SULTAN 4. MEHMED (AVCI)-2-

Para Ve Vükela Toplantısı


Günümüzde yâni parlamenter demokrasi döneminde, aha­li ve basının hilafsız ittifak ettiği bir husus vardırki, bu husus meclisi oluşturan mebusların, menfaatleri umumiyesine dâir işlerde gösterdikleri ittihad ve aculiyeti sergilemiş, olmaları­nın tesbitidir. Üç beş dakikalık oturumlarla getirilmiş teklifi kanunileştirmeleri hayranlık uyandırmıştır! İşte bunlara ben­zemelerini tesbit ettiğimiz, tarihi bir toplantıyı anlatalım: "Me­lek Ahmed Paşanın sadareti esnasında, para temini için aranması gereken yolların bulunması müzakeresinin divânda yapılması kararlaştı. Yapılmaya başlanan müzakereler esna­sında vezirlere aid has'ların hâzineye alınması ileri sürülmüş. Vezirler hemen buna itiraz etmiş. Kenan Paşa, Bektaş Ağa'ya özetleyerek, şunları söylemiş: <Yeniçeri mevacibi (maaşı) üçyüzbin kuruşla kapanırken, sekizyüzbin kuruş alırsınız. Üç-yüzbin'in üstü yanınızda kalıyor. Bunları alanlarsa askerin ulufesine imdad etmelidirler. Yoksa vezirlerde, yirmişer, otu­zar keselik has'ından bir şey olmaz. Bu kadar içoğlanı ve et-baı ve ayali aç ve çıplakmı bırakalım?" Dikkat buyurulursa Bektaş Ağa'ya karşı ağzını açan Kenan Paşa, yeniçeri ulufesindeki yolsuzluğu Divan'da dile getirmesine rağmen bu işin üzerine fazla gidilmediği görülüyor.
Türkiyenin 54. cumhuriyet hükümeti, Prof. Dr. Necmeddİn Erbakan'ın başbakanlığında Refah partisi ile Doğru Yol parti­si arasında teşekkül etmişti. Ülkenin aklı başında her vatan­daşının lanetlediği PKK ile mücadele edilmekteydi. Memle­ketin önemli ekonomik kanamaya maruz kalmasında bu va­kanın tesiri pek açıktı. Silahlı kuvvetler tek çâre olarak görü­len, silahlı mücadele metoduyla ve sabırla bu yangını, fecii olayları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Tabiiki, böyle bir mücadelenin ne kadar pahalıya mâl olduğu izahtan vareste­dir.
Memleketin son onbeş senesinde tanzim olunan bütçesine tfu nazar ettiğinizde, sene be sene ayrılan tahsisatın yüksel­irini müşahede ederiz. İşte bahse konu RefahYol kabinesi-ir. Mâlive Nâzın AbdüIIatif Şener, ciheti askeriyenin tahsisat talebini, elinizdekini kullanın bitmeden biz takviye edeceğiz mealinde bir cevap verdiğinden gerek, kendisi gerek hükü­metin başvekili Necmeddin Erbakan ile ordu üst kademesi arasında buzlu havalar esmeğe başladı. Devrin genel kur-maybaşkanı orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, alt kademede komutanların askeri hiyerarşiyi hiçe sayarak, başvekil ve ka­bine üylerine tariz ve dokundurmalara, ya aciz kaldığından ya da parayla ilgili tahsis meselesinden kırgın olarak, yapı­lanlara gözünü kapaması, 1660'lardaki divan toplantısının ulufe kavgasının tekrarı gibi geldi bize. Kenan Paşa'nın içoğ-lanları kasdı ile söylediği, aslında devleti âliyenin devlet ada­mı yetiştirme mekanizmasında yer alan seçme gençlerdir. Bu iç oğlanlar müessesesi, İskender Çelebi'yi Sokullulan ye­tiştirip devlet adamlarının büyüklerinden kılmayı becermiş müessesedir. Tabiiki sosyoloji ilminin denenmiş sonuçların­dan bulunan bir kuruluşun, doğuşu, olgunlaşması, kanıksa­narak kalitesinin düşmesi değişmez kaidesinden kaynaklan­dığından bu müessesede kendini bu kaidenin dışında tuta­mamıştır.

Dış Politikada Davranışlarımız


Kendi ülkemizde kendi yağımızla kavrulmaktayken harici­yenin vaziyetine göz attığımızda orada da dünya devletleri tarzının uyguladığına muvazi gitmediğimiz kendini belirtir. Meselâ devletler arası nezaket ve terbiye kurallarına riayet birinci vazifeyken, nezdimizde bulunan elçilerin masuniyetle­rini sağlamamız gerekirken tam tersine, Venedik elçisine bağlı olduğu hükümetten gelen resmi evrak müsadere edilir, devletinin kendi sefirine yaptığı emir ve tavsiyeleri, elçinin ithamında sebeb sayarak Rumelihisarı içinde mahpus tuttular. Sefaretin tercümanlarını bu ithamlarla boğup denize atma, işlemini gerçekleştirdiler. Sefirin ülkesine dönmesine müsa­ade etmiyorlardı. Buna mukabil sefir de, boş durmayıp çeşit­li işleri bitirmekteydi.
Meselâ, donanmanın gecikmesini temin için heyeti vüke­lâda rüşveti yedirecek birini bulabiliyordu. Demek ki; savaş­makta olduğumuz ülkelerin elçilerini, tahtı tevkif altında bu­lundurmanın maksadı bu örnekte az çok kendini gösteriyor­du. Kadı ile Konsolos Bir İngiliz tüccar ile İngiliz Konsolos arasında ihtilaf çıkarak tüccarın Kadı Efendiye müracaatı ge­rekmiş. Kadı açılmış davanın muhatabı olarak, İngiliz konso­losunu celble mahkemeye davet etmiş. Kadı konsolos'un önüne koyduğu ahitnameye bakmasına bakmış da, orada ikiyüzbin akçayı geçerse dava ingiltere de görülür maddesi­ne önem vermiyerek, davaya rüyet etmek istediği için, kon-solos'a: "şeriata senin itimadın yok mu? şeklinde hitab ile bu husustaki davranışı ile davaya bakmakta ki ısrarını ortaya koymuş. Konsolos ise, meselenin öyle olmadığını, devletinin talimat ve ahitnamenin tanzimine bakarım, başka şeye iti­mat etmem dediğinde işin boyutları almış yürümüş. Kadı ise; bu kâfir şeriatı Muhammediye'yi tahkir etti diyerek vaziyeti dallandırıp, budaklandırmış.
Vaka İstanbul'a aksetmiş. Bir çok isnatlar eklenerek vaka­nın şeyhülislâmlık kapısında görülmesini taleb etmiş. Şeyhü­lislâm Bahai Efendi de, sadnazama yazmış. Melek Ahmed Paşa işin çürüklüğünü görür görmez üzerine almaktan imtina etmiş, tekrar şeyhülislâmın rüyetine sevketmiş. Sadrazamın bu davranışında maksadı, müftü efendiyi bir pot kırışa mec­bur bırakarak böylecede azlini sağlamaktı. Ama bunun so­nunda İngiltere gibi bir devletin düşmanlığını celbeder, ülkeyi badirelere sokarız diye esas hususları hiç akıllarına getirme­diler. Şeyhülislâm Behaii efendi nezdine getirtir elçiyi ve şeriat hacında İzmir Konsolosu'nun yaptığı hakaretten tarziye ermesini ve konsolosun memuriyetine son verilmesini taleb eder. Ancak sefir, işin esasından haberdar olduğu için bu ta­lebe pekde önem vermez. Müftü efendiye: soğuk bir edayla; "konsolosu kralım tâyin etmiştir. Onu bu vazifeden azle muktedir değilim" Cevabını verir. Behaü efendi; büyük bir hiddetle: "Bre dinsiz mel'ûn! Siz neye güvenirsiniz de devam­lı din ve devlete hiyanet etmekten geri durmazsınız? Venedik Kâfirine gemiler ve imdad vermeğe devam edersiniz? Bunu biz bilmiyormu sanırsın? sözleriyle hitab eder. "İngiliz sefiri: "Biz ticareti severiz. Kirayla bizden kim gemi istese veririz. Siz isteseniz size de veririz. Bundan dolayı antlaşmamız bo­zulmuş olmaz." Dediğinde, Behaii efendi "Götürün şu me-lûn'u Paşaya hapseylesin. terbiyesini versin" Der. Sefir'in c > vabı: "Sen beni hapsetmeye kadir değilsin! Buna memur bile olamazsın." olur. Behaii efendi sinirinin son hududuna geldi­ğinden, bağırır: "Bre kaldırın şu melunu!" Hizmetkârlar, al­dıkları emir icabı sille, tokat sefir'i dışarı çıkarıp, ahıra hap­settiler. İşin vardığı kerte her yerden duyulur. Devlet ricali te­lâşa kapılır. Derhal Kahya Bey'in hanesinde bir toplantı tertip edilir. Sefir'i hemen serbest bırakması için, Sarı Kâtip Çele-bi'yi müftü efendiye gönderirler. Müftü Behaii efendi bu se­ferde şefaatçi olanlara kızar. Vazifeleri olmayan işlere karış­mış olmalarının yanlış olduğunu ileri sürer. Sari Kâtipde; as­lında münafık tabiatlı Kahya Bey dalkavuklarından biriydi. Müftü efendinin kendisine söylediklerini geri dönüp nakleder, bü seferde, Ağalar kızarlar ve sadrıazama hiç başvurmadan, saray kapısına varıp müracaatta bulunurlar. Behaü efendinin Gedilmesini, Karaçelebizâde'nin şeyhülislâm nasbedilmesi-n> istidaya, cesaret ederler. Ancak bu istek saraya ulaştığın­da Sultan 4. Mehmed'in Validesi Hatice Turhan Valide Sul-taı~ı, padişah oğlunun hemen yanındaydı. Talebi öğrenen Tur­han Sultan, padişaha dönerek:
Aziz efendi bizim katilimizdir! Devletimizin düşmanıdır, bu istek kabul edilemez. Şeklinde mütalaa serdeder. Bu cevap Ağalara ulaşmış ancak fazla önem atfetmeyen Ağa'ları, Mahpeyker Kösem Valide Sultan'in kapısını çalarlar. Burada taleb yerine getirilir. Hemen şeyhülislâm yapılır. Eski şeyhü­lislâmın hırpaladığı elçi bulunduğu ahırdan tahliye edilir. Mükte seven kimseler; bu tâyin münasebetiyle şu tarihi dü­şürürler "balyos müftüsüdür Abdülaziz" diyerek h. 1061 tari­hini tesbit etmeyi başarırlar. Bunların arasında münafık tipli Sarı Kâtip'de bulunmaktaydı. Kâhya Bey'in yardımına erişdİ-ğinden babıâli'ye memur kılınmıştı. Divan toplantılarında kâ­tiplik vazifesi görerek hayatını kazanmaktaydı. Bir gün divan toplantısından çikıpda gelen Sarı Kâtibe teşrif nerden sorusu tevcih olunduğunda, cevabı pek enterasandı: Esir pazarın­dan! Bu târifden Dîvânı Hümayun olduğunu anlamayan yok­tu. Artık ülkede gelinen nokta; ne saraya, ne padişaha, nede ulemaya, hâttâ dini Muhammedi'ye dâhi eski hürmet kalmamasıydı.
Bahse konu Sarı Kâtib, günün birinde Kâhya Bey'in oda­sında Kazasker yanında olduğu halde demiştiki: "Geçengün şiddetli bir sıtmaya tutuldum. Titremeden hâlim yaman oldu. Sonra yanmağa başladım. İlaç yaptırdım bir hoca'ya okut­tum. Kâr etmedi. Sonra hatırıma geldi. Sitmayıda geçirirse şeytana Anadolu Kadıaskeri'nin günahlarını adayacağımı söyledim. O anda sıtma kesildi. Bir daha da gelmedi. Hazır bulunanlardan birinin, niçin Anadolu Kazaskerinin günahları­nı adayıp, Rumeli kazaskerininkini adamadığını sordu. Ru­meli kazaskerinin günahlarını o kadar ehemmiyetsiz şeye fe­da edemem. Onları taun gibi, gazabı padişahi gibi büyük be­lâlara saklıyorum. Yukarıya aldığımız gibi son derece çirkin herzeler söylenir, işin kötüsü kadıasker efendiler bu nüktele­re benzer yavelerin tesiriyle kahkahalarla gülerlerdi.
Melek Ahmed Paşa'nın devrinde otuzbin kişiye kadar ve­rilmekte bulunan sadakalar kesildi. Kösem Valide Sultan bu sadakaların verilmesi İptalinden korktu. Otuzbin insanın ge­çimini sağlamakta olan bu yardım, nice problemler doğurur endişesi taşıyan hassas bir kimsenin tavrını sergiledi. Bu fa­kirlerin bedduaları asumanı tutar ve milletin başına belâ ola­rak iner diye, San Kâtib'e ikazda bulundu. Sarı Kâtip se: "Be canım Sultanım, bunca kale ve toprak hangi mollanın, hangi şeyhin ve dervişin duasıyla fetholunmuştur? O kaleleri fethe­den, küffâra kılıç çalan hep Serhoş İbrahim, Tiryaki Hasan, Deli Hüseyin gibi falan filan ağalar ve Paşalardır. Kendilerini bilmez sefillerin dualarından bir şey çıkmaz" cevabını verdi. Belkide bu söze i'tirazı yeterli tonda yapmayan Kösem Vali­de belkide hayatının hatasını işlemiş oluyordu. Sarı Kâ-tip'den dinlediği bu herzeler değil müslümanlıkta diğer se­mavi dinler nezdinde dahi ağır mesuliyet gerektiren ifadeler­di. Haksızlık karşısında susmak Kösem Vâlide'nin yapacağı işlerden olmamakla beraber, nasılsa bu ifadedeki küstahlık ve bidinlik şaşırtmış olabilir merhumeyi..

Padişahın Mukavemeti


Şayram günleri ve gecelerinde adet olmuştur ki padişah­ların Has Oda takımının ortaya serdiği çeşitli oyunları seyret­mesi. Hâttâ bu oyunları pek beğendiklerinden, sabaha kadar aralarında kaldıkları olmuştur. Buluğ çağının yaklaştığı sene­lerde 4. Mehmed bu eğlencelerde sabaha kadar kalmak ar­zusu izhar etmişsede, mâni olmuşlar. Bu mâni oluş Hadım Reyhan Ağa'dan gelmişti ve bu durumu Reyhan Ağa; meş­hur müverrih Nâima'ya şöyle nakleder: "Padişahımız henüz bir şahbaz çeşmi duhte ve gazanfer şikâr niyamuhtedir (?) Bizim (yâni harem ağalarının) zabtımıza meluf olmağla he­nüz tarikai zevki (zevk yolunu) ve inbisatı (genişleme) bilmez. Has odalılar vesair ağalar beyninde (arasında) haseni eda ve melâhati (yüz güzelliği) likaya mâlik sabi ül vecih a-ğalar vardırki, taatleri ayinei sânii rabbani şekli ve suretleri numûneİ sırrı tenasübü ruhaniyyettir. Ol makulelerin zâtı pâ-kizelerine incizabı müveddet ve ülfet ve sohbetlerine meyi! ve muhabbeti devai tabiyyeden vesimü nüfus zekiyeden ol­duğunda niza yoktur. Padişahı masum bu gece dışarıda ka­lıp, inşirah ve sürür ile onların dilfirabına hareket ve sekinet-lerine ferifte olup bazı akıllısından gafletten ikaz edici sözler işitip, reşid ve sedad erbabından birini mukarrebi has edicek olursa, tâyin olur.
Zira sohbet müessirdir ve tabiatı şarkadır" Deyimi üzerine Kızlarağası Bayram Ağa, padişahı içeriye davet etti. Eğlen-mekde olan padişah, bu daveti red etti. Turhan Valide tara­fından Ağa davetini tekrarladı. Ancak bu da, kâr etmedi. So­nunda Kösem Vâlidesultanın emri olduğu bildirilincede akar sular durdu padişah itaate geçti. Devlet işlerinin ileri gelenleri bu günkü deyimle müsteşar, bürokrat, valiler ila.. Padişaha, dürüst, namuslu cesur ve işbilecek sadrıazam bulma fırsatı bırakmıyorlardı.
İşte yukarıda saydıklarımıza yakın kıratta bir sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşanın akıbeti hakkında, böyle sad­razamlar istemeyen gurubun insanları, sadaretten düşmesi münasebetiyle yapılması gerekenleri kararlaştıran bir toplan­tı yaptılar. Örnek olarak takdim etmekteyiz: "..Bu vezir bütün işlerde padişaha yarayacak şekilde gayret gösterdi bizlerin menfaatlerini hep askıda bıraktı, ülkenin gelir ve gideri, du­rumu malumdur. Bunun yerine geçecek vezir hepimizin hatı­rına riayet ederse yine bir iş göremeyip Ahmed Paşanın sa­dakatle hizmet ettiği ortaya çıkar. Şimdi bu sağ kurtulursa (yâni Tarhuncu Ahmed Paşa öldürülmezse) yeniden dahada selahiyetle göreve getirilir, böylece o da bizden adamakıllı intikam alır. Yapılacak iş bu adam hakkında idam karan ver-
direcek bir vukuatla padişahı ikna edelim, böylece de bunun tize verdiği korku artık bitsin. Yakaladığımız bu fırsat bir da­ha ele geçmeyebilir. Şimdi padişah buna muğberdir, bundan istifadeyle işi tamamlatalım, kaydını gördürelim."
Tırnak içinde sadeleştirerek alıntıladığımız mezkûr yazı, Mizancı Murad bey tarafından, Ebul Faruk adlı tarihine 6. c. sh. 178'e, Nâima tarihinin 5. cildinin 296. sh. inden alınmış. Bakınız; 1998 senesi aralık ayı sonlarında bu satırları yazar­ken, ülkede konuşulan önemli hususa ne kadar benzer bir alıntı yapacağım. Çünkü Türkiye; devletini kuşatmış resmi ve gayri resmi çeteleri konuşmakta ve vakit geçirmekte. Yu­karıda Osmanlı devlet ileri gelenlerinin, mâzu! sadrazam hakkında takip edecekleri politikayı kararlaştırma hususun daki toplantıyı almıştık. 1910!da basılan tarihinde Murad be­yin yorumunu, noktasını virgülünü değiştirmeden ahntılıya-hmda tarihin tekerrürden ibaret olduğuna bir daha nazar edelim! "Devleti muazzamai Osmaniyanın müteddid olan es­babı inkırazı içinde, iş bu çete hesapları dahi, büyücek bir mevki tutmuştur! Fenası da şu haset ve meskeneti medeni-yenin henüz sahai Osmaniyeden zail olamamasıdır." Hemen üstteki paragrafda geçen "henüz" kelimesi, Mizancı Murad bey'in eserinin yayımlandığı zaman dilimini işaret ettiğini de göz önüne alırsak, çete işlerinin en az üç asırlık boyutunu yakalamış oluruz.

Ağaların Ortadan Kaldırılması


Ağaların tenkil olunması, şüphesizki devlet üzerinde yapıl­ması gereken ameliyenin büyük önem taşıyan vakalarından-dır. Yalnız bu tenkilin, yâni ortadan kaldırılmalarını temin eden habere geçmeden, Kösem Valide Sultan'ın, şehid ediliş olayına gelelim. Kösem Vâlidesultan vefatından sonra o dev­ri yaşayan ve daha sonraki dönemleri idrak eden mü'minler tarafından şehid vâüde diye anıla gelmiştir. Bu inceliğe baka­rak, vücudu yâni varlığı devletin ihtiyacı olan bir hanımdır dersek, doğruyu tesbite varmış oluruz.
Dünya'nın en büyük devletleri arasında bulunan Osmanlı padişahlarının devleti, tabiiki fırtına gibi geçen hadiselerle daima karşı karşıya gelmiştir. Kösem Sultanın öldürülmesine sebeb olan mücadele, gerçekten bir iktidar mücadelesidir ve Kösem Valide bu mücadele de iktidarı kaybetme işini, ömrü­nü tamamlayarak karşılamıştır. Valide Kösem Sultan'ın aha­liyi kendine bağlayan tarafını ortaya serelim ve ahalinin esasda neye önem verdiğini ortaya koyalım. Kösem Sul­tan'ın, İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de hayırlara yol aça­cak vakıfları doluydu. Camilere, hânlara, Seyyidlerle, fukara­lara yardımı hiç eksiimemiştir. Ramazan ve üç ayları, bayra­mın hususiyetine büyük önem atfettiği için, bu günlerini teb­dili kıyafet her tarafa koşturarak geçirirdi. Yardımları birbirini takip eden seller gibi olurdu. Borçları yüzünden hapiste ya­tanların borçlarını Öder ve bulundukları hapishanelerden, ha­las ederdi. Fakirlerin kızlarının çeyizlerini yapardı. Şehadeti sonunda odası aranmış epeyi serveti ortaya çıkmışsa da, şimdiki İstanbul Üniversitesinin, Bakırcılar tarafındaki kapısı önünden Sultanhamamına inen yokuşun sonlarına doğru sol koldaki Büyük Valde Han'da bulunan hazinesinde yirmi san­dık dolusu altun çıkmıştı. Beş has'ı bulunan Valide Sultanın senelik geliri ikiyüzbin altını aşar denmiştir. 2003 itibarıyla 26 trilyon eder. Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasında meydana gelen saltanat rekabeti diye adlandırmaya kalktığı­mız mücadele aslın da, devletin bekasını temin mücadelesi-nide hâizdir. Bir kere Sultan İbrahim'in çocuk sahibi olup, hanedana erkek vâris kazandırmasını beklerken ne sıkıntılar çektiklerini, hatırladıklarından şehzadelere dokunmamışlardı. Turhan Sultan ve Kösem Mahpeyker sultan takımı diye ayn-san devlet adamlarıyla saray ahalisi, adetâ ülkenin ikiye bö­lünmesini sağlamışlardı. Ne acı bir marifet! Kösem Valide sultan ile Turhan Valide arasındaki gizli rekabet, İstanbul es­nafının ayağa kalkması ile su yüzüne çıktı.
Kıyam karşısında padişahın annesi Turhan Vâlidesultanı buldu. Ne istediklerini sordu, kryamcılara: "Ne istiyorsunuz?" Verilen cevabı tereddütsüz kabul etmesini padişah oğluna tavsiye etmiş. Buna karşılık; Kösem Sultan, Kara Çavuş'u sadarete getirmek icab ettiğini ileri sürdüysede, Kara Çavuş korkak bir davranışla istemedi. Sadrıazamın azline engel ola­madığı gibi, Siyavuş Paşanın sadaretinede mâni olamaması­na rağmen kendini yenilmiş saymadı. Bu arada da, kellesi istenen bazı ağaların kellelerini kurtarmayı başardı. Halbuki padişah olsun, Turhan Valide olsun bu Ağaların izalesir.e müsaade etmişlerdi. Bunun yapılmamasının neticesinin va­him olacağını söyleyerek, Siyavuş Paşanın tarafına yanaşdı. Ancak bu yanaşma bir taktik idi. Çünkü Siyavuş Paşanın ka­fasındaki tasan ağaların izalesine dönüktü. Halbuki; Kösem-valide Ağaların kurtulmasını hedeflemişti. Kösem Valide bu hâllerden pek müteessirdi. Siyasi iktidarını elinden uçurmak üzere olduğu hissine kapıldı. Böyle yapıldığında nankörlük yapılmış olacağı kanaatine kaptırdı kendini. Mücadele etme­ğe karar verdi ve kullanacağı silahı seçti. Bu silahı kullan­maktaki meşruiyyeti, hiç kaale almadı ve Borjiya ailesinin me'şurn silahı zehirdi seçtiği araç. Masum padişah, çocuk padişah 4. Mehmed'i, bir babaanne olarak zehirleme kararı almasını yorumlamak kabil değildir. Buna karşılık devletin âli menfaatleri bahanesiyle aldığı karar, bize göre iyi bir nnü'minenin şeytan'ın oyuncağı olmasına pek açık bir misal­dir, diye düşünüyorum.
Sultan 4. Mehmed Valide Kösem Sultan'ın zehiriyle ecel Şerbetini içince onun yerinede Saliha Dilaşub Sultanhanımdan doğan şehzade Süleyman tahta geçecekti. Saf ve hırstan azade bir hanım olan Süleyman'ın annesinin yerine Kösem Valide devlet üzerindeki gücünü devam ettireceğini tasarlı­yordu. Bunun gerçekleşmesi şartlan epeyice kolaydı. Çünkü aşağı yukarı saray hizmetlilerinin çok çok büyük kısmı Kö­sem Valideye körü körüne bağlı kimselerden müteşekkildi. Bostancıbaşı, Kilercibaşı, Silahdar, Hasodabaşı, İmam gibi zevat bunların arasındaydı. Bunların saray'a giriş ve çıkışları haberleşmeyi temin açısından pek mühim işlev taşımaktaydı.
Bunlardan Kilerci erkânından Helvacıbaşı Üveys Ağa, Kö­sem Validenin talimatıyla iki kavanoz zehirli şerbet hazırladı. Bu şerbeti Sultan 4. Mehmed tarafından içilmesini temin işini üzerine almıştı. Bu hazırlıkların müşavereleri, Kösem Sul-tan'ın dâiresinde yapılıyordu. Valide sultanın başkapıoğlanı ve bir iki kalfa yapılacak işler hususunda bilgi sahiblerinden-di. Valide Kösem Sultan'ın dâiresi mensuplarından Meleki Kalfa böyle bir tasavvur üzerine insani hislerinin üstün gel­mesi münasebetiyle, Hatice Turhan Sultanın yanına koştu ve olanı biteni birbir anlattı. Kendisinin ele verilmemesini de, ri­ca eyledi. Bu ricası tabiiki kabul olundu. Turhan Valide sul­tan, dâire halkından üzün Süleyman Ağa, Reyhan ve İbra­him ve İsmail ağalarla meşveret eylediler. İşi büyütüp, ortaya çıkmadan gizli bir şayia halinde yaydılar. Üveys Ağa bunu duyar duymaz, saraydan firarı yeğledi. Buda göstermektey-diki, ihbar asılsız değil, kesin darbeyi vuracak kişi selâmeti firarda bulmuştu. Kösem Valide Sultan yapılan karşı hamley­le oyunun sızdığını anlar anlamaz, yapmaması lâzım gelen bir şeyi yaptı. Ağalara haber göndererek mahv edilecekleri­nin vakti gelmek üzere olduğu bilgisini aktardı.
Yapılacak tek işin saraya baskın vererek, Süleyman, Rey­han İbrahim ve İsmail ağaların öldürülmesi, padişahı taht'tan indirip, şehzade Süleyman'ı boşalan tahta oturtmaktı. Saran bazı kapılarının o gece açık bırakılacağını, geldikleri tak-Hirde Bostancıbaşı ve bazı ağaların bu kapılardan gelenlerin önüne düşerek yapılacakları göstermeleri sağlanmıştı. Bu haber üzerine ağalar toplandılar. Bektaş Ağa'nın israrıyla sa-rava gönderdikleri bir pusulada Turhan Sultanın ağalarından bilinen dört kişinin kellelerini taleb ettiler. Yaptıkları hesapla­ra göre şüphesizki kabul edilmeyecek bu taleb, bunların ak­şam açık bırakılacak kapıdan, saraya girmelerine bahane olacaktı. Ağaların bu isteği saraya geldiğinde, yapılacak fe­sadın, ağa kapısı tarafından da benimsenmiş olduğu böylece anlaşıldı ve bu haberleşme sadece Kösem Valide tarafından yapılabilecek işlerden olduğuda katiyyet kesbetti. Kendisine kimlerin yardımcı olacağını tesbit için, CJzun Süleyman Ağa, saray dışına istihbarat elemanı gönderdi. Kapıların hangileri­nin açık bırakılacağından, kimlerin içte ve dışta rol alacağını tamamen öğrendiği görüldü gelen rapordan. CJzun Süleyman Ağa, cesur, gözü pek ve lakabı gibi bir haylice uzun boylu bir zenci idi. Gereken bütün tedbirleri aldı. Kapıları kapattırıp, arkalarına emin olduğu kimseleri koydu. Karşı tarafın başta bostancıbaşı olduğu halde bütün adamlarını gözhapsine al­dırdı. Şüphelendikleri biri olduğunda öldürebilecekleri husu­sunda kati emirler verdi. Saraydaki eli silah tutanları bölük bölük etrafına toplayarak, ekmeğini yedikleri padişahın ha­yatına kasdedİldiğini bunu önlemekle hem vazifelerini yap­mış, hem de yediklerini hakketmiş olacaklardı. Ancak bura­da "harp hiledir" peygamberi sözünün gereğindenmiş gibi, bir yalan uydurdu Süleyman Ağa. Bu yalan; padişahın öldü­rülmesinden sonra Kösem Sultanın, Bektaş Ağa'ya varacağı-nı ve tahtı Osmaniye Bektaş'ın geçeceğini söylediki bu çirkin Valan, saray ehlinin böyle hususun gerçekleşmemesinde 9ayrete gelmelerine sağladığı görüldü. Sarayda yatsı namazı sonrasında bağınşmalar başladı. Görüyormusunuz? Kösem Valide padişahı öldüttürecek, kendisi Bektaş Ağa ile nikâhlanıp, âli Sultana padişah olacakmış Bektaş, feryatlar halinde duyulur oldu. Bu seslenmeleri duyan Hasodabaşı nasihat edecek olduysa da, Üzün Süleyman Ağa'nın bir işaretiyle parça parça edildi. Ok yaydan çıkmıştı bu olayla. Artık kala­balık Kösem Sultan'ın dairesine yollandı. Hadımağalar yan­larındaki yine hadım hizmetçilerle karşı koymak istedilerse de, hasodabaşına yapılan onlarıda buldu, parça parça edildi­ler. Bu gürültü Kösem Valideyi sevindirdi. Geldinizmi diye kapıya yanaşıp sesledi, üzün Süleyman Ağa; beli, geldik, dediğinde Valide Sultan bu sesin kime aid olduğunu hemen bildi ve derhal firar etti. sığındığı yer bir dolap içiydi. Yorgan­ların arasında saklanmayı yeğledi. Gelenler, büyük valideyi isteriz diye bağırıyorlarken biraz yaşlıca bir kadın çıktı: Bü­yük Valide benim. Ne istiyorsunuz? Diye seslendi. Süleyman Ağa bu bir fedakâr, kendini feda ediyor, dediğinde kolundan tuttukları gibi bir kenara fırlattılar kadını. Buna ne olursa ol­sun alkış tutmak gerekir sanıyorum. Dünya'da vefa ile sada­kat takdire değer haslettendir. Dairenin her tarafını arayanlar sonunda Kösem valideyi buldular.
Perdenin kaytanını boğazına doladılar ve çekerek boğmayı becerdiler. Kuvvetli bir kimse olan valide sultan her tarafın­dan kanlar akarak vefat etti. Bu kanlı vaka 1061/ramazanı olan 1651/ağustos ayında vukubulmuştu. Bazı tarihler Kö­sem Valde'yi bulan ve öldürenin Kuşçu Mehmed adlı biri ol­duğunu rivayet ederler. Tabii bu arada Validenin dâiresinin ve orada bulunan servetinin yağma edildiğini beyana gerek yoktur. Ağalan senelerce oyalamayı başaran ve bu başarısı ile bize göre devleti Osmaniye'ye hizmet etmiş bulunan Vali­de Sultan'ın şehadetinden sonra devlet ve millet üzerinde her istedikleri havayı estiren Ağalar saltanatının nasıl sona erdiri-lip, başında bulunanların yok edilişini anlatmaya gayret ede­lim.             
Kösem Sultan'ın katledildiği gece saray'da yaşanacak va­ziyetlerden habersiz olan sadrazam o gece konağına iftar vermek üzere davetli misafirlerinin arasına, iki kazaskeri'de çağırmıştı. Oruçların dualarla bozulduğu iftar esnasında, ye­niçeri Ağalarından Samsoncu Ömer Ağa konağa gelmiş ge­rek sadrıazam Siyavuş Paşa ile iki kazaskeri Ağakapısına davet etmişti. Kazasker efendiler bu davete hemen koşarak icabet ettiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa ise, davet sebebini sorduğunda tatmin edici bir cevaba nail olamadı. Bunun üze­rine gitmekten istinkâf etti. Yeniçeriler bu sırada ulema takı­mın] da, Ağa kapısına davet etmişler, bunlardan şeyhülislâm Abdüîaziz, Nakibüleşraf Zeyrekzâde, diğer kazaskerler, sara­yın davetine bir kaç gün önce gitmedikleri halde, Ağa kapı­sından gelen çağrıya gittiler.
Çünkü iktidarın Ağalarda olduğunu biliyorlardı. İktidara destek oluyorlardı, hakk'a tercüman olacaklarına! buna kar­şılık temkin seven Hocazâde Ebu Sâid gibi bazı ulema ne sa­ray davetine ne de Ağakapısı davetine icabet etmeyip, birer mazeretle işi geçiştirmeyi bildiler. Bunun bir mânası vardır ki; şeriatı kuvvet karşısında hâkim kılması gereken âlimler, ilimleriyle amil olmadıklarının gereği, imtihanı kaybediyor­lardı. Halbuki; İbni Kemâller, Ebussudlar veya onları gerçek­ten ölçü alan ulema böyle yapmazlardı. Onlar da böyle yap­salardı, şeriatı islâmiye ve hikmetlerine mugayir davranışa girmiş olurlardı. Bu daveti ne için yaptığını Ömer Ağa'nın, sadrazama izah ettiğini ve dediklerinin, Turhan Vâlide'nin Ağalarından dört kişinin kellesini, yeniçeri ağalarının isteme­leri ve bunun teminine lâzım gelen işlemi yapmak üzere ol­duğunu rivayet ederler. Ancak bu rivayet doğru olmasa ge­rek.
Çünkü; Ağalar bu taleblerini gündüzden yapmışlar, buna *arşılık Süleyman Ağa karşı tedbirleri almıştı. Siyavuş Paşa, Samsoncu Ömer Ağa'y1 yanına alarak saray'a gider ve bura­da vaziyeti tetkik eder. Kösem Valide taraftarı Bostancıbaşı Ali Ağa başta olmak üzere, bu hizbin taraftarını öldürtür. Sa­rayın her tarafını gözden geçirdi. Yanında bulunan Ömer Ağa bu durumları gördü. Sadrazamın maksadı da, vaziyeti gören Ağa, arkadaşlarının yanına gittiğinde her şeyi olduğu gibi nakletsin ve cesaretlerinin kırılmasına, zemin hazırlasın takti­ğine varmaktı. Sadrıazam bir çok tedbir aldığı gibi, ulemayı saraya davet etmeyi elzem buldu. Epeyi bir vakit geçtikten sonra bu davete gelen Kayseri eski Kadı'sı Numan efendi ol­du. Daha sonra Hocazâde Mesud efendi, Bâlizâde Mehmed efendiler geldi. Müftü Aziz yâni şeyhülislâm Abdülaziz efendi tercihini Ağakapısına sığınmada kullandı. Çok geçmedi ki, bu tercihe epeyi bir ulema mensubu da iştirak etmiş. Saray­daki toplantı neticesinde alınan karan hayırla uygulamak üzere şöyle açıklamak mümkündü:Ağalar helak olunacak. Bu doğru ve kahramanlık gerektiren kararın muharriki acaba kimdi? Kadı Numan efendi ile Hocazâde Mesud efendi en açık tarzdaki fikirleriyle temayüz etmişlerdir. Bunların özetle söylediği iş ancak Ağaların katledilmesiyle halledilir. Bunun başka bir hâl şekli yoktur. Bu sözler fikir bakımından önem taşımaktaysa da, esas olan bunu tatbik edebilmekti. Turhan Valide, Sadrazam Siyavuş Paşa, Üzün Süleyman Ağa azim­kar bir tutumla işe koyulmuştu ancak unutulmaması gere­ken bir istinat vardı ki, buda ağaların saltanat ve zülumlann-dan gına getirmiş İstanbul ahalisi idi.
Devlet ve millet işbirliği temin edilmiş bir vaziyet ihdasına gelinmişıi. Bunu sağlayacak olan son hamle,'Hz" Peygamber (s. a. v) in Sancağı Şerifini sarayın önüne dikip, ümmeti Mu-hammed'i altına toplamak ve mütegallibeye haddini bildir­mekti.

Seyfiye İlmiye'nin İhanetine Uğruyor


Ahalinin açılan sancak'ı şerif altına toplandığını müşahede eden ulema, birer bahane uydurarak, yeniçeri ocağından uzaklaşma yolunu seçti. Saraya kapağı atmanın yolunu ara­maya başladılar. Hiç bir kurtuluş ümidi olmayan Müftü Ab-dülaziz efendi ile iki kazasker Ağakapısından ayrılmayıp, on­larla ittifakta ısrar ettiler. Ağalar tarafında kaldığı görülen, şeyhülislâm Abdülaziz efendi yerine Ebu Said efendi tâyin olundu. Yalnız, burada karşılaşılan bir durumu haber verelim: Saray davetine biraz geç gelen Ebu Said efendi'nin icabetin­den ümid kesildiğinde, şeyhülislamlığı Hanefi efendiye veı-mişler, Rumeli Kadı'lığı ise, Hocazâde Mesud efendiye veril­mişti. Sâid efendi geldiğinde, Hanefi efendi, müftüiükden alı­nıp, Rumeli Kazaskerliğine, Hocazâde Anadöhu Kazaskerliği­ne, Müftülük de, Sâid efendiye tevcih olundu. Her nekadar, âlimin büyüğüne riayet icabederse de, toplantıya gelmede ağır davranan Said efendi bu davranışının cezasını çekeceği­ne müftü yapılarak mükafatlandırılmış oldu. Rütbei tenzile uğrayan Hanefi efendinin durumuna tahammül nefsi husu­sundan kolay olmasa gerek! . Nitekim; Hanefi efendi, kendi­sini müftü yapan fermanı, Hocazâde ise Rumeli Kazaskerliği­ne tayini belirten hattı geri vermekte biraz nâz ve soğukluk göstermişlerdir. Bunu yapılan muamelenin neticesinden say­mak gerekir. Bâlizâde ise ilkönce yapılan tayinde Rumeli Ka­zaskeri yapılmıştı. Sonraki düzeltme sırasında daha efdal du­rumda olan Rumeli Kazaskerliğini Hocazâde'ye bırakıp, Ana­dolu Kazaskerliğine gösterdiği feragatin şahsi kemâlatla ala­kası olduğu teslim olunmalıdır. Bâlizâde şu sözleri ile herke­sin ve asırlar sonrada bizleri bile hayran bırakan davranışı sergilemiştir:  "Biz; bu meclise mansıb için gelmedik. Tâifei bâgiye'nin cemiyetlerini defe ve zülumlannı men için geldik. Bana Kazaskerlik makamı lâzım değil Bir başka duacıya ve­rin" Demeyi bilmiştir.

Sancakı Şerif Açılıyor


Beri yandan kendi durumlarının sağlamlığından emin ola­rak vaziyetin inkişafını takip ediyorlardı. Kösem Vâlide'nin şehidliği dâhi yeniçerilerin hesabına yazılmıştı adetâ. Bu kendilerine olan güvenleri yeni bir hata yapmalarına sebeb oldu. İşleri tahkik etmeden padişahlığa şehzade Süleyman'ın getirildiğinin haberlerini bile yaydılar. Halbuki sarayın kalın duvarları gerisinde cereyan edenler hiç de onların umduğu gibi netice vermemişti. Tabii bunların bu kadar peşin hüküm taşımalarının sebeblerinden biri, kazaskerler ile müftü Abdü-laziz efendi'ninde onların yanında bulunması idi. Az sonra yeniçeri ağası Kara Çavuş başta, yanlarındada kazaskerler olduğu halde diğer ileri gelen yeniçeriler, Etmeydanına doğru yola çıktılar. Zaferlerinin ganimetini almaya giden galibiyet sahibi kimselere benzemekteydiler. Meydana geldiklerinde Kara Çavuş: binek taşına çıkarak toplanmış yeniçeri ve bir takım ahaliye doğru: Saraydaki musahib ve saray mensubla-rının yaptıkları nedir? Valide Sultanı katletmişler. Bunlardan Valide Sultan'ın kanı istenmelidir! Dediğinde; yeniçerilerin arasından bir ses: Valide Sultan'ın vârisi sen mi oldun? Soru­su, bir yeniçeri tarafından seslendirildiğine göre, ağalar hatta basit yeniçeride bile ittihad olmadığının delili idi bu manidar soru.
Bu anda da bir değşiklik görülmeye başlandı. Yeniçeriler arasında bulurari âlimler gurubundan bazıları alenen ve apa­çık, sakin ve veıkûrane açımlarla safların arasından çıkıp, sa­ray cihetine yürümeğe başlamışlardı. Bu ne demekti? Biz söyleyelim; büyük bir gururlan etrafa yıldırım bakışlar fırlatırlarken, hafif geride kalanların kulaklarına sanki gizli bir de­likten fısıldanan "Sancak-ı şerif çıkarılmış" sözleri bu sembo­lün ümmet, hatta yeniçeriler dahil toplum üzerinde birlik ge­tirici, vahdeti sağlayıcı gücünü bilenlerdi saray tarafına doğ­ru yürümeğe meyledenler. Tabii bunların arasında, Abdülaziz Efendi ile kazasker efendiler bulunmuyordu. Çünkü onlar az-ledüdikleri haberini almışlar, yerlerine yapılan tâyinlerden haberdar olmuşlardı. Bu gurubla artık beraber olmaları belki makamlarımızı tekrar elde edebilirizin ümidiyle rabıtalıydı. Bir diğer tarafda, geriden kopan ulemanın yaptığını bunlar da yapmasın diye, etraflarını sıkıca sardıran ağalardan fırsat bulamamış olmalarıydı!

Ululemre İtaat Talebi


Öğle namazının edasına yakın vakitte saray, şehrin çeşitli mahallerine münadiler çıkardı ve: Her kim jnüslüman ise Hazreti Rasûlullâhın Sancağı altına gelsin! ülûlemr'e itaat etmiyenler, karşı tarafda olanlar, Orta camideki (Şehzadebaşi Camii) bagiler ile bir olanlar din ve devlet düşmanlarıdırlar. Öldürülmeleri için fetva çıkarılmıştır. Bilindiği gibi Kur'an hü-kümlerindendirki, sizden olan emire itaatli olunuz diye fevka­lade uyulması gereken bir emir vardır. Bu emirin başa geç­me veya geçmesini, görevini sürdürmesini temin etmekte olan şartlar; hadis, kıyas ve icma anlayışı içinde birbirini kuvvetlendirir şekilde tesbit olunmuştur.
Bu şartlara aid hususlarda eksiği olmayan veya bu duru­cunu muhafaza ettirenlere itaat şarttır. Münadiler ilânı neti­cesinde vaziyeti duyan ahali olsun, ağaların yanında bulunan bir çok yeniçeri, mezkûr "Ulûlemre İtaat" emri karşısında, bir saniye bile tereddüt etmeden sancağı Muhammedi'nin göl­gesine koştu.
Sarayın bahçeleri koşan halk ve askere dar gelmeye baş­ladı. Şimdiki Gülhane parkının önünden daracık bir sokak yokuş olarak Topkapı Sarayı istikametine çıkar, o sokağın ismi Soğukçeşme'dir. Kalabalık oradan, Ayasofya Camii ar­kasını, deniz tarafında Ahırkapı ve Cankurtaran civarını dol­dururken, Sultanahmed Meydanı ise lebaleb dolu bir haldey­di. Buna karşılık Ağalar ve etbaları bir avuç kaldılar. Saray­dan ağalara gelen bir davet, ayak divanına gelmeleri şeklin­de idi. Ancak Kara Çavuş: Bizden saraya gidecek yoktur. Bulunduğumuz yerde kalacağız. Padişaha da, asi değiliz. Fa­kat üstümüze gelen olursa vuruşmaktan çekinmeyiz. Dedik­ten sonra kışlalarına çekildiler. Dışarıdan gelenleri içeri al­makla beraber dışarı çıkmak isteyenlere müsaade olunmadı.
Enteresan bir bilgi geldi koğuş ağalarından birinden, bu haber, hiç merak edilmesin. Dışarıdan içeri gelmek isteyen kimse yok, buna karşılık içeride kimse kalmadı ki bunların çıkmalarını engelliyelim. Hepsi saray'ın davetine koştular.

Tercih Paraya Değil Sancağa


Kâhya Bey karşılaştığı bu tehlikeli durumu altun sesleri ile kendi lehine çevirebileceğini düşünerek, bir gülümsedi. Ar­kasından, hemen keseler dolusu altunu yanlarına getirtti ve toplanmış bulunanlara keseleri göstererek: Altun isteyenler bize koşsun. İstemeyenler ise saraya gitsinler. Şeklinde ba­ğırdı. Kâhya Bey'in bu daveti boşa çıktı. Bir kişi dahi bu da­vete icabet etmedi. Herkes, sancağı şerifin altında kalmayı tercih etti.
Günümüzde de, güneydoğu ve Kürtçülük hususunda dinin bütünleştirici vasfına müracaat olunsaydı bu gaile asla büyü-mezdi. Hattâ bir ara, uçaklarla bazı âyeti kerimeler yazılı matbu kâğıtların atılmasını, o sırada ülkeyi yönetmekte olan Süleyman Demirel  başkanlığındaki  DYP/DHP koalisyonuJnun başbakan yardımcısı Erdal İnönü, yapılan çalışmaları lâikliğe aykırı davranış olarak vasıflandırmış, mütereddit or­tak Süleyman Demirel ve partisi DYP, koalisyon bozulmasın djye yapılana engel olmayı kararlaştırmıştır. Devletin bu ka­rardan beri bu olayda bir daha bu yola baş vurma imkânı ele edilemeyerek yara büyümüş, nice millet evlâdının şehid olmasına, nice aile ocaklarının kararmasına, adetâ yeniden bir dul karı neslini görmeye zemin hazırlanmıştır. Neyse biz Sancağın ortaya koyduğu işleve bakarak; şaşkınlığını biraz Üzerinden atmayı beceren Kâhya bey'in akıbetin korkusunu akla getirdiğinin ispatı olacak sözlerini buraya alalım: Tü yü­züne Allah belânı versin tamahkâr arnavut! Bu işler hep se­nin tamaın yüzünden meydana geldi. Bize; mal lâzım. Devlet yüzçevirirse biriktirdiğimiz akçalar, derdimize derman olur hemen servet toplayalım der idin. Bizi kendi hâlimize koy­madın. Hepimizi ifsad eyledin. Bizi baştan çıkardın. Haydi bakalım bu miktar altun topladık. Şimdi onlar ile yapacağını yap da görelim. Kâhya bey'in bu sözleri Bektaş Ağa'nın üze­rine yürüyerek söylediğini de ifâde edelim tabii.. Kâhya bey'in sözleri, toparlayıcı sözlerden olmayıp, kendilerini ge­tirmiş oldukları vehamet ve bunun mesullerinin birbirlerine girmek üzere olduklarının, birbirlerini suçlamanın kapısını açan ifadeler saymak gerekir nitekim Ağalar yanında yer alan ve eskiden bunları methü senalarıyla şöhret bulan Aya­sofya kürsü şeyhi Veli efendiyi, Kâhyabey'in Bektaş Ağa'ya Çatan sözlerini duyduktan sonra bu güruh yanında kalmanın yanlışını anladığından bulunduğu daireden üstünü silkeleye silkeleye çıktı ve yürüdü. Bu vaziyeti de müşahede eden Bektaş Ağa: Kuzgun suhte! Kürklerimizi giyip, kese kese ak-Çalarımızı alırken "Sizler devlete lâzımsınız. Çünkü din ü dev-'et sizin ile kaimdir" derdin. Artık rüzgâr döndüğü için senin yanında da yaramaz mı olduk? Diyerek, laf atmakdan kendi-ni alamadı.

Saraya Dönenlerin Karşılanışı


Nâkip Zeyrekzâde Abdurrahman efendi saraya dahil oldu ve pek soğuk ifadelerle dolu özür beyanlarında bulunuyor, böylece de, bulunduğu makama yakışmayacak kertede biri olduğunu göstermekteydi. Ama olsun kelleyi kurtarma sava­şında normal insanlar bu yola başvurabilirler. Ancak az bulu­nan fakat onur sahibi kimseler Zeyrekzâde'nin tabasbusunu göstermezler. Her ne kadar yanhşdan ayrılıp, doğruya koş­mak herkesin yapması gereken husussada tabasbus ve dal­kavukluğun gereği yoktur sanırım. İlmin Zeyrekzâde'nin şah­sında düştüğü derekeye şâhid olan, Kazasker Kudsizâde mü­him sayılacak derecede zarafet gösterdi, ilmi düşürülmeye çalışılan yerden kurtarmak için. Karşılaşmış bulunduğu ne­zâketin sayesinde idrak eden Abdurrahman efendi, huzura gitmeye yüzü olmadığını anlıyarak, konağına kapandı. Sabık şeyhülislâm Abdülaziz efendi Yenikapı'ya indi ve orada bulu­nan bir kayığa binerek Topkapı Sarayı'nin Yalı Köşkü cihe­tinden saraya girdi. Ayak Divanında bulunan padişah 4. Mehmed'e Abdülaziz efendinin saraya geldiği haberi verildi. İrade "Bostancıbaşı'nın yanında kalsun" şeklinde çıktı. Bu iradeyi duyan, Abdülaziz efendinin ölümün korkunç sessizli­ğini sağken yaşadı desek hata etmiş olmayız.

Ağaların Şefaat Talebi


ulemanın yanlarından ayrıldıklarını gören Ağalar, Şehza-debaşı Camiinde ümidsiz bir halde kalakaldılar. Kara Çavuş şeyhülislâm Ebu Said efendiye bir tezkere yazarak, şefaat et­mesi dileklerini bildirdi. Kara Çavuş eskiden beri Ebu Said efendi'ye taşıdığı saygısını izhar etmiş bulunduğundan, ara­larında hukuk ve sevgi bağlan kurulmuştu. Kâhya bey'de aynı hukuk sahibi olduğu (Jzun Süleyman Ağa'ya bu minval-
 bir tezkere gönderdi. Ayrıca son dönemlerde Kâhya bey iKi taraflı çalışmaktaydı. Görüntüde Bektaş Ağa ile arası kav-aalı olmamakla beraber, üzün Süleyman Ağa vasıtasıyla, Hatice Turhan Valide Sultana ubudiyetini sunabilme şansını kullanmıştı. Burada biraz düşünecek olursak şu nazariye or­taya atılabilir: merhume Şehid Valide ağaların bir bölümüyle, Hatice Turhan Sultan, ağaların diğer bir kısmı ile gerek kendi iktidarlarını sağlamak için gerekse devlet idaresinde inançla­rı noktasında kimseleri destekleme görevini üzerlerine almış­lar, böylece hanedanı, niçin biz tahta geçmeyelim düşüncesi­ni taşıyacakların tasallutundan korumuş olmaktaydılar, dü­şüncesi makul bir izah görünüyor bize.
Kâhya bey bu müracaatıyla affa nail olamadı. Artık ortaya ahali çıkmıştıı \e ahali zorbalardan intikam almanın zamanı geldi anlayışına sürüklenmiştir artık.

Cezalandırmada İki Anlayış


Yapılan zülumlardan bıkan insanlar yapılacak işlemleri ta­rtışmaya başladıklarında intikam meselesi pek önemli bir husus oldu. üzün Süleyman Ağa ve sadrazam derhal infazlar yapılmasının önemini ileri sürerken, şeyhülislâm Ebu Sâid efendi, şu nazariye ile karşı çıkmaktaydı: "Yeniçerilerde, ule­mâda ve diğer kimseler, sancağı şerifi açtığımız ve buna olan bağlılıkları hasebiyle o tarafı bıraktılar, bu tarafa iltihak etti­ler. Şimdi biz infazlara başlarsak, hayati tehlikeye maruz kal­dıklarını düşünerek tekrar karşıya dönerler.
Hâttâ bu arada Yeniçeri Ağalığına Silahdar Ağa'yı nasbet-mişsiniz, bunu hemen geri çekin. Ocaklıya kendinden ağa töredir. Buna riayet gerekir yoksa bu yapılan nasbi hakaret olarak vasıflandırabilirler. Bu olayların müsebbibleri zorbala­ra dahi şimdilik dokunmamak kararı alalım." Şeklinde be­yanda bulunur. Görüldüğü gibi, Şeyhülislâmın görüşü, Hz. Ali  (k.v) nin, Hz. Osman (r.a) in şehid edilmesinden sonraki va­ziyete, düşünüp uygulamaya çalıştığı tedbirleri andırır, üzün Süleyman Ağa ve sadrazam Hz. Muaviye' (r.a) in görüşü olan katilleri hemen cezalamak hususudur. Ancak Hz. Ali (k.v) nin içtihadını andırır tarz olan şeyhülislâm efendinin gö­rüşü, karar altına alınır, o vecihle hareket edilir.
Kara Çavuş; Tamışvar Valiliği görevine yollanırken, Kâhya bey'i Bosna Vilayeti bekliyordu Bursa muhafızlığı ise Bektaş Ağa'ya verilmişti. Hemen vazifelerine gitme fermanı da elle­rine tutuşturulmuştu. Kâhya bey, Kara Çavuş derhal sur dışı­na çıkmayı gerçekleştirdiler. Kâhya bey'i yanına lâzım olur diye, yüzyirmi bin altun almış olduğunu kaynaklar bahsedi­yor. Yüzyİrmibin altunu, bu gün Reşad lira adıyla andığımız altun ile karşılaştırıp, servetinin değil de yanında bulundur­mayı düşündüğü para miktarını hesaplayarak durumu idrak edelim! 120. 000 X 20. 000. 000=2. 400. 000. 000. 000 ed­er. Yazıyla=ikitrilyondörtyüzmilyar ederki, bu hesap, 1998 sene sonu altun fiyatı göz önüne alınarak yapılmıştır. Görülü­yor ki, bu miktarda para toplamaya muvaffak olmuş bir tek yeniçeri ileri geieni! Ne zenginlikmiş veya ne yolsuzlukmuş. ülkemizde aşağı yukarı bir kaç fabrikası olan kişinin dahi böyle bir net birikimi olabilsin. Bu izahların; ülke insanına, iktisatçıların araştıracağı ve tamamen, objektif yaklaşımla izah etmesi gereken hususattandır, diyorum.
Bu görevlere gönderme şüphesizki içeride coşması muh­temel taraftarlardan ayırarak ve de işi soğutarak sona erdir­me siyaseti yatmaktaydı. Hattâ buna bir misâl olarak; şehir dışına çıkmayı tercih eden Kara Çavuş çadırında beklerken, sadrazamdan gelen bir tezkere ile, Kaptanı deryalığa nasb olunduğu bildirilir. Gelen müjdeciye ve sadrıazama teşekkür babında önemli miktarda bahşişler ödemiştir.
Öte yandan; Bektaş Ağa Bursa'yeı gitmedi. İstanbul'da saklanmayı tercih etti. CerrahPaşa semti yakınında bir ara-,-na sırasında ele geçti. Sürükleye, sürükleye Topkapı sarayı­na getirildi orda boğularak öldürüldü. Kara Çavuş'da pek qeçmedi sarayın davetine icabet etti. Burada bazı sorulan cevapladıktan sonra infaz gerçekleşti. Kâhya bey firarı dene­di. Ne varki Edirne de tutuldu. Yakalandığı andan itibaren son derece sakin ve itaatkâr, abdest için müsaade istedi. Verdiler. Sükunet içinde namaz kıldı. Bir eli ile sakalını yukarı kaldırıp, diğer eli ile kemendi boynuna geçirdi. Sıktılar ve ru­hunu teslim etti. Bazı tarihçilerin, Kâhya bey için bu çirkefe tesadüfen karışmış olduğuna dâir beyanları bulunmaktadır.
İstanbul ahalisinin Sancakı Şerif altında toplanarak son-landırdığı, yeniçeri ağalan baskısı, gerek şehirde gerekse ül­kede bir hürriyet havası estirmişsede, bu iklimi devamlı kıla­cak işbilir idareci azlığı fırsatın müsbet tarzda değerlendiril­mesini engelledi. Bir bakıma, külden kaçınırken, ateşe dü­şülmüştü. Yeniçeri ağaları gitmiş, yerlerine harem'in hadıma-ğaları gelmişti. Tarihler bu sırada h. 28/ramazan/1061m. 15/eylül/1650 yılını göstermekteydi.

Anadolu Kıyamları


Memleket idaresi merkezde rastlanan ihtilaf ve çekişme­lerden her zaman için büyük zarara duçar olur ve olmuştur-da. Buna karşılık Osmanlı devletinin bu döneminde, taht Şehrinde yukarıdaki bilgilerini verdiğimiz olaylar esnasında, serhat komutanları, kâfirleri sıkıştırıyor, bir çok başarılara ın~ıza atıyorlardıki, buna karşılık Anadolu'da özetleyerek ver­meye çalışacağımız baskılar ve bu baskılara karşı kıyamlar, lsyanlar zaman zaman kendini gösteriyordu. Bunlar bazen is­yanı neticelendirme kertesine gelindiğinde ki geçmiş sayfa- özel bir şekilde verme lüzumunu hissettiğimiz Üsküdar yakınlarında Çamlıca eteklerinde, Bulgurlu ve Dudullu semt­lerinde devlet kuvvetleriyle yapılmış olan savaş en tesirli ola­nıdır. Ancak işin sonuna doğru da birbirlerine düştükleri, bundan dolayı da çözülüp, dağıldıklarım görüyoruz. Şüphesiz ki, bu kıyamlar merkezi bozukluğun, içtaraflara aksetmesin­den olmakla birlikte bir çok sosyal sebeblere de dayanmak­taydı.
Misal olarak: Şer'i şerifin en önemli hususiyeti, adil idare­nin temini ve bunun devamını sağlamak yolundaki ısrarıdır. Adalet olmadığında artık devletin izmihlali yakın oiuf. Ada­letsizliğe duçar olmuş kimselerin haklarını aramaları meşru­iyet dahilinde olmaz ise, bir tuğyan, bir isyan görüntüsüne bürünürse de, devletin otoritesine riayeten yapılacak kapı aralama veya bu kapıyı aralamayan devlete ve devlet ada­mına herhalde bir mesuliyet terettüp eder. İşte Gürcü Abdül-nebi harekâtında divan'da müzakereler sonunda gelenlerin te'bit olunması Abdülnebinin kafasının kesilmesi fetvası çı­karılmak istendi.
Müftü yâni şeyhülislam Abdürrahim efendi fetvayı imzala­dı. Fakat Karaçelebizâde Abdülaziz efendi bu fetvaya itiraz etmekle birlikte, İmzada vermedi, ulemanın çoğu bu görüşe iştiraketti. Fetva tekemmül etmedi. Abdülaziz efendi itirazını şu hususa istinat ediyordu. Bunlar ta nerelerden yola çıkmış­lar, kimsenin malına, canına ve ırzına zarar vermeden, kendi masraflarını kendileri görüp, dersaadetin kapısına şer'i şerif davamız var, demekteler. Biz böyle şey olmaz deyip, hayat­larına nasıl kıyabiliriz, davalarına rüyet etmeden görüşüyle pek haklı bir ikazda bulunmuştur. İşin bu tarafıyla Saray'a aksettiğinde, oradan böyle görüşe hak verir mütalaa geldiği görülmüş, hattâ sarayın da ağaların kurduğu baskıdan kurtu­labilmek için, Gürcü Nebi'ye mail oldukları hakkında tâbirde bulunanlar olmuştur.
Tarihin bu döneminde tarikat ehli ile zahir uleması arasın­da cereyan eden ihtilaf bir kavgaya kadar gitmiştir maalesef. Ülke insanımızın pek çoğu, bu mücadeleden habersizdir. İn­san bazı bazı bu habersizlik daha mı iyi yoksa diye düşün­mek mecburiyetinde kalıyorsa da, menfur emeller besleyen, din ve millet düşmanlarının yazıp söylediklerinden öğrene­cekleri vakaları, kendi milletinin kaynaklarından sağlam bir şekilde öğrenmek, dışarıdan gelecek fitneye karşı iyi bir silah yerine geçer. Bundan dolayı Ebul Faruk tarihinden bu bölü­mü özetlemeyi münasip bulduk: "Dahili sıkıntıların kavgaya kadar uzandığı noktada üzücü coşkunluklara tesadüf olunur. İşte bu coşkun vakalardan biri de zahir uleması ile sofiler, yâni ehli târik arasında eskiden beri devam etmekte olan ih­tilaflar, bunlara bağlı münakaşalar ne hikmetse önemli bir gaile hâline geldi. Böyle olmasının sebebi Üstüvani Mehmed efendi adlı, Şam şehrinden İstanbul'a geldiği ileri sürülen bi­riydi. Şam'da işlemiş olduğu bir cinayet münasebetiyle İs­tanbul'a iltica ettiği ileri sürülmüşse de, meşkûk kalmıştır. Bu zât, ilim sahibi bir kimse olup, konuşması da fevkalade be­ğenilen biriymiş. Ayasofya Camiindeki Somaki sütün bu zâ­tın vaaz ettiğinde sırtını dayadığı yermiş. Kendisine Üstüvani denmeside bu sütün münasebetiyle olduğu rivayet olunmuş­tur. Saraya yakın olan Ayasofya Camii cemaati saray men-sublarının, bostancıların, hasoda takımları denen kişilerin, harem ağalarınında bulunduğu bir cemaatti. Üstüvani verdiği vaazlar, konuşmasındaki akıcılıkla bu cemaati kendine bağ­lamaya muvaffak oldu. Saray takımı bir ara bu müthiş vaizi saraya alıp, büyük salona bir kürsü kurdular. Üstüvani vaaz­larının bir bölümünü de burada verdiğinden, adı hünkâr Şeyhliğine çıkarıldı. Bu hâl ise, Üstüvani'de bir yanlışa düş-niesini getirdi. Bu yanlış tasavvuf ve mensuplarına dil uzatıp, tecavüzkâr ifadelerle sataşma yolunu tutması oldu. Bu hususta da, Kur'an ve sünneti sağlam bir zemin olarak kullanıp saldırıları kendisi aleyhine oldu. Valide Sultan, haremağaları ve bir çok saray ileri gelenleri birer tarikatın mensubu olma­larından bu sözleri tutulmadı. Ayrıca üstelik bahse konu Vali­de Sultan ve Ağalar, Kurâni Kerim hakikatlerinden haberdar kimselerdi. Söylenenlerin getireceği olumsuzlukları da hesa­ba katan idare, Üstüyani ve arkadaşlarını sürgüne yolladılar.
Buna rağmen mesele kapanmamış, sadece içten içe yan­mağa bırakılmış oluyordu. Hakikaten Köprülü Mehmed Paşa döneminde bazı şiddet tedbirlerinin alınmasına kadar gitti.

Saçlı Şeyh


Sultan 4. Murad döneminde, padişahın emriyle öldürülen CJrmiye Şeyhi'nin kardeşinin oğlu Şeyh Mahmud adlı kişi, Saçlı Şeyh lakabıyla bu karışık devirde şan ve şöhrete ermiş­ti. Vaazlarının dinleyicileri binlerce kişiyi buluyordu. Bu ilgi­nin sebebini de Saçlı Şeyhin vaazlarında dile getirilen husus­lar, Osmanlı devletinin içinde olduğu başta siyasi sıkıntılar olmak üzere, güncel sayılacak bütün meselelere temas et­mesiydi. İşte bu Saçlı Şeyh Mahmud'un vaazlarından biri, İs­tanbul ahalisini adetâ galeyana getirdi. Şeyh efendi şunları dillendiriyordu: "Devletin ve milletin başına gelen felâketlerin arkası alınamıyor. Bunların böylece devamı bitmeyecek gibi görünüyor çünkü tesir eden unsurlar izâle edilmedikçe, orta­ya çıkan eser çok edilemez."
Şeyhin bu vurgulaması, valide sultanların devlet işlerine karışmamaları gerektiğine dönüktür. Tabii bu ifadede en ön­de gelen hedef Kösem Mahpeyker Valide Sultan olmakla be­raber, diğerlerini de kapsadığı kesindi. Saçlı Şeyh'e göre; "..esasında ecnebi ve çarşı mah olan sarayın mensupların­dan bir hanım, kazaen bir şehzadeye valide olmasıyla işlerin başına geçmeye fırsat bulmuş oluyor. Halbuki buna ne durumu ne de geçmişi uygunluk arzetmiyor ve arzetmezde. Dev-let işlerine yetersizlikleri nasebiyle kifayetsiz iktidarların sahi­bi oluyorlar. Muktedir olamayan iktidarları ülke ihtiyacını Karşılayamaz bir idarenin müsebbibi oluyorlar. Diyor ve te­davi olarak çözümü ise payitaht dışındaki vazife sahiplerinin ileri gelenleriyle evlendirilip, elleri idareden çekilmeli
Bu tedavi şeklinin, çirkinliği, tatbiki gayri mümkünlüğü, padişah ailesine, hele hele aynı zamanda halife sıfatı taşıyan padişahın Sultan Hanımlarının böyle bir muameleye muha­tap kılınmasını talep eden Saçlı Şeyh önce hastaneye yatırıl­dı, bilahire de yakınları ile birlikte sürgüne gönderilmesi ger­çekleşti. Böylecede millet; padişah ailesinin kendilerine bir emanet olduğunu ve onlara sahiplenmek gerektiğini idrak ne bu saçmalığa pirim vermedi. Teklif sahibini vatanın başka bir köşesinde inzivaya etme inceliğini gösterdi. 1924'Ier Türki­ye'sinde gecenin yarısında bir kanunla 623 yıl hizmetinde ol­dukları milleti ve toprakların birer ferdi olan hanedan üyeleri­nin vatan cüda edilmelerini seyredenler, bu hanedanın yâd ellerde çektiklerinin (çok minik bir kısmı hariç olmakla) bi­gânesi olarak yaşamaları, 1658'lerdeki ced'lerinden insanlık açısından ne kadar geri düştüklerini gösteren bir misal sayı­yorum. Şeyh efendi'nin sürgünü, açılmış münakaşa kapıları­nın tamamının kapanmasına kifayet etmedi. Tâ ki, büyük vezirazam Köprülü Mehmed Paşa'nın bu münakaşaları biti­ren müdehalesine kadar devam etti.

Köprülüler Devri


Osmanlı devletinin; 4. Murad'dan sonraki döneminin, 4. Mehmed'e isabet eden bölümü, cidden dört mevsim gibidir. Kadınlar saltanatı yakıştırması bu dönemin başlangıcına ve­rile*; ilimdir. Çünkü sabi padişah henüz yedi yaşındadır. Ül­ke; Kösem Mahpeyker valide Sultan tarafından niyabetle idare olunmuştur. Bir sadrıazam resmi geçidi yaşandığı gibi, devlet idaresinde nice kahtıricâl yaşandığından adam kıtlığı ile karşı karşıya kalınmıştı buna bağlı olarak var olanlar, yer­lerini doldurmayı öğreninceye kadar, sefinei devlet hayli hır­palanıyordu. Yıllar geçtikçe valide sultanlar aralarında giriş-dikleri nüfuz kavgasında hayli mesele çıkmasına sebeb olu­yorlardı. 4. Mehmed; çıkmış olduğu tahtın sadrıazamı olarak karşısında Mevlevi Derviş Mehmed Paşayı bulmuştu. O dahil onbir veziriazamı çalıştırdıktan sonra, düzineyi yâni onikiyi bulduğunda karşısında yaşı yetmişi aşmış bir ihtiyar delikanlı buldu.
Bunun gayret ve salabeti sayesinde, devrinin parladığını gördü. Fakat bu tâyindeki isabeti evveliyetle Hatice Turhan Valide Sultan Hz. lerine teslim olunması gerekir.. Dinç fakat yaşlı vezirin sadaretinin başlangıç târihinin; 15/eylül/1656' olduğunu görüyoruz. Aziz ve büyük milletimiz, eski devirler­de Fâtihler yetiştirirken, artık kurtarıcılar yetiştirmeye başla­mıştı. Köprülü Mehmed Paşa geldiği sadaret makamında, kapdanı derya müessesine göz attığında, Şeydi Ahmed Pa­şayı vazifeden almıştı yerine de, Topal Mehmed Paşa bu gö­reve atanmıştı.
Köprülü Mehmed Paşanın donanmanın başına getirdiği adaşı Topal Mehmed Paşa, büyük ve ısrarlı çalışmalarla kal­yon, kadırga ve mavnalardan meydana gelen bir donanma inşaya muvaffak olduğu gibi bu gemileri denize salıp derhal
Çanakkalede ki savunmaya güç katmak için yola çıkarmıştı, apdan Paşa 36 kadırga ile 4 mavna'yı alarak Rodos Adası­na gitdi. Maksadı hakikisi Girid'e değiştirme birliği götür­mekti. Yolda rastlamış olduğu Malta korsanlarına aid üç kal­yonu batırdı ve bir kaç yıldır denizde galibiyet duraksaması­na, bir haftaym ilân etdi. Sakız adasına yanaştığında mevcud askeri, gemilere aldı böylece Girİd Adasına dümen kırılması emrini verdi. Kendisi ise Sakız Adasında bulunmayı tercih et­di. Gönderdiği filo ise Girid'e varamadan dönmek mecburi­yetinde kaldı. Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, Çanakkale tahkimatını güçlendirme gayretine ek olarak da, Boğaz ya­kınlarındaki adaların devleti âliyenin olması gerektiğini stra­tejisine dahil etmişti. Bütün bunların istenmesinde de, Şemsi Paşa komutasında 19 kalyon, 10 mavna ve 3 kadırga ile 1 ü".O nakliye gemisinden kurulmuş bir filonun ilâve kuvvet olarak gelmesi hayli rol oynamıştı.
Çanakkale önlerinde, abluka İşlemini gerçekleştirmeye çalışmakta olan Venedik donanmasının en büyük sıkıntısı, su temininde uğradığı müşkülatdı. Ancak bu arada da bol ami-ralli Venedik donanmasında, üç büyük amiral arasında çeke-memezlik bulunuyordu. Bunda Venedikli denizcilerin kendile­rini denizlerin fâtihi görmelerinin payı hayliydi. Biraz da bu çekememezliğin kaynağı Papa'nın ortak donanmaya, kend» inisyatifiyle Amiral Bechiy'i başkomutan atamış olmasıydı. Lazzaro Moçenigo Venedikli amiral olarak, başına gelmiş bu­lunan Bechiy'i ve forsunu selâmlamadığı gibi, ziyaretine git­meyip bir zabit göndermekle iktifa etmesi hasebiyle soğuklu­ğun tırmanmasını temin ettiği anlaşılıyordu.
Bechiy'i bu soğukluğu: "Venedik Cumhuriyetine nasıl hiz­met edebilirim?" sorusuyla ortadan kaldırmak istemişsede, Venedikli amiral kendini müttefik donanmanın gerçek komu- olarak gördüğünden, bu centilmenlik salvosunu pek takmadı. Gördüğünüz gibi sevgili okurlarım; insanlar her ta raf da aynı davranışları sergiliyor. Bizim derya kaptanları biribirleri-nin ayaklarını kaydırmak için çeşitli dolaplar çevirirlerken, gayri müslimlerin dünyasında da, kin, adavet ve çekeme-mezlik hassalar mücadeleyi iç yapıda sürdürtüyordu. Amiral Moçenigo; donanmanın büyük ihtiyacı olan su temini için, bir kaç tane çektiri tâbir olunan küçük gemiyi ve bir miktar askerle birlikte Soğanhdere sahiline göndermişti. Gemiye su alınırken, muhafız gurubu olarak bir tedbir nöbeti aldırmıştı. Osmanlı fedaisi bir kaç yüz kişi bunların üstüne savlet etmek suretiyle yürüdüğünde Venediklilere kaçmak yolu görünmüş, bu hâli müzakere için müttefik donanmasının yetkilileri top­lanarak bir karara varmayı düşünüp, eyleme geçtiler. Bütün bunlar olurken; Venedik gemilerinde ve bu gemilerin buiun-duğu cenahda müthiş bir susuzluk kuyusuna yuvarlanmışiar-dıki, Osmanlı donanmasının birdenbire gözükmesi ve demir atması Moçenigo'nun yapacağı artık bütün gemilerine, su bulmalarının temini için şimdiki adı Gökçeada olan İmroz Adasına sevketmekti. O da Öyle yapmıştı.
Köprülü Mehmed Paşa; Çanakkale tahkimatına daha fazla önem verdiğinden, Moçenigo ve gemilerinin İmroza gitmele­rini fırsat sayarak zayıflamış müttefik donanmasının da üstü­ne gitmeyerek, belki de kolay kazanacağı bir zaferden fera­gat ediyordu. İmroz adasında ihtiyacını tamamlayan Moçeni­go'nun gemileri, eski cenahlarına avdete koyulduklarında, donanmayı hümayun, aldığı rüzgârın yardımıyla, düşman donanması üzerine akmaya başladığı görüldü. Battagüa adlı Venedik mavnası, 3 adet Osmanlı kadırgasının ricatını ge­rektirirken, iki kadırgamızın kendisine rampa yapmasına en­gel olamadı. Kumandanları Hali! ve Ömer reisler olan bu mavnalar Battaglia'yı teslim alırlarken, Battaglia'ya yardıma gitmek isteyen mavnalara da Süleyman Reis'in idaresindeki mavnanın engel olmayı başardığı görüldü.
fSihayet; müttefik donanması, Osmanlı gemilerinin yar­makta pek zorlanmadığı hâle geldiği görüldü. Bunun sonu­cunda Şemsi Paşa komuta ettiği gemilerle savaşı kazanmıştı. Bunun neticesi de Boğazın kontrolünün yeniden inisiyatifimi­ze geçmesi oldu.
Ali Haydar Emir Alpagut'un; "Târihi Bahri Sahifeleri" adlı kitabında yazdıklarına göre, Çanakkale önünde yapılan sa­vaşın fiilen muharibi olmamasından dolayı, sadnazamın ken­disini mahkum edeceği endişesiyle, donanmasını aldığı gibi firarı düşünmüş olduğunu, bu düşünceyi istihbar eden Köp­rülü Mehmed Paşa olaya suhuletle yanaşıp, ne kaçmaya fır­sat bıraktı, nede donanmanın kaçırılmasıyla milletin uğraya­cağı zarara müsaade vermedi. Kendisine gayet iyi davrancn Köprülü Mehmed Paşa, Topal Mehmed Paşanın kuvvei mâ-neviyesini takviye ettiğinden başka Bozcaada'yı istirdat et­mesini tâleb etdi. Bozcaadanın karşısında bulunan Anadolu sahillerine asker yığan sadrazam, Topal Mehmed Paşanın 86 adet hafif teknesi ile çok geçmeden adanın işgali yerine geti­rildi. Takvimler bu anda 31/ağustos ile l/eylül/1657 senesini göstermekteydi.
Topal Mehmed Paşa; 13/eylül/1657'de yolunu Limni Ada­sına çevirdi. Bu ada da müdahil olarak karşısına çıkan, Françesko Morosini komutasındaki 15 gemiden müteşekkil Venedik filosu işin 65 gün uzamasına sebeb oldu. 15/ka-sım/1657'de ise, Limni Adası istirdat olunmuştu. Osmanlı ve Venedik donanmalarının, Çanakkale önlerindeki son çarpış­malarını teşkil etti bu muharebe. Çünkü büyük bir stratejist °lan Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, sahil boyunca ve ka-fa istikametinde yaptığı gözlemler sonucunda, Seddülbahir v^ Kumkale surlarını tesis için karar verdi. Bu kararı saraya bildirildiğinde, Hatice Turhan Vâlidesultan kendi parasını bu lrnara tahsis etmekte hiç gecikmedi. Derya kaptanı seleflerrinden Ali Paşanın bu inşaatı, çok kısa zamanda bitirmesi, takdire mûcibdir. Bu hızla gitmesi donanmamızın Girid me­selesini de halledileceği intibaını uyandırdığını görmezden gelemeyiz. Ancak devletler arası her türlü münasebetlerin sürprizler yapmasını tabii görmek icâb eder. Bu hususdada merhum Büyüktuğrul amiral, değerli çalışmasının 2. cildinin 151. sahifesinde şunları beyan eder: "Avusturya savaşı açıl­mamış olsaydı Köprülü Mehrned Paşa belki de Girid Adası­nın geri alınmasını da kısa zamanda sağlayacaktı. Lâkin Ve-nedikli'ere müttefik olarak karadan savaşa katılan Avustur­ya, Osmanlı devlet adamlarının bütün dikkatlerini kendi üze­rine çekmiş ve bu halden de en çok Venedikliler hoşnut kal­mışlardı. Böylelikle Girid savaşı 1666 yılına kadar sürünce­mede kalmıştı. Bu uzun süre içinde sırasıyla derya kaptanlığı yapmış olan Çavuşoğlu Mehmed Paşa, Küçük (Deli) Hüseyin Paşa, Köse Ali Paşa, Hüsameddinoğlu Ali Paşa, Hüsameddin Beyoğlu Abdülkadir Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, hep tersanede kalmışlar ve Girid ikmâlini hep kaçak nakli­yatla yaptırmışlardı. Buna karşılık Venediklilerinde; denizler­de eskisi gibi aktif bir hareketleri görülmemişti." Bu mütalaa üzerinde bir miktar durursak şu dersi çıkarabiliriz.
Osmanlı donanması kuvvetli olduğu zamanda, zafiyete düştüğü zamanda zuhur edecek haçlı seferlerini geciktirme­ye, birlikteliklerini önlemeye, gayret sarfetmesi gereken dö­neme girmişti. Teessüs etmiş müttefik donanması ticaret yollarını Osmanlı tasallutundan kurtarmaya hasretmişti. Her iki tarafda biribirini bitirecek savaşın mümessili olmamak­taydılar.
Halbuki; Karada vukubulan savaşlarda bu amacı görmek kabildir. Fakat sunuda hatırlamak gerekmektedir ki, gerileme devrine girmeden duraklama dönemini yaşamak nisbeten       || mühim seferler yapılmasına ve bunları zaferle bitirmek gibi basanlar görüldü. Osmanlı ordusu; Köprülü Mehmed Paşanın ^arı bekâ'ya irtihalinden sonra merhumun oğlu, Fâzıl Ahmed paşanın komutasında, milletimizi ümidvar kılan hareketlerin devamında büyük bir rol üstlendi. 1661 ekiminde makamı sadarete gelen Fâzıl Ahmed Paşa, tam beş yıl Avusturya devleti ile becelleşmekten Girid'e fazla zaman ayıramadı. Vasvar'da; 30/ekim/1666'da, Osmanlı Avusturya barışı akte-dilince sadrıazam, Girid üzerine her geçen gün dozajını arttı­rarak düşmeğe başladı. Venedik; Girid'e eğilen sadnazamın durumunu istihbar ettiğinden senatolarında aldığı karara müsteniden İstanbul'daki elçilerine talimat vererek, sulhun teminine yarayacak çalışmalar yapmasını hatırlatmışlardır.
Muhterem okurlarımız; bazı meselelerde devlet politikası uygulamasına girişildimi, artık efkârı umumiye o meseleyi büyükler bilir demek suretiyle, kendilerine verilen bilgi kada­rıyla iktifa ederdi. Haberleşme araçlarının günümüzle kabili kıyası mümkün olmayan durumu, milletin devlet adamlarına olan itimadını sarsacak bir tesir gösteremiyordu. Nitekim; Fâzıl Ahmed Paşa kapdanı deryalığa getirdiği, Kaplan Mus­tafa Paşaya, daha 1662'de tersaneyi bir güzel faaliyete hazır­laması ve gemi yapımına hız vermesini padişah 4. Meh-med'den aldığı talimat üzerine emretmişti.
Bunun üzerine sabırla ve sebatla gayret gösterilmeğe baş­landı. Yakın târihimizde rastladığımız Kıbrıs Adasına 1974'de yapılan anfibi hareketi neticesinde, zaferimizi göz önüne alır­sak Johnson mektubuna muhatab olan İsmet İnönü'nün, çı­karma gemileri yapmak bu ihtiyacın giderilmesine işareti de, 1964'de vukubulmuştu. Deniz kuvvetleri de bu hususda ter­sanelerini harekete geçirerek, işaret edildiği yılda, bir tane bile mevcud olmayan çıkarma gemilerini 1974'deki indirme Çıkarma hareketinde, mebzul miktarda kullanma imkânımız hâsıl oldu. Böylecede Fâzıl Ahmed Paşanın  1662'de aldığı tedbirlerle, 1964'ierde başlatılan tedbirlerin biribirine yakın olması aradaki 302 sene sonra görülen fark sadece teknolo­jik değişimlerdir.

Yorum Gönder

0 Yorumlar