alınmış silahların iadesi
4- Kâmil Paşa hz.lerinin sadarete getirilmesi ve benzeri hu­suslardan ibarettir.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa; meclisi mebusanın fesih işine hemen teşebbüs etti. Arkasından Arnavutlara; vermiş olduğu bu teminata istinaden, hemen bir nasihat heyetini gönder­meği plânladı. Büyük müşirlerden İbrahim Paşa riyasetinde bir nasihat heyetini hem Arnavutlara hem de, bunlara iltihak etmiş askerlerimize gönderdi. Öte yandan bitmez tükenmez sıkıntıları hâlle ve yeni vücud bulan hadiseler ile meşgul olan hükümet, çeşitli çârelere başvurmağa uğraşırken, hem hü­kümetken istifa verip kaçan İttihatçı kurucu ve reislerinin, yi­ne kabineyi kendi istikametlerine çevirmek yolunda, her çe­şit çalışmaya girdiği gözlemlendi. Hedefleri yeniden hükümet olmaktı. İttihatçılar; heyet-i ayanın uygun gördüklerini ver­dikleri oyla belli ettikleri mebusanın feshine karar vermeleri­ni ve bu kararın padişah tarafından tasdik edilip okunması lâzım geldiği gün mebusların düşüncelerinde bir anarşi temi­ni için meclise gitrnekden men etme yolunda gayret sarfettiler.
Memleketin ihtilâf ile sarsılmasına yarayacak hareketlere girişmekten kendilerini alamadılar. Bunlardan; îttihad ü Te­rakki cemiyetinin kurucularından vede ileri gelenlerinden Se­lanik mebuslarından, iktisat» ilmi âllemesinden ve bahse ko­nu cemiyetin baştâcı sayılan avdeti (Dönme) Cavid bey kür­süye çikdı ve kabinenin bu hareketini meşrutiyet darbesi ola­rak isimlendirdiği görüldü. Ayrıca; nice hezeyanlar savurdu durdu. Bütün bu konuşmaların amacı ahaliyi sokağa döküp yeni bir mesele çıkarmağa dönüktü. Cavid'in gerek anaya­saya aykırı, gerekse padişahın irâde-i seniyyesine mugayir olan davranışı ne çâre hiçbir ceza almadan kendisine kâr olarak kaldı. Meclis de böyle bir hâlin meydana gelmesi es­nasında, cemiyetin fedâileriyle diğer serseri takımı tarafından meclis içinde, veya dışarıya taşacak bir olayı çıkarmaya ce­saret etmelerini, bunların müteşebbislerini başda Cavid bey olduğu halde meclisde bulunan polis kuvveti, yetmezse Har­biye Neza retinden sevk olunacak asker sayesinde* bunların tevkifi için gereken emri vermekte Gazi Ahmed Muhtar Paşa tereddüde düştü ve kararlılığı gölgelendi.
Eğer memleketin selâmete ermek zaviyesinden olaya ba­kılmış olsa idi, bunların, bu serserilerin başda Cavid bey ol­mak üzere hakkettikleri muameleye tâbi tutulmaları yerine getirilseydi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi ülkenin bütün işlerini tam manasıyla hâl yoluna koyabilirdi. Ne varki; sadrı-azam paşanın yukarıda temas ettiğimiz tereddüt dolu ve ya­pılması gerekeni yapmakta acz içinde kalması hükümetin otoritesini sıfırladı. Böylece de; milletin kurtulma imkânı bul­duğu sırada, serseriler haşaratlıklarına devama fırsat buldu­lar.

Gazi Paşanın Yanlışı Neydi?


Güzel vasıfların bir çoğunun kendisinde toplanan kuman­danlar arasında da apayrı bir yeri olan Katircıoğlu Gazi Ah­med Muhtar Paşa bu önemli fırsatı idrak etmişmi? Etmemiş-miydi? Bu hususda göstermiş bulunduğu aczi, iki hâle yo­rumlayarak cevap vermek durumundayız.
Birincisi: İttihad ve Terakki ve Hürriyet ve İtilâf fırkaları­nın ikisini birden idare etmek. İkincisi: İçde ve dış da hükü­metin maruz kaldığı pek önemli meseleler esnasında yeni bir vak'a husule gelmesine sebebiyet vermemektir.
Peşin peşin söyleyelim ki bu iki hususu biz, hata içinde hata olarak görüyoruz. Bu iki hususu muhakeme ettiğimizde bu tesbitlere dâir şu görüşe sahibi olduğumuzu duyurmak is­teriz. Gazi Ahmed Muhtar Paşa hz.leri ne ittihatçı ne de itilaf-çıdır. Zâten fırkalara istinad etmek suretiyle makamı sadare­te de gelmiş değildir. Çünkü Arnavutluk ahalisinin, kendisini bitaraf bilmiş olmasından dolayı teklif etmiş olması, bu arzuyu umûmî münasebetiyle, sadarete gelme olayının neti­celenmiş olduğu görülür. Mademki bir fırkaya istinad etme­den kabine kurulmuştur o halde meclisde arkasında rey kuv­veti yok demekdir. Mebusan da, her iki partiyi de, kırmama yolunu seçerek, icâbmdada birinden diğerine dayanarak mevkıilerini muhafaza etmek böyle sıkıntısı pek çok ve bü­yük olan bir dönemin işlerinden olmadığından bu sadareti kabul etmekde bu muhterem zât için düşünüle cek hâllerden olmadığı ortadadır.    Bu bakımdan bahse konu Cavid bey ve hempalarını o gün tevkif edip, hapse attırıp, devlet ve memleketi bugün ve gelecekteki felâketlerden kurtarmak, en büyük hizmetlerinin yanında bir başka şekilde parlayacak hizmet olarak tarihdeki yerini alacaktı.
İttihadçıların varlıklarından dolayı çıktığı görülen bütün acı vakaların, felâketlerin ortadan kalkması bunların izalesi ile gerçekleşecekdi.
Ondan sonra bu kabineyi meclis de, programını plânladığı şekilde tatbike koyar ülke içi meseleler ortadan kalkacağı içinde hükümet dış meselelerdeki pürüzleri hâlletme çâreleri­ni daha rahat ortamda arayabilirdi. Meşrutiyetin ilânından sonra önemli mesele olarak kendini gösteren vak'aları hiç şüphe edilmesin ki, iç ve dış olaylarda dahil olmak üzere bi­zatihi İttihat ve terakki cemiyetinin kasden ve bir maksada dayalı olarak ihdas ettiği hatırdan çıkarılmasın.

Almanya İmparatoruna Hulus Mu?


Yukarıda cesaretle ileri sürdüğümüz husususatın gerçek­leştirilmesinde ittihatçılar, veliî nimetleri olan Almanya impa­ratoru ile gizli cemiyetin -değerli okurlarımız. Ancak bir hu­susu belirtmeyi okuma esnasında tereddüde mahal bırak­mamak için şart olarak şunu gördük. Bazı yazarlar bu tesbiti gizli cemiyet tesbitini, masonlar olarak net bir şekilde ortaya koyma yoluna gitmemiş ki, sebebi tamamen kendi­lerine ait hususattandır. Bu bakımdan gizli cemiyet ibaresini değerli okurlarımız masonlar şekliyle değerlendirirlerse umarım hata etmiş olmazlar.- Şark dünyamız hakkında ki kararlarını bir zorluğa maruz kalmadan tatbike koymada yardımcı olun emirini aldıkları için yerine getirmektedirler. Bunu temin etmek için de, ülkemizin birçok yerinde nice vak'alar, yangınlar, viraneler icâd ettiler. Bunları yaparken ahaliyi kendi derdinin dermanını arar hâle getirdiklerinden, devletin içinde çeşitli yollarla te'sir sahibi olan imkânlarıyla arzu ettikleri ve kendilerine emrolunanlan yerine getirecek kararları almakta maalesef başarılı oldular ve memleketi de bu günkü vartaya getirdiler.
Kabine; İttihatçıların sebebiyet verdiği balkan hükümetleri­nin birlikte hücumuna, Avrupa büyük devletlerinin, Berlin antlaşması gereğince, Rumeli topraklarında, ıslahatın yapıl­masını ileri süren ultimatomuyla karşı karşıya kaldı. Avrupanın büyük devletleri Rumeli topraklarındaki İslahatı taleb et- tikleri sırada, Almanya ve Avusturya devletleri, bunların, Jön Türklerin koruyucuları olduğunu da hatırdan çıkarmamak lâ­zım olduğu bilinmeli, ki bu iki devlet de balkan ittifakını yap­tıranların arasında yer aldığı gibi, silah ve ihtiyaç bakımından bunlara çok yardım etmişti. İtalya ve Ruslar bu yardımları müsama ha ile karşıladılar. Sonunda Almanya ve Avusturya Osmanlı üzerine saldırın emrini balkanların sonradan çıkma devletlerine saldılar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa Rumeli İslahatına cidden Önem vererek bu meselenin, savaş sebebi olma kozunu ortadan kaldırmak için uygun bir siyaset arayışına girişdi. Böylece harbin önünü almağa büyük gayretler sarfetti. Ancak bu an­layış daha ne kadar sürebilirdi ki? Karadağlılar Osmanlı hu-dudlarını çiğnemeğe başlamış, balkan ittifakının diğer ülkele­ri, Yunan, Bulgar ve Sırbistan ise küçük rahatsızlıklar verme dönemini açmıştı. Oteyandan İttihat ve Terakki cemiyetinin sözde vatanperver ve muhterem zevatı, iktidarın iplerini ele geçirmek için yeni hesaplar yapmış bir sonuca ulaşmışlar ve tatbike koyulmuşlardı.
Darülfünun yâni üniversite talebelerini başlarında bazı me­buslar olduğu halde ellerinde çeşitli flamalar, sloganlar yazılı yaftalar (pankartlar) olduğu halde sokaklarda dolaştırıp te­zahürat yaptırmaya ve bundan doğacak karışıklık sayesinde umduklarını bulmanın hayali içinde babıâlî'ye geldiler. Harp isteriz diye bağıran topluluk, hemen arkasından tekbirler ge­tiriyor ve yine harp isteriz avazeleriyle ortalığı velveleye veri­yorlardı. Sadrazamı görmek bahanesiyle bu serseriler kapı ve camlan kırma hareketlerini, göstermeye başladı. Bu vazi­yeti tesbit eden heyet-i vükelâ, yâni bakanlar kurulu araların da bir ittifak hasıl olduğundan, tedbir almaya karar verdi.

Gazi Sadrazamın İkna Çalışması


Tedbir olarak düşünülen, babıâlî de bulunan zabıta ve as­keri kıtaya ilâveten yeterli sayıda kuvveti babıâlî de çıkması muhtemel vakalara karşı, hazır tutmak icabında gereken müdehaleyi temin etmekdi. Bu sırada babıâlî önünden top­lanmış vede bir çok şeyin kendisinden beklenmesi olağan bulunan kalabalık gürültü ve patırdıyı durmadan ziyadeleşti-rirken, savaş alanlarının bu korkusuz kumandanı, toplanan kalabalığa teskin etmek ile kendini mânevi bakımdan borçlu addetmiş olacakki yanına aynı zamanda da oğlu olan, Mahmud Muhtar Paşa'yı alarak binek taşının önüne geldi ve ka­labalığa hitaba başladı.
Özetlersek, Paşa: devletçe lâzım gelen hassasiyetin göste­rildiğini, olayların inkişâfını adım adım takip etmekte olduk­larını bildirdi. Nevar ki bu sözler topluluğu teskine yarayaca­ğına bazı içten içe homurdanmalar ve bunun arkasından yükselmeğe başlayan protesto mahiyetindeki sloganlar ha­reketlenmeğe yol açmıştı, ki Harbiye nezaretinden hükümet­çe taleb olunan askeri birlik başlarında tabur komutanları binbaşı Hüsnü bey olduğu halde babıâlî ile ahali görüntüsü verilmeye çalışan serseri güruhunun arasında girdi ve mevzî aldı. İşin profesyonelleri gelen askeri kıtayı tekbirlerle karşı­layıp da: "Kardeşler! Elhamdülillah biz de müslümanız. Hü­kümet Rumeli'yi satıyor. Onun için geldik. Biz Rumeli'yi vermeyeceğiz." diye askeri kendilerine celbe gayret sarfettilersede, Hüsnü binbaşı, vatansever ve askerî disipline bağlı bir şahsiyet olduğundan yapılan tahriklere kapılmadı. Böyle­ce bu serseriler tantanasının bir cinayete doğru gidişini dur­durmaya muvaffak oldular.

Balkan Savaşında Nümayişçiler Arasındaki Mebuslar Ve Reisler!


Bu kıyama katılan mebuslar arasında daha sonra sadra­zam bile olacak Talat, Hayrı (daha sonra şeyhülislâm), Ömer Naci, Edirne ve İzmir mebusları Faik, Abdullah vesair me­buslar yer almıştı. Bir çok kaymakam, binbaşı, yüzbaşı ve teğmen rütbesinde askeri kişiler, hep birlikde Tanin, Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat gazeteleri yazı işleri vazifesinde çalışanlara siz de, üniversite talebesinden misiniz? diyorsanız bunlar haya etmezlermi?
Neticede bir tarafdan bunların bu terbiyesizce davranı$!arı ve rezaletleri iç de sürerken, dış cephemizde Balkan devlet­lerinin yapmaya başladığı tecavüzî davranışlarına çâre ara­maya bakan kabine, Karadağ'ın saldırısı ve hududu aşması karşısında evlâd-ı vatanı silah altına almaya başlayıp pey­derpey Rumeli'ye şevke başladı.
Kabine Rumeli toprakları üzerindeki İslahat hareketlerini yapmaya gayret sarfında iken balkan devletlerinin plân ve program dahilindeki her çeşit saldırısına uğramayada başla­dı. Hâl böyle bir noktaya vâsıl olduğunda Gazi Ahmed Muh­tar Paşa ve kabinesi mukabeleye karar vererek düşman üze­rine askeri gönderdi.
Osmanlı askerinin bilinen şecaat ve zaferlere susamışlığı-da göz önüne alındığında balkan savaşının başarıyla tamam­lanması gayet tabii bir olaydı. Ne çâreki vatanımızı bir kaç kuruşluk menfaati için ve bu şahsi istifadesi karşılığında itti-had ü Terakki cemiyetinin müfsid gayesine hizmet ede-ceği-ne dâir karanlık odalarda yemin eden ve orduy-u hümayun­da bir hayli bulunan erkân ve komutandan doğrusu bu kadar devlet ve memlekete hiyanet ve ihanet edecekleri ve savaşın Osmanlı devleti aleyhinde sona ereceği ümid ve zan edile­mezdi.
Kemâli teessüf ve teessürle söyleyelimki; orduyu hüma­yundaki ittihatçı subaylar, savaşın başlangıcından tutunda, sonuna kadar vatanımızın bir çok yerinin düşman eline geçmesine hizmet ve gayret ettiler. İşte o subaylar ittihatçılar tarafından ordu içinde propaganda yapmak ve Osmanlı as­kerini savaşdan soğutup, Rumeliyi düşman eline bırakmağa muvaffak olmak için ulema ve süleha-i islâmiyye kıyafetinde ittihatçıların gönderdiği bir takım hezele ve Selanik'in dönme yahudileri askerlerin arasına girerek, hükümet memleketi satdi! Niçin savaş ediyorsunuz? Sözleriyle askeri firara teşvik ettiler. Maalesef bir çok subayda bu sözlerin tesirinde kalarak askerin firarını teşvike iştirak ettiler.
Hâttâ dahiliye eski nâzın, cemiyet-i muhtereme(!)nin bi­rinci âmiri mutlakı vede diğer mensup olduğu cemiyet-i ha~ fi'yenin (yâni masonların) ülkemizdeki üstad-ı âzami olan Talat bey, gönüllü sıfatıyla rütbesiz asker olarak orduya katıl­mıştı. Böyle yapmasının yegâne sebebi de ordudaki subay ve komutanların İttihadı terakki gayesinden ayrılmamalarını temin ve de tam tersine, ittihadçılara düşman olan subaylara kendi varlığını hissettirme suretiyle, sindirmeyi temin etmek­ti. Talat (paşa)'nın yaptığı gibi Enver'ler, Cemaller, Fethi'ler ve bunların arkadaşları, harb münasebetiyle siyasi bir hare­kette bulunmayı çıkarlarına mugayir gören kimseler namus-u askeriyyeleri üzerine söz verip bu sözlerini yeminle te'yid ederek Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Nâzım Paşa'yı kandırıp orduya iltihak ettiler. Bunlarda Talat gibi aynı his ve fikre tâbi idiler. Bir tarafdan bunların iğfal ve teşvikleri, bir ta-rafdan da, hoca kıyafetindeki yahudilerin hâince anlayışları üzünden ordumuz bozulmağa başladı. Gazi Ahmed Muhtar Pasa bu vaziyet ile içice bir müddet daha sadarete devam et­mekle birlikte rahatsızlanmaya başlanan vücudu göreve de­vam etmesine müsaade etmemeğe başladı.
Bu durumu düşünen Paşa çekilmeyi gereken iş olarak tes-frit etti ve sağlık sebeblerini ileri sürerek istifa etti. Böylece Arnavutların üzerinde önemle durup ittifak ettikleri Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesi kurulmasının vakti saati gelmiş oldu. Bu Gazi Paşa'nın kabinesinin, bir adının büyük kabine adını almasının sebebini izah etmekte ihmal gösteremeyiz, o dev­rin bir tarafının karanlıkta kalmasına yol açar düşüncesiyle; fakir-i pür taksir elinizdeki esere bâzı bilgi kırıntılarını vermek icâb ettiğinin şuuru içinde cesaret etmiştir.
Efendim bu kabinede Avlonyalı Ferid Paşa; Dahiliye, Kıb­rıslı Kâmil Paşa; Şurayi Devlet, Hüseyin Hilmi Paşa da, vazi­fe aldığından büyük kabine dendiği gibi, sadnazamin oğlu Gazi Mahmud Muhtar Paşa da Bahriye nâzın koltuğunu dol­durduğundan kinaye, Baba/Oğul Kabinesi dendiği de vaki-dir. Ayrıca bu kabineyi bu kadar şöhretli kimseler ile kurmuş olmasından dolayı, Gazi Ahmed Muhtar Paşa'ya yöneltilen bu şöhret dolu kabi neyle nasıl iş göreceksiniz? Dendiğinde kuvvetli rivayettendir ki merak etmeyin ben haklarından ge­lirim dediği ileri sürülür.
Ali Fethi Okyar bey, "üç Devirde Bir Adam" adlı hatıratın­da Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın sadarete getirilmesi ayan reisliğinden ayrılmasını gerektirmiş ve Said Paşa boşalan ayan riyasetine getirildiğinde seçim bölgesi olan Edirne'ye gitmek üzere olan Talat bey'e sordum diyor: "Nedir bu? Se­nelerdir dama taşı gibi eskiler makamları paylaşıyorlar gör-müyormusunuz? dediğimde, Talat bey'in cevabı ise; 'kaba­hat bizim. Hem iktidarda sayılıyor, meclis de ekseriyete sahib bulunuyoruz, hem de kaderimizi bu mazi yadigârlarına emanet ediyoruz. Bir İbrahim Hakkı Paşa bulduk. O da na­sıl geldi gitti biliyorsun' dedi diyor, Ali Fethi bey" Fethi bey büyük bir açık yüreklilikle şunu itiraf etmekte: "Bu cevap, felsefe ve kadrosunu hazırlamadan iktidara gelmiş olmanın belki mazereti, fakat elbette şifâsı değil idi." demekteydi.
Bizim burada yaşadığımız günler içinde başvekillik yapmış siyasi parti liderleri ve bağımsız zevatın bu makamı boşalt­tıktan sonra her hangi bir kabinede vazife alma hususundaki yavaştan alışları daha 1912'lerde kırılmış, kabinede sadra­zamla beraber üç eski sadrazam daha vazife almakla günü­müze, bunun mümkün olduğunu seksensekiz sene önce gös­termişler. Bu da siyasi hayatımızın ve parlamenter sistem bi­zim için asla 1946 ile başlatılmamalıdır diye düşüncemi be­lirtirken, Balkan Harbi hakkında şu bilgileri vermeye çalışa­yım: Balkan devletleri arasında ittifaklar meydana geldiğini ve ittihad-ı anasır politikasının tatbiki, bu devletler arasındaki ihtilafları buz dolabına kaldırdıklarını beraberce osmanlı üze­rine saldırıya karar verdiklerini belirtmiştik.
Bunu sağlayan 3/7/19 10'da ısdar olunan Klişeler ve mektepler kanunu olduğunu da bu arada hatırlatalım. Osmanlı ordusunda siyasetin askerin içine girmesi bu sırada o derece ziyadeleşrnişti ki, bu sebeble farklı siyasi fırkalara eğilimli subaylar biribirlerinin hayatına kasdedecek halet-İ ruhiyeye gelmişlerdi.
Cevdet Bey ve Oğullan adlı mühim bir belgesel romanda Türkçü bir mülazımın, Arnavut binbaşıya selâm vermediğini başka bir mülazım arkadaşına anlattığını okumak kabildir. Yâni bu mahzurlu husus o kadar yayılmışki romanlarda geçecek kadar mühim bir sosyolojik vak'a hâline gelmiştir. Hatta; bir başka misâl verelim ki o yıllarda daha binbaşı rütbesinde olan M.Kemâl Paşa, orduya siyaset girmesin şeklin­de bir uyanda bulunduğu üst makamlar tarafından idam ta­lebiyle mahkemeye verildiği Behiç Bey adlı bir mektep arka­daşına yazdığı mektupda yer alır. İşte siyasi fırka hasebiyle o hâle gelmiş olan bu ordunun durumundan habersiz Avrupa devletleri, Osmanlı/ Balkan devletleri arasında çıkacak sa-vaşdaki sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini aralarında yaptıkları müşavere esnasında kararlaştırmışlar ve taraflara tebliğ etmişlerdi. Bunlar Osmanlı ordusunun bir kaç gün içinde düşmanlarını parçalayacak güce sahip görüyorlardı. Hatalar birbirini takip ediyor, Osmanlı genel kurmayı, bal­kanların bu ittifak edişini sükûnetli günlerin başlangıcı kabul edip, 120 tabur askerin terhis edilmesi vuku buldu.
Babıâli ise Sırbistan'ın Avrupa ülkelerinden almış bulundu­ğu hayli sayıdaki ağır topların, Selanik limanına çıkarılmasını ve demiryolu ile Belgrad'a şevkine izin vermesi pek büyük bir ihtiyatsızlık idi. Avusturya ile Macaristan bu topların ileir-de kendilerine ölüm kusabileceğini hesaplayıp, toprakların­dan geçirmemeleri ortadayken, bizimkilerin buna izin verme­leri nasıl geniş bir gizli teşkilâtın örtülü eylemi olduğunu te­dai ettiriyor.
Hemen ilâve edelimki Bay Oztuna, Ermeni Gabriel Nora-dongyan o sıralarda hari- ciye nezaretine bakmakda ve 120 tabur askerin terhisine, Rusların verdiği balkanlarda savaş olmaz teminatına istinademsebeb olduğunu hatırlatır ki doğ­ru bir düşüncedir, Öztuna bey'in bu fikri. Bizim darülfünun talebesi harp harp! Diye nümayiş yaparken, 8/ Ekİm/1912'de Karadağ bize savaş ilân ederken, 12 gün için­de karşımızda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'ı da görü-verdik. 5 kolordudan müteşekkil Şark Ordusu'na Kölemen Abdullah Paşa  1 .ferik yâni orgeneral rütbesiyle komuta etmekteydi. Edirne mevkii müstahkemindeki bağımsız kuvvet­ler de, Şükrü Paşa'nın ernrindeydi. Yunanlılara karşı kuvvet­ler Selânik'de bir kolordu ile Yanya'daki Esat ve Vehip Paşa komutasındaki birlikler bulunuyordu. Karadağlılara karşı da hazırlanan kuvvetlerimiz îşkodra Kalesinde toparlanmıştı. Sırbistan kuvvetlerine karşı Makedonya savunması daha sonraları sadrıazam olacak olan Ali Rıza Paşa'ya tevcih edil­mişti. Meşhur sadnazamlardan Âlî Paşa damadı olan Nâzım Paşa bu savaşalann adetâ başkumandanı olmakla beraber askeri yeteneği bu işi başarmaya müsaid değildi. Nitekim, İt­tihatçı ve Hâlaskâran diye farklı anlayışa sahip zabitler biri-birlerinin yardımına değil, diğerinin rezil olmasına gayret sar­fında idiler.
Nâzım Paşa ilk iş olarak birliklerimizi Bulgarların üzerine hücuma geçirtti. Fakat taarruza geçen biz olmakla beraber, hezimetde bizde görülmeye başlandı. Bulgarlar üç gün içinde Edirne ile Kırklareli arasında bulunan Süloğiu ile Pmarhisar savaşlarını lehlerine inkişaf ettirirken 5 gün sonraki Lülebur­gaz savaşımda kazanınca, bizim birlikleri şaşkın ve münhe­zim bir halde tüfeğini dahi atarak kaçtığını görüyoruz, böyle­ce Kırklareli'nin Bulgarların eline düşmesi gibi Çatalca üzeri­ne engelsiz bir Bulgar ileri harekâtı başladı.
Dört gün süren 15/Kasım ile 19/Kasim arasındaki Çatalca istihkâmlarına yapılmaya başlanan Bulgar hücumu bu istih­kâmlar karşısında kırılmaya mahkûm oldu. Böylece, 34 yıl sonra Çatalca istihkâmlarımız yine yüz akımız oldu ve bana kalırsa Çatalca İstanbul'un batı kapısı muhafızı olarak anılsa sezadır. Öte yandan Sırbistan kuvvetleri, Ekim eymın- 20.gü­nü bizim batı ordumuzu Kosova sahrasında yenerken, 1389'da Hûda vendigâr'ın zaferinin intikamını almış gibi se-vinmektelerdi. Halbuki 2.Murad'da  1448'de 2.Kosova zaferiyle bunları bir daha zelil etmişken, bir kırık dökük galibiyet­le bunun acısını çıkardık sanmak gâvur mantığından başka bir sey değildi. Daha öbür cihettende Serfiçe'yi ele geçirmiş bulunan Yunanlılar 2/Ekim'in ertesinde şimal yâni kuzey ta­raflarında harekete görüldü. Manastır, Üsküb, İştip, Vistriça, Bulgar, Sırbiya ve Yunan birlikleri bir hafta içinde bu yerle­şim alanlarına bir kara belâ gibi çöktüler. 6/Kasım/1912'de Preveze'yi alan Yunan veliahdı komutasındaki Kostantin, sanki 1897'nin intikamını alıyorduki pek gaddarane emirler ısdar ediyordu.
Selanik üzerine yürürken, burayı müdafaa ile vazifelendi­rilmiş jandarma Paşası Tahsin Paşa emrindeki güçlü birlik­lere rağmen, Osmanlı'nın avrupaya açılan penceresi addedi­len Selanik şehrini tek mermi atmadan bütün silah, teçhizat ve askeriyle beraber teslim etmek cebânetini sergiledi. Yako-va, Leş, Debre, Draç limanı ve Ohrİ Kasım ayı sonuna kadar bütün kuzey Arnavutluk düşman eline geçti. Müdafaaya gay­ret gösteren üç kale vardı bunlar, Edirne kalesi, Yanya Kalesi ve de İşkodra Kaleleri idi. Çatalca önlerinde Bulgarların tev­kif edildiğini yukarıda belirtmiştik. Bu arada İngiliz hariciye vekili Sir Edwar Grey yönetiminde konfe- rans toplanmış sulh müzakerelerine girişildiğinde takvimler 16/Ara-lık/1912'yi gösteriyordu. Ege adalarının tamamının Yunanlı­lara geçişi bu savaşda vukubulmuştur. Bunlar, Bozcaada, Limni, Nikarya, Midilli ve Sa^ız adaları idi. Kasım ayı bitme­den yenişmeye muvaffak olamayan Osmanlı ile Yunan do­nanmasının bu hâli, adaların Yunan eline geçmesiyle aslında neticeyi belirtiyor gibi geliyor bana.
Yılmaz Öztuna Bey, Londra konfe- ransını şöyle kritik edi­yor değerli çalışmasında: "Londra konferansı, iki tarafın sulh şartlan arasında hiçbir yakınlık olmaması dolaysıyla
6/ocak/1913'de dağıldı.  3/ Şubat da Bulgar mütarekesi bitti. Çatalca ve Edirne muharebeleri yeniden başladı. Türk­ler, konferansta Türkiye'ye tâbi, bir Hristiyan Makedonya Prensliğiyle, Müslüman Arnavutluğun prenslerinden başka bir tavize yanaşmamışlardı. Arnavutluk Prensi Osmanlı şehzadelerinden biri olacaktı. Girid hâriç Ege Adaları ve Trakya'nın tamamı Türkiye'de kalacaktı. Bu günkünden da­ha geniş bir Arnavutluk tasavvur ediliyordu. Türk teklifleri­nin esası buydu. Bu tekliflerde gerçeğe dayanmıyordu. An­cak büyük devletlerin savaşın başında hiç bir toprak deği­şikliğini tanımayacakları maddesine istinad ediyordu.
Fakat, savaşın cereyanı hiç umulmryan bir şekil ve suret-de Türklerin aleyhine dönünce büyük devletler balkanli'Ian himaye etmek kaydıyla ileri sürdükleri bu statükoyu bir da­ha ağızlarına bile almadılar. Meşrutiyetçiler; ittihatçı olsun muhalifleri olsun, avrupa tarafından aldatila aldatila pişe­cekler fakat kıvamlarını bulmıya vakit kalmadan da impara­torluk dağılacaktır." Demektedir.
Edirne Bulgar muhasarası altında yapılan yanlış bir müta­reke yüzünden açlıktan kıvranıyor, şehirde otlar, ağaç ka­bukları hâttâ fareler bile yenmiş idi. Şehrin gıda yardımı alamaması işleri berbat ediyordu, yoksa istihkâmlar daya­nıklı silah stoku ise hayli yeterliydi. Bu ağır şartlara 5 ay 5 gün mukavemet eden Şükrü Paşa komutasındaki muhasirin sonunda 26/Mart/1913'de teslim oldu.
Bulgar Kralı Ferdinand, bu dirayetli paşa'ya kılıcını iade etmek suretiyle askeri şahsiyetine hürmetini ifa ettiydi, istan­bul muhafızı olan meşhur Cemâl Paşa, Şükrü Paşa istanbul'a avdet ettiğinde onu mahfuzen ahaliye göstermeyip, hükümet aleyhinde bir gösteri olacak endişesiyle gece yarısı evine gö­türdü. Bu Şükrü Paşanın asker arasında rütbesiz asker elbisesiyle bulunan Talat Bey'i tehdit ettiğinin bu harekette roiü olduğuda hesaba alınmalıdır. Şükrü Paşa, seni divan-ı harbe veririm diye Talat Bey'i asker arasında bozgunculuk yap­makla itham etmişti.
Edirne'nin Bulgarin eline geçişi sonrasında o dünya hari­kası Selimiye Camii, ne hakaretlere mâruz kalmış, merhum pederim Edirne sanayii mektebinin genç bir stajyer öğretme­ni olarak, Bulgarların okula girmesinde süngüsüyle yaralan­mış, okul müdürü Ressam Hasan Rıza bey'i kollarından bağ­lamışlarken, bu hassas, hassas olduğu kadar da güçlü kuv­vetli zat, ipleri kopararak, her vurduğu Osmanlı tokadının bi­rinde bir Bulgar'ı öldürmeye muvvafak olmuş, yere dört tane Bulgar kopilini sermiş ancak Bulgarların insafsız süngüleme-leri altında şehadet şerbetini içtiğini pederim anlattığı zaman o da ağlar dinleyenlerde ağlardı. Balkan kökenli olup da bu zulümlerle hatırası olmayan hiç bir muhacir aile yoktur. Vali­de tarafımda Yanya'da Yunan taarruzlarına şecaatle muka­vemet eden ahali içinde yer almış, sahibi oldukları meşhur "Kaçka Çiftliği" içindeki kurdukları tertibatla kahraman asker Esat (Bülkat) Paşa ile kardeşi Vehip (Kaçi) Paşanın kuvvetlerini haftalarca börekler ile beslemeye çalışmışlardır. Bir kolorduya hergün börek yetiştirmek esaslı organizasyona tâbi olduğu bir vakıadır. Yanya'nin düşmesinden, validemin babası Hâttatzâde Nuri Efendi, Cuma ezanını minareye tev­cih edilen ve Yanya Rumlarının attıkları mermilerin verdiği sı­kıntıyla çıkamayan müezzinlerin yerine minareye çıkıp, güzel sesiyle ezan okumuş ancak mermilerin başının bir karış üze­rinden, sağından, solundan geçmesinden mütevellid ezandan sonra komaya girmiş ve 40. günü ecel şerbetini içmiştir. Dua ederim ki, Hâttatzâde Nuri Efendi şehidier zümresine iltihak etmiş olsun. Böylece 1. Balkan savaşı bu acı kayıplarla ka­panmıştı.

Kâmil Paşanın 4. Sadareti


Gazi Paşa'dan boşalan makamı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya 4.defa tevdi olunurken, makam-ı meşihatda da yâni şeyhülislâmlık, Muhammed Cemaleddin Efendi'nin üzerinde devamı iradesi çıktı. Kâmil Paşa kabinesini kurar­ken savaş halindeki bir ordunun başkumandan vekilliği gö­revini deruhde eden vede Harbiye Nazın sıfatını taşıyan zâtı değiştirmeyi, makul ve uygun görmediğinden kabinede ipka etme tercihini kullandı. Tabiiki harp sırasında kurulmuş bir kabinenin selefi kabinelere bakılırsa şartlan pek ağır bir vazi­yette idi. Çünkü bu kabine, harbi devam ettirme ile zaferi el­de etmek için çalışırken, ordunun içinde bozguncu ve müna­fık ittihatçı hâinlerden birliklerimizin temizlenmesini gerçek­leştirmesi gibi ağır ve zor bir vazifeyle karşı karşıya idi.
Cenabı Hakk'a istinad ederek vazifeleri yapmaya koşturan Sadrıazam Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa gerek askerî ce­nanda gerekse mülkî tarafda bazı değişiklikler yapma yoluna gitti. İttihatçıların mensubu ve dümen suyunda giden vali ve yüksek memurları değiştirmeyi gerçekleştirdi. Mülkî sahada direkt olarak yaptığı değişikliklere benzer değişiklikler için cihet-i askeriyede yapılması gerekenler Harbiye Nazırına ya­zılı emirler hâlinde gönderildi.
Ne çâre ki bu hususda sadrıazamın istediklerini yapacak bir gayret görülemedi. Askerin içine savaşın başladığı ilk an­dan itibaren girmiş bulunan serseriler ve hezeleler, askerimi­zin kuvve-i mâneviyesini ve mefkuresini söndürmüş bulun­duğu için ricatla karışık firarlar başlamıştı. Yapılmakda olan telkinler ricat ve firar eden şarkla, garb yâni doğu ordusu ile batı ordusu askerlerinin böyle kaçışları yetmezmiş gibi yol­larda ve her geçtikleri mahallerde, ittihatçı haydutlar tarafından bu askerlere: "Kâmil Paşa, memleketi satdı. Top ve tü-fenklerinizi bırakın düşman geliyor" diyerek son derece hâ-ina ne vede iğrenç telkinlerde bulunuyorlardı. İşte bu hâin ve aynı zamanda canilerin teşvik leri yüzünden binlerce top, yüzbinlerce tüfenk yollara atılmıştı. Milletin dişinden ve tırna­ğından arttırmış olduğu paralarla satın alınma yoluyla teda­rik edilen toplar, tüfenkler, cephaneler, gülleler hep bırakıl­mış veya atılmıştır. Zâten ordumuz silah noksanlığı çekmek­teyken eldekilerin böyle bir tarzda kayıb olması ne acıdır.
Batı cephesi ordumuzun, topçu obüs taburundan biri, Ko-manova'ya gönderilmiş ve oraya vardığından haberdar olan kolordu erkânı harbiyesi reislerinden Faik bey, ki bu erkânı harbiye kaymakamı Faik bey, ittihatçıların baştacı saydıkla­rından olup, Üsküdar mutasarrıflığında, bulunduğu zaman donanmaya yapılan yardımları ihtilası, yâni zimmete geçir­mesi ve hanımlara verdiği konferanslarla meşhurdur. Düş­manın; Komanova'ya girmekde olduğundan bu tabura he­men Üsküp'e dönmesi emrini verdi. Bu emir üzerine taburda Clsküb'e gitdi. üsküp'de düşmana karşı bir mermi atmadan onsekiz aded son sistem yeni büyük çaplı topunu Üsküp is­tasyonun da bırakarak firar eylediler, üsküp civarında bun­lardan başka yollarda terk edilmiş dörtyüze yakın topu Sırp­lılar ganimet olarak elde ettiler.
Gerek şark gerekse garb ordularımızda bu ve buna benzer binlerce yapılmış günahlar mevcuddur. Bunların hakkında bilgi vermek ciltlerce kitap yazmayı icâb ettirir. Yaşanan du­rumu idrak eden, gözleriyle gören şark ve garb ordularımızın kumandanları, ittihatçıların ilimlerinin(!) himmetinden istifa­deye karar aldılar. Askerin firarının önününün alınamayaca­ğını, böylece de savaşın kazanılması gibi bir ihtimalin mev-cud olmadığını, cemiyetin siyaset adına ne yapıp yapıp savaşa son verilmesini temine çalışmasını harbiye nezaretine telgraflar çekerek bildirmek mecburiyetinde kaldılar.
Ordularımızın bu esnada dahi ricat hâlindeki firarları de­vam ede gelmekteydi. Bu firarların en büyük zararı, Edirne, İşkodra, Yanya Kalelerinin dışarıdan savunulması ihtimâli kalmadığından düşman askerinin muhasara ve saldırısına açık hâle geldiği görüldü. Nâzım Paşa bu vaziyet karşısında şark ve garb orduları komutanlarının kendisine gönderdikleri telgrafa karşı çıkacak veya ilâve edilecek bir şey olmadığını anladığından, o da, savaşın nihayetlendirilmesi hususunda ittihatçıların siyaset ustalığına(!) muhtaç hâle düşmüştü.
İstanbul'un yakın mahallerinde bulunan kolordu kuman-danlanyla, vazifede bulunan veya mâzul olan müşirlerle, as­kerî kumandanlarla babıâlî de bir toplantı yapılması kararı alan Nâzım Paşa toplantı gerçekleştiğinde karşısında yüzyirmi kişiden ziyade bir mümtaz gurup gördü.
Müşirler arasında; Deli Fuad Paşa, İbrahim Paşa, Abdullah Paşa, İzzet Paşa gibi zevat-ı askeriyyenın ileri gelenleri ya­nında Mahmud Şevket Paşa da vardı. Ayrıca erkânı harbiyei umumiye dâiresi müdürü, harbiye nazırlığı dâiresi reisleri, kumandan Paşalar ve erkânı harp heyetleri de hazır bulunu­yordu. Bu olağanüstü; meclis toplantısına muvaffak olundu­ğunda bakanlar kurulununda iştirak ettiği görüldü. Ordunun bu hâle gelmesindeki sebebler Mahmud Şevket Paşadan sual olundu.

Topçu Mirlivalarından Ferid Paşanın Suali


Topçu mirlivalarından olup, kudret ve dirayet sahibi, bütün akranları arasında mümtaz bir yeri olan, Selanik vâii vekilliği dönemindeki hengâmede ittihat ve terakki cemiyetine men­sup kumandan ve subayların bulundukları yerin selâmetini temin için oradan vücudlarınin kaldırılması talebine dâir har­biye nâzın Nâzım Paşa hz.lerine çekmiş bulunduğu telgrafda, vatansever hislerinin gereği olarak Ferid Paşa hz.leri; coşkun bir hamiyyet ile "Paşa hz.leri sizden her ne sual ediyorsak, hepsine bilmiyorum diyorsunuz. Halbuki bu yüksek meclisin suallerine cevap verecek olan ancak sizsiniz. Zira üç buçuk, dört senedir ordu sizin ellerinizde idi. Niçin bilmiyorsunuz? Ordumuzu maateessüf gördüğünüz şu hâle getiren kuman­dan ve harbiye nâzın siz değilmisiniz?
Düşman Çatalca'ya kadar geldi dayandı. İstanbul'umuzu müdafaya mahsus olan milyonlarca liralar sarfedilerek meydana getirilen Çatalca ve Hadımköyü istikametindeki toplan çıkartan, istihkâmları yıktıran payitahtı bugün mü­dafaasız bırakan, devletin bu günkü hâl-i felâketine aracılık eden hep sensin" beyanını ettikten ve cevap beklediğini be­lirttikten sonra, diğer paşalar da, Ferid Paşanın bu zehir zenberek sorusunu tekrarlarcasına Mahmud Şevket Paşaya sert davrandıklarından ve davranışdan ürken Mahmud Şevket Paşa yine bir firar etme yoluna sapıp, kaçıverdi.
Ferid Paşa'nın, bu sorusunun ardından bir müddet, daha doğru bir deyimle Kâmil Paşa kabinesinin düşmesinden son­ra Diyanbekir'e sürülmesini gerektirdiğini hatırlatalım. Saat­lerce süren ve hararetli konuşmalara sebeb olan toplantının kararı, savaşın devam edemeyeceğini, bu sebebden kabine­nin siyasi yolla bir çâre bulması karan alınmıştır.
Garp ordumuz dahi Selanik'in (hürriyetsever beylerimizin, hürriyet kâbesi! Daha doğrusu Osmanlı devletinin felâket se-beblerini hazırlıyan yâni, ittihad ü terakki cemiyetini doğur­makla tanınmış şehir) İttihad ve Terakki subay ve ordusu eliyle Yunan'a teslim edilmesinden dolayı insanlarının yarısı esir düşmüş diğer yansı da, Üsküp'lerden, İşkodra'lardan, Manastırlardan, Yanya'Iardan ricat ederek Adriyatik sahiline Avlonya ve Ayasaranda'lara kadar inmiş ve harb edecek va­ziyetten çıkmıştı. Selâtin-i âzam-ı Osmaniyenin ve ecdad-ı milletin kanı bahasına senelerce uğraşarak elde edilen, yüz­lerce sene Osmanlı idaresinde bulunan Rumeli vilayetleri bir iki ay içinde ittihatçıların sözde vatanperverâne(!)si yüzün­den böylece düşman eline geçti, gitti. Bir taraftan ordularımı­zın ricat ve bozgunu ve bir tarafdan da Çatalca hatt-ı müda-fasında tanzim olunmuş topların ancak bir kaç gün atılabile­cek gülleleri kaldığı, binaenaleyh Osmanlı başşehirinin bü­yük tehlike karşısında olduğu Harbiye Nâzın Nâzım Paşa ta­rafından meclis-i vükelâda, yâni bakanlar kurulunda beyan olunması üzerine vaktiyle Erzurum tarafına gönderilmek üzere Trabzon'a yollandığı haber verilen güllelerin hemen ge­tirtilmesi ve Krupp fabrikası mamullerinden olan bahse konu toplar için yeterli sayıda gülle satın alınması, çabucak gön­derilmesi hususunda Almanya'da bulunan askerî vazifelimi­zin uyarılması ve bunlar yetişinceye kadar bir mütareke ya­pılmasıyla düşmanın meşgul edilmesi şart görülmüştür.
O sırada iki tarafın ordularında da hükmünü sürdüren müthiş kolera salgını sebebiyle Bulgarların da mütarekeye eğilim taşımaları başkomutanları general Savofa duyurul­muş, onun da evet demesiyle harbiye Nâzın Nâzım Paşa ile Ziraat Nâzın Mustafa Reşid Paşa hz.leri mütareke müzakere­sine memur edildiler. Çatalcada mütareke imzalandı. İttihad ve Terakki cemiyeti hâinanesi; Osmanlı askerlerini firara teş­vik ettirmeseydi, meşrutiyetin ilk günlerinden savaşın çıka­cağı âna kadar sandalye kavgasıyla vakit geçirmeyip de, im­zaladığı borçları yerine sarfetseydi, ordularımız bu hâle gel­mez, cephane ve güllesiz kalmazdı.
Maazallah düşman mütareke teklifimize evet demeseydi, kaçışlar ve salgın hastalık ile perişan olan ordu, İstanbul'u düşmanlara çiğnetecek vede bu hâl devletin şan ve şerefini ebediyyen lekelemiş olacakdı. İşte; ittihad ve terakki cemi­yetinin hâince telkinleri ve tavsiyeleri sonunda bu duruma gelen ve bitaraf ve namlı kumandan ve subaylarını şehid ve­ren sonunda ittihadçi subayların elinde kalan ve bu ittihatçı cemiyetin yahudi ve dinsizleri, hoca kıyafetine giren propa­gandacıların açık ve net yalanlarına inanan bu ordu'dan artık beklenecek bir şey olmadığını anlayan sadrıazam Kâmil Pa­şa hz.leri, sulh yoluna adım arama çalışmalarına başladı.
Kâmil Paşa bir tarafdan sulh temini için çeşitli faaliyetlere girişirken; bu durumu kendi hesaplarına uygun bulmayan İt­tihatçıların yapmaya başladıkları her türlü hazırlıkla kabineyi düşürmeyi ve idareyi ellerine almak teşebbüsünde buluna­cakları haberini aldı. Yoğun işlerinin üstüne, bu tertipleri ön­leme faaliyetini de eklemek mecburiyetinde kaldı.
Halbuki o sırada ittihatçıların cüretkâr ve cani reisleri, hür­riyet ve itilâf partisinin kim oldukları pek bilinen ittihadçı azasından olup, Harbiye ve Adliye Nezareti ile Dahiliye nazır­lıklarına tâyin olunmamalarından dolayı Kâmil Paşa'ya muğ­ber olarak kabineyi devirmek azminde olduklarını, haber alıp, eski dostları olan bu gibi adamların ağzına bir parmak bal sürerek bu işin birlikte gerçekleştirilmesine çalışmak için anlaşmaya muvaffak olmuşlardır. Bunlar hükümeti ele geçir­mek çâresiyie uğraşırken, Kâmil Paşa hz.leri de, balkan sa­vaşının avrupa devletlerine, harb-i umumîye dönüşebilir şek­liyle takdim etmeye çalışıyor ve bir konferans toplamaya uğ­raşıyordu. M.Kâmil Paşa'nın umumiyetle, İngilizler ile arası iyi olduğundan, nitekim İngiliz hariciye nâzın Edvard Göre nin başkanlığında bir nevî konferans toplatma da başarı sağ­ladı. Londra'da yapılan konferansa murahhas olarak Ziraat nâzın Mustafa Reşid Paşa gönderildi.
Avrupanin büyük devletleri Karadeniz sahilindeki Midye noktasından, Dedeağac'ın Kalei Sultaniye yâni, Çanakkale yönündeki Enez noktasına bir hat çekerek dışında kalan ta­rafın Edirne vilayetide dâhil olmak üzere Anadolu sahilindeki cezire yâni adalarının bir mikdarının kendilerine verilmesini babıâlîye kesin bir tarzla teklif ettiler. Sadrıazam bunlara kar­şı icâb eden tedbirleri almakla meşgul bulunuyordu.
Sulhun temini için babıâlî'ye verilen nota ile bu notaya ce­vap olarak kaleme alınan müsvedde notaya dâir biraz bilgi verelim. Çünkü; bu nota hakkında İttihatçılar tarafından ya­yılmaya çalışılan çirkefin hakikat olmadığını ortaya koyarak ret edelim. Avrupanın büyük devletlerinin, müşterek notası Edirne istihkâmlarının çökmeğe mahkûm olduğunu görmüş bulunduklarından, devlet-i âliyenin daha fazla zarar görme­mesini arzu ettiklerinden Edirne şehrinin balkan ittifakı dev­letlerine terkini ittifakla, adaların tesbit edilecek kadarımda kendilerine terkini pek ciddi surette isteyip, bunu yapmamızı tavsiye ediyorlardı.
Bu vaziyet karşısında bakanlar kurulunda uzun uzadıya müzakerelere baş vuruldu sonucunda, sulha tarafdar olmak­tan başka çâre kalmadığı görüldü. Devletin menfaatlerini gö­zetmek şartıyla sulhun yapılması için cevabî bir notanın kaleme alınmasında ittifak hasıl oldu.

Edirne İçin Sarayda Toplantı Ve Bir İhanet!


Me varki; Edirne şehrimizin devletin mazisinde ve gelece­ğindeki önemli yanı, buranın düşman eline terkinin getirece­ği sıkıntılar bir yana, bu şehrin Osmanlı devletinin ikinci pa­yitahtı olması, târihi eser ve selâtin camilerin muhteşemliği buranın verilmesine milleti ikna etmenin güçlüğünü göz önü­ne alan Kâmil Paşa, devletin büyük memurları, eski vezirler, komutanlar, bakanlar kurulu vede ayan meclisinin iştirak edeceği ve padişah huzurunda yapılmasını sağlayacak bir toplantı tertip eyledi. Yalnız Mahmud Şevket Paşa bu toplan­tıyı mesul bir heyet yerine konacak diye telakki etmiş oldu­ğundan katliama yacağını makamı sadarete yazılı ifadeyle bildirmişti.
Padişah, veliahd Yusuf İzzeddin Efendi ve Abdülmecid Efendi katıldığı gibi son padişah Vahideddin şehzade sıfatıyla yan odada bulundular ve mesele hakkında verilen izahatı dinlediler. Bu toplantıda başımıza gelen savaş felâketi ile or­dunun ahvali hakkında icâb eden malumat anlatılmıştır. Bu anlatılanlardan sonra hazirun, sulh yoluna gidilmesini isabetli bulmuştur.
Edirne savunmamızı fevkalade bir cesaretle ve bilgi dahi­linde gerçekleştiren Şükrü Paşa hz.leri tarafından, Harbiye Nazırlığı şifresiyle çekilen bir telgrafnâmenin, kabineyi sulha sevketmeğe mecbur kılmak için en güzide ittihatçılardan bir zat tarafından tahrif edilmesi gibi bir cinayet yapıldığı görül­müştür. Edirne müdafii Şükrü Paşa tarafından, bu telgrafın tahrif hareketi te'yid olunmuştur. Bahse konu telgrafda erzakın azlığından dolayı kalenin ancak kânun-û sâni yâni ocak ayı sonlarına kadar dayanabileceğinin yazılı olması ve bu müddetin de yaklaşması, kabineyi müşkil bir mevkii de bı­rakmıştır.
Çünkü, Edirne istihkâmlarında yapılan savunma, telgrafda yazılan son gün tahminini, bir kaç ay daha geçerek yapılabil­miştir. Bu da yukarıdaki mühim ihanet iddiasını doğrular mahiyette görülmelidir. İste bu hainliği yapan kimseyi veya kimseleri bulup ortaya çıkarmak va tanseverlerin boynuna borçdur. Bu tahrifden maksadlan Kâmil Paşa kabinesine böylece ağır şartlara bağlanmış bir sulhu İmzalattırmak daha sonra da, kabine ve Kâmil Paşanın aleyhine girişecekleri yıp­ratıcı propaganda ile mîlleti hükümete karşı bir isyana sevk etmek kabineyi devirmek ve rahatça çalıp çırpacak ortamı temin edip, bunuda kendi hükümetçileri ile yapmak arzusun­dan olduğu idi. Ne hazin!
Eğer Edirne kumandanının çekmiş olduğu telgraf tahrif edilmemiş olsaydı, Londra'dan gelen sulh şartları hemen ka­bul edilmeyecek, Edirne savunmasının tükeneceği en son ana kadar teklifleri değiştirtmeye çalışılacaktı. Bir hayli uza­yan savunma bu şansı hükümete getirmesi pek tabii idi. Zâ­ten ingiltere hariciye nazırı Edvard Gore'nin daha önce den Edirne'nin bitaraf bir şehir addedilmesi, gümrük gibi işlerden muaf tutularak statü-Iendirilmesi teklifi de vardı. Buna karşı­lık olarak Kâmil Paşa mülkiyeti hukuk-u şahane de kalmak şartıyla bu hususa evet diyebileceğini belirten cevabıda yol­lamıştı. Yukarıda denildiği gibi, avrupa devletleri tarafından verilen kafi nota üzerine bakanlar kurulunda yapılan müza­kereler esnasında Allah'ın takdiri böyleymiş ki balkan dev­letlerinin kazandıkları galibiyet, büyük devletlerin işe müde-hale ederek Londra'da yaptırabildikleri konferans da alınan
son kararlarına göre; Rumeli'nin bizim tarafımızdan kurtarıl-rnasına imkân kalmadığından ancak Edirne vilâyetinin ço­ğunluk nüfusunun islâm olması, ayrıca daha önceleri devlete payitaht olma dönemi yaşamış olması, islâmi bir çok eserin bulunması yüzünden Bulgarlara terketmek, hakk'a ve adale­te en ufak uygunluğu olmadığı için Kont Edvard Gore'nin hatırlatmasına istinaden Edirne'nin idare şekli büyük devlet­lerle ittifak edip kararlaştırılarak, müslüman bir prensin taht-ı idaresinde olmak üzere, İsviçre gibi, müstakil bir hükümet-i bitaraf hâline konulması, Adaların ise, Asya kıtasına bağlılı­ğından dolayı ve Anadolu sahillerine yakınlığı yüzünden Yu­nanlılara terk edilmesi kaçakçılığın ve Anadolu sahilinde oturmakda olan Rumların tahrikleriyle dâima ordaki bölgede kavga çıkması eksilmeyeceğinden, burasının düveli muazza-manın nazarı dikkat ve himayesine verilmesi Adaların idare­sinin bu devletlerin adil reylerine verilmesi hakkında cevabi bir nota tanzim edilmesine karar verilmiştir. Bu notaya aşağı­daki madde ilâve olunmuş idi.
Müttefik balkan devletlerine verilecek araziyi Osmanİyenin hududunun düvel-i muazzama tarafından tâyini. Düvei-İ mu­azzama tarafından vaad olunan yardımların maddi olsun mâ­nevi olsun, verilmesine gayret gösterilmelidir. Meydana gele­cek zayiatın tavizin den hayırlı müsaadelerin yerine getiril­mesiyle Osmanlı devletinin iktisadla ilgili muamelelerine bü­tün devletler için geçerli olan*isulü yapmasında serbest bıra­kılması. Bu yolda kaleme alınan fransızca nota müsveddesi­nin tercümesi 23/ocak/1913-l/kânun-u sâni/1327 senesinin Perşembe gününe rastlar.
Babıâlî de toplanan bakanlar kurulunda okunup tetkik olunmaktayken zikrettiğimiz Ittihad ve Terakki cemiyeti bey-leriyle, Hürriyet ve İtilaf fırkasının görünüşde muhalifi, haddi- zatında da ittihatçılar gibi olan beyleri kabineyi düşürmek için ve bakanlıkları aralarında bölüşmek için vede şahsî isti­fadeleri için, devlet ve ülkeyi mahvu perişan eylemeği cu­martesi günü beraberce ifaya karar vermişlerse de, muhalif sıfatı taşıyan itilafçı kardeşlerine bakanlıklardan bazısını kap­tırmaları bile işine gelmiyen ittihatçılar, karar verdikleri günü beklemeye lüzum görmiyerek perşembe günü eli bayraklarla dolu hempalarıyla beraber Babıâli'ye hücum etmişlerdi.
İşte bununla da eski, yeni arkadaşları olan itilafın şöhrete haris beylerini aldatarak orta lıkda bırakmışlardır. Bu minval üzere ittihatçılar bir ihtilâl kıvılcımı gibi hâinane bir su rette vahşice babıâlî'ye hücum ettiler. Toplantı hâlindeki bakanlar kurulunda bulunanlarda dahil öldürmeğe teşebbüs ettiler.

Bâb-I Âlî Baskını


Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşanın en hâcil olduğu vaka iki tanedir. Bunun ilkini; Yüzbaşı Çerkeş Hasan Bey'in, Serasker Hüseyin Avni Paşanın konağını basıp, onu öldürdüğü gece, odalardan birine sığındığında, kapıya yüklenen Hasan Bey'e söylediği beyan olunan, "Hasan bey oğlum sen her ne kadar beni seversen de şimdi kapıyı açmamın doğru olmadığını sa­nıyorum. Çünkü bir hayli sinirlisin istemeden bize de zarar verebilirsin" sözleriyle kendilerini kurtarmaya çalışma anın­daki yakarışıdır ki, ancak insan böyle muhataralı bir duruma düştüğünde bizim mütalaamızı yapabilirini? Kendi adıma ben böyle bir teminatı vermeye pek cesaret göremiyorum.
Biz, mevki ve makam sahiplerinin gücüne olan itimadımız onların korkmaz, şaşırmaz, hâşa yanilmaz gibi yanlış düşün­celere kapılmamız gibi hâlimiz oiuyorki galiba bunu biraz dü­şünüp, herkesin cesur olabildiği gibi çekindiği hususlar, korktuğu anlar olabilmelidir, hâttâ korktuğunu ifade etmeyi
bir cesaret olarak nitelendirmek kabildir. Çünkü; mahcubiye­tini göze alması bir erdem diye düşünüyorum. Neyse Kâmil Paşa'nın bu hâcil hâli tartışmaya açık gibi geliyor bana gele­lim ikincisine:
İkincisi ise; İttihad-ı Terakki cemiyetinin Babıâli'ye yaptığı cüretkâr ve kanlı geçen baskındır. Kâmil Paşa bu baskın es­nasında makam-ı sadarette Balkan bozgununu memleketin hafif atlatmasını temin gayretlerini gösterirken yaşamıştı.
Bu vakayı özetle anlatmadan evvel, Pınar Yayınlarından neşrolan ve tarafımızdan sadeleştirilerek okurlarımıza sunul­muş Mevlânzade Rifat Bey'in "Türkiye Inkilâbinın İç Yüzü" adlı eserinin 61. sahifesinde Babıâli'yi tasvir eden satırlanyla sayfamızı süsleyelim: "Babıâli baskını elem doludur. Cinayet­lerle sonuçlanmış bir haydutluktur. Alemdar Mustafa Paşanın cephaneleliği ateşliyerek berhava ettiği gündenberi Babıâli içinde kan dökülmemişti. Cinayet işlenmemişti. Osmanlı devletinin en temiz, en yüksek resmi makamı hüviyetine gir­mişti. Büyük devletler; Osmanlı hükümetinin toplantı sara­yından ziyade Babıâli'ye önem vermiş, kararlarını geçerii saymıştır. Babıâli demek hükümetin merkezi demekti. Babı­âli'nin içinde bulunan devlet adamları ve memurları devletin en muktedir ve nâzik insanları idî. Babıâli terbiyesi, âdeta nezâket ve ince terbiyenin ulaştığı en yüksek burç idi. İtti­had-ı Terakki; bu yüksek makamın bile nezahatini ihlâl edip içinde sadrazamlık dâiresinde cinayet işlemekten çekinme­mişti."

Babıâli Baskını Tasviri


Mevlânzâde Rıfat bey, adı geçen kitabında Bâbıâli baskını­nı şöyle tasvir ediyor: ".Babıâli baskını adı ile târihimize ge­çen facia Nâzım Paşa ve yaverlerinin katli, devletin (Osmanlı devletinin) büyük devletler gözündeki haysiyetini azaltmış İt­tihat ve Teraki cemiyetiyle hükümetinin bir haydut çetesi ol­duğunu göstermişti. Bâbıâli baskını İttihad ü Terâkkinin ileri gelenleri tarafından önceden düşünülüp, hazırlanmış yerine getirilmesi için uygun bir fırsat beklenmişti. İttihatçıların mu­haliflerinin bazıları evvelden haber almış, dahiliye nâzın Re-şid Bey'i ve Harbiye nâzın Nâzım Paşa'yı ikaz etmiş, buna karşı tedbir almalarını tavsiye etmişlerse de, muhaliflerin İleri gelenlerindeyse ittihatçıların böyle büyük bir cinayete teşeb­büs edemeyecekleri kanaati gâlib geldiğinden, gelen haber­lere ehemmiyet verilmemiş, karşı tedbir alınmamıştı.
Kaza gelince böyle olur. Tedbir durur, akıl ve basiret kör olur. Levh-i ezelde yazılan hüküm neyse o, başa gelir. Fertlerde olsun,cemaatlerde olsun bazen öyle güzel anlar olur, bazen de böyle felâketler görülür ki; oluş sebebi anlaşı­lamaz. Bilinmez bir âlemden gelen bir sır olarak kalıp, ne yapalım kader, talihimiz böyleymiş denir, geçilir! Hâttâ edip­lerimizin aşağıdaki mısraları bu inancı takviye etmiştir.
"Talihi yâr olanın yâr sarar yarasını
Talihi yâr olmayanın felek.....anasını •
Bibaht olanın bağına bir katresi düşmez
Baran yerine dürrü güher yağsa semâdan"
Halk arasında: "Talihi iyi olan denize düşse kulağı ile us­kumru tutar" Yine: "Kişinin işi tersine dönünce devenin üs­tünde yılan sokar" darb-ı meselleride bu anlayışı kuvvetlendirip yayılmasına sebeb olmuştur." Diyen Mevlânzâde şöyle devam etmektedir: "..İklim itibarıyla İstanbul, Ocak ayında soğuk olur. Kar, yağmur eksik olmaz.23/Ocak/19 13 târihinde meydana gelen Bâbıâli baskını baharı andırır, lâtif ve güneşli bir güne rastla-mıştı. Gökyüzü berrak, bulutsuz, güneş parlak toprak rutubeti ve yağışı emmiş, halkı neşelen-dirmişti. Geliş ve gidişe zahmet verecek yağmurdan, çamur­dan eser görülmüyordu. Dikkatle yürümeyi gerektiren buz tutma olayı dahi yoktu. Herkes de, leventler gibi yürüyüş, bir rahatlık görülüyordu. İttihatçılar bu müsaid havadan hayli is­tifade etmişlerdi. Almakta oldukları tertibatı kolayca tanzim ediyorlardı.
23/Ocak'ın bu baharı andırır günün de saat bir buçuğa doğru, doru bir arab atına binmiş, yanına iki süvari zabiti al­mış olduğu halde erkân-i harp kaymakamlarından Cemâl (paşa) bey, bâbıâli'nin arka yollarını dolaşıyor alınan tertibatı teftiş ve tanzim ediyordu. Kapahfınndan Şûray-i devletle bâ­bıâli arasındaki yolu takip, Salkımsöğüt'ten, Ebu's Suud Efendi Caddesini geçerek, Meserret oteli önünden bâbıâli caddesini aşıp, (şimdiki, Ankara caddesi) Yeni Postane arka­sı yoldan, (şimdiki Aşir efendi caddesi) polis müdürlüğü kapısına çıkıp İran sefarethanesi yanından bâbıâli'nin giriş kapısı önüne (şimdiki valilik girişi) gelmişti. Geçtiği bu yol­larda bazı şahıslara rastlıyor ve bunlara öze! talimatlar ve­riyordu. Bâbıâli'nin önünde o zamanlar bir kahvehane vardı-ki; adına "Mazuliyn kahvesi" denirdi. Cemâl ve arkadaşları işte bu kahvenin önünde atlarına mola vermişlerdi. Tam bu anda Talât, elleri paltonun cebinde olduğu halde orada gö­rülmüştü. Cemâl İle aralarında konuşma yerine bazı işaretler teati edilmişti. Cemâl böylece yapılacak işin emrini Talât'tan almıştı. Cemâl o anda ceketinin yan cebine ince bir kaytanla bağlı olan ufak bir düdük çıkarıp ağzına götürerek, üç defa öttürmüştü.
Düdükten çıkan ses üzerine, mazuliyn kahvesinden öo-kuz-on kadar softa kıyafetli adam çıkıp, ellerinde bulunan bi­rer sırığa takılı, âyet-i kerime yazılı kırmızı ve yeşil iki bayra­ğı açarak, gür bir sesle tehlil ve tekbir getirerek bâbıâli'nin binek taşına gelip merdiveni işgal etmişlerdi. Müteakiben ar­ka sokaklardan beşer-onar kişilik kafileler gelip bunlara katı-lıverdi. Talât bile eline iki bomba almış olduğu halde cümle kapısının önüne gelip bir nöbetçi gibi durmuştu. Aynı silahla silahlanmış olan Kara Kemâl ile bir kaç arkadaşı gelip, Ta­lât'ın emrine girmişti. Bu tertibat alındıktan sonra Cemâl, yi­ne Talât'ın bir işareti üzerine atını tırısa kaldırıp, İran sefareti karşısında bulunan muhafızlık dâiresine gelip, attan inmiş ve doğru yukarı çıkarak İstanbul muhafızı sağır Memduh Pa-şa'yı maiyeti yardımıyla nezaret altına alarak muhafızlık ma­kamına oturmuş, muhafızlık vazifelerini hiç bir hadise mey­dana gelmeden yapmaya başlamıştı. Aynı tarz ve usûlle aynı saat ve dakikada Azmi bey dâhi polis müdürlüğüne el koy­muştu. Polis müdür Cafer İlhami bey'i göz altına al-dırmiştı. İstanbul'da bulunan bütün gazetelerin kapısına birer jandar­ma konup, giriş-çıkış yasaklanmıştı. Babıâli ile padiah sarayı  -ve Harbiye nezâreti ve diğer makamlar arasında haberleşme­ye yarayan telgraf ve telefon hatları da kestirilmişti."

Yorum Gönder

0 Yorumlar