11 Haziran 2011 Cumartesi

SULTAN 4. MEHMED (AVCI)-1-

SULTAN 4. MEHMED (AVCI)


Babası: Sultan İbrahim Han
Annesi: Turhan Hatice Sultan
Doğum Tarihi: 1642
Vefat Tarihi: 1693
Saltanat Müd.: 1648-1687
Türbesi: İstanbul'dadır.

Sultan İbrahim'in ilk erkek evlâdı oldu dediğimiz zaman, Ahmet Refik Altınay merhum'un ifadesi olan "Osmanlı horo­zu öttü" sözlerini satırlarımızı süslemekde kullanmıştık. Şim­di de başka bir ilmin gereği olan ve târih düşmede kullanılan ebced hesabına uygun söylenen bir beyiti kayda lüzum gör­dük. H. 1051/m. 1642'de doğan şehzade Mehmed İçin, Şâni'nin inşa buyurduğu beyit: "Nurdur geldi Mehemmed sulbi İbrahim'den" böylece yeni doğmuş şehzadenin dünya'ya ge­liş tarihi belirlenmişti ayrıca adı da, Mehmed olmuştu. Ancak şehzâde'nin adının Mehmed olmasından evvel bir isim mace­rası vardirki; bu devrin en önemli kaynaklarından biri olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi bu hususta cilt 1, sh. 188'de aynen şöyle söylemekte: "Yıldız ve cifirilminde <Ibrahim Hân oğlu Yusuf adında bir padişah dünya'ya gelecek. Yusuf Peygamber gibi güzelliğe mâlik ve bahtı açık bir hükümdar olacak. Doğuya ve batı'ya korku salacak... Venedik, Nemçe (Avusturya) Leh, Çek, Rus yâni Moskof diyarlarını harab edip, Yusuf meziyetli çalışkan bir padişah olacak!> yolunda bütün cifir bilginleri hüküm çıkarmışlardır. Allah'ın hikmeti-de, bu Mehmed hân henüz annesinin karnında iken babası İbrahim Hân: "Eğer bir erkek evlâdım olursa, müjde eden­den başka ilk olarak kimi görürsem ve kime rast gelirsem evlâdıma onun ismini korum" şeklinde söz demiş idi. Do­ğum sabahı sabah namazında padişahın yanına gelen kızlar ağası şehzade Mehmed'in doğduğunu müjdeleyince, padişa­hın karşısında Hünkâr İmamı Yusuf efendi oturmaktadır.
Bunun üzerine Sultan İbrahim Cenabı Hakk'a şükreder ve: "Yarabbi ben sözümdeyim. Haberi aldığımda karşıma ilk çıkan zatın adını oğluma vereceğim demiştim. Yüce Mevlâm benim karşıma mübarek bir insanı, bir âlimi çıkarttı" dedik­ten sonra secdei şükrana kapanmıştır. Yeni doğmuş şehza­denin kulağına Ezanı Muhammedi'yi Hünkâr İmamı Yusuf efendi okudu. Daha sonra sarayın mensupları belki de, Os­manlı devletinin ikinci kurucusu sayılmakta olan 1. Meh­med Çelebi'ye atıf için, hanedana yeniden doğuşu sağlayan şehzadeyi Mehmed olarak isimlendirmek istemiş olabilirler. Yoksa; kulağına ezan ile okunan ilk isim Yusuf olmuştur. Padişah etraftan gelen bu istekleri ve yukarıda tahminimize muvafık hususa i'tiraz etmeyi uygun görmemiş olabilir.
Bu şehzadenin doğduğu gece, bir zelzele vukubulduğu gi­bi, yeniçerilerin kışlasında bulunan baruthane tutuşmuş idi. Müneccimler bu olayları kötü talih olarak yorumlamişlarsada 51 yıllık ömrünün 39 yılını taht'ta geçirdi ve hayatını da kay­betmeden taht'tan indirildi. Bu yönüyle bu kehanet yerine oturmuş sayılmaz. Ülke içinse, zaman zaman parlayan Os­manlının kılıcı netice olarak hesaplandığında, tevakkuf yâni tam bir duraklama manzarası gösterir. Ancak; Girid Adasının kafi fethini budevrin padişahı gerçekleştirmiştir. Öte taraftan yedi yaşındayken geçmiş olduğu Osmanlı tahtında kalma müddeti bakımındanda Kanuni'den sonra ikinci gelmektedir, padişah 4. Mehmed (Avcı) hazretleri. Vefat târihi İse, h. 1102/m. 1693'tür. Evliya Çelebi, padişahın çocukluğunu şöyle tarif eder: "Tahta çıktığında, yedi yaşında gayet zayıf ve ince yapılı bir çocuktu. Fakat son derece aklı başında, ol­gun ve zeki idi. Çelebi; Sultan Mehmed'i yirmi yaşlan döne­minde şöyle tarif ediyor: "Boyu babası gibi uzundu ve belden aŞağı kısmıda uzundu, etli pazuları, elleri ise aslan pençesine benzerdi. Kaşlarının arası açık, güzel görünen bir yüze sahip­ti- Gözler elâ renkteydi, nurlu bir siması vardı. Çok iyi bir bi­biydi. Ava çıkmaktan pek hoşlanır ve bunu savaş tatbikatı sayardı. Sultan Mehmed biraz büyüdükten sonra kendinden küçük kardeşleriyle birlikte padişahlık imamı Şâmi Yusuf efendi önünde eğitime başlamıştır. Bu derslerin en önemli bölümünü din ve diyanetinide öğrenmesi teşkil etmiştir.
Çok geçmeden vefat eden Yusuf efendi'den sonra, dersle­re yine Şâmi Hüseyin efendi gelmeğe başlamıştır. Babası Sultan İbrahim'in 1058/1648 tarihinde tahttan indirilmesi üzerine, onun yerine geçmiştir. Her tahta çıkan padişahın ödeme zorunda olduğu culüs bahşişini hazinenin ödemesi mümkün görülmediğinden, sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, öldürdükleri padişahın, verdiği nimetlerden-bir hayli faydalandığı bilinen Cinci Hoca diye tanınan Hüseyin efendi­den temin etme yoluna gitti. Cinci Hüseyin Hoca'dan ikiyüz kese talebinde bulunan sadrazama, kaimpederi Karaçelebi-zâde Mahmud efendiye olan, onun sayesinde baskıya maruz kalmam ham hayaline kapıldı. Ne varki; sadnazama param yok demesi, sadece servetini değil, kellesininde gitmesine sebeb olmuştu.
Beri taraftan tahta geçmiş buiunan 4. Mehmed, yaşının küçüklüğü göz önüne alındığında işleri tam manasıyla yürüt­mediği aşikârdır. Annesi Turhan Valide Sultan hem tecrübe­siz, hem de kaimvâlidesİ, Kösem Mahpeyker Valide Sul-tan'ında önüne geçebilmeyi sağlayabilecek ne bilgi ve tecrü­beye ne de, lâzım gelecek teşkilâta sahipti. Dolaysıyla Kö­sem Valide Sultan, devletin idaresini ellerine almıştı. Aslında başarılı sayılmalıydı bana göre tarihin sayfalarına nazar etti­ğimizde, vezirleriyle evlenerek yeni hanedanlar zuhuruna ya­rayan sebebleri, ortaya seren vâlidesultan ve kraliçeler ile doludur dünya tarihi.
Ancak bu yapı Osmanlı düşünce dünyasında asla yer al­mamıştır. Evet Kösem Valide Sultan çeşitli siyasi oyunlarla devlet gemisini yürütmeyi başarmıştır. Çok geçmeden Kö-em ile Turhan Valideler arasında zuhur eden yönetme me­kanizmasını ele-geçirme rekabeti çok kanlı neticelere varan İsyanlara, saray içinde kötü ve şen'i tuzaklara teşebbüslerin, meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. İslâm anlayışı için-Je. devletin Atabeyi pozisyonuna geldiğini zanneden dok­sanlık sadrıazam, Kösem Vâlide'nin padişah vâsisi olarak dillendirdiği emirleri yerine getirmediği gibi, yaygın hastalık­lardan olan rüşveti ise hiç kaldıramamıştı. Eğer hayatlarına kast edilen padişahların izalesinde vazife alan zevat arasın­da da kolay kolay yatağında Ölene pek rastlanmaz. Her biri takip altında tutularak en ufak bir yanlışında padişahın katli ile alakalandırılır, canını elden yitirirdi. Tarihin derinliklerinde rastlanılan malumattandır ki; Sultan İbrahim'in katlinde faali­yet gösteren yetmiş kişinin adının listeye alındığını, Nâima Tarihinde 4. cildinin 387. sahifesinde görmek kabildir. Yeni Camii Ayaklanması   Memleketin idaresinde görülen zafiyet, pek net şekilde ortadaydı. Padişah küçük, sadrazam yaşlı ve devlet idaresini çevirebilecek kıratta olmayıp, zaman zaman ülkenin en akıllı insanlarından biri olduğunu göstermiş bulu­nan Kösem Valide Sultanın emirleri bu sofu sadrazama zor geliyor ve yerine getirilmiyor idi.
Dolaysıyla icraat pek sesli ve değişik tarzda ahalinin ka­derine hükmetmekteydi. Yine bu sırada, idaresizliğin ve eski antlaşmazlıkların gündeme gelmesinden dolayı yeniçeri ile sipahiler ve içoğlanları denilen iki askerî güç arasında, adına Yeni Camii ayaklanması denilen kanlı mücadeleler çıktı. Ye­niçerilerin başında bulunan Koca Musluhiddin Ağa'nın idare­sindeki yeniçeriler galib gelmeyi başardılar. Bu arada sadra­zam; Cinci Hüseyin Hoca'nın evine yaptırmış olduğu baskın­da eline geçirdiği 150 bin kuruşluk çil altınlarla rahatça cülus bahşişini ödemişti. Sipahiler nereden estiği bilinmeyen bir rüzgar sayesinde orada burada "Sultan İbrahim'i hangi fet­vayla katlettiniz?" şeklinde hesap sormaya başlamıştı. He­men arkasından katletme işinde görev alanların, kellelerinin ismen istendiği sipahi askerinin ağzından çıkıvermişti. Tabii ki bu listenin birinci ismi ihtiyar sadrazamdı. Adının kellesi istenenler arasında birinciliği aldığını görünce, sağda solda toplananlar üzerine yeniçerileri göndermekte beis görmedi. Ne varki; husule gelen çatışmalar şehrin sokaklarında pek kanlı şekilde gerçekleşirken, günlerce sürmekteydi. Yukarıda da söylediğimiz bu kıtalin sonunda yeniçeri başarı sağlamış­sa da, bir canavar icadına sebeb olunmuştu. Sadrazamı memnun etmenin verdiği şımarıklığın nerelere varacağı çok geçmeden kendini gösterdi. Yeniçeri, bir zamanlar devletin en Önemli savaş makinesi olan bu zümre, kahredici silahını kendi insanına çevirmiş, fırın, han ve hamam basmakta in­sanlara ve servetlere büyük zararlar vermekteydi.

Girid Savaşı


Girid'e gönderilen donanmamız Foça Önlerinde Venedik kuvvetleriyle savaşa tutuştu. Ne çare ki bu savaştan yenik çıkan biz olduk. H. 1057/m. 1649 senesinde İstanbul'da ika­met eden Venedik elçisi Giovanni Soranzo, bu savaşta mağ­lubiyetimize sebeb olacak haberleri, Venedik Düka'sına ulaş­tırdığı tesbit edilmiş. Hemen tevkif edilerek Rumelihisar zin­danına tıkıldı. Bu işin diğer bir tarafı da sadrazama piyango çarptırdı. Ancak bu piyango yüz güldürecek değil, yüzünü buruşturacak sonuca taşıdı sadrıazamı.
Azledilen Mehmed Paşanın yerine Girid kahramanları ara­sında temayüz etmiş olan zevattan Kara Murad Ağa yeniçeri ağalığından vezaretiuzma makamına nasbedildi. Devlet ge­misi öyle çeşitli yaralar almıştıki, gelen sadrazam şaşkınlıki r içinde görevinin sona erdiğini görüyordu. Kara Murad âadan sonra Melek Ahmed Paşa onu takiben Siyavuş Paşa, onun arkasından Gürcü Mehmed Paşa onun da arkasından Tarhoncu Mehmed Paşa mevkii sadarete getirildi. Voynuk Ahmed Paşa bu sıralar da Çanakkale boğazını kapatmış bu­lunan Venedik donanmasının karşısına 70 parça gemimizle çıkıverdi.
üzün müddet boğaz dışına donanmamız burnunun ucunu çıkaramamaktaydı. Voynuk Paşanın bunların üzerine saldırısı hepsini şaşkına çevirdi. Çareyi bu azimkar donanmanın önünden kaçmada buldular. Voynuk Ahmed Paşanın rotası Foça üstüne idi. Yolda Giacopo dö Riva komutasında Vene­dik filosu donanmamıza saldırdı. Gemide istihdam edilen ye­niçeri askeri adetâ seyirci kaldı. Deniz savaşlarına alışık ol­mamaları onları seyirciye yaptı. Voynuk Paşa; düşmana sal­dırma metodunu seçerek çarpışa çarpışa Foça limanından çıkabilmeyi başardı. Girid'in üstüne gelmekte olan Tunus ve Mısır gemileriyle birlikte Girit'e uzandılar, üzün zamandır yar­dım bekleyen Girit'teki kuvvetlerimize taze kuvvet ile cepha­nede yetiştirmiş oldular.
Sultan Mehmed Voynuk Paşanın çektiği sıkıntıyı eski sad-nazam Mehmed Paşa'nın ihmaline yorarak idamını emretti. Böylece Sultan İbrahim'in katillerinden biri öldürülmüş, liste­den bir kişi eksilmiş oluyordu. Biz yine Voynuk Ahmed Paşa ve arkadaşlarının, Girid'e vâsıl olup ordaki mücahidleri nasıl güçlendirdiklerini anlatmaya çalışalım. Fakat bu vakaya geçmeden önce yukarıda adı geçen, Ali Haydar Emir Alpa-gut'un: "Târihi Bahri Sayfaları" adlı eserde Girid'deki Vene­dikli komutan bütün hristiyan ülkelerine başvurarak şöyle bir manifesto yollamıştı "Girid Adası, hristiyanlann Osmanlı de­nizlerini kontrol etmesine yarayan son adaşıdır. Osmanlı devleti, bu ada'yı alacak olursa denizler kanalıyla daha çok beslenecek ve büyüyecektir, korkunç bir hâle gelecektir. De­niz satveti, büyük olan bir devleti karada yenmek güçtür. Aman bize yardım edin. Girid Adasını savunmak, yalnız Ve­nediklilerin değil, tekmil hristiyanlık âleminin, en önemli me­selesidir.
"İşte bu manifesto bir çağrı görevi yapmış, Sultan İbrahim dönemi içinde kaydettiğimiz Girid faslında yardımlardan bu yardımı da yapanların gayretinden bahsetmiştik. Merhum amiral Büyüktuğrul, Osmanlı devlet ricalinin Girit savaşına sadece askerî çerçeveden bakıyorlardı tesbitini yaptıktan sonra bu kanaatleri Osmanlı devletinin târihi boyunca böyle devam etti. Bu yüzden de devlet Önce denizlerde çöktü ve karada çöküşümüzü hazırladı demekten kendini alamamıştır. Şunu da hemen ilâve edelim ki, serilik arzeden olayların dâ­im olarak, bir evvelki harekâtların, hedefleriyle ve bu hedef­lerin maksada uygun olarak ele geçirilip geçirilmemesiyle büyük alakası vardır.
Girid muhasaramız da, bu ölçünün içine giren vakaların belki de başda gelenidir. Şimdi biz Girid ile alakalı doküman­tasyon yaparsak bu tezimizi doğrulama şansı yakalayabiliriz.
Târihler; 7/nisan/1646'yı gösterdiğinde, Amiral Tomasso Morosini emrindeki Venedik donanmasıyla Bozcaadayı mu-hasaya aldı. Kaptanı Derya Semin Mehmed Paşa; dirayetli bir komutanı olan Küçük Hüseyin Paşayı Morosini'nin üstüne Bozcaadaya sevk etdi o da pek kısa zamanda Bozcadaya çı­kan işgalcileri denize dökerek Çanakkaleye avdet etdi. Mo­rosini, bu mağlubiyete rağmen gemilerini Çanakkale boğazı önüne dikti. Girid'e yardım götüreceğini istihbar ettiği gemi­lerin böylece yolunu kesmiş oluyordu ve nitekim, Çanakka-leden çıkan gemilerimiz, Morosini kuvvetleri ile karşılaştı. Bir saat süren muharebe sonunda Osmanlı gemileri Girid ..    r:ne suda kaymağa muvaffak olurlarken, Morosini'de bü-kuvvetleriyle Suda limanına gelip demirledi. Bozcaada Canakkalede yok edilemeyen düşman donanması şimdi Girid'de belâ olmaktaydı.
Tecrübeli kumandanlar ve bilhassa Cezayirli Cafer Ağa, Suda liman ve kalesinin alınması burasını da bir askeri üs yapmak gerektiği konusunda beyanda bulunupda Kapdanı Derya Semin Mehmed Paşayı ikna etmişlerdi. Fakat 11/12 ağustos gecesinde bu zâtın vukubulan vefatı, istekleri geri bı­raktırdığı gibi boşalan makama gelen Küçük Hüseyin Paşa, Suda hakkındaki tavsiyeleri ve selefinin aldığı karan, tatbike muvafık bulmadı. Muhasarayı; Resmo kalesine kaydırdı. Böylece Suda limanı üzerinden Girid müdafiileri devamlı yar­dım alma şansı buldular. Aslında Küçük Hüseyin Paşa; azim­kar, yiğit bir şahsiyet olmasına rağmen Suda limanı işini de­ğerlendirmede ki hatası, Girid Adası gailesinin uzamasının en mühim sebebini teşkil etmiştir.
Merhum amiral Büyüktuğrul; kıymetli çalışmasında şu dersi almalıyız diye bir mütalaa ileri sürmektedir ki, biz sahi-femizin bu ifadeyle süslenmesini arzu ettik: "Toplum olarak millet ve özellikle devlet yöneticileri deniz sorunlarını ve bu sorunların savaş üzerindeki etkilerini bilmezlerse savaş başladıktan sonra denizcilerin, onları bir kaç savaş mecli­sinde inandırmaları olağan olamamaktadır. Genel olarak ko­nuşmak gerekirse Girid Savaşı sırasında, Osmanlı devleti­nin yönetici makamlarında deniz sorunlarını iyi bilen devlet adamları yer almış olsalardı; ya da deniz sorunlarını yada deniz kuvvetlerini savaşa hazırlama ve savaşta yönetme so­rumluluğu, denizci derya kaptanlarına verilseydi, Girid Ada­sını almak için yapılan harekât bu kadar uzun sürmeyecek;
savaş harcamalanda bu kadar büyük olmayacak; bu kadar kan dökülmeyecekti.." Suda Limanı ve kalesinin, bir Os­manlı üssü haline getirilmemesi hakkında önce şu malumatı da ilâve edelim sonra da Tarihçi İsmail Hami Danişmend merhumla, Ali Haydar Emir Alpagut'un bu konuya dâir be­yanlarını okurlarımıza sunalım. Suda limanını işgalden vaz­geçme kararı, en ağır sonucunu hemen o yıl gösterdi. Çıkan büyük bir fırtına Kara Mustafa kumandasındaki Osmanlı do­nanmasını önüne kattığı gibi, Eğriboz Adasına kadar sürük­ledi. Fırtına gemilerimizi perişan edip hayli hasara uğratma­sına sebebiyet verirken, Kapdanı Derya Kara Mustafa Paşa, bir Venedik kalyonu ile tutuştuğu savaşda şehid oldu. İsmail Hami Bey; "Küçük Hüseyin Paşanın Suda limanını şundan dolayı muhasaradan vazgeçmiş. Daha doğrusu yapılan mu­hasarayı kaldırmıştı: Deniz üzerindeki yalın bir kaya biçimin­den ötürü Suda limanını kuşatmayı uygun görememişti. Özellikle düşman da gece saatlerinde, ada'ya takviye kuv­vetleri ve cephane getirebilmekteydi." Demekte. Afi Haydar Emir Bey ise;
"Resmo Kalesi Suda'dan daha zayıf bir tahkimata sahip değildi. Kalenin dış duvarlanda onbin evlik bir duvara sahip­ti. Hendek, kazık, siper ve bataryalardan kurulu çok kuvvetli bir savunma örgütü vardı. Kale içinde, 10 bin muntazam, 30 binde milis askeri vardı" Demekte. Ali Haydar Beyin izahın­da bir anormal taraf yok.
Fakat Danişmend'in beyanında, ipe sapa gelir bir şey gö­rülmüyor. Kayalıkmışda almamışda, düşman geceleri takvi­ye yapıyormuş, yahu sırf düşmanın takviye yapmasını önle­mek için evvelâ o hattı kesmek icâb eder, bu sebeble oraya muhasarayı koymamak ihanet derecede bir iştir.
Danişmend her zamanki gibi gayri ciddi beyanları savurup esmiş. 1647 senesinde donanmamız, maalesef yetersiz kapdam deryaların emrine veriliyor, İstanbul'da tersane gemi imâlinde haylice yavaşlarken, tamirlerde pek güzel yapıla­maz olmuştu. Düşmanın ise ilk işi memnun olmadıkları Mo-rosini'yi vazifeden almaları gerçekleştirilmiş, yerine Marino Kapello diye birini getirerek komuta heyetinde yenilik dene­mek isterlerken, bu Kapello oluverdi.
Yerine Amiral Batista Grimani adlı birini getirdiler bu adam bütün hesabını donanmalarını Çanakkale önüne yığıp, büyük gemilerin verdiği avantajla, donanmamızın boğazdan çıkışta yolunu kesme üzerine yapmıştı.
Ayrıca Çeşme ve Eğriboz önlerine göndereceği seyyar fi­lolarla ablukayı daha geniş sahaya açma yolunu planlamıştı. Bu plân kendi hesaplarına göre iyi bir plân olmakla beraber Grimani gemilerini toplayıp yola çıkıp, hedefine gelene ka­dar hayli zaman israf etdi. Bu zamanı da değerlendiremeyen Kapdanı Derya tâyin olunmuş, Defterdar Mustafa Paşa oldu. Zâten Defterdarın kaptanı derya olduğu ülkenin denizciliği o kadar olur. Bakın haksızmıyız!
Mustafa Paşa; Girid Adasına ikmal götürmekte muvaffak olmak için yapacağı, Çanakkale'den çıkıp, Girid'e doğru ro­tayı kırmakdı. Ama o bakın ne yaptı: Eğriboza gelip burada bulunan gemi ve adamları alıp Girid'e gideceğine Eğriboz'a uğramayı bırakıp, Sakız Adasına yollandı. Maksadı oradaki gemi ve kara askerini alıpda gitmekti. Ancak karşısına bir Venedik filosunun çıktığını uzaktan görünce tekrar Eğriboz üzerine dönerek yola düzüldü. Ne varki Eğriboz yakınlarında da, karşısında beliren filo düşmanın başka bir filosuydu. Ne Sakız, ne de Eğriboz önündeki filolarla çarpışmayan Defter­dar, bari İstanbul'da yüklediklerimi Ada'ya ulaştırayım dü­şüncesiyle, Girid'in üstüne dümen kırdı.
CJfukta Osmanlı gemilerinin direklerini gören asakiri Os­maniye ümid içinde, gemilerin gelmesine kucaklarını açtılar.
Gelenlerin takviye değil adetâ düşmandan kaça kaça gele­bilmiş çerezlerdi. Küçük Hüseyin Paşa, Defterdar Mustafa Paşayı öyle bir haşlamıştı ki, bu muamele Defterdar'da Mora kıyılarını varıp, oradan Rumeli askerini alıp geleyim düşün­cesine götürmüştü.
Eğriboz'da toplanmış Rumeli askerinin, kara yoluyla Ana-poli'ye götürülmesini kendisinin onları oradan alacağını bil­dirdi fakatya bu bilgiyi haber alan Venedikliler veya tahmin etmek suretiyie olacak, gemilerini hızla Anapoli sahiline gön­dermek yolunu seçtiler. Bu bakımdan Mustafa Paşa bu nakli­yatı gerçekleştirme fırsatı bulamazken, Venedikli bir grup ge­mi, Çeşme limanına baskın yapmış ve bir hayli Osmanlı ti­caret gemisini ihrak yâni yakmaya muvaffak olmuşlardı.
Tabii bu haber çocuk padişahın kulağına vardığında, Def­terdar Mustafa Paşa artık kapdanı derya değil sayıldı Fazlul-iah Paşa bu vazifeye getirilerek Anapoli'dekİ kuvvetleri ve ik­mal malzemesini Girid'e taşıma İşi de ona verilmişti. Defter­dar Mustafa Paşa, doğruca yeni kapdanı deryanın emrine amade olmak üzere yanına gitdi. Böylecede donanma kuv­vetlenmişti. Sakız Adasına gitdiler lazım geleni aldılar. 28/eylül/1647'de Girid'e gelip, mücahidleri sevindirerek bi­raz rahatladılar. 1648 senesi; Girid savaşı açısından düşman üzerinde Osmanlı baskısının azaldığı, çünkü ada'ya ikmâl ve değiştirme birliği ulaştırma bakımından yavaş hareket edildi­ği kanaatini düşündürüyordu. Kandiya kalesinde savunmacı hristiyanlar, çıkış harekâtı yapıyorlar fakat her seferinde Ser­dar Küçük Hüseyin Paşada bunların dersini bir güzel veriyor­du. Küçük Hüseyin Paşa, bu çıkışları bir güzel savuşturmayı başarırken, İstanbul'a gönderdiği haberlerde acil ve kuvvetli yardım talebi yapıyordu.
Öte taraftan da, Kandiya kalesinin fethini temin etmek için ele geçirerek nisbeten rahatlamış olduğu Resmo kalesinden silah yardımı ve bunun yanında ordaki toplan, kara yoluyla nakil edip de Kandiya önüne getirme çabasını başlatmıştı. rSâkil işini hayli zorluklarla mücadele ederek gerçekleştiri­yorlardı. Fakat başardıklarında ise Kandiya'nın fethi mukad­derdi.
Venedikliler ise; İstanbul'dan gelecek yardıma geçit ver­memeyi temin için, bütün gemilerini Çanakkale önlerine ve kademeli olarak muhtemel yayılma alanlarına doğru devriye gezdirmekteydiler. Bu sırada ise; Amâoğlu Mehmed Paşa di­ye biri ortaya çıkarak, kapdanı derya olma kulisini başlatmış ve buna da muvaffakiyetle ulaşmıştı. Donanmayı Hümayun, 1648 yılına yeni bir kaptanı derya ile girmişti.
Venedik donanması Çanakkale önlerinde Osmanlı gemile­rinin açık denize çıkmalarını önlemek gayesi ile devriye ge­zerken çıkan bir fırtına Psara ada'ları civarında bunları yaka­ladığında perişan etmiş ve yirmisekiz gemisini deniz adetâ yuttuğu gibi kumandanları Batışta Grimani'de ölüm çuku­runda kalanlardan oldu. Bu Osmanlıların istifade edebileceği büyük bir fırsattı. Kendini toparlamaya çalışan düşman do­nanması, Girid'e lâzım gelen yardımı ve askeri yetiştirmek için gemilerimiz yanlarından bile geçse haydi uğurlar olsun demekten başka bir şey yapamazdı. Ne çâreki; bizimkilerin bu fırtınadan haberleri olup, olmadığı, şüphelidir! Çünkü; düşmanın başına gelen fırtına hasarının haberini alsalardı, hızlı hareket eder onlar kendini bir düzene sokana kadar üst­lerine giderler, denizin darbesi üstüne leventlerin sil'esi de eklenirdi. Fırtına da Ölen Grimani'nin yerine de başka Morisi-ni tâyin edilmiş ve bu amiral, filosunu toparlayarak Venedik­lilerin diğer bir filosu vede amirali Ciakomo Ramo ile birleşti, birlikte kuvvetli bir büyük filo teşkil edip, yine Çanakkale Ön­lerine dikildiler. Amâoğlu (Kör oğlu mânasına gelir) Mehmed ^aşa, Çanakkale boğazında bekleyen Venediklileri görünce
usulca tam tornistan eleyip, boğazdan içeriye kıvnlıverdi. Bu davranışı duyan İstanbul ahalisi, çok kızdı. Bu kızgınlık an­cak, Amâoğlu'nun idamı ile giderildiğinde târihler, 1648/ha-ziranmın/18. gününü işaret ediyordu. Tabii işaret edelimki bunların oluşu sırasında Sultan İbrahim henüz tahtında otu-ruyor ve sıkıntılı günleri çoktan başlamıştı.

Kadırga Mı? Kalyon Mu?


Tersanelerimizde yukarıdaki ara başlıkta sorduğumuz so­nun cevabı bir türlü verilemiyordu. Akıllı biri çıkıpda kos­koca Osmanlı devletisiniz. İkisindende yapınız. Ne çabuk muttunuz? İnebahtıda yakılan donanmamız için büyük vezir Sokullu Mehmed Paşa ne demişti? Ol devlet öyle bir devlet-tirki halatlarım ibrişimden, yelkenlerini atlastan, lengerlerini aümüşten yapar! Oturup, kalyonda yapın, kadırga da, hâttâ mavna'da neyiniz eksikki? Şeklinde bir diskur çekseydi,. Kalyon imalini İsteyenlerin, kafalarını taktıkları husus, Kal­yonlar savaş esnasında rüzgârın tesirinden istifade ederek, kadırgaların üzerine süzülüp, onları çiğnemekteler. Bundan dolayı bu avantajı biz de kullanalım demekteydiler. Kadırga imâlini istiyenler ise, Hazreti Barboros'u vede onun kadırga­larla nice düşman kalyonlarını perişan edip, denizlerin hâki­mi mutlakı olmasına misal olarak bakıyorlardı. Sanki denize tek lâzım olan gemi üstünlüğüymüş gibi.. Hazreti Barboros'u düşündüğümüz zaman karşımıza çıkan adetâ bîr insanüstü-lüktü. Preveze Savaşı esnasında, gösterdiği kerameti mer­hum amiralin kendi hatıratı ifade ediyor. 1649/1656 yıllan arasında Girid savaşı, donanmamızın ademi kifayeti yüzün­den bir türlü zafere ulaşamamış, hâttâ Ada'da vazife yapan Serdar Küçük Hüseyin Paşa, kara kuvvetleri bilgiler ve şeca­ati, gözü karalığı olmasaydı değil Girid'i fethetmek, kötü bir mağlubiyete duçar olabilirdik. Amiral Afif Büyüktuğrul, de­ğerli eserinde Çanakkale'de Boğaz Muhafızlığı komutanlığı ihdas edilmesini, denizcilik de geriye dönerek, Yıldırım Baye-zıd devrine avdet etmiş olduk. Çünkü o sıralarda Boğaz mu­hafızlığı makamı vardı. Demek suretiyle duraklama dönemi­ne, denizcilikte ki gerileme ile girdiğimizi işaret etmekte. İh­das olunan Çanakkale boğaz muhafızlığına Derviş Mehmed Paşa getirildi ve bu zat da hemen Kirte Tepe'ye dört tane top yerleştirmek sureti ile Venedik gemilerini topa tutup, Morto Koyunu ve Karanlık limandan kovmayı başarmak, donan­manın boğazdan çıkışına yol bulmaktı maksadı.
Doğrusu bu tedbir işe yaladı. Donanma toplarınında, Kirte Tepeden yapılan atışlar, Venedik gemilerini önce şaşkına sonrada kendilerini Beşike'ye çekmeye mecbur kıldı. Bu arada da Venedik donanma komutanı mürd oldu. Voynuk Ahmed Paşa; boğazdan çıkıp Girid'e muvassalat etmeğe gi­rişti. Yolda karşısına Venedik donanması çıktı, kesin netice alıcı bir savaşa girmekten imtina eden Voynuk Paşa, işinin mutlaka Girid'e yardımı ulaştırmak olduğunun şuuru için­deydi. Sakız Adasında Anadolu askeri Girid'e takviye kuvvet olarak gitmek üzere hayli zamandır beklemekteydi..
Bu arada nasıl bir emir geldiyse! Veya hangi sebebe müs­tenit olarak Voynuk Ahmed Paşa, Girİd yerine Foça üzerine dümen kırdı. Halbuki kalesi Venediklilerin elindeydi. Eğer Foça'ya girilmek istenirse, giriş yolu üzerindeki bu kaleden açılacak ateşe düşman donanması da karşıdan ateş açtığın­da bizim gemiler iki ateş arasında kalacaktı. Voynuk Ahmed Paşa yanında bulunan Cezayir ve Trablusgarb Beylerbeyleri­ni ve filolarını Midilli'ye sevk etmişti. Ondan sonra Foça li­manına girmişti. Çok geçmediki Venedik donanması geldi, yatmakta olan filomuzu bastı. Kale komutanı da toplarını üs­tümüze tevcih edip, gülleleri savurmaya başladı. Kapdanı Derya Voynuk Paşa, hemen düşman gemisine rampa ederek boğaz boğaza savaşa koyuldu. Diğer gemilerimiz ve içlerinde bulunan yeniçeri askeri, kaptanların hamlelerine, bizim cenkle işimiz yoktur demek suretiyle hem savaşa katılmadı­lar, hem de kaptanları yardıma bırakmadılar. Bu olay üzerine İstanbul'da sadaret değişimi oluyor, Kara Murad Ağa vezare-tiuzma makamına irtika ediyordu. Padişah olsun, ricali dev-I t olsun, Kapdanı Derya makamına bir denizciyi getirmenin lüzumuna inandılar nasılsa!
Bıyıklı Mustafa Paşa Girid adasındaki donanma ile İstan-bula gelmek üzere yola çıkmışken Kapdanı Deryalığa atanan uaydarağaoğlu Mehmed Paşa, iki kadırga ile İstanbul'dan, Girid ada'sına doğru yola çıkmıştı. Takvimler 15/mart/1650 senesini gösterirken, işi denizcilik ve deniz ticareti olan Vene­dik yirmi kalyon, sekiz kadırga ile Çanakkale boğazını tekrar ablukaya almaya başladı. Ancak gerek Abdurrahman Paşa­nın boğaz muhafızlığında Kepez ve Soğanlıtepede mevzilen-dirdiği toplar, düşmanı boğaz civarından uzak durmaya mec­bur kıldığı gibi ablukayı hayli boğaza uzak sularda yapmaya zorluyordu.
Haydarağaoğlu Mehmed Paşa; Girid'e yardım götürmek için harekete geçtiyse de, yeniçerilerin muhalefetiyle karşı­laştı. Truva kıyılarına giderek oradan bulabildiği yardım mal­zemesini alıp Girid üstüne uzandı. 18/şubat/1651'de buraya 157 yeniçeri neferi, bir miktar para ve eşya getirebildi. Kü­çük Hüseyin Paşa; İstanbul'a yaptığı şikâyetin sonucu ola­rak, kapdanı deryanın tebeddülünü sağladı ve Hüsameddin-beyoğlu Ali Paşa makama getirilmişti.
Denizcilikten gelen bu zat, padişaha kalyon yapılması hu­susunda, ısrarda bulunmaktaydı. Kış olmasına rağmen 18 kadırga ile Girid adasına dörtbin asker taşımağa muvaffak °ldu. 13/haziran/1651'de de Girid'e o güne kadar getirilmiş Yardımların en büyüğünü getirdiğinde 30 kalyon, 38 kadırga ve 6 mavnadan müteşekkil bir donanmaydı emrinde olan.
Ali Paşa; Çanakkale Boğazı dışındaki yaptığı keşif saye­sinde düşmanın Anadolu ve Rumeli sahilinde mevzilenmiş toplar yüzünden ablukalarını, pek sıkı ve teşkilatlı şekilde kapamamış olduklarını tesbit etdi. Bu vaziyet karşısında pek burnaz bir tuzak hazırlama cihetine gitdi. Filosunu aldığı gibi hayli güney istikametinde uzaklaşacak, bu sırada Venedik fi­losu Çanakkaleyi abluka için, sahile nisbeten yaklaşınca, ge­rek yerleştirilmiş toplar gerekse, güney istikametinde uzak­laşmış filo, hızla bu gemilerin üstüne gelecek, akıbet Venedik donanması iki ateşarasında kalacaktı. Bu sırada Kara Murad Paşa; Küçük Hüseyin Paşanın yerine Serdar Tâyin edilmişti ki, donanmanın başında olduğu halde, Çanakale'ye gelmişti. Ali Paşa, kaymış olduğu güney sularında Mısır'dan dönmek­te olan onbeş adetlik filoyla birleşmiş ve kuvvetin ehemmi­yeti artmıştı. Kara Murasd Paşa; başında olduğu donanma­nın tanziminde de kalyonları birinci hafta, mavnalar ikinci hat'tı teşkil ederken kadırgalar ise üçüncü hatta dizildiler.
Kara Murad Paşa baştarde denilen gemiden, daha hızlı ve kolay manevra yapabilen, gemilerin arasında kolaylıkla ge-zebilen bir kadırgaya geçmiş böylece de emir ve komuta mevkiini bir mânada da gizlemiş oluyordu ve de, düşmanı böylece adamakıllı şaşırtmayı başarmış oluyordu. Nihayet; 16/mayıs/1654 senesinde, altı saat süren bir savaş meydana geldi Venedik donanmasıyla. Düşman donanmasında gemi sayısı büyük sınıftan olmak şartıyla 26 gemi idi. Başlarında Venedik donanmasının kıymete hâizlerinin arasında mümtaz bir mevkii olan Amiral Giuseppe Delfino komuta ediyorken, yardımcı subayları ise savşlarda pişmiş kişilerdi. Demir at­mış olarak beklemekte olan Venedik filosu, amiralin taktiği­ne göre donanmayı hümayun'un iyice yaklaşmasını temin İçin hareketsiz duracak, yeterli mesafeye gelindiğinde, demir alma yerine demirleri kesmek suretiyle hemen saldırıya ge­çerek, avlarını fena bir şekilde bozguna uğratmayı kuruyor­du, üstelik lodos rüzgârı bunları ümitlendirmekteydi. Bizim gemilerin görüldüğünde tasavvur ettiği gibi bir müddet bek­lemede kalan Amiral Delfino, vaktin geldiğini göz önüne ala­rak, 26 gemisine aynı anda demir kestirip, ilk hattında Ami-
  23 Fransesko Morissini ve emrinde 8 kalyon olduğu halde 'den Murad Paşanın üzerine yürüdüler. İlk top sesleri du-Iduöunda, savaşın kanlı geçeceğini hissetmemek kabil de-"'ldi   Topların ağzından çıkan mermiler, küpeştelerde pathaemilerin çeşitli yerlerinde de rahneler açıyordu. Bu ağır hasar verici bir mücadele olarak görüldüğünden, İki tarafda gözüne kestirdiği düşman gemisine rampa yap­mak suretiyle savaşı sürdürme eğilimine girdiği, saffı harbin sıralarında bir gayrimuntazamlık görünmeye başlamıştı. Meydan muharebelerinde önce iki mübarizin yâni, dövüşçü­nün çıkması suretiyle ve onların aldığı neticenin muhasımlar indinde meydana getirdiği moral tesirin, zaman zaman sava­şın neticesini gösteren âmil olduğu, harb menakiblerini anla­tan eserlerde rastlanan malumattandır. İşte bu misâlin üzere, Venedik kalyonu Akila Doro İsimli gemi, bizin Emîr Reisin saldırısına mâruz kalarak, bizim rampa etmemize mâni ola­mamıştı. Kılıç, kılıca, göğüs göğüse amansız bir cenk Do-ro'da cereyan etdi. Emîr Kaptan plânlı ve programlı olarak, leventlerinin bazılarını, düşman gemisini endaht ettirmekle, yâni patlatmak üzere görevlendirdiğinden vaktin geldiği işa­retini alınca büyük bir ustalıkla kalyonunu Akillo Doro'dan, büyük bir maharet ve hızla ayırmaya muvaffak oldu. Düş­man gemisinde bir tek yiğidini de, bırakmamak suretiyle işi başarması birlikte mücadele yıllarının verdiği tecrübeyi kuv­veden fiile çıkarma olarak kabul edilmelidir. Gemimizin düş­man kalyonunun yanından ayrılmasının hemen peşinden öy­lesine bir infilakla sarsıldıki, sulara gömülmesi dakikalar ile °lqülebilir kısalıkta oldu. Amiral Morosini, sularda boğulma-niakla meşgulken leventlerimiz; onu bu zor mücadeleden nalas edip, gemilerine çektiler. Yine bir başka kalyon kapta-nın"iız İskenderiyeli Mehmed Reis'in gemisi, ürsula Bona enture adlı Venedik kalyonuna rampa etmiş, Emîr Reis'in rampasında meydana gelenler bu rampada da yaşanarak, Bona Venture'de Morosini'nin Akillo Doro'nun akıbetine uğ­radı. Çok geçmediki Trablusgarb'dan gelen gemilerimiz bir Venedik kalyonunu esir etmeyi başardılar. Bütün bunlar olur­ken; güney istikametinde uzaklaşma taktiğinden hareketle, Ali Paşa yanında Mısırdan gelen filo ile birlikte kıyametin adetâ koptuğunun resmi olan, muharebenin yapıldığı sulara doğru hızla kaydı ve Venedik gemilerinin, diğer bordaları üzerine yüklenmeğe başladı.
Plân tutmuş, düşman iki ateşarasında tutulmuştu. Vene­diklilerin San Giorgi adlı kalyonu kumanda forsunu taşımak­ta olup, daha önce batmış gemilerden kurtardıklanyla hayli kalabalıklaşmıştı. Bunların hesabı Osmanlı Donanmasının amiral gemisini yakalamak ve donanmayı mağlubiyete du­çar etmekti. Halbuki Kapdanı Derya Kara Murad Paşa, de­nizci olmamakla beraber, önce cesur bir insan idi. Peşinden tecrübeye büyük saygı duyan anlayışa sahipti. Reislerin söy­lediklerini yabana atmıyor, icabında onların tavsiyelerini, bir cengâver olarak daha da mükemmel eştiren ilâvelere aklı eri­yordu.
Bu sebebden dolayı, kendisi amiral gemisinde olmayıp, daha hareketli bir kadırgada bulunuyordu. Buna rağmen Mu­rad Paşa gemilerin çoğunu, amiral gemisine sataşanlara göndermişti. San Giorgio üstüne gelen gemileri görünce ya­nındaki kadırgalardan ayrılıpda kurtulma yolunu aramaya başladı. Ancak çıkan dalgalar hasar gören bu geminin direk­lerinin kırılmış olması, dümen mekanizması ise komuta din­lemez bir arızaya girdiğinden, hem gemilere komuta edemez hâle düşmüştü hem de, başının çâresine bakma vaziyetine gelmişti.
içindeki muharipler, Osmanlıya esir düşmektense, ölümü seçmişlerdi. Bu bakımdan San Giorgio kaçamak dövüşüyordu iyi bir su yolu bulup, firara bakıyordu. Kendisine takılan qemiler beş taneydi ve Güney cihetinden, savaş sularına gel-rnİş bulunan Ali Paşa, bunların üzerine rota tutturdu. Bu beş nemiden her biriyle savaştı. Onların birini sakatladı, birini zaptetti. Bir diğerini batırdı, bir kalyon aldığı yaralar yüzün­den kendikendine battı.
San Giorgio ise bu kadar gemi batıra batıra gelmeye çalı­şan Ali Paşanın elinden kurtuldu. Kapdanı Derya Murad Pa­şa, düşmanın geri kalan bütün gemilerini yok etmek gaye­siyle takip altına aldı. Fakat çıkan pek büyük bir fırtına do­nanmamıza bunları yakalama imkânı bırakmadığı gibi fırtı­na, herkesin kendi başının çâresine bakması gerektiğini ha­tırlatır azametteydi. Fırtına sonrasındada Kara Murad Paşa; Foça limanına uğradı.
Orada işe yarar ne bulduysa gemilere yükleyip, ver elini Girid dedi. Girid'e vusulünde gazilerin sevinci görülecek manzaraydı. Kara Murad Paşa; sadnazam olarak nasb edildi­ğinden kapdanı deryalık Zurnazen Mustafa Paşaya tevcih olundu. Tabii bu zâtında denizci olmadığını söylemeye gerek yok herhalde. Bu Paşa; Kara Murad Paşa gibi yapmak iste­diyse de, meşverete önem verip deniz üstadlarına değer ver­mekle beraber cesareti medeniyesini Kara Murad Paşa sevi­yesinde tutamadığından, bir çok işi yarım bırakıyordu. Düş­manla çarpışıyor. Onları zor duruma düşürüyorsada, bitirici saldırıyı yapmaya cesareti kâfi gelmiyordu. Girid Adasına yardım götürme yerine İstanbul'a avdet etmeyi tercihi göre­vinin elinden gitmesine sebeb oldu.
29/mart/1656'da vazife Halep Valisi Mustafa Paşaya veril­di. Bu Paşa, daha tersaneyi gezerken işin kendine uygun ol­madığını gördü ve en kısa zamanda da 1656 mayıs ayının 4. günü Mısır'a vali olarak kendini tâyin ettirmenin yolunu bul­du. Amiral Büyüktuğrul merhum, bu adamı târih, Kaçak Mus­tafa Paşa diye andığını, değerli eserinde zikretmekten kendi­ni alamamış. Muhterem okurlarım; Yılmaz Öztuna Bey; Os­manlı kapdanı deryalarının vazife alma listesinde, 71. kap­danı derya olarak eski sadrıazamlardan Kara Murad Paşa'yi zikreder ve 1 l/mayıs/1655'de yine sadarete yükselmesiyle son bulduğunu yazar. Akabindeki kapdanı derya olarak Telli Mustafa Paşa olup, bu 72. olarak vazife alan zât'ın, görev sü­resi ongun sürer ki; Büyüktuğrul âmiralim'in bahsettiği, Ka­çak Mustafa Paşa olarak anılan bu Paşa olmalıdır -73. Kap­danı derya olarak, daha sonra sadnazamlığa da getirilecek olan Zurnazen Mustafa Paşa'nin geldiği görülürki, bu zâtın 21/mayıs/1655'de aldığı görevide, 10 ay, 10 gün son-ra30/mart/1656'da bırakmış görüyoruz.
74. kapdanı derya olarakda listede 30/mart/1656'da vazi­fe alıp, 1 ay, 15 gün sonra, 4/mayıs/1656'da makamı, Topal Sarı Kenan Paşa'ya devreden Kara Mustafa Paşa'ya rastlıyo­ruz. Görüldüğü gibi deniz devleti olması gereken Osmanlı devletinin birbiri ardına ve umumiyyetle denizcilikden yetiş­memiş kişilerin idaresine verilmesi, acaibü'l garaibdendir de­sek yeridir.
Halbuki; Girid gibi bir mühim tabii üssün fethine teşebbüs etniş gücün ihtiyacının deniz kuvvetleri olduğu aşikârdır pek teessüf olunmalıdır ki; bu durum, asla ihmal götürmez bir ehemmiyetle ele alınmalıydı, ne varki öyle olmadığı apaçık ortada! 75. Kapdanı derya olarak iş başı yapan, Topal Sarı Kenan Paşa, Girid Adasına 30 kalyon, 10 mavna, 40 kadır­ga, 20 beylik gemisi, ayrıca gemilere bindirilmiş hayli sayıda kara askeriyle yola çıktı. Güçlü bir görüntü sergileyen do­nanmayı hümayun teçhizat bakımından hayli eksik halde idi. Tam tersine Venedik gemileri, denizci milletin gerektirdiği güç ve zindelikte idi. Lazzaro Mocenigo, Antonio Barbaro, Pi-
Contar, Guiseppe Morisini gibi amiraller görevleri başın-bilmem kaçıncı defa leventlerimizin karşısına çıkıyorlardı. Bizim gibi zırt pırt kumandanı değiştirme yoluna gitmiyor-ı rdı Venedik donanması dediğimize bakmayın bu deniz kuvvetlerine bunlar buz gibi haçlı donanması olup, bu sefe­rinde de Malta şövalyelerini de aralarına almışlardı. 26/hazi-ran/1656'da Çanakkale önlerinde iki donanma karşılaştığın­da düşmanımızın gemileri, Morto Koyundan, Karanlık Lima­na kadar olan deniz sathında bir hilâl görüntüsü içinde saf tutmuştu. Lazzaro Mocenigo ortada yer tutarken, Barbaro ve Contari'yi yanlarda görüyoruz. Morisini arka safı, Malta Şö-valyeleriyle birlikte teşkil etmişleridi.

Bizimkilerin Hâli!


Eski savaşlarda yaptığımız gibi, kalyonlarımız ön safta mavnalar ortada, kadırgalarımız ise, en arka safta dizilmiş­lerdi. Gemilerin idaresi denizcilerde olmakla beraber, harekâ­tı askeriye yeniçeri ve kara askerlerine bırakılmış olduğun­dan, emir ve komuta zinciri bir parçadan da öte karışıklık içindeydi.
Nitekim; böyle olmanın mahzuru az sonra kendini göster-rneye başladı. Savaşı göze alan iki donanmanın, hedeflerinin ne olduğuna bakacak olursak, haçlılar donanmamızı Çanak­kale boğazından Ege'ye çıkartmamak dolaysıyla hem ticaret yollarını Osmanlı talan harekâtından muhafaza etmek hem de Girid'deki hristiyan savunmasına güç katmak için, Os­manlı askerinin her çeşit takviye almasını önlemekti.
Bizimkilerin ise; Girid'e gidip, yardım ulaştırarak fethin bir gun önce tamamlanmasını temin etmekti. Savaş; uzak me­safeden yapılan top atışlarıyla başladı. Rüzgâr düşman do-nanması üzerine yelken dolduracak şekilde esmeye başladı.
Durum hava ve deniz avantajı bakımından rakibimize gülü­yordu. Önceki savaşlar esnasında, boğazın rumeli ve anado-lu sahiline yerleşmiş topların, düşmanın ftöğazın içine kadar girmesine engel teşkil edemediği görüldü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen topların caydırıcı olamamasının cevabı henüz bulunmadı üçyüzelli küsur yıldan beri..
Maalesef Kenan Paşanın komutasındaki donanmamız, Gi-rid'le ilgili deniz savaşlarının hiçbirinde bu seferkinde olduğu kadar perişan olmamıştı. En büyük düşman ise, gemilerimiz-deki yeniçeri oldu. Bunlar deniz alışkanlığı olmadıklarından, gemilerin ya savaş alanından kaçmasına yahut baştan kara edip, sahile çıkmaya zorladıklarından, mağlubiyete duçar ol­duk. Başarı gösterebilen gemilerimiz, ya içinde kara askeri olmayan veya reise bıçağını çekmeyenlerin bulunduğu ge­miler oldu.
Bu savaşın kaybının en feci tarafı, Çanakkale önierine pek uzak olmayan Midilli'yi Venediklilerin ele geçirmesi yanında Bozcaada'da aynı akıbete uğramıştı. Allah'dan haçlılar, bu fırsatı değerlendirme hususunda kısır kaldılar. İstanbul üstü­ne boğazdan süzülseler idi, İstanbul'un işi hayli tehlikeye bi­nerdi. Mektep kitaplarında denize bakan surların, düşmana heybetli görünmesi için badana yapılması, alınacak ilk tedbir arasında sayılmıştı. Neyse ki; Köprülüler devrinin başlaması­na az kalmıştı. Girid'in devamını o safhada okuyacağız.

Bulgurlu Savaşı


Bu eserin yazıldığı sırada yâni 1980'lerden sonra başlık yaptığımız Bulgurlu, artık İstanbulumuzun meskûn mahalleri arasında yer aldığından bundan böyle bu bölgede yerleşen İnsanların bulundukları arazinin hiç değilse 1650'li yıllarda kjr meydan savaşına şâhid olduğunu bilmeleri için ayrı bir Önem atfettik bu açıklamadan sonra gelelim vakayı anlatma­ya:
"Daha önceki satırlarımızda sipahilerin ve içoğlanların, ye­niçerilerle yaptıkları mücadelede pek feci şekilde kırıldıkları­nı anlatmıştık Bu vakanın adının Sultanahmed Vakası adı ol-duğunuda hatırlattıktan sonra bu olayın üzerinden geçen dö­nem içinde sipahi askerine yapılan bu, katliam Anadolu'da büyük bir üzüntü husule getirmişti. Gürcü Nebii ve Katırcıoğ-lu yanına topladığı seksenbin nefer eşliğinde isyan etti.
Hedef olarak İstanbul'u seçti ve yürüyüşe geçti. Üsküdar'a gelene kadar elli kadar büyük yerleşim merkezlerini yağma­ladı. Ahalisine eziyetleri tahammül edilmez derecelere vardı. Nihayet, İstanbul'un Anadolu yakasında bulunan Bulgurlu ve Çamlıca yakınlarında, ordugâhlarını kurdular. Saraya gön­derdikleri dileklerinde yetmiş kişinin idamını ve Halep valili­ğini isteyen Gürcü Nebii, bu talebleri yerine getirilmediği tak­dirde savaşın kaçınılmaz olduğunu bildirdi. Tabii ki hiçbir devlet böyle bir tehdid karşısında kaldığında ne yapar bile­meyiz amma, İslâm ahlakıyla mücehhez bir devleti temsil eden Osmanoğulları devleti, anlayacağı tek dil, kılıç teklifine karşı kılıcını gösterecekti.
Onlar da öyle yaptılar. Devleti âliyye; Defterdarzâde Meh-med Paşa komutasında hazırlanan birlikler teşkil edildi. Bu birliklerin sayısı hiçde Gürcü Nebii'nin kuvvetlerinin sayısın­dan az değildi. Çamlıca eteklerinde karşılaşan iki ordu, birbirine kılıç sallamaya başladıklarında kardeş kavgasını başlat­mış oluyorlardı, böylece de, müslümanlar kardeştir nazmı ilâhisini yine mü'min kimseler ihlâle tevessül etmişlerdi. Çar­pışmalar pek kanlı şekilde sürmekte iken Murad Paşa devlet askerine yardıma yetişti. Zaferin padişahın askerinde kalma­sına yetti bu yardım.
İsyancılar ümidleri kalmayınca her biri bir tarafa dağıldılar. Dört saat süren savaşın nihayetinde meydan her iki müslü-man gurubun ölü ve yaralıları ile dolmuştu. Pek enterasan-dırki; isyancılarla yapılacak savaşı, o dönem İstanbul ahalisi, yapılacak bir müsabakayı temaşa edecekmiş gibi pikniğe çı­karcasına arabalara doldurdukları aile efradları ve yiyecekle­ri, içecekleri ile birlikte meydana gelecek çarpışmaların ra­hatça görülebileceği alanları doldurduğu görüldü. Neyazık değilmi?
Müslümanlar birbirini kırarken böyle bigâne olmak ne ka­dar acı! Dini mübin'in istikametinde bir devlet olan Devleti âliye'ye isyan edenler, dinen doğru olmayan davranışa imza atmışlardır. Bunların cezalandırılması elbette devlet olmanın gereğidir. Sükunet, isyancıları tesirsiz hâle getirmenin peşin­den gerçekleşeceğinden, önce bunları yenmek lâzımdır. Bu vakada görülen odurki; isyancı güçler Anadolunun büyük bir kısmını ezerek gelip geçmişler, devletin merkezinin kapısına dayanmışlardı. Artık burada devlete sahip çıkmayan zihniye­tin, asilere dur diyecek meziyet karşısında hiçbir ehemmiyeti olamaz. Biz; asırlar sonrasında Çamlıca eteklerinde aynı mil­letin evlâdlarının, birbirini boğazlamasını seyredenleri de asla tasvib etmiyoruz. Yalnız suda âyân oluyorki, her devirde <ya-şasin! Kim? O daha belli değil zihniyeti geçerliymiş.
Neyse; biz Bulgurluda isyancıların mağlup olup, dağılma­larının ardından padişah ordusunun kışlalarına çekildiğini bil­direrek bu vakaya noktaya koyalım.

Devletin Siyaseti


Görüldüğü gibi Padişah küçük yaşta olduğu için Kösem Valide Sultan bir nevi vâsi gibi ülke yönetiminde rol oyna­makla beraber, dinimizin ve işlerin muhtacı mecburiyyet kıl­dığı, istişareye baş vurduğu mutlaktır. Tabii bu istişare ve ic­ra heyetini teşkil edenlerin arasında sadrazamın yeri, her hal­de bir numarayı gerektirir.
Kaptanı Derya, Yeniçeri Ağası, Reis'ül Küttab, yâni harici­ye nâzın ve Nişancı, Defterdar gibi kimseler bu istişare ve ic­ra mekanizmasının uzuvları idi. Bilindiği gibi Sultan 4. Meh-med devri çok inişli çıkışlı bir dönem olduğu gibi ayrıca pek-de uzun bir zaman dilimini 44 yıl gibi bir bölümü kapsar. Şimdi bu uzun dönemde padişahdan sonraki adam olan sad-nazamların ad ve vazifede kalış müddetlerine birde akıbetle­rine sırasıyla atfu nazar eyleyelim: 4. Mehmed'in Sadrıazam-ları Mevlevi Sofu Koca Mehmed Paşa; 4. Mehmed'in sadaret makamında bulduğu sadrazamdır. Bunu görevinde ipka et­miştir. 1648 yılında Sultan İbrahim'in son günlerinde isyancı­lar tarafından sadnazam tâyin olunmuştur. Sultan İbrahim bir çıkış yolu olarak kabullenmiştir. Yukarıda yazdığımız veçhile padişahın cellâtları arasında yer almış olan Sofu Mehmed Paşa, makamı sadaretten 1649/mayısında azledilmiştir. Da­ha sonra boğdurulmuştur. Boşalan makama 1650 senesinin 8. ayına kadar sürecek 1. sadaretiyle Kara Murad Paşa geti­rilmiştir. Bu sadaret süresi 14 buçuk ay sürmüş, yerine 4. Murad'ın damadı Kaya Sultanhanımın kocası olan Melek Ah-rned Paşa gelmiş bunun dönemi de, bir seneyi bir kaç gün geçene kadar sürmüştür.
Yine damadlardan olan Sîyavuş Paşa 1651 senesi 8. ayın­da sadrıazam oldu. Ancak bu süre 45 günü ya buldu ya bul­madı! Siyavuş Paşanın bu kısa sadareti peşinden, nöbetin Gürcü Mehmed Paşaya geldiği görüldüki Haziran/20/1652 Gürcü Paşanın sadaretinin bitiş tarihi oldu. Bunun dönemide dokuz ayı aşmadı. Tarhuncu Ahmed Paşa da, 9 ay 1 günlük sadaretine iş başıyaptı. Koltuğu boşalttığında tarihler, 21/mart/1653'ü göstermekteydi. Derviş Mehmed Paşa; Sul­tan 4. Mehmed'in 7. sadrazamı oldu. Ancak sadaret müdde­ti, 1 sene, 7 ay, 1 hafta sürebildi. 8. sadrazamda bir damad idi ve adı tbşir Mustafa Paşa idi. Sadareti 6 buçukay sonunda nihayet buldu. Mayıs/1 1/1655'de, Kara Murad Paşa 3ay/9gün sürecek 2. sadaretine getirildi. Damad Süleyman Paşa; Kara Murad Paşanın 2. sadaretinden sonra 19/ağus-tos/1655'de sadrazam yapıldı. Bunun müddeti de, 6 ay, 10 günde tamamlandı. Efsane adamların arasında pek önemli yeri bulunan Deli Hüseyin Paşanın, sadareti, tam 6 ay sürdü. Bitiş tarihi, 5/mart/1656 oldu.
Peşine yapılan tayinle Zurnazen Mehmed Paşa Osmanlı tarihinin en az makamda kalan sadnazamı oldu. Bu sadaret, tam 4 buçuk saat sürmüştü. Aynı gün yapılan diğer bir tâ­yinle; 1 ay 22 gün sürecek sadaretine 2. defa olmak üzere damad Siyavuş Paşa getirildi. 26/nisan/1656 tarihi Boynu-eğri Mehmed Paşanın sadarete tâyin gününü teşkil etti. Bu zâtın sadareti de, 4 ay 19 gün devam ederek, 15/ey-lül/1656'dan, 30/ekim/1661'e kadar sürecek 5 sene, 1 ay, 15 günlük veziriazamlar arasında mümtaz bir mevkii olan Köprülü Mehmed Paşanın sadareti, 4. Mehmed'in 15. sadra­zamı olarak gerçekleşti. Yine uzun bir sadaret dönemin; kap­sayan Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı 3/ka-sım/1676'ya kadar 15 sene, 4 gün sürdüğünü görüyor ve Sultan 4. Mehmed'in 16. sadrazamını idrak etmişiz ve aynı zamanda ilmiyeden gelen, Fazıl Ahmed Paşanın sadaretini; Osmanlılığın ömrüne bereket katan dönemlerden saysak ye­ridir.
ecr i zâtın vefatı üzerine, bu aileye damad olmuş ve bu aile-etiştirilmiş bulunan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kaim-"" derinin yerine sadaret makamına oturmuş ve 7 sene, 1 12 aünsüren ve 15/aralık/1683'de biten sadaret boğularak öldürülmesini de getirmişti. 2. Viyana kuşatmasının aynı zamanda serdanydıve burda ademi muvaffakiyet, hayatının onunu getirirken, Osmanlı devleti de, duraklama devrini belkide bu yıl tamamlamış oluyordu bir bakıma!
Kara İbrahim Paşa'nın sadareti; idam edilmiş bir sadraza­mın peşinden gelmiş 15/arahk/1683'de başlayıpda, 2 sene 4 qün devam ettikten sonra, 18/arahk/1685'de sonuçlanmıştır. Bu zatın arkasından Boşnak Aynacı Sarı Süleyman Paşa sadrıâli olmuş ve 1 sene, 9 ay, 6 gün sonra sadaretten infisal ettiğinde tarih 23/eylül/1687'yi göstermekteydi. Abaza Siya­vuş Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın diğer bir damadı olup, 5 ay, 9 gün süren sadaretinden 2/mart/1688'de 4. Mehmed'in 20. sadrazamı olarak ayrılmıştır.
4. Mehmed'e son sadrazamlığını bu zat yapmıştır. Böylece tahta geçmiş olduğu 8/ağustos/1648'den, 8/kasım/1687 ta­rihine kadar tahtı Osmanide geçen müddeti 39 sene, 3 ay, 1 gündü ve bu uzun sayılan saltanatında yukarıda yazdığımız 20 sadrıazamla çalışmıştır.

Vakai Vakvakiye


Bu vaka; Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birini teş­kil eder. 4. Mehmed'in 8. sadrazamı, Damad İbşir Mustafa Paşa döneminde vukubulmuştur. 1654/arahk ayında sadare­te getirilince hemen kendine has, sert ve kan dökücü idaresi sadece ahali tarafından değil mesai arkadaşları sayılan her bakamdaki devlet ricali tarafından endişe içinde takip olun­makta, hiç kimse hayatından, malından ve işinden emin olmaz duruma gelmişti. Korkuyla ömrün geçmeyeceğini idrak eden bazı fedakâr kimse, başlarında dolaşan bu zalim, zâlim olduğu kadar adaletsiz idare yapmış olduğu zulmün zirvesine çıkınca, zevali de başlamıştı. Sosyoloji ilmi, târih gerçekleri içinde hüküm olarak bizim söylediğimizin dışına düşecek bir hüküm vermemiştir. Bu anlayışa ve uygulamaya karşı çıka­cak kimseler beklenmekteydi ve bekleme fazla gecikmedi. Damad İbşir Mustafa Paşa, mührü alalı daha altı ayın doğ­masına az bir zaman kalmıştı ki, yeniçerilerin bir yerden et­kilendikleri görüldü. Şimdi bu insanın içini dışına çıkartan davranışların sergilendiği bu vakayı, Ali Sabri beyin 1910 yı­lında kaleme aldığı lise talebelerine mahsus "Osmanlı Tari­hi" adlı eserin 422. sahifesinden sadeleştİrerek sunmaya ça­lışalım: "Bizde bir kötülük hissedildiğinde akla gelen birinci eylem hemencik, makamı sadarette bulunan şahsın değişti­rilmesi işlemine girişilir. 4. Mehmed devri bu tarz sadaret de­ğişiminde belki en çok rastlanılan devir dense pek yanlış ol­maz. Vakai Vakvakiyenin husule geldiği dönem olan 1655 senesi/nisan sonlan İbşir Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı dö­nemine rastlarki, bu zat 4. Mehmed'in yedi yıl içinde çalıştığı 8. sadnazamiydı. Yapmakta olduğu pek sert hükümet sür­meye ilaveten, paranın mâkul ayarında yapılan eksiltmeler, diğer bir deyimlede zuyuf akçanın piyasaya sürülmesi, ma­aşların pek geç ödenmesi, Girid'de savaşmakta olan askeri­mize yardım ulaştırılamadığından orada aç kalmalarına se­bebiyet vermek eklenince tabiiki hemen yukarıda söylediği­miz klâsik tedbir olan sadrıazam ve kadrosunun tasfiyesi ameliyesine teşebbüs olundu.
Bu durumdan şikâyetçi olan asker, esnaf ve ahali gönder­dikleri bir dilekçe ile vaziyetin müsebbibi gördükleri, devletin ileri gelenlerinden otuz kişinin adını verdiler. Bunların kellele­ri düşürüldümü işlerin düzeleceğini ileri sürdüler. Padişah bu |istedende  npcenleri istemeye istemeye vermek mecburıyerstede şunlar vardı: Darüssadeağası, Valide başağasi,  ValideSultan nedimlerinden bir kaç kişi ile bunnımları gibi kimselerdi. Bu insanlara uygulanan ınfaz-onr Sultanahmed meydanında bulunan çınar ağaçlan­ıldılar. Efsaneye göre; insandan meyve veren bir ağacın  olan Vakvakiye ağacınında bu vakaya ad olduğu görül-a" " Yukarıdan beri padişahın sık sık sadrazam değiştirdiğini belirtiyor ancak bunun sebeblerine temas ederken ağaların "dareye bir organizasyon dahilinde te'sir ettiğinden dem vur­madık. Bahse konu ağaların başlıcalan arasında; Bektaş Ağa, Murad Ağa ile Muslihiddin Ağa ve Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kâhya bey, adıyla anılan Mustafa Çelebi'ki Kul Kâhya­lık mevkiinde bulunarak, neredeyse fiilen padişahlık yapa­cak kerteye gelmişti. Bunlardan Bektaş Ağa, bir yeniçeri ne­feriyken, sistemin gereği terakki etmiş, yeniçeri ağası olmuş­tu. Bu makam olduktan sonra büyük vilâyetlere, kubbealtı vezirliklerine, kaptanı deryalığa terfi etmeği yakalamak mümkün hâle gelirdi. İşte Bektaş'ı bu makamlardan hiç biri­ne tâlib olmayan kimse olarak görüyor, sadece eski bir yeni­çeri, adetâ yeniçeri şeyhi olarak kalmayı, ancak maaşını Pa­şa seviyesinden alma şartıyla tercih etmişti. Bektaş Ağa'nın; yukarıda saydığımız makamlara eğilim göstermiyerek, mev-cud haliyle kalmasının esas sebebi, Muslihiddin Ağa'nın ye­niçeri ocağında elde ettiği tesiri ve kuvveti dengelemeye dö­nüktü.
Muslihiddin Ağa Sultan 4. Murad'in iltifatlarına nail olmuş,
ıst'şare erbabı olarak kabul edilmiş bulunduğu içinde bütün
yeniçeri arasında görüşleri pek önem arz eden kimseydi. Ye-
'Çerilerin bir çoğu, terakki edip vilâyetlere kaptanı derya'lı-
ga gotiklerinden, başkent İstanbul'da kalmayı tercih etmekte
olan Muslihiddin Ağa burada en eskiliği pek güzel kullana­rak, makam ve mevkii dağıtmada bundan dolayı da para toplama başarısı gösteriyordu. Bektaş Ağa bu avantajlı Mus­lihiddin Ağayı yalnız bırakmamak için, Yeniçeri Ağalığını bı­rakmış yerine de evlâtlığı Kara Murad Ağayı seçtirmişti. Yal­nız bu iki ihtiyar arasında, Muslihiddin Ağa namına farklılık­lar vardı. Meselâ: Muslihiddin Ağa, Bektaş'a nazaran çokçok akıllı, vatanperver ve iyilik sever bir kimseydi de.
Buna karşılık Bektaş Ağa; sadece para toplayıp, zevkü se­fada yemeği düşünen, her nev'i cinayete şerik olacak bir ta­biat sahibiydi. Bektaş'm evlâdlığı Kara Murad Ağa; bütün mevcudiyetiyle tam bir yeniçeri zorbası idi. Bu vaziyeti sadrı-azam oluncaya kadar sürdü. Girid savaşına gittiğinde adetâ bir Zaloğlu Rüstem kesilmişe benzedi. Demekki yaradılışında var olan iyiliğe inhimaki yavaş yavaş kendisine hâkim olma­ya başlar. Kösem Valide Sultan'ı itaat içinde sayar, emrini yerine getirirdi. Bu mevkie Bektaş Ağa'nin yardımıyla gel­mişti. Çünkü devrin sözü geçen yegânesi, bu Bektaş Ağa idi. Bazı dilbazlar, o devire "Bektaşiyân Devri" ismi koymuşlar­dır. Birbirlerinin güç ve makbuliyetlerinin derecesini takdir etmiş bulunan Bektaş ve Muslihiddin Ağa'lar müştereken ha­reketi uygun bulmuşlar, diğer saydığımız ağalar ise, bu iki güç merkezine ilk zamanlar, itaat içinde kalmayı yeğlemiş­lerdi. Siyasi hayatta; rakibinin yanlışlarını söylemek er kişi işidir. Kirli siyaset ise, rakibin bütün yanlış ve kabih davranı­şlarını parlak sözlerle methetmek gerektirir.
Bunları yapan kimse mutlaka bir gün, mâlik olduğu des­tek ve güçlerden mahrum kalacaktır. Buna bağlı olarak Mus­lihiddin Ağa, Bektaş Ağanın münasebetsizliklerini, öve öve bitiremiyor uçurumun kenarına yavaşça iteliyordu. Öte yan­dan bahse konu ağalardan biri olan, Kara Çavuş, bir icra ale­ti idi. Kes dersen keser, vur desen vurur biriydi. Kara Mura mevkii sadarete getirildiğinde Kara Çavuşda lonca'yı ktı   Adetâ yabancı oldu. Kâhya Bey'e gelince; epeyi bir Hdet sonra gerek Bektaş gerekse Muslihiddin Ağaları göl-,    bıraktı. Sadnazamların uşak gibi kullanıldığı bir devir a bu Kâhyabey dönemidir desek yeridir. İstediği şekilde h'kümete yön vermeyi bildi. Kösem Valide Sultana daha a râkib olma durumuna gelen, 4. Mehmed'in validesi Turhan Sultan tarafında vaziyet alan Kâhyabey, nâmıdiğer Mustafa Çelebi'nin, çocuk padişahın buluğa ereceği döneme kadar adeta padişah vekilliği yaptı. Valide sultanların devle­tin önemli güç merkezlerini ellerinde tutan bu adamlarla ister istemez işbirliği yapmaları gerekmekteydi.
Herhalde başka ülkeden idareciler getirilemeyeceğine gö­re, elde bulunanlarla ülkenin idaresi çaresine bakılacaktı. Ta­bii ki; burada ortaya koymamız gereken önemli bir hususun; iyi anlaşılması lâzım. Bilindiği gibi Yıldırım Bayezid adına, devlet adamlarının, kahraman bir şehzade olan Yakup Çelebi'yi izale etmeleriyle başlayan taht kavgası, Sultan Fâtih'in oğullan 2. Bayezid ve şehzade Cem arasında hayli pahalıya mal olacak çekişmelerle devam etmiştir. Cem'in Avrupa ma­cerası, Osmanlı devletinden; yürekler paralayan istimdad feryatlarıyla müslümanlann yardımına koşma isteklerini haykıran Endülüslülere Cem'in papalığın oyuncağı olması yüzünden, uğradığımız şantajlar münasebetiyle merhem ola-
Kanuni Sultan Süleymanoğullarının taht mücadeleleri, da-a sonraki şehzadelerin tahta çıkma iddiasında bulunurlar •ye ülkenin çeşitli yerlerindeki devlet görevlerinde istihdam
ilme geleneğinden vaz geçip, sarayda gözün önünde, ka­rkasında ve kısıtlı ortamda yaşamalarını sağlamayı ter-
' artık padişahların ehil olmasını mecburen ortadan kalaırrniştı.
Her ne kadar Sultan 1. Ahmed; hanedan büyüğünün tahta geçmesi hukukunu kaim kılınca, bu tehlike geçti zannına ka­pılırken, validelerin benim oğlum padişah olsunun mücade­leleri hemen başlamıştı. Delidolu, ülke idaresine padişah olan Sultan 1. Mustafa'yı taht'tan indirip, Genç Osman padi­şah yapılınca şehzade analarının mücadelesi yeniden günde­me gelmeye başlamıştı. Bunların en önemli zirvesini bahset­tiğimiz senelerteşkil eder.
Tâ ki, Köprülü Mehmed Paşa vezareti uzma makamına gelene kadar. Diğer bir tesbitle de meşkûk bir olay sayılması gereken Kösen Vâlide'nin şehid edilmesi, Turhan Validenin harem'in tek hâkimi olacağı döneme kadar devam ede gel­miştir, bu netameli kadınlar ve ağalar saltanatı denilen dö­nem! Eğer Valideler; bu zorbalara güleryüz göstermeyip, on­ların isteklerini yerine getirmeye çalışır görünmeleri ve bun­ların da birbirerine düşmesini sağlayan, bilerek veyahut kendiliğinden neydana gelen politika sayesinde, bu zorbala­rın, taht'a göz dikmelerini akıllarına düşürmemeleri, takdire şayan bir idare şeklidir diye bir tesbitte bir iddiada bulunuyo­rum.
Osmanlı devletinin 1596'daki gelir gideri arasındaki fark gelirin fazlalığna uygun idi. Ağalar ve kadınlar saltanatı is­mi verilmiş de/rede bu vaziyet ters dönmüş, gider gelirden çok daha fazla hâle gelmişti. Devletin her bölümünde olduğu gibi askerlere ,/apilan tahsisatta da bir çok suistimaller olu­yordu. Aylıklar deftere göre çıkıyor, meselâ defterde 800 bin kuruş yazılı, ismler ve yövmiye mikdarı doğruysada, defter sahtedir. Adlaıın bir bölümü uydurmadır. Hazineden çıkan 800 bin kuruşın anca 300 bini sahibini bulur, geri kalan 500 bin kuruş, ağclar arasında taksim olunurdu. Bu taksimden ağalar milyoner olurlar, fakat doymak bilmezlerdi. Dönen her işe müdehale edip, para kazanmağa çalışırlardı. Bir savaş zuhurunda defterde kayıdı bulunan 60-65 bin civarı olan isim sayısı meydanı harbe ancak bu rakamın yansı bir sayı ile git­mek üzere toplanırlar, bundan da asla sıkılmazlardı. Zengin kimseleri daima tehdid altında bulundurup, muntazaman ha­raca bağlanırdı. İstekleri karşılamayan olursa bir iftira yapıla­rak hanesi söndürülürdü. Tabii bu muamelât nüfuzlu kimse­lere tatbik olunurdu. Diğer kimselere bunlar gereksiz olup, zorbalarına haber gönderip, adresi bildirirler, zorbalar ve hay­dutlar haneyi önce basarak yağma eder, bilahire tutuşturup yakarlardı. Çünkü bahaneleri pek çoktu. ! Vergi tahsili husu­sunda bir misâl olarak, Mizancı Murad beye ait Ebul Faruk; adlı tarih çalışmasının 6. cildinin 147. sahifesinden alıntı yapalım:
"Boyacı Hasan Ağa Rumeli'de vazifelendirilir. Erkeklerin ortadan yok olduğu bir kasabada kadınlara işkence yaparak para toplama yoluna sapar. Kadınların boyunlarına halkalar geçirir. Zincirleri halkalardan geçirerek birbirlerine rapt eder. Yüzlerce kişilik bu kafileyi hem yürütür, hemde değnekle dövdüre dövdüre, kırda bayırda dolaştırır. Bu işkenceye da­yanamayan bir kadın ölür. Değnekçi; Boyacı Hasan Ağa'ya müracaat ederek zincirin anahtarını ister ki halkayı bağlı ol­duğu zincirden çıkarabilsin. Ne varki bu isteğe Boyacı Ağa yanaşmaz ve Bırak kalsın sürüklesinler cenazeyi, az sonra çürür ve kokusu tahammül edilmez hâl alır. Bundan kurtul­mak içinde belki para vermeye razı gelirler. Der. Müracaatı­nın red edilmesine içerliyen değnekçi de, zincirdeki halkanın bağlı olduğu merhumenin, boynunu vücudundan ayırarak sı­radan çıkarmanın yolunu bulur." Bu alıntıdan anlaşılan şudur ki; böyle zalimane davranışları irtikâb edenlerin sonunun, se­lâmet olmayacağı ne kadar âşikârisede, hanımları bırakıp gi­den erkeklerin durumları hiç bir çuvala sığacak adetten ol­madığını da kabul etmek lâzımdır. Hâzin bir numune olarak şu vakayı da arzederek, devleti âliye'nin sürüklenmiş olduğu hâzin durumu nakle son verelim: Yine Murad bey'in adı ge­çen eserinin 149. sh. de ".bir aralık Venedik Donanmasının Çanakkale Boğazını geçip İstanbul üzerine yürüyeceğine doğru havadisler yaygınlaşinca, devrin sadrazamı bu saldırıyı önlemek için tedbir almayı düşünüyor ve neticede, çâre ola­rak bulduğu tedbirde şehrin, denize bakan surlarının munta­zam bir şekilde badana edilmesini kararlaştırır" Bu tedbîri al­ma yolunu seçen sadrıazam Gürcü Mehmed Paşa kitabın ya­zarı tarafından tenkit edilir ama, aslında alınan tedbir sadece bu olmadığı takdirde, bu şeklin fazla gülünç bir husus olma­dığının idrâkinde olmak lâzım gibi geliyor bize, çünkü savaş bilhassa savunma savaşı kuvvei mâneviyesi yüksek müda-afilerin kazanmasında pek önemli faktördür.
Saldırganın, savunmadaki tahkim olmuş müstahkemler karşısında demoralize olacağı harp psikolojisinin tesbitİ için­dedir. Bu bakımdan alınan tedbirlerin sadece surları badana­lamak olmadığı takdirde, yapılana müteveccih tenkidler biz­ce pek haklı sayılamaz. 
           

Kürekçi Temini


Eski dönemlerde donanmaİ şahane denize açılır, merdane dolaşır, rastladığı düşman gemileriyle savaşa tutuşur ve bir güzel bunları yenerdi. Bol miktarda elde ettiği esirlerden do­nanmaya kürekçi temin etmiş olurlardı. Tabii bizdeki kürek-çiler asla kötü bir şekilde istihdam olunmazdı. Senelerini bi­zim gemilerimizde forsa olarak geçirmiş kimseler derin şikâ­yetlerde bulunmamıştır. Kırbaç sadece avrupalıların gemile­rinin vazgeçilmez ihtiyacı idî.
Bizim gemilerimizde, kırbaç asla kullanılmazdı. Rahatsız olan bir forsa derhal tedavi edilir tedavisi sırasında yerine nö-levendlerden kimseler bakarlardı. Ancak yaz-k7  olduğumuz dönemde ise, donanmamızın gücünün zâ-uğraması, dışarı denizlere çıkıpda düşman gemisi av-madiğimiz için, donanmamızın kürekçi bulma sıkıntısı Kendini göstermeğe başlamıştı.
Ancak buna şöyle çare bulabildiler: ".Anadolu'nun içinde bulunduğu maddi sıkıntılar, ailelerin genç erkeklerinin, bir müddet İstanbul'a gelerek, hizmet sektöründe, mesela odun­culuk, hamallık, lağımcılık gibi işlerde çalışarak, bir miktar para biriktirip memleketlerine döndükleri görülmeye başlan­dı Bu genç adamlar potansiyelini gören Tersânei âmire mensupları bazı memurlar tebdili kıyafet ederek Anado­lu'dan gelmiş bu yiğitlere sokulup arkadaşlık kurarlardı ve onlara aşçılarda yemekler ısmarlar, kahvehanede çayla kah­ve ısmarlar sonra da belli merkezlerde kurulmuş toplanma yerlerine kendi evine misafir götürüyormuş ..gibi içeriye so­kup, teslim ederlerdi. Buradaki silahlı askerler, getirilenleri tutuklar ve ayaklarına pranga taktıkları bu millet evlâdlarını zorla küreğe mahkum etmiş olurlardı.
Beri yandan bir vilayette veya belde de, çıkan asayişsizliği teftişe eski bir devlet adamı müfettiş olarak gönderilir buna bağlı olarak teskin edilmesi gereken asayiş daha da bozulur­du. Buna da yine Murad bey'in tarihinden bir misalle izah ge­tirmeye çalışalım.
Basra'da Efrasyab oğulları miras yoluyla sancakbeyliği görevindeydi. Bunlardan Ali Paşa vefat etmiş, oğlu Hüseyin aŞa yerine geçmişti. Buna karşılık amcaları Ahmed ve Fethi eV'er şikâyette bulunmuşlardı. Ahalinin bir kısmı Hüseyin ?ayı kabullenmişler. Diğer kısım ise, amcalarının tarafdargini tercih etmekte olup, bu arada kan da dökülmüştü. Bu vakalarda hadiseyi teftiş için yakın vilayetlerden birinin valisi gönderilirdi. Bağdad Valisi Murtaza Paşa meydana ge­len olaylardan haberdar olup, burayı teftiş için izin istemişti. Bu izne muvafakat haberi gelince Murtaza Paşa, Kâhyasını göndermişti. Fakat Murtaza Paşanın bu talebi yapmaktaki maksadı, Basrayi düzeltmek değil, halkı teskin ise hiç değil. Maksadı para elde edebilmeğe dönüktü. Buna karşılık da Hüseyin Paşa Basra'da yerleşmiş, ayanlarını da kendine razı eder hâle getirmişti. Hal buyken, Bağdad valisinin kâhyası kâfi miktar askerle geldiğini görünce Basralı'lan bir telâş al­dı. Çünkü bir yanda askeri beslemek öte yandan atlarını bes­lemek, yapacakları tecavüzlere katlanmak, işlerini bitirip gi­derlerken de, diş kirası denilen bahşişler vermek icab ettğin-den, bunları şehre sokmama karan aldılar. Vaziyet bu rengi aldığında Bağdad valisi Murtaza Paşa İstanbul'a, Basra'da is­yan var şeklinde aksettirdi.
Bunların İran'a iltihaklarını önlemek için hemen işgal et­mek gerektiğini anlatarak, bu vazifenin kendisine verilmesini istemişti. İzin verilmiş idi. Basra'hlar Murtaza Paşayı pek gü­zel şekilde karşıladılar. Murtaza Paşanın kâhyasını şehre sok­mayan Hüseyin Paşayı paklayacak iş oradan kaçmaktır ve oda öyle yaptı.
Arabanların sinesine iltica etti. Ahmed bey adlı biri Basra bey'i tâyin olarak, Hüseyin Paşanın sarayında bulduğu bütün nakit ve kıymettar eşyaları Murtaza Paşaya takdim eder. Basra tüccar ve esnafının sunduğu bol ve çeşitli hediyelerle Murataza Paşa devrin en zengin kimseleri arasına katılır. An­cak doymaz nefsi tatmin pek müşkülmüşki, Murtaza Paşa bu verilenlerle iktifa etmez, Basra'nın aşağı tarafında ve Şat'tü-larab kenarında bulunan Hankapanı denen bu günün ortado-ğusunun deposu dense, seza olan bir mağazalar antreposu­nu eline geçirmeyi kurmaktadır.
Günün birinde Ahmed bey'den, mezkûr depolardaki her çeşit emtianın kendisine, yâni Murtaza Paşaya aid gemilere yüklenmesini hepsini görev yerinin esasını teşkil eden Bağ-dad'a götüreceğini emreder ne varki, Ahmed bey Murtaza Paşanın çizgiyi aştığını tesbit etmiştir. Çünkü bir çok, devlet, kavim ve tüccara aid bu malların, bu tür müsadereye benzer nakli, Devleti Osmaniyanın emanetlere ihanet ettiği ithamına maruz kalmasına sebeb olacağını söyleyerek muhalefet eder. Bu makul itirazda Murtaza Paşanın bir kulağından girip, di­ğerinden çıkar. Bu istek kuvveden fiile yâni depo malları ge­milere yükleme ameliyesi başladığında, Basra ahalisi "vaybe bizimde vali diye saydığımız herif, serseri bir yağmacı, hır­sızdan başka bir şey değilmiş" dedikten sonra kıyam eder­ler.
Bu sırada; Arabanlara iltica etmiş bulunan Hüseyin Paşa yanlarında kaldığı Arabanları bu çirkin muameleyi göstere­rek Basra ahalisine yardıma ikna eder, Murtaza Paşa taham­mül edemeyeceğini anladığı kıyamdan kurtulabilmek için, yapılan yükleme ameliyesini, zavallı Ahmed beyle Fethi bey isimli zatlara yükleyerek, derhal idamlarını emreder hüküm yerine getirilirse de, yutturulmaya kalkılan dolma Hüseyin Paşanın inanacağı lokmalardan olmayıp, derhal Murtaza Pa­şa tevkif edilir. Nesi var nesi yoksa elinden alınır. Bir güzel de üzerindekiler dongömlek kalana kadar çıkartılır. Bindirildiği topal bir afla şehirden uzaklaştırılır. Murtaza Paşa dongöm­lek çöl'e düşmüştür. Ahlâk bozukluğu ve nefsinin azgınlığı kendisini ne hâle getirmiştir ki; kul bundan ibret alsa!
Bunlar husule gelirken tarihler h. 1065/m. 1655'i göster­mektedir. Yine bu karışık dönemin uygun olmayan işlerinden biri de, vali tâyinleridir. Okurlarımız; bu tâyinlerin yapılışının nerelere düşürüldüğünü öğrenmiş olsun. İbşir Mustafa Paşanın arkadaşlarından Şeydi Ahmed Paşa uhdesinde bulunan Boğaz Muhafızlığı esnasında başarılara imza atar. Bu başarı­ların gereği Konya'ya vali olarak nasbedilir. Ancak Konya'da zorba Kürt Mehmed bulunmaktaydı. Şeydi Ahmed Paşa'ya ise şifa bulmaz düşmanlık taşırdı bunu da her zaman tazele­meğe hazır idi. İşte Konya'ya vali olarak geleceğini öğrendiği Paşanın zalimliğinden söz ederek Konyalıları direnişe sevk eder. Kendisinin de, bin kadar yardımcısı ile yanlarında ola­cağını vaad eder. Gelmekte olan Şeydi Ahmed Paşayı kıyam etmiş Konya'lılar şehrin dışında karşılar ve aralarında ada­makıllı bir çarpışma cereyan eder. Her iki taraf bu çarpışma­da kayıp verir. Konya ahalisi şehre kapanırken, Şeydi Ah­med Paşa derhal şehri ablukaya alır.
Vaziyet İstanbul'dan haber alındığında, Şeydi Ahmed Pa­şayı azli düşündülerse de, buna cesaret edemediler. Çünkü böyle bir şey yaptıkları takdirde Abaza Hasan Ağa ile birle­şerek, İbşir Mustafa Paşa'nın intikamını almayı plânlar kor­kusu hâkim oldu. Şeydi Ahmed Paşa'nında tâyinini Haleb vâli'liğine tahvil ettiler. Haleb valiliğini duyan Kürd Mehmed soluğu Haleb'de aldı ve Konya'da yaptığı İfsadı burada da tekrarladı.
Haleb'in valisi, ahali ve Kürd Mehmed birleşerek Şeydi Ahmed Paşa'yı direnişle karşıladılar. Bir çok çatışma sonu­cunda babıâli devreye girerek Haleb valiliği perişan olmuş Murtaza Paşaya verilirken, Şeydi Ahmed Paşaya Sivas'ı ver­diler. Bütün bu yanlış davranışlar valiliklerin liyakatin gereği değilde rüşvetin fiyatına göre değerlenmesinden kaynaklanı­yordu! Şeydi Ahmed Paşanın Sivas valiliğine oturtulma vazi­fesi, Kıbns'dan mazul Kehleli (bitli) Ahmed Paşa'ya verilmiş­ti. Ancak Kehleli, verdiği rüşvetle Sivas valiliğini kendine cel­be muvvaffak oldu. Şeydi Ahmed Paşa ise ancak Karaman'a vali olabildi. Bu arada Buğdanlılar ile Ulahlar arasında çatişmalar vukubularak, Buğdan bey'i Radol ölünce, makamını oğluna vermediler de Ulah bey'i canibine yarayacak tarzda ihanet sahibi bir yazıcıya beylik verilmişti.
Aslında ölen Radol'un oğlu rehin olarak istanbul'da oku­tulmak ve babasının yerine ısıtılmaktaydı. Buğdan bey'i ya­pılmak istenen Yazıcı, Ulah bey'i Ağatatay'a bu bakımdan pek yarıyordu. Böylece adetâ, Buğdan ve Ulah topraklan adetâ bir elden idare olunacak hâle dönüşüyordu.
Ne varki; Osmanlı sadnazamlığı görevini iki defa uhdesine almış olan, bu sırada da, Tuna yakasında valilik görevinde bulunan Damad Siyavuş Paşa bir başka serseriyi bulmuş, ölü Radol'un oğlu ve de Buğdan beyliğinin namzedi olarak ilân ederek, lâzım gelen hürmeti ve riayeti göstermekteydi. Derhal Ağatatay faaliyete geçmeyi yeğlemiş, pek önemli bir parayla sözde Radol'un oğlu imiş gibi gösterilen delikanlıyı satın almıştı. Maksad onu ortalıktan kaldırmaktı. Ancak ada­mı öldürmeden durumun aslını öğrenen Ağatatay derhal Murtaza Paşa'ya şikayet etmişse de, Paşa gayet pişkin, yan­lışlık oldu, esas oğul benim yanımda deyip, bunun da bir pa­zarlama sonunda Ağatatayca alındığı görüldü. Bu böyle epe­yi devam etti. Siyavuş Paşa bu alışverişten bir hayli para ka­zandı. Yaşanan bu anarşik, rüşvet dolu dönem ve ahlaksızlık avrupalıların bizler için; "asya barbarları" adı koyduğu ileri sürülüyorsa da, Mizancı Murad bey, aşağıdaki isimleri saya­rak; Bektaş Ağalar, Kâhya beyler, Kara Çavuşlar, Sofu Meh­med Paşalar, Siyavuş Paşalar, Melek Ahmed Paşalar ve Mur­taza Paşalar avrupalıydı deme suretiyle bir mugalata yapı­yor. İyi ve kötü; her yerden ve de her kavimden çıkar, gerçe­ğine sırt dönüyor.
Hakikaten şimdi adları serdedilen zevatın, biyografilerine göz atarak bir durum tesbiti gerçekleştirelim. Sofu Mehmed Paşa'nın doğumu hakkında bir bilgiye rastlayamadık. Melek
Ahmed Paşa merhum, Abaza olup, Kafkasya kökenlidir. Siyavuş Paşa'da Abaza olup, Kafkasya cihetindendir. Gürcü Mehmed Paşa'nın kavminin Gürcü olduğu, adının başında yer almaktadır. Görüldüğü gibi gazeteci tarihleri, biraz ilmi olmak bakımından geri kalmışsada, okuma ve okumayı ko­laylaştıran uslûb bakımından ayrı bir güzellik arzediyor, tas­virleri daha akılda kalıcı olduğu gibi, kuru bir resmiyetten fa­riğ oluyor.

Deli Hüseyin Paşa Ve Girid Ahvali .


Merhum Sultan İbrahim devrinde, fethine başlanan Girid savaşı devam ediyor, yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, do­nanma gücünün yetersizliği, Venedik donanmasının boğaza yaptığı tıkaç bizi ne Girid gazilerine yardıma gidebilmeye fır­sat bırakıyordu ne de, boğazdan çıkmamıza müsaade et­mekteydi. Yokluklar içinde, maaşları bile gÖnderilemeyen or­duyu hümayun, başlarında serasker Deli Hüseyin Paşa oldu­ğu halde, nice kahramanlık destanları yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında en önde, geri çekilme sırasında ise en geriden gelmekteydi. Böyle bir kumandan nasıl seviliyor­du bir atfı nazar edelim:
Bu devrin en müstekreh kimselerinden bulunan Zurnazen Mustafa Paşa adlı birisini ip beklerken, o terfilere gark oldu. Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla Girid'de bulunan gazilere istim-dad etmek üzere gönderilmiş idi. Sipahilik ve askerlik mesle­ğinde boşalan mansıblann dağılımını rumeli ve anadolu'da beylerbeyleri yaparlardı. Ancak serdar seferlerde ordunun başında bulunduğunda, bu hak serdar'ın tasarrufuna geçi­yordu. Deli Hüseyin Paşa'da bu hakkı pek güzel tarzda kul­lanmaktaydı. Aslında bu işi suistimale âlet eden büyük para­lar kazanabilirdi. Zurnazen Mehmed Paşa böyle bir eğilim ta­şıyan me'şum kimselerdendi. Ne varki Hüseyin Paşanın var-
önünde pek mühim bir engeldi. Kendine bir ortak aradı onunda Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine uydurdu ve Hüseyin Paşanın aleyhine askeri kışkırtıp, isyan çıkmasını acıladılar. Bu isyan şöyle böyle değil, direk olarak serdar'ın ansına saldıranların temin edildiği tarzda bir kalkışmaydı. İste bu meyanda, Deli Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir darbesiyle İkiye bölerek, ölümden, kıl pa-y! kurtulabildi.
Öte taraftan kışkırtılan asker, Paşanın evine saldırıya geç­ti Bu arada evi yağma ettikten sonra, yakma ameliyesine giriştikleri gibi, hizmetkârlarını ve cariyelerini rehin alıp dağa kaçırdılar. Ancak bu son davranış bütün namuslu insanları harekete geçmeğe sevk etti. Hepsi Hüseyin Paşadan kendi­lerini bağışlamasını istirham eylediler. Paşa, bu istirhamları müsbet tarzda kabullendi. Zurnazen ve Mahmud Ağa korku­ya düştüler ve barışıklığı temine mesai sarfına giriştiler.
Neticede şu şartların tahakkukuna riayete karar verdiler. Madde bir olarak askerler, Hüseyin Paşa'dan özür dileyecek­ler ve siperlere girerek Kasım ayına kadar Kandiye önünde duracaklar. Eğer o döneme kadar kabul edilecek miktarda para, yardımcı kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa as­kerler kendilerinden mevzilerden çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi.
Barış temin edilmiş, serdar'ın ele geçen malları mümkün mertebe bulunup iade olundu. Cariyelerini ve hizmetçileri de Paşalarına iade edildiler. Şurasını biraz düşünelim: böyle bir noktaya getirilmiş askerle Girid gibi önemli bir üssün fethini becermek ne kadar mümkündür? Böyle soruya kolay cevap her babayiğidin işi değildir. Diğer taraftan düşman donanma-sı- sadece Çanakkale Boğazı kapısını tıkamakla iktifa etmi-V°r, sahil köy ve kasabalarına yaptığı gerilla tipi baskınlarla Zararlar veriyor, yağmalar yapıyordu. Hâttâ can bile aldıkları
oluyordu. Bu saldırı dalgalarını kırmak için Kaptan Paşanın îstanbul'a yaptığı teklifle düşman saldırısına maruz kalan bölgelere, yeniçeri askeri vazifelendirilmesi yoluna gidildi.
Ancak çok geçmedi ki; ilk feryadın duyulduğu ağız Kap­tan Paşanın ağzı oldu. Gelen savunma askerleri, düşmanı gözetleyeceği yerde, bilakis kendisi köylere musallat oluyor, yağma ve haraçla beraber ırza tasaddi kendini göstermeye başlamıştı. Hâttâ Gelibolu'da kadınlar hamamı bu adamlar tarafından basılıyor ve namus ehli insanlar, büyük bir haka­rete maruz bırakılıyordu.
Ereğli ise; Rusya canibinden gelen Kazakların taarruzuna uğruyor, nice can ve ırz pâyimal ediliyordu. Burayı da koru­ma altına vermek için asker getiriliyor. Bu seferde ahalinin feryadı ayyuka çıkıyor. Çünkü gelen asker yeniçeri olup, bunların ortaya koydukları yağma ve ırza tasallutları, kazak­lardan daha da şedit olarak gerçekleşmekteydi. Şu da el-zemdiki, Boğazdan çıkışı engelleyen düşman donanmasını bu işlevi yerine getirmek için alınması gereken, tedbirlerden belki de başta geleni, bunlar üzerine saffı harp nizamında ilerlemek, hâttâ göğüs göğüse denen çarpışmalar yapmaktı.
Yapılması lâzım gelen bu gemilere doğuşken asker doldu­rup, saldırıya geçmek üzere gemilere dolduruldu. Artık yapı­lacak iş Tunus, Cezayir beylerinin, Barbaros ve Turgut reisle­rin usulü düşmanı gemisi içinde bastırmak için rampa yapıl­ması idi. Bu yerine getirilmiş adetâ düşman gemisine rampa yapılmasına pek az kala, yeniçeri müfrezeleri, gerni kaptan­larının gırtlağına çökerek, bizi karaya çıkar, biz deniz savaş­çısı değil , kara cengaveriyiz hemen bizi karaya çıkar diye tehdit ederler. Mecburen düşmanların üzerine süzülmekte olan gemilerimiz, bu tehdit karşısında birden cenah değişti­rip, karaya yönelip baştan kara eder. Yeniçeriler kendilerini sahile atarlar. Ne hâzin, mazisi dünya harp tarihinin en parıak zaferleriyle dolu bir asker sınıfının, ortaya koyduğu bu cebîn hâl, korkaklık ve mesuliyetsizlik Allah ve Rasûlü'nün rızasına muhalif davranış olduğundan bu ocak zaman içinde inkıraza yâni yıkılışa doğru yol almaya başlamıştı Ancak ye­niçerileri karaya döken kaptanı derya, eksik kuvvetle saldır­dığı düşmana maalesef mağlup olmuştu. Böylece gemiler­den inen yeniçeriler sayesinde, rakip donanma baştan kara eden gemilerimizi işgal ediyor. Bunlardan uygun gördüklerini kendilerine alıyor, gözü tutmadıklarını ise tutuşturup yakıyor­lardı ayrıca Boğaz önünde ablukayı kıran donanma Girid'e doğru rota açarken geride cereyan eden bu olumsuz vaka­dan etkilendi perişanlığı yaşadı.

Ben Senin Başını Keserim!


ülkede eğitim son derece zayıflarken, çocuk padişahın tahsiline başlandı. Dini ve ilmi bilgiler, mütehassıs kimseler tarafından verilirken, yazı hocalığı Hadım Beşir Ağa'ya tev­cih edilerek eğitim başladı. Beşir Ağa kısa müddet içinde te­mel öğretileri gerçekleştirdikten sonra padişah'a, ilk meşki olan yazı örneğini verdi. Bu Örnekte yazılan bizim hemen yu­karıda arabaşhk olarak da verdiğimiz: "Ben senin başını ke­serim" hattı idi. Biraz üzerinde teemmül etsek görürüz ki, bu tercihte hiç bir isabetsizlik yoktur. Padişah kısmı bu sözlere ve bu hatlara çoğu zaman muafiyet kesbetmiştir. Bir evvelki paragrafın sonunda nakle çalıştığımız yeniçeri askerinin do­nanmada yaptıkları hâin davranışın cezası, bunların kellesini koparmaktan başka nedir ki?
Devlet başkanı nev'i beşer olarak tabii ki bizden biridir. Ancak vazifesi itibarıyla büyük farklılıkların muhatabıydı. İki ı arasından çıkan sözün kanun olduğu şartların insanı ü ki, mezkûr ifadeyi anşart hazmetmesi gerektiği gibi "se- affettim" demeyi de onunla eşdeğer zaman diliminde okuma ve yazmalı hükmüne varabiliriz! Eğer bu hususa aid bir vecize söylersek şunu yaldızlayarak bir yere aşmalı: "Mülkün tahribi, ferdin fıtratının menfide yol almasında görülür"

İsraf Üzerine Bir Kaç Söz


Devletin merkezinde ve üst kademeyi teşkil edenlerin isra­fı ne dinin şartlarına ne de nafilelerine uymaktaydı. Defter-darzâde Mehmed Paşanın, yedi tane ahçıbaşının emrinde kırk tane ahçısı bulunuyordu. Bu kırk ahçının emrinde hiz­metçiler, çadırlar vardı. Bu çadırları ve takımları taşımak için katırlar ile develeri vardı ve bunlar heran harekâta hazır tutu­luyordu. Kiler takımları, altun, gümüş, çini ve Saksonya ta­kımları çok büyüklükte zenginlik atıl olarak durmaktaydı. Yi­ne büyük servetlere muadil hediyeler Paşa tarafından bay­ram günlerinde, nevruz'da padişahlara, valide sultanlara, sadrıazama, kızlarağasına, dönemin sözü geçenlerine büyük zenginlik getirecek hediyeler vermekteidi.
Bu davranışı ile kendini garantiye alıyor, servetini muhafa­zaya muvaffak oluyordu. Ancak bu servet terakümü kaynağı milletin mazlumane feryatlarımıydı? Buna cevabı verirken klâsik sosyal anlayışın hududlarını zorlamak gerekir. Rüşvet ve iltimas dini hükümlere dayanılarak yönetilen toplumlarda merduttu ve bu merdutıyet geniş bir tefsiri hukuk anlayışı içinde ihaneti vataniye'ye kadar götürülebileceğinden hayatı kaybetmek tehlikesini de göstermekteydi.
Nitekim nice devlet adamları, bu çeşit doğru yalan suçla­malarla hayatlarını kaybetmişlerdir. Korudukları zevattan ilk tekmeyi yiyenlerde onlar olmuştur. Bunlara karşı çıkan kim­seler olmuştur. Meselâ İbşir Mustafa Paşa; çok muktesit bir kimse idiki, Saray adamlarına adetâ verilmesi şart haline gelmiş olan hediyeleri, verdirmemekle itham edilerek, öldü­rülmesine sebeb olan haller arasında geçmiştir. Şimdi; böyle
fharn olunmuş İbşir Mustafa Paşa'nın, Nevruz gününde sara-verdiği hediyelere bir bakalım ve göreceğiz ki pek büyük-sayılan servetleri gölgede bırakan hediyeler, yine de ada-rnm idamını önleyememiş.
Tarihçi Nâima'nın cümlelerine hiç dokunmadan yer vere­lim: "bir semend (besili) ve iki gabrilon at ki, üçünün dün-va'da nâziri bulunmaz. Serapa cevahir ile arasta zehebeh-maddan mamul, raht ve rikâbı ve gaddare ve topuz vesâir zerdüz besat ile müzeyen idi. Şâir ecnas; tuhaf ve taraifi gü-nagünden ve boğçalardan maada bir arbedeh, yüz keselik flori ve kuruş gönderdi. Valide hazretlerine yirmi keselik peş­keş irsaledip, Darüssaade Ağasına ve şâir uzmayı musahibi­ne ve Silahdar Ağa'ya ve gedik sahiplerine, bir habbe gön­dermedi. Bunlar vüzerai sâlifeden iydü nevruz ve şâir meva-siminde müstevfi hediye vede kese kese atiyeler almağa alışmışlardı. Veziri cedideden, bu vâz'ı şedidi müşahede et­tiklerinde, akılları perişan ve bununla hâlimiz nice olacakdır diye, tefekkürde kaldılar." Yukarıda metinde hediyeleri kısıt­ladığını, miktarda indirim yapmakla beraber, alışılmış nice kimselere bu seferinde hediye göndermeme yolunu tercih eden sadrazam İbşir Mustafa Paşa ile alakalı daldıkları tefek­kür dünyasından, çabuk çıktılar. Bu yeni sadrazam iki ay geçmemiştiki, sarayın mahsusai idam odasında hayatı izale olundu. Sarayın kapısına cesedi atıldı. Saray mensupları, İb-Şir Paşa gerek anadolu gerekse rumeli taraflarında bir kaç belde kaybetseydi, birkaç yüzbin kişinin helakine sebeb ol­saydı bu kadar düşmanı olmazlardı.
Ancak uygulamaları direk kendilerinin menfaatine zarar irdiğinden öylece galeyan gösterdiler ki, şaşılır!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Boşanma Hakkında Detaylı Bilgiler