SULTAN 4. MEHMED (AVCI)-3-

Fâzıl Ahmed Paşa Girid'de


3/kasım/l666'da Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa Girid'e bizzat gelerek, komutayı yed'ine aldı. Bu sırada Donanmayı hümayun ise karşısında hiç bir maniaya maruz kalmadan, gemilere aldığı kara askerini, Girid'e getirmeye muvaffak ol­muştu. Üstelik; lojistik faaliyetlere üs olarak da, Eğriböz, Go-los ve Selanik tahkim olunmuştu. Takvimler "16/ma-yıs/1667'yi gösterirken Osmanlı gücü Kandiye önündeki hamlelerini şiddetlendirmiş ve muhasaranın da sonunun gö­rülmesi yakınlaşmıştı.
Ne var ki; Suda limanının Venedik tarafınca kullanılması da, düşmanın takviye almasına açıkbir kapı olmuştu. Kandi­ye muhasarası bu takviye alabilme sayesinde, 2 sene, 4 ay, 11 gün daha devam etmiş ve 27/eylül/l 669'a kadar sür­müştür. Venedik tarafı 28/ağustos/1669'da sulh talebinde bulunmuştu İslâmi anlayışın emri olan sulh tekliflerine acık olma hâlide devleti âlî'yenin bidayetten beri şiarı olduğundan görüşmelere başlanmıştı. 5/eylül/1669'da imzalanan sulh antlaşması, yukarıda beyan ettiğimiz gibi Sancakı Osma-nî'nin, Kandiye burcuna çekilmesi 27/eylül/1669'da sağlan­mıştı.
Varılan antlaşma maddelerini dört kalemde zikre çalışa­lım.
A)  Kandiye Kalesi; içindeki bütün cephane ve silahlarıyla Venediklilerce Osmanlı yetkililerine teslim edilecektir.
B)  21 sene sonra Suda, Spinalonga ve Karabusa Kaleleri, Osmanlılara verilmek üzere, Girid Adasının bütün toprakları devleti âlî'ye ye hemen geçmiş olacak
C)  Venedikliler: savaş sırasında Dalmaçya kıyılarında işgal ettikleri Kilis Kalesini muhafaza edeceklerdi.
D)  Venedik Senatosu, savaşdan önce Osmanlı Devletine verdiği haracı ödemeğe devam edecekti. Sahifelerimizde Gi­rid fethinin teknik ve siyasal akışını verirken, deniz mevzu-unun mütehassısı olan zevattan, merhum amiral Afif Büyük-tuğrul'un aşağıya özetleyeceğimiz mütaalasınada temas et­meden geçemedik. "Girid savaşına ilişkin söz söylerken, tar­tışmalar yapılırken, yazılar yazarken akla gelen ilk soru, <sa-vaşm neden yirmi ikiyıl gibi çok uzun zaman sürmesi ve bu kadar yıllar içinde, ne Osmanlı Devletinin ne de Venedik Cumhuriyeti'nin kesin bir sonuca varamamasıdır! Alman tarihçi Ekkehard Eykof un dediği gibi, savaş sadece Ada'nın merkezi Kandiye Kalesini alıp, vermemek mücadelesiyle, toprak üstü ve altı mücadeleleriyle, sürdürülmüştür. Deniz de ise harekât stratejisi olarak ileri bir üs elde etmek gibi, ilkel bir strateji kuralı bile düşünülmemiştir. Her iki tarafın yaptığı, çok kısır bir abluka harekâtından bile ibaret kalmamıştır. Her iki tarafın ablukası da çok başarısızdır. Her iki tarafda da cid­di ve iyi düşünülmüş bir savaş plânı yoktur. Savaşın bütün hareketleri güncel olarak düşünülmüş ufak ufak ikmâl hare­ketlerinden ibarettir." Diyen, merhum amiral Büyüktuğrul yukarıya aldığımız görüşlerine şöyle devam etmektedir: "Bu soruya gerçeklere en yakın olarak yanıt vermek Osmanlı Devletinin; kuruluşuna kadar geriye gitmek, gerektir. Çünkü; Osmanlı Devleti denizlerdeki mücadelenin ve deniz ticareti­nin, korsan mücadelesi etkisinde yapıldığı bir dönemde ku­rulmuştur. Tarihçilerimiz; sadece Osmanlı Bizans ilişkilerini esas aldıkları için, kursan savaşlarının etkisini düşüneme­mişlerdir bile. Halbuki yabancı tarihçiler; korsan savaşlarının etkisine büyük önem vermişler ve bundan ötürü, evvelce be­lirttiğimiz gibi Osmanlı Târihini, deniz olaylarını temel alarak yazmışlardır. Akdenizdeki korsan mücadeleleri, daha Os­manlı Devletinin kurulmasından çok önce, denizci İtalyan cumhuriyetleri tarafından Bati Akdeniz'de başlamış; Venedik, Cenova ve Piza cumhuriyeti korsanları öteki cumhuriyetleri denizcilerini ekarte ederek Doğu Akdeniz'e geçmişler; bura-dada Venedik ve Cenova, Piza denizcilerini ekarte ederek, haçlı seferleri çerçevesinde, biribirlerinin üstüne düşmüşler, mücadeleler vermişler ve biribirlerine karşı savaşlar yapıp, bu savaşlar çerçevesinde yaptıkları ada mücadelelerindede ilk önce Aydınoğlu umur Bey sonra da, Sultan Orhan'ın kara kuvvetlerinden yardım almışlardır. Profesör Kamillo Manfro-ni'in belirttiği gibi bu mücadelede Osmanlı Devletinin tek şansı, ne Venedik nede, Cenevizlilerin <birgün gelip Osmanlı Devletinin korsan mücadelesine rakip olarak karşılarına diki-lebileceğini tahmin edememeleridir. Ne Venedik ne de Cene­vizlilerde, büyük topraklar istila etmek hevesi yoktur. Onların biribirlerine karşı mücadeleleri, küçük kara devletleriyle, de­niz ticaretini Ötekine kaptırmayıp kendisi almak için, ticari mukaveleleri yapmak, deniz ticaret yollarına hükmedecek ada ve limanlara yerleşmekten ibarettir. Bizim târih otoritele­rimiz; bu döneme ilişkin deniz mücadelelerinde <Osmanlılar Ege Denizine egemen oldu>, <Osmanhlar Akdenize egemen oldu> gibi deyimler kullanacaklardır. Ama korsan dönemi deniz mücadelelerinde egemenlik söz konusu olamamakta­dır. Çünkü denizde zayıf olan taraf da, kuvvetlinin kıyı ve de­nizyollarına akınlar tertipleyebilmektedirler. Korsan savaşla­rının Osmanlı Târihi üzerindeki en kuvvetli etkisi şöyle gö­rünmektedir: <Anadodolu kıyılarına vaki olan, hristiyan kor­san saldırılarına hedef olmamak için Osmanlı Devletinin Türk unsuru, dağlara yerleşirken, Rum unsuru, kıyılarda ve adalarda kalmış, dolayısıyla Osmanlı Devletinin ziraat, tica­ret sanayii ve ticaret merkezlerini tutmuştur. Devletde bunları silah altına almayıp kara savaşlarım, Türk unsuruyla yaptık­ça ve zamanın kara savaşı gereği olarak en atik ve cevval fürk unsurunu kullandıkça, birinci sınıf Türkleri, Avrupa ve /Asya'nın en uzaklarına dağıtmış ve istilâ dönemi kapanınca da yâni birinci sınıf Türkler orada kalmış ve ikinci, üçüncü derecedeki Türkler de, Anayurt olan Anadolu'da kalmışlardı. Durum değişmesinin baş sorumlusu Derya Kaptanlığı maka­mına göz diken saraylı vezirlerdir. Onların; deniz sorunlarının devlet ekonomisi, silahlı kuvvet ve sosyal hayatı üzerindeki etkilerini ölçmeye ve incelemeye lüzum görmemeleri kıyılar­da olduğu gibi devlet ekonomi ve donanmasını da değerli Türk unsurundan yoksun bırakmıştır. Ege Adalarında da Ve­nedik taraflısı Rum unsuru, Türk unsurundan çok fazladır. Yurt İçindede deniz ticaretine Rum unsurun hükmetmiş oldu­ğunu ileri süren merhum amiral Büyüktuğrul, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nin vefatından sonra, TTK (Türk Târih Kurumu­nun) neşrettiği, Osmanlı Târihini devam ettirip, ikmâl eden Enver Ziya Karal'inda ileriye sürdüğü şu tesbiti yapıyor: Napolyon'un Venedik Cumhuriyetini târihden silmesinden sonra Osmanlı Devletindeki Rum asıllı armatörler, bütün dünyada Venedik ticaret kolonilerini değiştirmişlerdir. Kuru­luşu sırasında Osmanlı Devleti nasıl italyan denizcilerden yararlanarak kuvvet bulmuş ise, Yunan istiklâlindede do­nanmadaki Rum denizciler kaçtıkları için Osmanlı Devleti birden denizlerde zayıflamıştır. Buna mukabil Osmanlı Dev­letinde; kara kuvveti, donanma yerine deniz sorunlarını da harelendirir fikri doğmuştur. 1897 Osmanlı Yunan savaşın­dan sonra, Osmanlı Devletinde, donanma yerine, demiryolu yapmak fikrinin doğması gibi.. istikametinde açıklamalar yapmışlardır. Bu nazariyeleri ileri sürenlerin ifadelerine katı­lıp katılmadığımız yerler vardır. Bizim bu İfadeleri buraya al-rnamız, aykırı görüşlerinde mütalaa edildiğin de,  istifade edilmesi imkânının kabil olduğunu ortaya koymaktır. Şüp­heyi, araştırmacının enyakın arkadaşı görmek icâb eder. Tâ ki; insaf ve adalet, şüpheyi denetleyen birer murakabe sem­bolü olarak, dâima kendini hatırlattığı takdirde. Bu bahse dâir görüşlerimize geçmeden merhum Amiral Büyüktuğ-rul'un bir hüküm mesabesinde olan şu satırlarına yer vere­lim: "..Osmanlı Devletinin kazandığı zaferlerin bile, Türk kanının fazla dökülmesine, Türkiyenin teknikte geri kalma­sına ve barışta da savaşta da fazla harcamalar yapmasına neden olmuştur. Girid savaşı da, böylece hem uzamış, fazla harcamalara neden olmuş ve bundan sonra da Osmanlı Devleti bu adayı kendisine katmanın yararını elde etmesini bilememiştir." Demektedir.
Şimdi yukarıdan beri merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un işin mütehassısı olarak tenkid ve tahlillerine teknik olarak, savaş iimi görmüş, muharip bir denizci olarak karşı çıkmak haddimiz değilse de, Osmanlı Devletinin varoluş sebebi olan hususa aid söyleyeceklerimiz vardır. Merhum amiral; Os­manlı Devletinin 17. asır ile birlikte deniz hâkimiyetinin ya­vaş yavaş elden gittiği gibi, kara savaşlarında da, bir gerile­me yaşandığını pek hesaba katmamakta. Osmanlı Devleti; bir süngü ucu gibi, avrupanin orta kapısına kadar dayandı­ğından avrupa devletleri her ne kadar kendi aralarında da di-dişselerde, hristiyan Papasının Öncülüğüyle müslümanlara karşı birleşiyorlar, kalabalık ve güçlü ordularla, donanmalar­la vede 5. kol denilen içten çökertme faaliyetlerine başvuru­yorlardı. Hududları içinde çeşitli prensliklerin, mümtaz eya­letlerin yer aldığı ve hayli gayri müslim bulunduran devletin, 5. kol harekâtından gördüğü zararı hiç kaale almıyor vede 20. asır araç ve gereçleriyle, eğitim metodu, yakın ve uzak muharebe silahlan, haberleşme imkânları demir tekneler ve bilhassa denizaltılar, güçlü dizel motorlu gemilerle yetişerek, yelken ve kürek dönemini tenkit ne dereceye kadar ciddiyet arzeder. Büyüktuğrul amiral, gerek Venediklileri gerekse de Osmanlı Devletini başarısızlıkla suçlamak suretiyle işe zâten eski devire, bulunduğu dönemden bakmış olduğunu dik­katli bir okuyucunun anlayacağını düşünmüştür elbette.
Akıl mektebinin müdavimi, diğer birtâbirle, hiç bir kayida tâbi olmayan anlayışında sahibi olarak gayri müslim avrupa, qeçerli bütün silahlan gayesine varmak için kullanırken, kor­sanları organize ederken ve el altından, desteklerken, Kur'anı Kerim buyruklarına, ehadisi şerife hüküm ve açıkla­malarına bağlı Osmanlı Devleti de, şüphesiz ki dünyevî bir anlayışın zebunu olmayıp, Rızai ilâhiyi tahsil, Mevlânın adını ve nizamını dünya'ya yayma ve duyurma göreviyle mütehai-İi olduğundan, her şeyi ince derinlemesine hesaplama', ve tatbike yükümlüydü. İstilâ etdiği ülke insanlarını katliam et­seydi, belki avrupa da hristiyan kalmazdı, amma Mevtamız zulme asla müsaade etmediğinden, bizi altından kalkamaya­cağımız mağlubiyetlere duçar ederek, perişanlığa düşürecek haller musallat ederdi.
Ayrıca devlet ricali, Osmanlı Devletinde her şeyin bile zap­tı tutulan devlet anlayışı taşıdığından hareketle, meydana gelmiş her harakâttan haberdar olup, atacakları adimlarıda pek dikkatli atarlardı. Nitekim Girid'in; çok uzun yıllar, so­nunda ele geçirilmesi ne ihmaldir ne de kasta bağlıdır. Çeşitli coğrafî alanlara yapılan saldırıları önlemek için Girid üzerin­deki baskılı muhasarayı zaman zaman gevşetmesi icâbı hal­den sayılmalıdır. Merhum amiralin asla iştirak edilmeyecek görüşü kesinlikle Türklük unsurunu, bir ümmet devleti olan Osmanlı Devletinde öne çıkarma bakışıdır. Güya avrupalılar bir izaha göre müslümanlara Türk derler, onların Türk deme­leri müslüman demek istemeleri şeklinde telâkki edilmişse de, batılılar islâmda ırkçılığında şiddetle yasaklanmış olduğunu, islâm ittihadının bundan dolayı pek güzel gerçekleşti­ğini görmüş olmalarından dolayı, Osmanlı Padişahlarının, bir Türk boyu olan, Kayı aşiretine mensubiyetini dikkate alarak, Türkler demek suretiyle, zamanla ırkçılık empoze edebilmek için ısrarla bilhassa tarihçi vede şarkiyatçıları, Türklük üze­rinde durmuşlardır. 19. yüzyılın başlarında da, ırkçılığı Os­manlı İslâm devletine, bulaştırmışlardır. Ondan sonra ise ırk­çı anlayış başını alıp gitmiştir. Venedik ve italyan denizcileri­nin ardından Yunanlıların istiklâliyeti sonrasında denizcilikte adı geçen devletlerin dahi önüne geçtiğini ileri sürmesi, üze­rinde kafa patlatılması gereken husustandır. 4. Mehmed dö­neminin aslında savaş yapma açısından babası Sultan İbra­him tarafından açılmış bulunan, Girid Fethi dolayısıyla başla­mış olan ve genellikle Venedik ile gerek karada gerek deniz­lerde tevali eden seri savaşlara inzimamen, 1672'de uç ve­ren Lehistan Savaşı, iki safhada gerçekleşti. İlk safhası baş­ladığında sebeb olarak Ukrayna'nın kazaklarının, gerek Le­histan, gerekse Rus tecavüzlerine karşı, devleti âliyeden is­timdatta bulunmasından ve bu yardım isteğine, Osmanlı Devletinin icabet etmesi hasebiyle devleti âliye tarafından açılmıştır. Ukrayna Kazakları riyasetini üzerinde taşıyan Do-rozenko, kendilerini bir sancak beyliği statüsünde Osmanlı Devletine bağlanmasını tâleb etmişlerdi.
Gerek Rusya gerekse Lehistan burnu dibindeki Ukray­na'yı, Osmanlı Devletinin himayesi mânasına gelen talebi yüzünden cezalandırma mânasına işaret eden tacizlerine başladılar. Ancak bir Osmanlı müdehalesinin karşısında bil­hassa Lehistan karşı koyabilecek ne güç ne de taktiğe sahip­ti. Buna bağlı olarak padişahın adamlarını politik yaklaşımla­rı kullanarak oyalama yoluna gittiler ve hesaplarını da ani­den Ukrayna üzerine çullanma hesabına raptettiler. Hatayı da Osmanlı serhaddine yakın olan Komaniçe Kalesini tahki- kalkıştıkları esnada yapılanlar padişahın kulağı ona eriştiğinden 4. Mehmed'i Lehistan'a savaş açmış olarak görüver-clik. İstanbuldan Komaniçe Kalesi üzerine yürümek üzere yo­la çıkarken, Kırım Han'ı ve Ukraynalıların Dorozenko'ya ka­leyi adres gösterip, orada buluşup Lehistan'ın cezasını vere­lim düşüncesini, kuvveden fiile çıkarmak suretiyle ve niye­tiyle, sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşa ile Komaniçe önüne gitti­ler. Takvimler, 27/ağustos/1672'yi gösteriyordu ki, Lehis­tan'ın etekleri tutuştu. Çünkü Komaniçe Muhasarası fiilen başladı. Sekizinci gün ise kale Osmanlıya ram oldu. Hareke­tin devamının Lehistan'ın işgali mânasına geldiğini akleden Lehliler, savaş çubuğunu, barış çubuğuna tahvil için hemen müracaatda bulundular. 18/eylül/1672'de Puçaş şehrinde müzakereler nihayetlenip, imzalar atıldı. Lehistanin yâni Po­lonya'nın Podolya eyaleti de Osmanlıya verildi. Ancak; Le­histan kralı kabul ettiği şartlan hâvi barış antlaşmasını Diyet Meclisi tâbir edilen yetkili kuruldan geçİremeyince, vaziyet İstanbul'a dönmüş bulunan sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşaya bildirildi. Aynı zamanda düşman kuvvetleri, Osmanlı hudu­duna dalmak suretiyle bir iki kaleyi de işgale muvaffak oldu­lar. Savaşın ikinci safhası böylece başlamış oldu. Hayret uyandıran bir şey olarak Lehistan'ın bu cesareti üzerinde durmak icâb eder, tetkikte karşımıza başta Papalık olmak üzere, bir çok ülke Lehistan'ı Doğu Avrupa üstünde söz sahi­bi olmak isteyen Osmanlıya engel olmaya çalıştığını görüyo­ruz. Bu karşı koyuş hareketine Eflak ve Boğdan'a iştirak et­mesi zorlanmaya başladı. Padişah bu tedbiri hissettiği için her iki Voyvoda'yı tâyin hakkını kullanarak, kişileri değiştirdi, bunun sonucunda bu topraklarda aleyhine hareketi önleme-Ve muvaffak oldu. Ukrayna'nın bu Osmanlıya iltihak talebi Rusya'yı harekete geçirmiş ve ani bir saldın ila Kazak'ların üstüne çullanmış ve bilfiil işgal başlatmıştı.
Sultan 4. Mehmed soğukkanlılığını hiç kaybetmemiş, bu Rus taarruzuna karşı bizzat yanındaki birliklerle yürüyüşe geçmiş öte yandan da, Rusları her sene bir defa olsun atları­nın nallan altında çiğneyen Kırım Hân'ına haber gönderip Rusların üstüne gitmesini emrederek Rusların üzerine gidip, Dorozenko'yu muhasaraya almış Rusu, bahadır askerlerinin güçlü kolları cesaretle çarpan yürekleri ve bir yardım talebi­ne cevap vermenin Mevlânın yardımını yanıbaşında bilen in­sanların rahatlığıyla düşmanı, çok kısa zamanda paraladılar. Çok geçmeden Kırım Hân'ının gelmekte olduğunu da haber alan Ruslar'ın yapacakları tek iş ülkelerine kaçmak idi ve onlarda öyle yaptılar.
Kış mevsiminin gelmesi, Lehistan cephesinin Halep Valisi İbrahim Paşaya bırakılmasının kararı alınıp, 4. Mehmed'in İs­tanbul'a dönüşü gerçekleşti. İbrahim Paşa da tempoyu biraz düşürmekle birlikte, Lehistan toprakları üstüne yürümeye devam etmekteydi. Nitekim kirsekiz tane kale burcuna, Os­manlı sancağı toka edildi. Tatarlar cepheyi terk edip gitme­miş olsalardı, belki de bütün Lehistan toprağı hakimiyeti Os­maniye'ye girecekti. Ancak Kırım Hânlarının bu davranışı, yine her zamanki alışkanlıkları diye geçiştirilirken takriben onsene sonra Viyana'da sergilenecek İhanetin habercisiymiş de bundan bir ders almayı düşünememişiz.
Lehistan ile sulhun sağlanışı taa 1676'da vefat eden Fâzıl Ahmed Paşanın yerine getirilecek olan Merzifonlu Kara Mus­tafa Paşaya kaldı ki, bu sadrıazam Podolya ve Ukrayna'nın biz de kalması şartıyla barışı yapmağa mecbur oldu. Yoksa Halep Valisi İbrahim Paşanın fütuhatına Kırım hânı yanında kalıp yardımlarını yapsaydı, karşımızda ülkesi elinden alın­mış toprağı olmayıp, sadece adı olan bir devlet olacaktı ki, böyle bir idare ile barış antlaşması yapılmaz ona statüsü belli edilmiş bazı görevler verilirdi. Ne varki, Tatar böyle bir fırsatı ortadan kaldırıcı davranışı yaparken, başlarında Selim Giray bulunmaktaydı.
Kırım Hanlığının dâima ihtilafa müsaid zeminde birbirlerini çekemeyen han'larla, yürütüldüğünü söylerken umumiyetle hânlar karşılarında ya eski bir hânile yahut da müstakbel bir han ile İç mücadele vermişlerdir. Tabiiki bu barış antlaşması­nın tasdikini, Diyet Meclisinden geçirmeye muvaffak olama­yan Lehistanlı barış taraftan kralları ve onu destekleyenler, Osmanlı ile savaşın yeniden başlamasıyla karşılaşmışlardı.
2. Lehistan savaşında donanmamıza da iş düşmüştü. Çün­kü bu safhada Rusya'da savaşa müdahil olmuş donanması­nın Karadeniz'de sıkıntılara sebeb olacağı uzakça ihtimal de­ğildi. Savaşa müdahil olan Rusların Karadeniz'e sahili y.-maktan dolayı donanmasının önüne, Osmanlı Donanmasının çıkarılması iktiza ettiğinden Mora Sancak Bey'i Köse Ali Pa­şa, uhdesine Cezayir Beylerbeyliği verilmek suretiyle, Kap-dam Deryalıkla vazifelendirilmişti. Vazifei asliyesi evvelâ Ka­radeniz üzerine gidecek oradaki Rus hücumuna açık sahille­rimizi bu tecavüzden men etmeye çalışmak, ayrıca cepheye her çeşit savaş malzemesini ve takviye asker götürmekti. Köse Ali Paşa Baba Hasan Beyin komutasında bir miktar ge­miyi Azak denizi kıyılarını muhafazaya yollaması iyi bir ted­birdi. Kendisi de üstüne düşeni yaptı.
Dönüşte ise; Karadeniz Ereğlisi civarında, bir fırtınaya ya­kalandılar ki büyük kayıplar verdiler. Ali Paşa derlediği gemi­leriyle İstanbul'a döndü ve evine kapandı. Az sonrada kede­rinden vefat etdi. Bu zâtın yerine 1675 yılında Seydioğlu Mehmed Paşa Kapdanı Deryalık görevine getirildi. Bu zâtın da donanması, Karadeniz'de görülen fırtınalardan birine ya­balandı. Akıbeti Ali Paşa gibi oldu büyük zayiat verdiğinden, bunun yerine de 13/kasım/ 1677'de Kara İbrahim Paşa gö­reve getirildi. İbrahim Paşa, geçmişten ders alan akil bir adam olarak, kendinden önceki iki kapdanı deryaninde başına gelenleri teemmül ettiğinden, görevli olarak Abdülkadir Paşayı yerine vekil olarak donanmaya gönderip, ayağı kara­da olarak padişahın yanında bulunmayı tercihe baktı.
Sevgili okurlarımız; 1075/1665'de imzalanan Sen Gotard savaş neticesi olan antlaşmayı, Avusturya İmparatoru Le-opold'a imzalatan serdarı ekrem Fâzıl Ahmed Paşa, bir tesa­düf eseri yenilmiş sayanların da bulunduğu savaşa rağmen öyle bir antlaşmaya imza atmıştı ki, sanki mağlup olan gâlib, gâlib olan mağluptu Müdekkik tarihçi İsmail Hakkı Üzunçar-şılı, târihinin 3. cildindeki dip notunda Askeri Müze_ Müdürü Ferik Ahmed Muhtar Paşaca kaleme alınmış olan "Sen Go-tarda Osmanlı Ordusu" adlı eserdende istifade edildiğini kaydetmiş. Biz de; bahse konu kitabı ilk defa lâtinize edip, bu çalışmamızın 4. Mehmed bölümünün son tarafına okuma parçası olarak koymağa böylece de savaşın arka plânını tam manasıyla öğrenilmesini temin bu tarzı seçtiğimizden bu bö­lümde bahse konu etmeyip bu izahat ile yetinelim dedik.
Sadnazam Fâzıl Ahmed Paşa 1087 senesi şabanının 26. günü 1676/4/kasım salı günü darı beka eyledi Çorlu ile Ka­rıştıran isimli mevkıide bulunan Karabiber Çiftliğinde ve ölü­münde yaş henüz 42 idi. Arabaya koydular İstanbul'a getirip, Çenberlitaş karşısında Köprülüler Camii yanındaki üstü açık türbede pederi Köprülü Mehmed Paşanın yanına defnolundu. Yerine de senelerce kendisine kaimmakamhk yapan, eniştesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa getirildi.
Ancak Köprülüler ailesinin içinde yetişmiş olmasına rağ­men kibirli, azametli inatçı ve asla mülayemet sahibi olma­yan bu Merzifonlu idi. Böylece de, âkil, mütevazi, güleryüzlü, yüksek karakter sahibi Fâzıl Ahmed Paşaya alışanlar Merzi­fonlu ile yapamaz hâle geldiler. Merzifonlu Kara Mustafa Pa­şanın sadareti iki gün sonra gerçekleşen tâyinle yâni 28/ka-sım/1676'da başladı.

Sarıkamış Kazakları Hatmanı


Doroşenko bir bize, bir Rusya'ya yakınlaşıp, ortalık karış­tıran bir yapıyla nice kan dökülmesine sebeb oldu. Son da­yanak olarak Ruslara taraf olan Doroşenko Kazak Hatrnanlı-ğında bırakılamazdı bu bakımdan yerine Zaparog Kazakları­nın Hatmanı İken sonradan papas olup Yedikule'de mahpusa Konan Himilenitski, kubbealtının emri ile Rum Patriği 4. Par-tiniyos ile Divanı Hümayun tercümanı Mavrokordato tarafın­dan hapisten çıkarılarak, Hatmanlığa tâyin edildi ve Kazakla­rın yanına gönderildi. Tuhaftır ki, Doroşenko'nun yaptığını daha önce bu Hİmilenitsde yapmıştı. Çehrin'in Ruslardan alı­nıp gönderilen Hatmana teslim edilmesi serdar, İbrahim Pa­şaya bildirildi.
1677 senesi idi. Cehrin üzerine gitmesi emredilen Şeytan İbrahim Paşa, senenin 6. ayı olan haziranda Cehrin Kalesini kuşattı. Ancak kaleyi, Rusya Kazaklar ve Alman askerleri savunduğu gibi kalenin üç tarafı bataklık olduğundan, saldırı tek yerden yapılabiliyordu. Sayılanda dört bini bulmaktaydı. Bu kalenin alınması hayli zaman ve zorlukların çıkmasına sebeb olmuştu. 1677 haziranında başlayan muhasara, fetihle neticelendiğinde 12/ağustos/1678 olmuştu ve ondört aylık dişe diş bir mücadele verildi. Osmanlı Ordusu bahse konu mücadelede hayli zor durumlara düştü. Bunlardan; Merzifon­'u Kara Mustafa Paşanın metaneti ve soğukkanlılıyla sıyır­gayı başardı. Cehrin Kalesinde otuzbin düşman askeri öldü­rüldü. 3/recep/1089/12/ağustos/1678'de Tasmin suyunu aŞan Osmanlı Ordusu Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa tari­hindeki bilgiye göre Rus, Kazak ve aşağıda adları yazılı çeşit-11 Tatar kuvvetiyle karşılaşıldı ki tamamı ikiyüzbinİ bulmak-taydı. Tatarlara gelince; Tura Tatarı, Eşker Tatarı, Kazan Ta-tan, Beyluk Tatarı, Kalmuk gibi, kırkdört çeşit Tatardan bahseder Fındıklık Silahdar Mehmed Ağa şu da vardı ki; Ruslar, 2. Bayezid döneminin hayli geride kaldığını gösteren bir gö­rüntü sergiliyordu.
Kırım Tatarları ve Osmanlı askeri, bunların üzerine yürü­yüp Özi nehrine kadar sürdüler, burada mukavemeti güçlen­diren düşman mağlup sayılsada yok edilemeyeceğide anla­şılmıştı. Ordunun zahiresinin azaldığıda görülünce düşman kendi haline bırakıldı. Önce Osmanlı askeri daha sonra Kı­rım Hanı da geri geldi. Veziriazam Mustafa Paşa İstanbul'a döndüğünde serdarı ekremlik vazifesi Kara Mehmed Paşaya tevcih olundu. Kendisine Babadağında bulunması talimatı verilmişti. Bosna Valisi vezir Defterdar Ahmed Paşa Özi Su­yunun uygun yerlerine iki kale yapmak emri aldı. 1090/1679'da tamamlanmış kabul edilen bu kalelerede mu­hafız konduğundan nisbeten biraz daha güçlüce emniyet ted­biri alınmıştı.
Öte yandan; Serasker Kara Mehmed Paşa ve Kırım Han'ından gelen malumata göre, Rusların hummalı bir faali­yet içinde oldukları haber veriliyordu. Şaban/1091/1680 ey­lülünde ricali devletde saraya davet olunarak, enine boyuna müzakere olunmuş vebundan da, padişahın başda olması sefere güç katacağı kanaatine medar olduğundan, o yolda birlik hâsıl oldu. Bunun üzerine Edirne'ye doğru yola çıkıl­mıştır. Rusya; Osmanlı Devletinin kendi üzerine gelmek üze­re sefere çıktığını haber aldığında, şahsi dostu olan Kırım Han'ı Murad Giray ile temasa geçmek suretiyle barış yolunu açma gayretine girdi.
Nitekim bu teşebbüsü Kur'an emri müsalaha isteyene bu­nu konuşma şansı verin, tavsiyesine uygun hareket eden devletin, 22/muharrem/1091-13/şubat/1681'de, oniki mad­deden müteşekkil, yirmi sene müddet geçerli olacak sulha imzalar atıldı. Bu sulh antlaşmasına göre bizim Özi dediğimiz
Dinyeper nehrinin sağındaki yerler biz de, Kiyef ve bir kaç palanga ise Ruslarda kalıp Potkalı Kazaklarına, Karadeniz'de balık tutma müsaadesi bunun içinde yer alırken, Kiyef Kalesi jle Potkali Kazakları sınırına kadar olan sahada her iki devlet de kale İnşa etmeyecekti. Bu arada Kırım Han'ının, Rusya üzerine akınlarına son verilipesir alınmış olanlar serbest bıra­kılacaktı. 
             

Avusturya Seferine Girişin Hikâyesi


Fazıl Ahmed Paşanın darı bekaya intikalinden sonra Orta Macar Beyi'nin oğlu Tökeli İmre nasıl bir yol bulduysa, çeşitli hediyeleri hâmil olarak, gönderdiği rical ile sadrıazam Musta­fa Paşaya başvurmuştu. Bu başvuruyu değerlendiren sadrı­azam, Tökeli İmre'ye Orta Macar Kralı unvanı verecek, berat ve ahidnâmeyi padişah 4. Mehmed Han'dan istihsal eylemiş­ti. Girmiş olduğu, Osmanlı himayesinin verdiği lezzet ve ha­milerine olan itimat, bayrağına "Allah ve Vatan İçin" yazısını koydutturacak kadar sevince dalmasına sebeb olmuştu. Pe-şindende, Avusturya İmparatorluğuna ait topraklara tecavü­ze koyulduğu görüldü. TökeÜyi bu tecavüzlerde Osmanlı kuvvetlerini de beraberinde götürdüğü ileri sürülmeye baş­landı. Acaba bunun aslı hangi merkezdeydi. Acaba bu işi Tökeli, kendinden mi yapıyordu? Yoksa sadnazama sokuldu­ğunda Avusturya seferi ihdas etmek için mezkûr devleti de rahatsız edip bu tecavüzler hasebiyle Avusturya'nın kendisi­ne saldırı veya devleti âliye nezdinde şikâyet edip, bir Os­manlı Avusturya krizi çıkarmak veyahutda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kaanuni Sultan Süleyman Han Cennetmekâ-nın fetihe muvaffakiyet bulamadığı Beç'i, yâni Viyana'yı Os­manlı kılıcına ram etmek ve dönemini bu fethin fâtihi olarak şanlandırmak arzusunun getirdiği, uzun fakat hayli tehlikeli bir plânamı dayanıyordu Tökeli'nin, Osmanlı bahadırlarının da içinde bulunduğu taciz hareketleri yine çarpık bir mantık ile baktığımızda Tökeli, askeri birliklerinden birini, Osmanlı askeri birliği kıyafetindemi bu akınlarında bulunduruyor ve .düşmanı benim yanımda, Osmanlıda var diye kandırıyordu?
Bununda nazarı itibara alındığını târih kitaplarımızda, tet­kik ettiğim kadarı ile görememiş bulunmaktayım. Şimdi hâl böyleyken; Avusturya İmparatorluk başvekili devleti âliyeye müracaatla, Tökeli ile alakalı şikâyetler söylenmişsede ve buna en üst seviyede muhatap olarak sadnazamın olması ve "memleketlerini almak isteyen kimselere karışmayız" demiş olması ortadayken, bunları padişaha hiç bahsetmemesi, devleti âliyenin sadnazamına tanımış olduğu vâsi yâni geniş selahiyet içinde hareket sağlamış olmasının, kendine kazan­dırdığı bir anlayış olarak kabul etmemiz kabilse de, padişah­larında uçan kuştan haberdar olmaya matuf istihbarat siste­mi, vezirini bu cevapları vermiş bir kimse olarak bilmesi ge­rektiğini aklımıza getiriyor ve bu akıl bu ihtimali gayri kabil görmüyor! Nevar ki; sadrıazam Paşa, belki de padişahın üze­rinde hâsıl ettiği yüksek itimat sayesinde, durumu siyaseten izah ve kabule muvaffak olmuştur diye de düşünüp, kabul­lenmek olabilir!
Zâten târih okuru, bir papağandan ziyade artı eksi mütala­alar yürütmek suretiyle iştigâli târih olursa iyi bir sentezci ol­ma kabiliyeti kazanabilir. Nitekim çok geçmeden; Tökeli İm­re, sadnazama başvurup, Avusturya işgalindeki, Fülek ve Honad, Kaşav veya Kassa'nın istirdatı için yardım istedi. Bil­hassa Kaşav, Orta Macar krallığınında merkezi idi. Bu baş­vuruyu sadrıazam, Vasvar Antlaşmasının müddetinin dolma­sına iki sene gibi önemli bir zaman dilimi variken Tökeli'nin elçisini, elinden tuttuğu gibi, huzuru padİşahiye çıkardı. Padi­şah ise burada yardım vaadini elçiye ifade etdi.
Sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bu vaadin arka­sından Avusturya ile Orta Macar krallığı arasındaki ihtilafa, müdehale etti. 1092/şabanl681 ağustos ayı içinde Varat Beylerbeyi, Hasan Paşa, serasker tâyin olunup Eğri ve Ta-nnışvar Beylerbeyleri, Erdel kralı ve birer miktar da Eflâk ve Boğdan kuvvetleriile beraber, onbeşbin kişilik kuvveti olan Tökeli İmre'de birlikte olduğu halde hareketi başlattılar. Avusturyanın elinden bazı beldeleri alıp Tökeli'ye verdiler. Askerler ise, her biri üslerine döndüler. Avusturya imparato­ru Leopold, olanları haber alınca ve askerlerin üslerine dön­müş olmasından da müstefid olarak, harekete geçti. Sonun­da da hayli yeri Tökeli'nin elinden geri alma başarısını sağla­dı. Bunun sonucunda da, Avusturya Osmanlı savaşı kaçınıl­maz hâle geldi. Nitekim;1 Macarların başlayan feryadı, Os­manlı devletini padişah katında vaad ettiği yardımın gereğini yerine getirme merkezine oturttu.
Bunun da neticesinden olduğunu gözleyebildiğimiz seras­ker tâyini yapıldı. Bu sefer görev Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa'ya tevcih edildiğine şâhid olundu. Yeni serasker ilk iş olarak eşkiya yatağı hâline gelmiş bulunan Honad Kalesini önce istila ondan sonra da berhava ettirerek hâk ile yeksan eyledi. Oradan hareketlede Kaşav üzerine yürüdüğü görüldü, Imre bundan pekde menun olarak onbin kişilik bir kuvvetle seraskerin yanında yer aldı. Böyle bir güç karşısında Kaşav iki günde dayanma gücünü tüketti. Böylece teslim oldu. Ya­pılan icraatın en mühimi, Kaşav'da Orta Macar Kralı unvanı­nı burada başına tac giyerek, Tökeli İmre'nin tatması oldu. Serasker Paşa, Osmanlı Devletinin olup, Leopold'un askerle­rince işgal edilmiş bulunan Füiek Kalesi üzerine gitdi ve on-beş gün sonunda Osmanlı kılıcı eski kalesini istirdat etmeye muvaffak oldu. Ancak serasker Paşa, burayı da yıkıp, düzle-mek yolunu seçti. 3/şubat/1682'de Avusturya İmparatoru Leopold, Kont Aiber dö Kaprara'yı elçi olarak Osmanlı Padi­şahının nezdine gönderdiği görüldü. Padişah; elçiyi hükümet­le görüşün diye sadnazama sevketdi. Bu sırada ise takvim­ler, 4/c. ahiri O/haziran/l 682'yi gösteriyordu. Bu sırada ise; Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa'nın dilinde yeniçeriler; "Padişah bizi neye besler, oturmaktan bıktık, kötürüm ol­duk! Cenk isteriz. Sen Gotarda kalan elbiselerimizi varıp düşmandan atalım" dedikleri görülmeğe başlanmıştı. Yeniçerjlere söylettirdiği düşünülen bu sözler padişahın kulağına erişdiğinde, 4. Mehmed sulhun terkine izin vermedi. Sadn-azam, bu vaveylalara padişahın otuziki yaşına gelmiş olma­sının ve çeyrek asırdır tahtda, olmasının getirdiği tecrübe ha­sebiyle ehemmiyet vermemesi üzunçarşılı İsmail Hakkı Bey'in TTK'ca yayımlanmış değerli târihinin 3. cilt 1. kısmın­da sahife 427'de aynen şöyle bir ifade ile yorumlanmakta: ".veziriazam bu sefer hiyleye başvurdu. Serhad Beylerine ve Valilere yazarak oralardan, Avusturyalıların taarruzlarına dâ­ir, sahte feryatnâmeler getirterek padişaha arz etdi. bununla beraber sulhu bozmamakta ısrar eden padişah] harekete ge­çirmek için, kürsülerde vaizlere ve hâttâ, padişahın hocası Vâni Efendiye vaazlar, yaptırdı ve böylece muharebeden çe­kinen 4. Mehmed'i kandırıp, hazırlığa başladı." Muhterem okurlarım; merhum Gzunçarşıh'nın bu hususda verdiği malu­mat hiçde yabana atılacak tiplerden bir malumat olmadığı gibi insan tabiatına da mugayir bir hâlden değildir, umumi­yetle bir görevliyi yerine gelmek suretiyle takip eden yenile­rin köklü değişiklik adına hayli güzel ve nâfi yâni faydalıları da ortadan kaldırdığı geçmişte ve gelecekde şahit olunan hakikatlerdendir. Bu hususda şanlı târihimizde nice misâller vardır. Hele hele, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; çocuk ya­şından beri bir evlâdı manevî olarak aralarında büyüdüğü Köprülüler ailesi içinde babası yerine koyduğu Mehmed Paşa ve onun hayırlı oğlu Fâzıl Ahmed Paşanın başarılı sadaretle­rinde, Osmanlı Devletini izmihlal çukurundan, zirvelere yü­celten neticesinin ardından, bu Köprülüler ailesinin bir dama­dı makamına erişmişliği ve Fâzıl Ahmed Paşanın uzun süren sadaretinde kendisine müşavirlik, serdarlığında kaimma-kamhk yapmış ve vazifelerde gösterdiği muvaffakiyet netice­sinde kaimbiraberinin darı bekaya intikalinden sonra vezareti  makamına irtika etmesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşada seleflerinin başarılarına başarı eklemek niyyet ve gayreti olduğu gibi onları tanzir etmek, onları aşmak arzusu ile ya­nıp tutuşduğu ileri sürülse pekde yalan sayılmaz.
Bunu temin içinde başvurduğunu yukarıda İsmail Hakkı merhumun satırları arasında gördüğümüz hiyleye hak ver­memekle birlikte yaptığını iyi niyete vermekten başka bir şe­ye de hamledemeyiz. Amma neticede Beçi alamamış olan Koca Kaanuni'ye sebkat etmesi, ona Viyana fethi ile üstün gelme arzusu taşımış da olsa nihayet bu devlete bir hizmet düşüncesine dayanmaktadır. Diye bir mütalaa ile burada be­yanda bulunmaya cesaret ettikki belki düşünce dünyamıza bir fayda sağlarız.
Evet! Şimdi veziriazamın arzu ettiği Avusturya savaşının temini babında neler yaptığından da bazı çarpıcı vakalar na­kile geçelim. Osmanlı Devlet yönetiminde reisülküttaplığın bu günkü dışişleri bakanlığı mesabesinde bulunduğunu hatır­latma lüzumunu görmüyoruz ancak sadnazamların bu vazi­fede bulunanlara günümüzde olduğu gibi tesiratının da oldu­ğunu hatırlatmadan geçmeyelim dedik, çünkü veziriazam bu hususda Reisülküttabı İstanbula gelmiş bulunan elçiyle gö­rüşmek üzere, vazifelendirirken asıl maksadıysa, savaşmak olduğundan işi yokuşa sürmek için, eski antlaşmayı teced­düt yâni yenilemek içinde Yanıkkale'nin Osmanlıya terkini, sefer hazırlıklarının masrafının tazminini istemesini teklif et­tirdi. Avusturya elçisi, bunun ne maksada geldiğini anlama-, yacak kadar aptal olmadığından, reis efendiye: "Benim im­paratorum, bana vakti dolmak üzere olan bir antlaşmanın yenilenmesi için talimat verdi. Yoksa mal ve memleket ver diye göndermedi. Cevabı verdi. Yine: Silahtar Fındıklı'lı Meh-med Ağanın târihinde, şöyle bir bilgi görüyoruz: ".İslâm şeri­atı üzere boğazına bez bağlayıp aman diyene kılıç olurmu? Üzerine sefer câizmidir? diye bir vasıta ile Şeyhülislâm Efendiden fetva istedi ve bu suretle sefer caiz olmadığına dâir fetva aldı ve gösterdi ise de, Kara Mustafa Paşa aldırış etmedi ve elçiyi göz hapsine aldırdı" der.
Yine 4. Mehmed ve maiyeti kışı geçirmek üzere Edirne'ye gittiklerinde gerek Avusturya'nın dâimi elçisi gerekse de, özel elçisi Edirne'de mülâki oldukları padişahın bulunduğu şehirdeki temaslardan bir şey çıkaramadılar.  1093/aralık
1683'ü gösteriyordu.
Yalnız sunuda asla unutmamak lâzım gelirki dini mübini İslâm indinde en makbul ibadetlerin başında cihad gelir ve devleti âliye bu hususda bilhassa hristiyan dünyasına karşı gerek tebliğci olarak gerekse de onların, islâm dini üzerine garaz ve kinlerine düşmanca saldırılarına, imân dolu göğsü­nü siper etmiş nice evlâdını, güzide kahramanlarını feda et­mek gibi şahikalar meydana getirmeye muvaffak olmuştur.
Tabiiki bu tebliğ işi zaman zaman düşman üstüne gitmek­le, vakit vakit de, onların taarruzlarına karşı koymakla ola gelmiştir. İşte harp sanatı, devlet yönetiminin tecrübe didele ri, mümkün mertebe herçeşit şartı göz önüne almış olarak meselelere strateji ve taktiksel açıdan yaklaşırlar. Meseleye yukarıdaki kritiğimiz içinde baktığımız takdirde, aslında Mer-zifonlu Nemçe'yi yâni Avusturya'yı pek uygun zamanda ya­kalamıştı.
Çünkü Avusturyayı otuz sene savaşlarının akabinde yaka­lamış idi. Belki de, sadrıazamın niyetini çoktan anlamasına rağmen yinede sulh içinde devam etmeye arzu etmesi, pek sulh severlikten değil, tam tersine savaşmak için hâli ve or­tağı olmamasından kaynaklanıyordu. Sadnazam; tesbitinde isabet etmiş olabilirdi fakat Avrupayı bu tarz tehditin zaman kaybına vakti yoktur. Çünkü Viyana Avrupaya açılan mühim bir kapı sayıldığından savunmaya ortak temini mutlaktı. Ni­tekim de; kendinden emin olarak yerinde politika üretmeye
uğraşan Osmanlı entelijansıyası farkında olmadan, Papa 11. İnnosan'ın teşebbüsü ile batı hristiyan dünyasını birliğe doğ­ru itmiş olduğunun akıbetini hesaba katmaz bir anlayışı ser­gilediğini söylemekten kendimizi alamıyoruz.
Daha önce vukubulan Osmanlı Lehistan savaşında, Jan Sobiyeski'nin feryadına kulak tıkayan Avusturya'ya gücenik Prens Sobiyeski, birliğe katılınca Papanın etekleri zil çalma­ya başladı çünkü gücenik olan bir devletin ve reisinin maziyi bırakıp ati'ye yâni gelececeğe bakması, İnnosan'ın çalışma­larına şevk, davetlerine cevabı müsbet verenlerin çoğalması­nı sağladığı görüldü.
Halbuki Merzifonlu yıldırım hızıyla Beç'in yâni Viyananın üstüne düşmeli darbesini vurmalıydı ve böyle yapmayınca da, faturası hayli pahalıya mâl oldu. 31/mart/1683'de Avus­turya Lehistan arasında savunma antlaşması imzalandı. Şartlar ise; Lehistan, savaşın sonuna kadar Avusturya ile be­raber hareket edecek, vereceği kırkbine yakın askerin ko­mutası Leh kralında olması şeklinde karara bağlanmıştı. Os­manlı Devleti mağlubiyete duçar edilirse, Bucaş muahedesi gereği, Osmanlının eline geçmiş bulunan yerlere ilâveten Ef­lâk ve Boğdan dahi Lehistana verilecekti.

Viyana Seferi Savaşa Kitlendi


Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa; Edirne'de bulunan Avusturya elçisini yanma celbederek, görüyorsunuz üzerinize gidiyor ve size son defa söylüyoruz:Yamkkaleyi teslim edin sulh yenilensin! Dedi. Ancak Avusturya elçisinin cevabı hayli cesurcaydı ve şunları söyleyerek Bekri Paşayı şaşırttı: "Kale­yi kılıç ilealabilirsiniz. Buradaki sözle kale verilmez" dedi. Böylece 22/muharrem/1094-21/ocak/1683'de padişah tuğ­ları çekilerek seferle vazifeli olanların, Hıdırellezde yâni 6/mayısda Belgrad'da toplaşmaları hakkında her tarafa fermanı âliyigönderdiler. Bu arada padişahın da,  Belgrad'da Kalmak suretiyle hareket edilirken, sadrıazamın serdarı ek-rem sıfatını hâiz olmak suretiyle ileriye gitmesi karar altına alındı. 1683'şubatının sonunda Edirne'den hareketle, 3/ma-yıs/1683'de Belgrad'a varıldı. Lehistan Avusturya antlaşması jse 31/martta imzalanmıştı. Sadrıazamın komutasındaki or­du, o güne kadar tanzim edilen, asker mevcudu olarak en kalabalığıydı. Kapıkulu Yayaları denilmiş olan yeniçeri, cebe­ci ve topçuların yekünü altmışbini buluyordu. Onbeşbin, ka­pıkulu süvarileri diye bilinen Atlı Bölük gurubunun sayışıydı. Kırım Hanı'nın kuvveti ellibin ve Orta Macaristan Kralının yirmibin kişilik kuvveti hazırdı. Bunlara ilâveten de, üçbin Mısır askeri, beşyüz kişide Şam askerinin yanında bulunuyor, Erdel, Buğdan ve Eflâk voyvodalarının onarbinden, yekûn otuzbin askerini de topladığında yüzyetmişsekizbinbeşyüzü (178. 500) buluyordu. Ordunun savaşan gücünün miktarı üçyüzellibin olunca, bütün sayı beşyüzbini aşmaktaydı. Si­lahtar Târihi seferde ellibin de araba bulunduğunu ifade eder. Sultan 4. Mehmed'in sadrıazamına tenbihi Yanıkkaleyi alma­nız ondan sonra hâl ne gösterir bilinmez fakat arkada düş­man komayı hiçbir zaman önemsiz sanmayın şeklindeydi. Beri yandan Reisülküttap Mustafa Efendi ise hakikaten mu­azzam orduyu müşahede edince, sadrıazarna, bu kadar güç­lü ve kalabalık bir ordu ile insan heryeri ele geçirir diyerek Merzifonlu'daki enaniyeti haylice okşadığının belki farkında bile değildi. Hedef olarak Beç yâni Viyana Şehrini almasını göstermişti. Gerek reis efendinin gerekse Merzifonî'nin ta-savvuratı, aynı karar noktasında tetabuk edince, Yanıkkale es geçildi. Bu arada da Yanıkkale adının monografisini de anlatmak suretiyle bir de bu eserde mühim sayılan rolü ya­nında macerası da bilinsin! Yanıkkale'nin asıl ismi Macarca da Gyoer, Almanca'da ise Raab olup, Macarcadan bozma olarak da Gülvar'dır. Cihannümâ târihinin andığı isim ise ay­nı olup bunda da Gülvar olarak yazılmıştır.
Kaanuni Viyana üstüne giderken buranın ahalisi hem itaat göstermiş hem de saygı göstermişti. Dönüşde ise Viyana'yi alamayan padişahın geçişine bu sefer bigâne kaldığı gibi adetâ, uzaktan geç mânasına gelecek tarzda alarga topu de­nen atışa başvurulması Süleyman Kaanuni'yi kızdırmış ve yakın dediği kale yakıldığından, adı da böylece Yanıkkale olarak kalmıştır.

Sefer Müşaveresi


Buna savaş müzakeresi de dendiği olur. Sadnazam; Kırım Hânı, hudud boylarını yiğit ve tecrübeli savaşçıları bulundu­ğu gibi aksilik Budin Beylerbeyi gelememişti. Sadnazam sö­zü şu ifadeyle açtı: "gerçi maksadımız Yanıkkale ile Komaran Kalesidir. Allanın inayetiyle alınması kabildir. Ancak aldığı­mız bir kaleyi almak olur. Bize yaraşan memleket almaktır ve bu yüzden hedefi Beç olarak nişanladım. Ne dersiniz? So­rusunu sorduğunda daha önce anlaşmış olduğu Sarı Hüseyin Paşaya bakarak ağzın bağlımı? Neye söz söylemezsin?" De­mesi üzerine, Hüseyin Paşa:
Siz emredersiniz! Biz yerine getiririz! Dediğinde, Kırım Hâ­nını konuşmak mecburiyeti sardı. Verilen kararın doğru sa­yılmayacağını beyan eden Murad Giray şöyle konuştu: Bu yıl Yanık ve Komaran Kaleleri alınır. Etrafa akınlar yapılır, hem arazi biraz daha tanınır, hem de korkutulan ahali bize yardı­ma döner. Demek suretiyle düşüncesini söyledi amma, o günden itibaren sadrıazamın adavetini üzerine çekti. Belki de bunun farkındaydı. Ancak söylenen tedbir hem padişahın ta­limatına uygun hem de, savaşın icabatından idi. Serdar Bu­din valisi üzün ibrahim Paşa ile müşavereyi en sona bırak­mıştı.
Yüzyüze geldiklerinde Merzifonlu; "Paşa Baba: Beç'e gide­ceğiz ne dersin?" Sorusunu sorduğunda yaşlı vezir "Zerini, [Sadasdı, Battanioğulları gibi Avusturya imparatoruna bağlı kimselerin, Macar Beylerinin toprakları alınıp Yanıkkale ve Komaran'ın zaptını sağlam kazığa bağladıktan sonra varalım Beç'in üzerine yoksa saydıklarım yapılmadan Viyana gidişi doğru değildir, şaştım duyunca" dediğinde serdar; Viyanayı alınca her iş kolay olur herkes işe razı gelir, dedi. Karşılıklı fi­kir teatisi sonunda sadnazam yapacağını yapıp, diyeceğini dedi! O da şu idi: "Sen bunamışsin! Bir adamın yaşı sekseni­ni geçince idraki kalmayacağına dâir rivayetler doğruymuş! Akıncılar akın yapıp bir tarafı feryada boğarken, bizede kale almak düşer. Sen memur olduğun işi yap. Yanık, Kamoran kaleleri bize helva gelmez. Alsak; askere zeamet ve time; verilerek hazineye faydası olmaz! Fakat Beç'i alırsak bu ka­leler hemen teslim olur. Dedikten sonra Viyanaya gidişine kim mâni olmak isterse öldüreceğini ilân etti. -
Zaten çok geçmedi ki, sadnazam, padişah'a durumu bildi­recek bir telhis yazdı ve İsmail Ağa ile birlikte olanı yazdı. Sadaret kaymakamı Kara İbrahim Paşa, İsmail Ağayı huzuru şahaneye çıkardı. Arizayı verdikten sonra da şifahen kendine tenbih edilenleri padişaha söyleyince, 4. Mehmed de, bizim bildiğimiz Yanıkkaleydi Komaran Kalesiydi Beç Kalesini hiç söze getirmemiş idik. Paşa acaib bir saygısızlık yapmak su­reti ile bu sevdaya düşmüş. Hadi Allah işini rast getire lâkin önceden bildereydi, rıza göstermezdim, dedikten sonra biraz muzdarib emri vâkii istemeyerek kabul etmişti! Öte yandan Papa yine ortaya çıkmış, bir haçlı ordusu tezekküre gayret ediyordu. Avusturya imparatoru başşehiri terkedip kaçarken ikibuçuk günlük bir mesafede olan Lenz Kasabasına sığına­rak, Viyana savunmasını da Von Starhanberg'e bırakmıştı. Fransa Kralı 14. Lui'yi yardım etmeye apaçık davet eden Papa kralın ayak sürüdüğünü görüyordu, fakat kendisine bir şeyde yapmaya cesareti yoktu.
Çünkü; daha evvel Fransa, Venedik ve Kandiye işlerinde Osmanlıya karşı yardımı vermesi, bu ülkenin doğu toprakla­rında nice menfaatleri zarar görmüştü. Onun için Fransa bu işe karışmak istemezken, Papa da, bir açık itiraz kendisinin otoritesini sarsacağından dolayı nezaketi elden bırakmama yolunu tercih ediyordu. 14/temmuz/1683'de Viyana önlerine gelebilen Osmanlı Ordusu, karşısındaki bir kızıl elma gibi durmakta olan Viyana'yı görmüşlere bir şey diyemeyeceğiz fakat düşünenlere yardımcı olmak üzere şu tarifi yapmaktan da kendimizi alamıyoruz. Viyana şehri tamamen surlarla çevrili Kara Mustafa Paşanın muhasarası zamanında, Tuna Nehrinin gövdesinden ayrılarak bir kanal meydana gelen ye­rin kenarındaydı.
Tuna Nehriyle kanal arası çevresi dört saatte kat edilen bir ada idi. Bu yer savaş başlamadan evvel her zaman olduğu gibi Kur'an emri olan teslim olmayı teklif etmek suretiyle ki­tabı kelâmın arzusunu yerine getirmiş oluyordu. Ama cevabı red de hemen geliverdi.

Osmanlı Ordusu Silahları


Viyana'nın muhasarasına girişildiği zaman, Osmanlı Ordu­sunda bulunan topların üç okkadan, dokuz okkaya kadar gülle atan toplar vardıki bunlara Kolonborna top ve bir mik­tar humbara havanı ve yüzyirmi adet kadar Zarbezen bulun­maktaydı. Düşmanın ise otuz tane kadar dörder okka gülle atan, yüzotuz adet balyemez ve bir miktarda kolonborna toplan vardı. Bu silah nakışlığını savaşın uzamasına sebeb faktör saymak gerekir. Ancak etraftaki bütün palanga ve ka­leler alınıyor, fakat Viyana Kalesi dayanıp bir tarafı kanal olan Viyana batı cihetinden sarılmış orta kolun arasında serdarı ekrem bulunmaktaydı, Tunayla Kanal arasındaki ada kuşatmadan bir müddet sonra Tuna'dan yüzerek geçilebil-mek suretiyle alınmış ve muhasara yalnız kaleye yönelik ol­muştu.
Erdel kralı Apafi Mihal, sadnazamın yanına geldiğinde Merzifonlu çok tatlı bir şekilde misafir etti. Hoşbeşten sonra sadrıazam Paşa, Erdel Kralı Apafi Mihal'e şu soruyu tevcih etti: Sana izin, yaptığımız işi beğendinmi yok beğenmedinse sebebini söylede anlayalım dediğinde, Apafi lâfı eğip bük­meden o da bir soru ile mukabele etdi: Sofraya pilav konsa, ortadanmı yemeğe başlarsın yoksa kenarındanmı? Merzifon­lu Kara Mustafa Paşa tabiiki kenarından. Cevabını verince o zaman karşısındaki konuşmaya başladı: Cephane ve saysca kalabalığına ve silahlarınıza diyecek bir şey yok bütün avru-pa birleşsede ne böyle birgüç ne böyle intizam ortaya çıka­ramaz. Fakat Beç Kalesi sarpça bir kaledir. Keşke önce Ya-nıkkale'yi alıp, buralara oradan kışı hep durmadan tacizlerle geçireydiniz ve topraklarının, bir bölümünü işgal etseydiniz belki imparator korkuya düşer aman'a getirirdiniz! Kış gelin­ce büyük sıkıntı çekersiniz buna bağlı olarak Budin'e gidiniz ve kışı orada geçiriniz. Şeklinde İfadede bulununca veziri­azam da: Sen; Nemçe'den korkarsın! Yanıkkale altında zev­kine bak diyerek, Apafi Mihal'i Yanıkkale'ye yolladı.
Bütün bunlara zamimeten Veziriazam, Yanıkkale'den Viya-na üstüne yürürken, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Pa­şa altı bin askerle Tökeli İmre ile buluşup Macaristan'ın Ku­zey bölümlerine saldırmalarını tenbih etmişlerdi. Ancak bu beraberliği teşkil edenler etraftaki kale ve palangaları onbe-şonaltı bin askerle sıkiştırmışlarsa da müdafiiler, Beç kimin olursa bizimde ondan olmamız iktiza eder, demek suretiyle haylice de umulmaz bir mukavemete hazır olduklarını ortaya koymuş oldular. Ayrıca biz size tâbi olsak ve siz Beç'i ala-mazsanız imparatorun bizi kırarken sizin haberiniz bile olmaz cevabını verdiler. Gerek TÖkeli gerekse Hüseyin Paşa, bu mütalaalara bir şey deyemediler ve oradan geçip gittiler. Oradan Pojon üzerine inmeye koyuldular. Bu sırada Tökeli-nin gönderdiği öncüler düşmanın otuzbin civarında bir kuv­vetle, Pojon altında mevzilendiklerini bildirdi. Tökeli İmre; bu gücün kendilerinin iki misli olduğu idraki içinde olarak bun­lara saldırmanın akıl işi olmadığını beyan etdi. Kör Hüseyin Paşa olsun, gerekse itimat ettiği ünsahibi ihtiyar silah arka­daşları: "Biz ne düşman kuvvetlerini, ne de kaleyi gördük. Veziriazam bizim padişahımızın vekilidir. Siz kaleyi ve düş­manı görmeden nasıl döndünüz derse ne cevap veririz." De­dikten sonra düşman üzerine doğru yol aldılar.
Tökeli'nin sıkıntısı, karşısındaki düşmanla kendi askeri umumiyyetle aynı din ve ırkı paylaşıyordu. Pojon önlerinde kendilerini bekleyen sayısı da otuz binden hayli fazla adetâ kırk, aşmıştı. Tökeli düşman üzerine giden ve yanında altıbin kişiyi bulunduran Hüseyin Paşaya haber yolladı. Ben bunla­rın üzerine gidersem askerim onlara iltihak eder, Bu kadar çok askerle savaşmaz dönerdim kumandan ben olsaydım demekteydi. Hüseyin Paşa Magravoğlu Gürcü Mehmed Pa­şayı ardçı yaparak geri döndü ve kenardan sıkıştırılmasına rağmen tecrübeli bir komutan olan Kör Hüseyin Paşa çekilişi tamamlayabildi.
Sadrıazama yolladığı bir haberde onbin Tatar ve bir o ka­dar, Osmanlı askeri göndermesini tâleb etdi. Eğer Hüseyin Paşa yenildiği takdirde kendisinin bir kıymeti olmadığını an­cak beni aştıktan sonra ordugâhınıza yürüyüşe geçeceklerdir ve bilhassa, Bucaş Bozgununu bir türlü unutamayan Lehis­tan Kralı Jan Sobiyeski'nin atlı ve yaya otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle Viyana'ya yardım niyetiyle yolada çıkmış olduğunu haber verdi. Sadrıazam bu ciddi uyanlara fazla kulak asmayıp, üç, beş bin Lehliyi, beşonbin Avusturyalıyı gözde büyü­tecek ne var! Viyana'ya kadar gel oradan Tunayı geç ve or­dugâha gel emrini göndermekle birlikte, Tatar han'ına da on-bin süvarisini Hüseyin Paşa için yardıma göndermesini iste-eli. Ne varki; etrafdan aldıkları ganimetlerle kendilerini taşı­yamayacak hale gelmiş tatar süvarilerinin bu emrin yerine getirilmesinde ancak üçyüz (300) kişisi yer aldı. Viyana ön­lerinde düşmanın saldırısına maruz kalan Kör Abaza Hüseyin Paşa burada muharebeyi kabul etdi. Yapılanın hesabada gelir tarafı yoktu. Avusturya askeri seksenbine yakın mevcuduy­la, üçyüz tatarında dahil olduğu yedi bin kişiyi bulmayan os-manlı birlikleriyle çatışmaya girdi. Çok geçmedi ki Kırım'ın askeri zaten azdı ve kaçtı. Hüseyin Paşa Moravya Suyuna çekilebildiyse de, çarpışma esnasında aldığı yaralar hayli fazla olup, çok kan zayi etti. Köprü üzerinden geçerken suya yuvarlandı ve yetişilene kadar suya gark oldu böylece vefat etdi.
Böylece veziriazam kıymetli bir komutanını kaybetmiş oluyordu. Öte yandan Viyana önünde muhasara sürdüren Osmanlı askeri geçen iki ayın sonunda durumdan sıkılmış, sadrıazamın şehri ve ka.çyi hücumdan ziyade teslim olma yolu ile fethetme arzusunuaynı zamanda, yağma ve garete müsaade etmemek tarzında ele aldıklarından haylice de kız­gındılar, hele tatarlar burnundan solumaktaydılar. Bir taraf-tanda erzak ve hayvanların yemi meselesi önemli bir hâle gelmeğede başladı. Ayrıca Osmanlı Ordusu bulunduğu yer­lerde, menzil teşkilatları sayesinde iaşe ve ibate meselesini hallederken düşman topraklarında bu lojistik husus istenildi­ği gibi ikmal edilemediğinden düşman topraklarında kalın­ması, zaruri ihtiyaçları karşılamada hayli güç bir hâle geli­yordu. Meselâ bu kimindi1- deyip de her hangi bir ürüne el koymayıp, peşin para vermek düstûru milletimizin vazgeçe-
meyeceği bir yaşayış tarzı olduğundan, civardaki satıcılarda fiyatları yükseltmek suretiyle, ihtiyaçların karşılanmasında zorluklar çıkarma işinde belki de, sinsi sinsi vazife alarak topraklarını bizim askerimizin eline geçmesin diye korumak­taydı. Di! dedikleri; esir alma faaliyetleri içinde olan çalışma­larda ele geçen bazıları, Lehistan askerinin otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle muhasara dış alanına yürürken yine Avusturya, Saksonya Bavyera ve Frankonya beldeleri askeri ceman yüzyirmibin kişiiik mevcuduyla muhasara dış hattında bulu­şup, Osmanlı muhasara kuvvetlerini kuşatarak, ani bir hü­cumla imha muharebesi yapacaklarını dillendirmişlerdİ. Bu arada da hemen belirtelim ki; bahse konu savaştada bilfiil bulunmuş olan, Defterdar Sarı Mehmed Paşa değerli eseri Zübdet'ül Vekaayide; yaya ve süvari olarak yirmidörtbin Leh, otuzbeşbin Alman ve kırkbin Avusturyalı ve bazı kavimler­den vede milletlerden mürekkep düşman kuvvetinin, yüzbin kişiden ziyade olduğunu beyan ettiğinide hemen ilâve ede-
Bu haberin alınmasını müteakip, sadnazam Budin Valisi üzün İbrahim Paşanın yerine, Silistre Valisi Mustafa Paşayı bırakarak, acele orduya iltihak etmesi hakkında emir gön­derdi. Ramazanın onbeşinde, bu gelme işini tamamlayan İb­rahim Paşa, ordu yakınında karargâhını kurdu. Serdarı Ek­rem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Kör Hüseyin Paşanın şe-hadet haberinden sonra, işin varacağı zorluğu hissetmeğe başladı. Tabiiki hep Osmanlı ordusunun durumunu gözetle­mek yerine Viyana müdafiileri cephesinde neler olmakta, önada bir göz atmalıyız.
Bilhassa Osmanlı kuvvetleri 26/ağustos da, yaptığı kuv­vetli bir saldırıda haylice tabyaları çökekti ve haylide düş­man askerini öldürmüşlerdi. Bu arada da Viyana şehrinde er-zak'ın haceti gideremeyecek seviyeye düştüğü haber verilirken hastalıklarında kendini yavaş yavaş göstermeye başladı­ğı öğrenilmekteydi. Kale savunmasının komutamda her mevzuda taleplerini arttırmaktaydı ki bu hâl onun mukave­metinin tükenmekte olduğunu gösteriyordu. İşte bu talepler sonunda neticeverdi. Biz; bunu anlatan satırları Defterdar Sa­rı Mehmed Paşanın Zübde't ül Vekaiyat, yâni olayların özü diyebileceğimiz eserinin sahifelerinden okuyalım: <..Sözün kısası, akıbeti kötü Avusturya kralı, korkusundan sair hristi-yan devletlerinin krallarına, elçiler gönderip batıl dinlerinin korunması içinde her tarafdan yardım istemiştir. Bu dünyada sığınakları cehennem olan Roma Papalarının azdirmasiyla küfür bir tek millettir sözünede mutabık olarak çeşitli millet­lerin ittihadından teşekkül eden, küffar ordusuna ilk koşan Leh kralı olmuştu ki, daha Önce zorla bin can ile İstanbul'a müracaat ederek antlaşma imzalamıştı. Yani sureten dost ol­muştu. Fakat padişahın gayretiyle daha evvel elinden alman Kamaniçe Kalesi, Podolya ve Ukrayna vifayetlerinin zaptı hususu, pislikle dolu olan yüreğinde, yerleşip ve içine dert olup daima fırsat gözettiğinden Osmanlı Devleti ile olan barı­şı bozmuştu.
Gücü yettiği kadar topladığı askerlerle Avusturya askeri­nin imdadına koşmuş, öteki kâfirlerin dahi, kimi de mal ile kimi asker ile yardıma geldiği haberi herkesin malumu ol­muştur. Karşı konuşması için meşveret yapılmış, bütün si-perlerdeki askerleri dışarı çıkarmak ve toplan çekmek ve oraya yakın ve muharebe edilmeye uygun bir yerde topla­mak ve küffar askeri gelinceye kadarda bu şekilde mukabe­lede bulunmak üzere kara verilmiştir. Fakat serasker, herke­sin ittifak ettiği bu görüşü beğenmeyip, hiç kimsenin sözünü dinlememiş ve hemen asker'in bir miktarını muhasara altın­da bulunan kaledeki düşmanlar ile çarpışmak üzere balye­mez toplarla siperlerde alıkoymuştur. Ancak alay toplarıyla, öteki askerleri savaş tertibi üzere diğer askerleri karşılamak için siperlerden dışarı çıkarmıştır, düşman ordusu Viyanadan, oniki saat uzakda bulunan taşköprüye gelinceye, Avus­turya kralı orada kalmış ve rütbesi itibarıyla Leh Kralı bütün kefere üzerine başkumandan olmuştur. Atlı ve Piyade yirmi-bin Leh askeri toplam, yüzbinden fazla alçak ve rezil rama­zan ayının yirminci, 12/eylül/pazar günkİ kale muhasarası­nın altmışıncı tepede piyadesini görünce, atlısını ardına almış ve bir kaç yerden kısım kısım yürümüşlerdir. Her iki tarafdan, bir iki saat kadar süren muharebeden sonra askerin ço­ğu savaştan kaçmış ve böylece de, ordunun nizamı bozulup daha sonra serdar da çadırına dönünce müşrikler kaleye gir­meğe yol bulmuşlardır. İslâm askerleri de bu hâli görünce toptan oradan kalkıp Yanıkkale önüne gelmişlerdir. "Defter­dar Mehmed Paşanın, bu özet fakat pek tatmin edici olma­yan malumattan sonra bizde, bir miktar daha dünya târihin­de hayli tesiri olan bu savaşın tafsilatına biraz daha sayfaları­mızda yer verelim ki, mektep târihlerinin perde arkası olay­lara önem vermemesi hasebiyle, olayların esrarını muhafaza ettiği, milletçe bilinmediği dolaysıyla da, târihden gerektiği kadar istifade etmesi böylece muhal olmaktadır.
İşte buna bağlı olarak çalışmamız gibi diğer kitaplarında bu hususları ihtiva etmesi nesillerimizin bu bilgilerle müceh­hez olması büyük milletimize hizmet etme şansı bakımından, bir çerağ olarak istikbali aydınlatmaya fayda sağlayacaktır.

Düşman Taarruzu


Başkumandan Jan Sobiyeski komutasında, yüzbin kişiden     İl fazla haçlı ordusu, bir koluda Dük dö Loren komutasında Tuna Nehrini Şimalden yâni kuzeyden gelerek Kalenburg Da­ğındaki mukavemetimizi kırarak işgale muvaffak oldular.
Serdarı Ekrem düşman kuvvetlerine karşı altıbin askerle, pzirlerden Kara Mehmed Paşayı gönderirken üzün İbrahim Pasa yanınc*a bulunan yirmibinden fazla askeriyle, Kanburg Geçidini tutması emrini vermişti. Kırım han'ı tarafın-, düşman kuvvetlerinin Tuna Nehrini aştıktan sonra yapıl­ma sı lâzım gelen iş, ordunun arkasının çevrilerek, emniyet­sizliğe duçar edilmesi idi. Ancak; Kırım han'ı bu işlevini yeri­ne getirmedi. İşte biz burada, kendi mülahazamız yerine, muteber târih kitaplarından sayılan ve buna hak kazanmış olan üzunçarşılı Târihinde; 3. cilt, 1. kısımda sahife 451'den bir dip not yazısını aktaralım gerekirse bizde bunu tahlile ça­lışırız: "Veziriazamın, Murad Giraya evvelce teveccühü vardı; fakat serdarı ekremin arzusu hilafına Viyana muhasarasını muvafık bulmaması ve Yanıkkale ve Komaronun alınmaları­nı, tavsiye etmesi üzerine gözden düştü ve veziriazama karşı ihtiyatlı hareket etmeğe başladı. Murad Giray maiyyetini, Se­lim Giray gibi zaptu raptdan âcizdi, kuvvetleri üzerinde otori­tesi olmadığı görülüyordu. Düşmanın Tunayı geçmesine mâ­ni olmak için tâyin edildiği İskender Köprüsünü muhafaza edememiş ve yüksekçe bir yerden elini böğrüne koymuş ol­duğu halde, at üzerinde düşmanın geçişini seyrediyordu. Bu hâl üzerine kendi imamı yanına giderek: <Hân'ım; şu bölük bölük geçen kâfirleri kırdırsanız gerisi kesilmezmiydi?> de­mesi üzerine, hân: <Behey efendi sen bu Osmanlının bize et­tiği çevri bilmezsin; ancak bizi bir hâle kodular ki yanlarında trlak ve Buğdan keferesi kadar rağbetimiz kalmadı, bu düş­manın hareket ve cemiyetini, kaç defadır yazıp bildirdim, uŞman çok, mukavemet mümkün değil, askeri metristen vKaralım, iktiza ederse saf cengi edelim ve illâ selamet yere elim dedim, inadından dönmeyip söz geçiremedim, tekdir u cevapları ve gönderdiği mektuplarında, kokmuş beygir  varıcaya kadar yazmış.
İr.'şallahüteâla bu düşmanın defi yanımda iş değildi ve bili-rimki dinimize de düşmez bir ihanettir. Lâkin gayret beni ko-madi, anlarda görsün kendilerin kaç akçelik adam imiş, Ta­tar kadrin bilsinler!> diyerek atını depip kuvvetlerini alarak ordugâha geldi ve sadnazamın çadırına inip vaki hâli söyledi vede düşmanın yürüyüşüne göre Pazar günü mukabil ola­caklarını (yâni karşılaşacaklarını) beyan etti. 17/rama-zan/1094-10/eylül/1683 Sevgili okurlarım görüyorsunuz! İn­sanoğlu ne çok yanlışların zebunu oluyor.. Meselâ Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, veziriazamı olduğu devletin tarihindeki, 1. Ahmed döneminde eğer Osmanlı hanedanında erkek üye kalmadığında, Kırım Hân'larının tahta kuud (oturacağını) edeceğini Yavuz Sultan Selim'in, bir antlaşma ile Kırım hânı olan Kaimpederine vaad ettiği söylenmektedirki buna uygun olarak bir av partisinde, Sultan Ahmed'in önünü kesmeye cüret eden, ancak emellerine muvvaffak olunamaması™ bil­mesi gerekir ve buna rağmen Kırım hânlanyla padişahların iyi geçinmesinin hikmetini araştırması icâb eder ve Kırım hân'ını öyle etüd etmeliydi ki onun şikâyetçi olacağı husus­ları ifade etmez, böyle bir ihanete yol açan sözleri ne söyler nede yazardı! Kırım hânına; gelince onun saldırmayı kısıtlı tuttuğu düşman ordusu, kendi lehlerine ve müslümanların aleyhine bir başarıya imza attılar. Bu ihaneti itiraf eden Mu-rad Giray kendi diliylede akıbetinin iyi olmayacağını, dini is-lamın vatan hainlerini sevmediğini bile bile bu İşi irtikâbı az cehaletmidir? Ne var bu hân'ın selefleri zaman zaman bu ihanetleri işleyerek sonunda Rusya Çariçesinin yerine getir­meyeceği vaadlerinin meclubu olmak suretiyle umdukları bağımsız Kırım Hanlığı yerine koskoca bir esaretin kuyusuna düştüler. Murad Giray; İslâmi müesseselerin başında gelen müşavere hususunda, hocası kimse yanlışça bilgilendirmiş olmalı ki, söylediklerini tutmayan veziriazamı hem de gizlice boykot ederek, mağlubiyete duçar etmekte büyük hisse sa­hibidir ve mert Tatar Milletinin efsanevi murabıtlığına kara bir leke sürmüştür. Aslında islâmi hayatta insanların fikirleri so­rulduğunda, tam bir istiklâliyet içinde düşüncelerini beyan ederler fakat çıkan karar onların ileri sürdükleri fikrin tam tersi olsa dahi, Hz. Kur'anın sizden olan emirlere uyunuz tav-siyei şahanesine muvazi hareket edip, bu yolda şehadeti da­hi göze almayı gerektirir.

Yorum Gönder

0 Yorumlar