Hezarpare Ahmed Paşa Sadareti
Tarihimizde; Hezarpare yâni bin parça mânasına gelen lakabıyla anıla gelen bu sadnazam esasında sadaret kaimaka-mı olarak tâyin edilmişti. Çünkü veziriazamlık seferde bulunan Kapdanı derya Musa Paşaya veriimişsede, yeni sadrazam İstanbula gelene kadar, kaimmakam Ahmed Paşa binbir dolap çevirmiş, padişah iki yaşındaki kızı, Beyhan sultanı Ahmed Paşa ile nişanlamış olduğundan sadaret kaimakamlı-ğı, sadrıazamlığa kalbedilmişti. İşine çabuk gelemiyen Musa Paşa, sadrazam olma şerefinden mahrum kalırken belki de hayatını kurtarmış oluyordu!. Musa Paşaya 2. vezirlik verilmişti. Ahmed Paşa çeşitli hile ve dolaplarla ele geçirdiği sa-daretile Sultan İbrahim devrinin son perdesini başlatmış oluyordu. Yeni sadrazam, rüşveti normal hâle getirmiş, vermeyen anormaldi makam ve memuriyetler müzayede ile satılmaktaydı. Hayli yıldır süregelen Girid savaşına hiç atfu nazar etmiyor, kahraman Gazi Deli Hüseyin Paşa, düşman önünde mahrumiyetler içerisinde destanlar yazıyor, düşman üstüne saldırırken askerinin en önünde, geri çekilirken askerinin en arkasında kalarak emrindekilerin kendisine olan inanç ve sevgisini muhafazaya çalışıyordu. Maalesef İstanbul'dan ne bir yardım gelmekte ne de, askerin maaşı gönderiliyordu. Hüseyin Paşa; marifet gösteren nice kahramanlara bir zeamet veya tımar'i mükafaat olarak, selâhiyetine dayanarak veriyorsada, bu yerler hemen İstanbul'da sadrazam eliyle başkalarına satılıyordu. Padişah ise, almış olduğu şehvet arttırıcı ilâçlar sayesinde varmış olduğu şehvet kudreti hasebiyle durmadan gözde değiştirmekte, gözdeler çoğaldıkça masraflar çoğalmaktaydı. Bu gözdeler arasından Voyvoda Kızı diye anılan masalcı, padişaha "Samur Kürk" diye bir masal anlattığında, padişah bu masalın tesirinde kalarak öyle bir samur merakına kapılmıştıki, samur fiatları bire sekiz pahah-iaşıyordu. Rusya bu samur merakına tutulan Osmanlı devletine sattığı samur kürkler sayesinde adam akıllı para kazanı-vermişti. Devlet adamları padişahda husule gelen bu meraka, kitleler halinde hediye samur kürkler sunarak katılıyorlar ve samur devri diye anılan bir dönem yaşanmış oluyordu.
Şiddetli ve Manidar Bir İtiraz
Sultan İbrahim; Salih Paşanın katlinden sonra çok şaşırtıcı, birbirini tutmaz durumlar sergiliyordu. Sarayda olanlar duvarı aşıyor, bîrebin katılarak halka aktarılıyordu. Çok önemli dedikodu olarak yayılmakta olan bir havadis vardı ki; bu bütün Osmanlıya giran geliyordu. Padişahın gözdeleri yemek yerken, padişahın kizkardeşleri hattâ 4. Murad'ın kızı
Kaya Sultan sofraya hizmet ediyorlar, sofra bitince gözdelerin ellerine su döküp, peşkir tutuyorlardı. Kösem Validesultan oğlu ile konuşup bu durumun ortadan kaldırılmasını istemiş-sede, padişah annesini derhal saraydan Topkapı dışındaki İskender Paşa bahçesine sürdürmüş hattâ oradan da, Rodos adasına sürecek dedikoduları yaygınlık kazanıyordu. Bu dedikodular yayıla dursun biz şunu hatırlıyoruz ki; sadrazam o sırada kırkbin altuna mâl olacak bir kayığı kızağa koymaktadır padişaha hediye etmek üzere, halbuki donanmamız mefluç bir halde olup, Girid'e yardım için Çanakkale boğazından dışarı çıkamamaktadır. Bu bakımdan asırlar sonra bile padişahın, annesini Rodos'a süreceği tehdidini asılsız olarak değerlendirme kanaatine varıyoruz. Şimdi kendimize ara başlık yaptığımız işe gelelim.
Kaynağımız Mizancı Murad bey'in Rodos'taki sürgün hayatı esnasında kaleme aldığı, Ebul Faruk adlı târihinin saltanatı nisvan bölümü sahife 35'den: "Şeyhülislâm Abdurrahîm efendinin oğlu Mehmed efendi Galata Kadfsıdır ilmi ile âmil bir kimsedir. Defterdarlıktan gelen bir emir ile bütün memurlardan olduğu gibi, Kadı efendiden de, iki samur kürk anber ve akça isteniyordu. Mehmed efendi; bir bohça içine derviş abasını, mevlevi külahını sararak koltuğunun altına alarak sadrazamın yanına vardı. Kendisini huzuru padişahiye çıkarmasını istiyordu. Sadrazam Ahmed Paşa; kadı efendinin kolunun altındaki bohçada kıymettar kürkler var sanarak, hediyeyi doğrudan sunmak arzusunda olduğunu zannetdi. Mehmed efendi, sadnazamın yanlışını hemen anladı, bohçayı açıp içindekileri gösterdi. İlâve etti;" bunlar benim içindir. Padişahımız aynı zamanda halifemizdir. İstemiş oldukları, bu makamm ulviyetine gölge düşürüp durmaktadır. Kendisine nasihat edip böyle giderse sonucun vahim olacağını hatırlatacağım." Dedi.
Ahmak Sadrıazam
Aman Kadı efendi padişah daha hafif şeyler için bile idam emreder, sizi sağ komaz, üstelik babanız şeyhülislâm efendi hz. leri böyle isteklere hep boyun eğer diyerek, Kadı Mehmed efendiye gözdağı vermek istedi. Kadı efendi ise: Babam mevkiini muhafaza etmek için bu rezalete katlanıyor. O, kendisinin bileceği iş. Ben şu aba ve külah ile her yerde hürriyet içinde yaşarım. Hem siz ne için bu kadar telâş ediyorsunuz? Eğer padişahla konuşma neticesinde onu ikna edebilir isem padişahımız hayırlı dualar alır, ben de onun sevabından his-seyâb olurum! İdam ettirirse, şehid olurum ki bu canıma minnetdir görevden azleder ise serbest olurum. Yarın öbür-gün batacak hâle gelen bu şehirden, uzaklaşır ve şimdiye kadar işlediğim günahlardan rabbime af için yalvarırım. İşte yukarıdaki mükâlemenin neticesi bilinmiyor. Yalnız şurası muhakkak ki, bir kadı efendi ilmi ile âmil olarak faziletle cesareti medeniyesini terkip ederek yaptığı teşebbüsle adını tarihin silinmez hafızasına ve sayfalarına yazdırmış oluyor.
Bu sırada aynı mealde bir protesto da Ağa kapısında cereyan etmekteydi. Girid'den henüz dönmüş olan ve orada büyük takdirlere lâyık yararlıklar göstermiş bulunan, Yeniçeri generallerinden Kara Murad Ağa; defterdar'dan gelen bir memurun kendisine okuduğu talebi dinledikten sonra memura: Defterdar efendiye benden selâm söyle bende per-dahtlık barut ve yağlı kurşun var. Anberdi, samurdu bunu el-xden işitiriz. Para der iseniz, ihtiyacımızı borç alarak gideririz. Dedi. Memur ise: Efendimiz! ben bunları âmirime nasıl söylerim? Sorusunu yöneltince Kara Murad Ağa: Adam olursan söylersin. Hem bilmezmisin elçiye zeval olmaz, diye bir bağırdı ki, adam hazan yaprağı gibi sallanmıştı.
Saray'ın Vaziyeti
Padişah halk arasında asılsız söylenti olarak dolaşan hemşirelerinin, gözdelerine hizmet ettiği yolundaki dedikodularını çürütebilmek için onlan Edirne Sarayına gönderdi. Böylece, burada olmayanlar nasıl hizmet eder? Diye bir anlayışa başvurdu ancak bu tedbirde bir işe yaramadı, çünkü dedikodu kolay giderilen hususlardan değildir.
Varvar Ali Paşa İsyanı
Bu bahse geçmeden sevgili okuyucularıma şu iç hesaplaşmamın neticesini vermek istiyorum. Sultan İbrahim'in, Sivas Valisi bulunan Varvar Ali Paşadan, daha sonra sadrıazam olacak İbşir Paşanın karısını, kendisine göndermesini istemesinde son derecede üzüldüm. İnanmanızı isterim ki; böyle bir hususun, Osmanlı padişahlarından, asla sudur etmeyeceği inancı içinde, yazmaktan büyük bahtiyarlık duyduğum eseri adetâ terk edip, bu iddianın gerçek olmadığsni araştırmaya başladım. Ve elinizdeki bu çalışmaya bir tek harf bile yazmadan tam dört sene kaybettim. Kendimi bu noktada ikna edemedikten sonra sizlere okumanız için nasıl böyle bir çalışmaya devam ederdim? Bu maruzattan sonra kaldığımız yerden devam edelim:
Yaklaşan bayram münasebetiyle sadrıazam bütün valilere ve sancak beylerine yazdığı birer mektupda, İstanbul'a bayram harçlığı göndermelerini emretmişti. Sivas valisi bulunan Varvar Ali Paşa'danda otuzbin kuruş talebde bulunmuştu. Ali Paşa vilâyetin gelirini hesaplatmış fakat bu hesabı tutturamamıştı. Bunun üzerinede yanına gelmiş mübaşirede "Sivas'ın geliri bu parayı Ödemeye takat getiremez. Ben de, yol keserek halkın malını elindenmi alayım?" Diyerek, tahsilata gelmiş mübaşiri geri yolladı. Bir de, rivayet olunurki, İbşir Paşanın çok güzel bir karssı varmsş. Padişah; Varvar Ali Paşadan bu kadını göndermesini istemiş güya! Tabii ki, bu ser'i şerife ve insanlığa uymayan bir istekti. Fakat bu istek, bahse konu hanımın ne münasebetle ne yapılmak üzere istenildiğini ortaya koyacak netlikte değildir. Buna karşılık; Varvar Ali Paşanın, bu isteği "Bir müslümanm nikâhlısını nasıl başkasına teslim edeyim" diyerek red etmesi ne kadar doğru sayılsa yeridir, ancak bu sözün, çok öne çıkarılması hususundaki gayretler şüphe çekicidir. Sultan İbrahim'in bu isteği (eğer hakikat ise) ilk önce şeriatı Muhammediye'ye mugayirdir. Makuliyet içinde bakıldığında aynı zamanda halife olan padişahın bu çeşit bir hareketi taleb etmesi yapacağı işlerden değildir. Öyleyse bu durum nerden çikiyor derseniz? Söyleyelim: İleride göreceğimiz gibi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi şeyhülislâm olmasına rağmen, padişahın yâni Sultan İbrahim'in boğdurulmasında bizzat kemendin Bir tarafını çekendir. Diğer ucunu da yaşlı sadnazam Koca Mevlevi Mehmed Paşa bizzat çekmiştir. Çünkü; cellatlar padişahı boğmaya kıyamamışlardı. İşte bu katil şeyhülislâm, 4. Mehmed devrinde de bir müddet borusunu örttürmüştür. Daha sonra Bursa'ya sürgün olarak gönderilmişti. İşte bu sürgünü esnasında "Rav-za tül Ebrar" adı verdiği bir tarih kitabı yazmıştı bu eser aslında fena olmamakla beraber, kendisini halk önünde temize çıkarabilmek için, Sultan İbrahim aleyhine hakikatten uzak iftiralarla dolu olarak kaleme alınmıştır. Nedir ki; bu iftiraların en çirkini, İbşir Paşanın hanımını, Sultan İbrahîmin istettiği iddiasıdır. Hayrettir ki bu eserden bahse konu bölümü en muteber sayılan tarih kitabları dahi almışlardır. Müverrihleri; yâni tarihçileri, İbni Haldun'un üzerinde dururarak tekrar tekrar okunması gereken satırları ihmal etme yanlışını gösterdiklerinden, insan mazur göremiyor.
İbni Haldun merhum <Mukaddime> adlı mühim eserinde diyorkî: "klasik tarihçilerin nakle tam olarak riayet ettiklerini ve bu nâkile bağlılıktan dolayı da, büyük hataların yapıla gelmiş olduğunu kayd ediyor" ve ilâve ediyor: "sadece nakle bağlılık değiide, şartların, vakaların gözönüne alınmasını, akıl süzgecisinden geçirilmesini, toplumun değerlendirmesinin hesaplanmasını tavsiye ederek tarihi yazmalarını ifade eder. "İçimizi rahatlatan satırları ise, merhum Ahmet Refik Altmaym, Ravza tül Ebrar yazan hakkındaki satırlarında bulduğumdan ve İbni Haldun merhumun, metodunu göz önüne alarak tercihimizi yaptık. Abdülaziz efendinin iddialarını redde ve bunları hakikatmiş gibi nakle koyulanların da, bu reddin içinde olduklarını söyleyerek hükmümüz odurki, iktidardan düşürülmesi gereken adama, kimse taraftar çıkmasın diye, islâm toplumunun kabullenemeyeceği bir çirkef atılmıştır. Şimdi Varvar Ali Paşa isyanını anlatıma geçelim. Varvar Ali Paşa kendisine asker toplamaktayken diğer valilere de haber salıp taraftar toplamaya uğraşmaktaydı. Bu çağrılarında şu izahatı yapıyordu. Padişah kendine mâlik değildir. Veliaht ise daha altı yaşındadır. Bize düşen İstanbul'a gidip duruma el koymalıyız. Meydana getirilecek bir heyete vazifelerin verilmesi gerekir. Sultan İbrahim'i hiçbir işe karıştirmarnaiı-yız. Böylece alınıp satılan makam ve mansıplar, gölgede kaldığı görülen adalet bir nizam ve intizama bağlanır. Şehzade Mehmedi buluğa erdiğinde taht'a oturturuz. Ve bu çağrılan valiler tarafından kabule şayan görülmedi, ancak bu çağrılar yağmacı taifesini, Varvar Paşa'nın kuvvetlerine katılmağa yol açtı.
Eğer izahta muğlak görünen ifadeleri tefsire kalktığımızda, vardığımız netice şudur: valiler yapılan çağrıyı gayri hukuki, gayri islâmi bulduğundan "Alessultan huruç" yapmayı uygun bulmadığını gösterirki, farzımuhal İstanbul'a gidildi, padişah enterne edildi, vesayet komitesi nasıl teşekkül edecek, bunlar kimin açık veya gizli yönetimi altında üike idaresini üstlenecekler 4. Murad zamanındaki tedbirlerle, hanedana sadakati yeniden temin ettiğinden Varvar'm komutasındaki orduyu nasıl karşılayacak?
Bu çok önem taşıyan bir soruydu. Yeniçeriler, gelen bu kuvvetleri hasım olarak telâkki ederse meydana gelecek olayların mesuliyeti yüklenilecek hususattan değil idi. Varvar Ali Paşa külliyetli bir kalabalıkla Tokat üzerine giderken, burada daha sonra devletin kurtarıcısı sayılacak, Mehmed Paşa (meşhur Köprülü Mehmed Paşa) ile karşılaştı. Çıkan muharebede galibiyet Sivas Valisi tarafında kaldı. Mehmed Paşa mağlup olduğu gibi Varvar'ın eline düşmüştü. Çeşitli hakaretlerin muhatabı olarak Varvar'ın çadınna getirilip, direğe bağlandı. Bu esnada Mehmed Paşa'nın başına gelen mağlubiyetin haberi, İstanbul'a ulaştığında derhal İbşir Paşaya Varvar Ali Paşanın üstüne gitmesi emri verildi. Aslında Varvar Ali Paşadan görmüş olduğu nice iyilikler yüzünden, ona karşı minnet duymaktaydı. Nasihatler gönderdiysede, tavsiyelerle dolu bu nasihatları Ali Paşa kaale almadı. Halbuki İbşir Paşa bu tavsiyeler ve nasihatlarında pek samimi idi. İbşir Paşa vaziyetin kâr etmediğini görünce, kendisine iştirak etme niyetiyle yaklaştığını göstermeye başladı. Bu anlayış içinde Varvar kuvvetlerine sokuldu. Birleşmeye gelmiş takviye zan-nı, Varvar Ali Paşada hâkim olduğundan tedbirsiz davrandık! bir saldırıda defteri dürüldü. Varvar Ali Paşanın boynu vuruİ-du. Böylece bu isyan sona ermiş oldu. Köprülü Mehmed Pa- bağlı olduğu çadırda bitkin bir vaziyette bulundu, önce hayatı kurtarıldı, bilahire itibarı iade olundu. Artık ona düşen devleti bulunduğu girdaptan kurtarmak için çalışacağı vakti beklemekti. Bu sırada tarihler, h. 1058/m. 1648 ken olayların geçtiği yer Çerkeş kasabasıydı.
İbrahim Paşa İsyanı
Şimdi de gelelim Bağdad valisi İbrahim Paşanın isyan hareketini gözden geçirmeye: Osmanlı devletinde sadrazamlar iş başına geldiğinde, bu günkü siyasi partilerin yaptığı gibi mümkünmertebe kendi kadroları ile çalışmak isterlerdi. Sadrıazam Boşnak Salih Paşa'nın öldürülmesinden sonra onun yetiştirdiği ve onun vazifelendirdiği bir çok vali görevden alınmıştı. İşte bu görevden almanlar arasında Bağdad vâiisi İbrahim Paşada bulunuyordu.
Okuyucularımız hatırSayacaklardırki, Salih Paşa öldürülünce sadaret Musa Paşaya verilmişti. Ancak sadaret kaİmma-kamı Ahmet Paşa, çevirdiği dalavere ile sadaret makamını ele geçirmeyi becermişti. Sadrıazam bir tâyinle bir kaç işi yapmak istiyordu. Bu tâyini 2. vezir durumuna düşürdüğü, eski Kapdanı derya Musa Paşayı valilik görevi ile Bağdata tâyin ve Salih Paşanın valisi İbrahim Paşayı vazifeden almak, ayrıca bu vâiiliğide kabul etmeyeceğini söyleyen Musa Paşa'ya" paşa karındaş gitmeniz şart değii bir mütesellim yollasanız diyerek, Musa Paşayı tâyini kabule mecbur kıldı. Musa Paşada bir mütesellim gönderdi. Diğer taraftan İbrahim Paşa velinimeti Salih Paşa gibi idam olunacağı endişesiyle Bağdad ahalisini kendine celb ederek isyan bayrağını açdı. Bağdatda İki çeşit asker bulunuyordu. Bunlardan kapıkulu denilen yeniçeriler, iç kalenin muhafazası ile vazifeliydiler. Diğer askerse, <Yerii Kul> adıyla anılan gönüllü askerdi ki, Bağdad vilayeti ve hududunu muhafaza etmekle görevliydi. İbrahim Paşa bu askerlerden ancak yerli kul olanını kendine celbedebilrnişti. Yeniçeri ise devletine bağlı kalmış, bağlılığının misalini de İbrahim Paşa askeri ile kılıç kılıca döğüşerek isbat etmişti. Bu olaylar Bağdadda meydana gelirken, veziriazam Musa Paşayı Bağdad valiliğinden alıp, onun yerine
Boşnak Salih Paşanın kardeşi Murtaza Paşayı tâyin etmişti. İbrahim Paşa hakkındaki idam fermanımda Murtaza Paşanın eline tutuşturmuştu.
Aradan bir kaç gün geçmiştik! Musa Paşa saraya çağınhp, Murtaza Paşanın valiliğinin bir muvazaa olduğu, asıl valinin kendisi olduğu, bu münasebetle derhal Bağdad'a gidip, Murtaza Paşa tarafından İbrahim Paşanın kesilmiş kellesinin yanma Murtaza Paşanın kellesini kesip koymak sana düşüyor dendi. Musa Paşa bu iradeye itiraz edecek oldu. Fakat gök gürlemesini andıran bir ses "Ya kelleler, ya kellen" diyen pa-dişahdan başkası değil idi. Musa Paşa Bağdad'a gitti. Her iki kelleyide bala batırsp İstanbul'a gönderdi. Az bir müddet sonrada iş başarmış tavırları ile istanbul'a döndü. Mükâfaatı Ye-dikule'de bir kaç gün hapiste kaldıktan sonra kellesini kaybetmek oldu.
Darbei Hükümet
Ülke gerek asayiş bakımından, gerekse Girit ahvali yüzünden, padişahın sadrazama bütün itimadı yüzünden pek sıkın-tih duruma getirilmişti. Sadrıazam Ahmed Paşa, padişahın kızlarından birini oğlu için istemişti. Böylece kendi damatlığı yanında oğlunuda hanedanı Osmaniyan'a intisab ettirmiş olacaktı. Bu hayırlı işin talebi padişah katında kabul gördüğünden, düğün hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı. Yukarıda-da bahse konu elliğimiz memleketin genel durumunun karışık bir halde olması, daha önce padişahın gözdelerine kardeşlerinin hizmet ettiği, dedikodusu çıkan problemlerden Valide Kösem Mahpeyker Sultan, oğluna muğber olmuştu. Ayrıca yeniçeriler vede bunların ileri gelen komutanları osmanlı devlet idaresinin gösterdiği zaafdan çok ümidsiz, ümidsiz olduğu kadar da, İşleri nasıl nizam ve intizama koyabileceklerini planlamaktaydılar. İş bu plân, ilk Önce sadrıazamıda içine alan bir plândı. Ancak sadnazam hiçbir perde kalmadan kendisine teklifedilen darbede şerik olmayı merdane bir tarzda red eyledi.
Böylece Ahmed Paşa, padişaha ihanet etmemişti. Biz bu teklife verdiği cevabında takdire şayan olduğunu idrakle bu hareketini bütün kusuruna rağmen lehine bir puan olarak telâkki eyledik. Sadnazam bu cevabı vermekle kalmayıp, ihtilâlcileri kazasız belâsız ortadan kaldırma kararma vararak bunların ortadan kalkmasını teminen bir düğün ziyafeti tertipledi. Sadnazam bütün ağaları ve ihtilalci takımının azalarını bu düğüne davet etti. Ancak; bu davete icabet eden Yeniçeri Ağası ve diğerleri katılacaklarını açıkladıkları, sadnazam davetine silahsız gelecek veya silahlı gelip de, kapıda biraka-cak ahmaklardan değillerdi.
Nitekim silahlarını sofrada dahi üzerlerinde taşıdılar. Daha enterasanı, yemeğin hiçde tahmin olunmayacak bir safhasında, otomatiğe basılmış yay gibi aynı anda da sofradan kalktılar. Tabiiki hertüriü saldırıya alesta bekliyen kılıç ehli üzerine saldırmak, a'klın alacağı husustan olmaması bu tuzağın akim kalmasını intaç etti. Ziyafetten çıkanlar doğruca, orta camie gittiler. Bu orta caminin bazı tarihlere göre Şeh-zadebaşı Câmü olduğu ileri sürülüyor. Çünkü her ne hâile düğündeki ziyafet tuzağının başka şekilde tekrarlanacağını, belkide gecenin ileri saatinde tek tek enterne edileceklerini anlamış olmalıdırlar ki, başta şeyhülislâm olmak üzere, vaizleri, ulemâyı ve diğer tabur, bölük Ağalarını câmi'e çağırdı-iar.
Konuştular, konuştular... Sabah olduğunda, silahsız yeniçeriler camiin etrafını doldurmuş, bir aşağı bir yukarı dolaşmaktaydılar. Ahali ise; yeniçerilerden biraz uzakta olmakla beraber câmi'ye yakın bir alanda bekleşmekteydiler. Çıkacak kararı beklerlerken, diğer merak ettikleri husus ûlema'nın alacağı tavır idi. Çünkü, ilmiye ile seyfiye diğer tâbirle âlimler ile kılıç erbabı ittifak ettimi, zorlar kolaylaşır, hak ortaya çıkardı. Öte yandan ortaya gelen yeni vaziyet, sarayın kulağına ulaşmıştı. Şeyhülislâmın toplantıyla ilişkili olduğu da alınan malumattan olduğundan soruyu şeyhülislâma tevcih ettiler bir haberci koşturup. Bu kanuna uygun olmaz toplantı nedir? Şeyhülislâm cevab verdi:
Padişah sadnazamı bize teslim etsin. Aksi haide dağılmama kararı çıktı. Dedi. 1058/recep ayının 15. günü akşamı, 1648/ağustosunun 5. günü yapılan bu toplantıdan ahaliye verilen bilgileri şöyle tertiplemişlerdi. Sadnazam müfsid bir kimsedir, ortalığı soyup soğana çevirmektedir. Valide Sultan aleyhine oğlunu tahrik edip, devletin başına felâketler çekiyor. Bu bakımdan sadrazamın ortadan kaldırılması, yerine münasip bir kimsenin oturması sağlanmalıdır şeklindeki karar gelen haberciye şeyhülislam tarafından nakledildi.
O gecenin sabahında, sabah namazını kılmak üzere ulema ve kalabalık Fâtih Camiine geldiler. Şeyhülislâm Abdürrahim efendi, yanında Kara Murad Ağa olduğu halde mezkûr camie gelip, namazı hep birlikte edâ ettiler. Daha sonra toplantı yapıldı. Bu toplanan zevat arasında Yalı'da bulunan Kazaskerler yâni, Bahai ve Mahmud efendiler görülmüyordu. Sipahilere haber verilip verilmemesi hususu tartışmaya açıldı.
" Kara Murad Ağa bunlara ikrahi bir yaklaşım İçinde olduğunu sergilemekten çekinmedi. Sipahilerin çağrılmasının gerekmediğini ileri sürdü. Bu isteğe ûlema'ikirâmın taraftar olmadığı, askerin hep beraber davranması icab ettiğini tercih ettiklerini söylediler. Bu tercihlerinde ısrar sahibi olduklarını ileri sürerek, yeniçeri zorbalarını iknaya muvaffak oldular. Bunun üzerine sipahilerin de gelmesiyle beraber ahalinin katılımı aynı zamana rastladığından mahşeri kalabalık meydana gelmişti. Fâtih Câmii'ne gelmesi İçin sadrazam Ahmed
Paşa'ya davet salındıysa da, gelen cevapta akşam evinden ayrılmış olduğu, bilinmeyen bir yerde saklandığı ifade edilmekteydi.
Öte yandan; asker ve ulemanın müştereken meydanlarda içtima etmiş olduğunu haber alan saray, Haseki Ağa ve Bos-tancıbaşının adamlarından bir heyeti gönderdi. Heyet; Ab-dürrahim efendiden toplanma sebeblerini sorarken, biraz sonra gelen Bostancıbaşı'nın memuru, "hemen dağılın" emrini verdi. Çünkü bu padişahın iradesiydi. Bu iradeye karşı Müftü efendi Abdürrahim efendi; verdiği cevapla; meşhur Mizancı Murad bey'e göre, Fransız ihtilâlinin büyük hatibi Mira-bo'ya bir buçuk asır takaddüm ediyordu. Biz Murad beyin kaleminden aynen buraya almayı uygun buluyoruz:
<Bu cemiyetin, şer'i şerif ile sözü vardır. Vazifesini ifâ etmeyince dağıtamaz. Siz varın padişaha söyleyin ki sadrıaza-mı hemen bize versin. Görüldüğü gibi, gerek orta câmi'de, gerekse Fâtih Camiinde yapılan toplantıda, şeyhülislâm Ab-durrahim efendi işin başını götürdüğü gibi, daima hedef olarak da sadnazamı ileri sürmekteydi. Mehmed Murad bey, yâni Mizancı Murad bey, şu mütalaayı ileri sürüyor, şeyhülislâmın yukarı tırnak içine aldığımız ifadesini tahlil ederken: <Eğer AAüftü efendi, gayreti vataniye ve fazilet aşkı ile bu sözü söylemiş olsaydı, pek makbul ve mübeccel bir harekette bulunmuş olurdu. Namı da, kemâli ihtiramla müebbeden yâd olunurdu. Ne çâre ki Abdurrahim efendi Kösem Vâlide'nin bir davasını ücrete mukabil deruhde etmiş, âdi bir avukat mertebesinde kalıyordu.> Evvet, Karaçelebizâde'nin bu sözleri ile kıyam bilfiil başlamış olduğundan, Fâtih Camiinden, yine orta camie dönüldü ve aynı dakikalarda sadrıazamın bulunduğu yerde katline fetva çıkarıldı. Ölüm fetvası verilmiş sadrazam Ahmed Paşanın artık sadareti düşmüş olduğundan, yerine bir sadnazam tâyini kıyamcılarca düşünüldü.
Eski defterdarlardan Derviş Paşa İle Sofu Mehmed Paşa arasında bir tercih yaşadılar. Doksanlık Sofu Mehmed Paşa tercihe şayan bulundu. Herhalde yaşının büyüklüğü ve kısa akıl sahibi tercih sebebi oldu. Bu Mevlevi Tarikatı mensubu yaşlıyı yapılan teklifi red etmiş görüyoruz. Ancak, zorla ite kaka adam Orta Câmİ'e getirildi. Burada el öpme töreni icra olundu. Bütün bunlar olurken, padişahın musahiblerinden Tavukçu Mustafa Paşa topluluğun yanına geldi. Padişahın; sadrazamın tâyinini kabul ettiğini, yeni sadrazam ve şeyhülislâm efendinin saraya gelmesini irade ettiğini, ikinci tenbi-hininde topluluğun hemen dağılması olduğunu bildirdi. Bu iradenin yalnız sadrazamı çağıran tarafına riayet edildi ve ihtiyar sadnazam, ki sadrazamlığı kıyamcıların eseriydi nede-rece makbuldü az sonra görülecekti. İhtiyar adam binbır özürle padişahın huzuruna dahil oldu. Padişah kendisine mühür verdi. Böylece de bu adamın sadareti meşruiyyet kazandı. Padişah: Ahmed Paşayı azlettim. Ancak kendisi hanedanın ve dolaysıyla benim damadımdır. Canını bana bağışlayın. Dedi. Bu talebe Mehmed Paşa tavassut edeceği sözünü verdi. Huzurdan ayrıldı. Zorbaları kendisini bekler buldu. Padişaha tavassut hususunda verdiği sözü söylediğinde, kıyamet koptu. Sadnazam şaşılacak bir vakayla karşı karşıyaydı, ancak bunu idrak edemiyordu. Kendisine veziriazam diyorlar sonrada, söylediklerini dinlemiyorlardı. Bu nasıl sadrazamlıktı? Kendisini istedikleri gibi güdüyorlardı. Ayakları geri geri giden sadnazam, Sultan İbrahim'in huzuruna yeniden girdi. Padişah: Ne ettin? Diye sorduğunda: Mevlevi Sofu Mehmed Paşa: İradenizi kabul etmediler? Beni de pek azarladılar. Dediğinde, bütün sinirleri tepesine çıkan padişah bir kartal gibi, sadarete lâyık olmayan sadrazam müsvettesinin üzerine yürüdü. Bir hayli hırpaladı.
Eski tâbirle; bir güzel donattı. Padişahın huzurundan yan ölü gibi çıkan Mehmed Paşa kendini konağına zor attı. Mührü hümayunu ise, padişaha değil, kıyamcı güruhuna yolladı. Bektaş ve Muslihiddin Ağalar, Mehmed Paşanın konağına koştular. Kendisini; bizim gibi yaşlıların dine hizmetten başka ne gibi gayesi olabilir diyerek teselli ve iknaya muvaffak oldular. Hep beraber, kıyamın merkezi seçilmiş bulunan orta camie yollandılar. Buraya geldiklerinde zorbalarla yeniden konuşuldu ve esas maksat, bu sırada ortaya döküldü. Ah-med Paşayı katil, Sultan İbrahim'i hâl, şehzade Mehmed Sultanı tahta iclâs kararı tekarrür etti. Padişah huzurundaki halinden sonra şaşırmış halde mührü hümayunu padişah yerine kıyamcılara göndermiş olması sonradan pek işlerine yarramıştı.
Çünkü bu mühürle damgalamış olduğu iradeler derhal yerine getirilmekteydi. Şehir kapılarının kapatılmasında, bazı inzibati tedbirler alınması hususundaki talimatları yaptırmak mührü hümayun sayesinde kolaylaşmıştı. Adeta ihtilâl demeğe insanın dili varmıyordu! Bu sırada Kösem Mahpeyker Vâlidesultana, bir yazı gönderildi. Vaziyetin geldiği safhayı bildirdiler. Şehzadelerin Sultan İbrahim'den gelebilecek bir kötülüğe karşı, emniyete almalarını ihtar ettiler. Kıyamlar ve ihtilâller genellikle kan ile bulaşırlar. Norma! bir haldir; çünkü, muvazenesini kaybetmiş herşey şaşırır, sağa da sola da çarpar. Ya kendini kurban, ya da başkalarını kurban eder.
Vefa Ehli Zor Bulunur
Bu harekâtın ilk kurbanı bir sene zarfında Rumeli kadılığına çıkarılan mülakkap lakablı pek makbul bir kimse olmayan Muslihiddin efendi olmuştu. Halbuki bu adam, toplananlar arasına karışarak arzı mevcudiyet göstermek istemişti. Yapılan çekil git ihtarına aldırmıyarak askerin içinde kalmaya devam etti. Kendisini hırpaladılar, yüzünü gözünü kan •içinde bıraktılar. Yakınında bulunan şeyhülislâmın atına doğru koşunca, ancak yüz vermeyen şeyhülislâm özengisini kanlı surata hizalıyarak atını sürdü. Akıbet yere yıkılan Mus-lihiddin'in üzerine üşüşenler hemen parça parça ettiler, bıçak ve kılıç darbeleriyle. Ahmed Paşa her ne kadar saklanmışsa-da, cemiyetin harekâtının gelişmelerinden haber almaktaydı. Mihayet kendisi hakkında alınan bütün kararlardan haberdar olmuştu. Yaptığı yanına bol miktarda para alıp, makbul zamanında makam ve mevkii verdiği kimselerin yanlarına gitmek oldu. Ne var ki; her yerden boş dönüyor, her biri, birer bahane ile vaziyetine bigane kalmaktaydı. Vefalı kimse bulmak kolay değildir, bulanda vefalı dostuylan ne kadar övünse azdır. Ahmed Paşa; senelerce mevkii sadarette bulunduğu halde bir tek vefa sahibi edinememiş demekki, bak şu işe! Kapı kapı dolaşan eski sadrazam, nihayet Aksaray'da Hacı Behram'dan ummadığı alakayı gördü. Çok sevindi. Ne çare-ki Behram'ın niyeti ihanet imiş. Bir yandan Ahmed Paşayı konağına buyurederken, Sofu Mehmed Paşanın konağına haberi uçuruvermişti. Mehmed Paşa adamlarını gönderip, Ahmed Paşayı konağına aldırıyor, kendisine çeşitli vaadler yaparak ikramlarda bulunurken beri yandan da, kellesini koparmak için cellat hazırlattırıyordu. İstirahat etmesi için odadan çıkıyor, ancak adamlarından birini içeri yollayıp para istetiyordu. Bu pazarlık epeyi bir zaman sürüyor ve Ahmed Paşanın artık kuruşu kalmamıştır.
Bu sırada iki kişi kendisini koltuklar, yâni kollarına girer ve yardımcı oluyormuş gibi yürütmeye başlarlar. Eski sadrazam, bunlara baktığında aniden sararır, çünkü birisi saray celladı Kara Ali, diğeri Hamal Ali'dir. Tabiîki boğdular. Cesedin ertesi gün atıldığı yer Atmeydanı oldu, bu sırada herifin biri bu Paşa semiz bir adamdı, bunun eti derde deva diye bir herze yumurtladı. Bir çok kişi bu cesetten bir parça koparıp evine götürdü bu andan sonra öldürülen sadrazamın lâkabı, bin parça mânasına gelen "Hezarpâre" oldu. Her kötünün iyi tarafı, her iyinin kötülüğü olabileceği gibi Hezarpâre Ahmed Paşa'nin fazilet sayılacak bir davranışını anlatarak bir hakkı ketmetmiyelim.
Bu bölümü; Mizancı Murad beyin Rodos Adasındaki sürgünü esnasında, yazmış olduğu ve adını oğlu Faruk bey'in adından mülhem, Ebu'l Faruk adlı Osmanlı tarihinden alıyoruz: "..Kösem Valide Sultanın tesirinin düşüş gösterdiği bir dönemde, Valide Sultan, sadrazam Ahmed Paşaya: Bu yâni Sultan İbrahim beni de seni de sağ komaz. Âlem harab oluyor. Devlet de elden gidiyor, bunun hakkından gelelim de şehzadeyi cülus ettirelim. Ahmed Paşa: Ben edemem Sultanım. Varsın beni öldürsün. Ben veli'inimetim'e ihanet edemem, suikasda ise asla cür'et edemem. Cevabını verir. Gö-rülüyorki; ihtilafda devletin devamlılığını ve başarısının sağlanması için kelleler üzerinde pazarlıklar yapılmakta. Valide Sultan'ın kendi oğlunu, bir hükmetme arzusu için kurban etmesi belki imkânsız değil amma, Allahaşkına; biri söylesin milyonda kaçtır böylesi? Ayrıca bir ananın evlâdını yok etme bahasına işbirliği teklifini, Ahmed Paşanın ihtiyat ile karşılamak şeklindeki cevabı devrin oynak anlayışının bir gereği sayılırsa da, yeniçeri ağalarının teklifini de red etmiş olması, bu kötü işlere eğilimi olmamasınıda gösterir. Neticede doğru Cenabı Hakk'ın indindedir.
Padişahın Direnmesi
Sadrıazam olan damadının katledilmesinden sonra, Sultan İbrahim durmadan haber gönderiyordu, isyancılara. Artık dağılınız. Bir değişiklik olmadığını tesbit edince, saray burçlarına topları yerleştirtmiş, bostancıları silahlandırmiştı. İtaatsizlikleri devam ettiği takdirde hepsini kırıp geçireceği haberinin yayılsın istiyordu. İsyancılar ise Kösem Valideye saldıkları bir haberde, şehzade Mehmed Sultanı orta camie göndermesini taleb ettiler. Valide Sultan bunun mümkün olamayacağını, böyle bir cülus adeti olmadığını, padişahın patırdı-sına bakıfmamasını, kendisinin sarayda her ne kadar oniki-bin silahlı bostancı neferi olmasına rağmen Ağaların kendisi tarafında olduğunu bildirdi. Cemiyet saraya geldiğinde bostancıların kendilerine iltihak edeceğini bildirdi. Bu bilgiyi ertesi günü gizlice kıyam erbabının yanıbaşina gelen Bostanci-başı te'yid etti.
O gün Cuma idi ve bu hâl üzre salatı cuma elden gitmişti. Atmeydanı'na doluşan kıyamcılar, ayak divanı istediler, orada da durmayıp saray içine daldılar. Karşılarında Sultan İbrahim değil, Valide Sultanı gördüler. Karşılıklı olarak konuştular, konuştular! Valide Sultan kıyam edenlere her nekadar mukavemet etmeye çalıştıysa da, oğlu İbrahim'in tahtta kalmasını sağlayamadı! Sonunda: Varayım arslanımın sarıkcığı-nı sardırayım ve çıkarayım. Diyerek içeri girdiği görüldü. Az sonra küçük şehzade babaannesinin elinden tuttuğu halde, masum ve güzel yüzü ile göründü. Osmanlı tahtına oturtuldu. Birbir önünden biat ederek geçiyorlardı. Bu kalabalıktan ürken yeni padişah ağlamağa başlayınca, daha fazla rahatsızlık vermeyi önlemek için biat yeterli sayıldı. 1058/1 5/re-ceb6/8/1648 çarşamba günü başlayan ihtilâl, 17/receb cuma günü nihayetlendiğinde, Osmanlı tahtında kırkbir yıl hüküm sürecek, 4. Mehmed unvanlı Sultan İbrahim'in oğlu vardi.
Sultan İbrahim'in Sonu
Sultan 4. Mehmed'e biatlarını yerine getiren devlet adamları cemmi gâfir halinde Saray'ın Harem dâiresine sellemü-sellem dalışa geçtiler. Bu yakışıksız hâl; Genç Osman, 4. Murad devrindeyken bile olmamıştı. Bostancıbaşı bu kafilenin önüne düşmüş, şeyhülislâm, sadrıazam ve ulema arkalarından destursuz yürümekteydiler. Sultan İbrahim'in etrafını kadınlar almış ellerini eteklerini tutuyorlar, bir tarafa kıpırdamasına fırsat vermiyorlar idi. Şüphesiz ki bu davranışları padişaha yardımcı olmak, ona gelebilecek bir saldırıya sed olmak niyetini taşıyordu. Hızla yürüyen kafile aniden karşısında Sultan İbrahim'i buldu. Bostancıbaşı Padişahım! Ulema ve ayanın kararlan var. Siz artık içeriye buyrunuz. Dediğinde: Sultan İbrahim Bre hâinler, pezevenkler, Allah'dan korkmaz kâfirler! Bu ne işdir? Ben; herbirİnizi ihsanlarıma gark etme-dimmi şimdi isteklerinize uymadığım içinmi bana ihanet ediyorsunuz. Ben padişah değilmiyim? Kararınızı kabul etmiyorum, red ediyorum, defolup gidiniz, irademe itaat etmeyen hâin ve kâfirdir. Bu salvolar karşısında; heyetin içinden yine bir kişinin cevap veren sesi yükseldi. Bu sesde Karaçelebizâ-de Aziz efendiye aitti. Tarihçi Nâima şöyle naklediyor:
"Aziz efendi o mecliste büyük cür'et gösterip, padişaha yapılacak hürmete mugayir pekçok söz söyledi şöyleki" Hayır padişah değilsin. Din ve şeriata mugayir pek çok iş yaptığından cihanı harabeye çevirdin. Ne zamanki; gaflet ile vakit geçirip rüşveti açıkça yapılır hâle getirdin, zulmü alime musallat ettin, beytülmâli israf içinde kullandın' Dedi. Söylenen bu sözlere oradakiler hayran oldular. "Sultan İbrahim; taht'-tan indirildiğine inanamıyordu. Kendisinin emirlerinin yerine getirileceğine dâir inancı, hiç sarsılmamaktaydı. Bir yandan konuşuyor, bîr yandan kendisi için seçilmiş bulunan dâireye doğru yürümekteydi. Nihayet yanında iki câriye olduğu halde dâiresine soktular. Kapının kilidine sokulan anahtar iki defa çevrildi. Arkasından anahtar deliğine kurşun akıtılarak, kilit de işlemez hâle getirilince Sultan İbrahim yine kafese konduğunu idrâk etti. Bütün gücüyle, bağırdı, kapılara vurdu, yıkniağa çalıştı, nihayet ağzına gelen küfürleri bazı kimselere tahsis etmeğe başladı.
Ölüm Hücresi
Padişah artık savurduğu küfürleri validesi Kösem Sultana etmeye başlamıştı. Demek ki; yanında bulunan iki cariyeden, hâl vakasında, Kösem Mahpeyker Valide Sultan'in oynadığı rolü öğrenmişti. Artık bir dinlenmeye çekilen eski padişah, güçleniyor ve beş defa bağırmaya koyuluyordu. Mah-besinden taşan sesler dışarıya duyuluyor, bunları duyanların bir bölümünün içi sızlamaya başlamıştı. Ertesi gün oda kapısının önü bir güzel örüldü. Ahalinin tepkisini ölçmek için padişahın kapatıldığı yerden kurtulup firarı başardığı istikametinde bir haber hassaten çıkarıldı. Görüldüki; esnaf derha! dükkânlarını kapadı.
Demek ki, ahalinin nabzı sayılan esnaf bu karışık ahvalde yağmaya uğrayacağı endişesiyle ve de, bu işe karışmamak için kenara çekilmeyi seçmişti. Beri yandan kapısı örülü dâiresinden Sultan İbrahim'in gönüllere üzüntüler salan feryadı saray duvarlarını aşmaktaydı. Yeniçeri'lerin bir bölümününde bu feryatlardan kalbleri ihtizaza geliyor ve kendi kendilerine acaba bu hâl işini ettiğimiz kötümü oldu? Şeklinde düşüncelere dalıyorlardı. Ahalinin ve bir bölüm askerin sessizliği; idareyi korkuya ve sarayı da endişeye sevketmişti. Kösem Valide Sultan tecrübesini konuşturarak, böyle hallerde ulemaya başvurulmak gerektiğini hatırlattı. Başvurulan ulema takımı, derhal çareyi söylemekte gecikmedi: <İz içtimaa haiifetan, faktelu ehadü minhüma> yâniiki halifeden birini öldürünüz! Mizancı Murad bey diyorki: "âyet değil. Hadis değil. İmamların içtihadı değil. Uydurulmuş arabça bir cümle"den başka bir şey değil ulemanın söylediği çare.
Yine bahse konu çarenin gösterdiği iki halife ifadesi, gerek mantık gerekse mâna itibariylede yanlıştır. Çünkü halife denilen ikiden biri bulûğ çağına ermemiş bir masum çocuk. Diğeri ise bir mecnun. Dolaysıyla değili ki halife bir tane bile mevcud değil, görüşünü ileri süren Mizancı Murad'a iştirak etmiyorsak da söylediklerinin pekde yabana atılacak hususlardan olmadığını düşünüyorum. Yine Murad bey diyorki; "..sümme tedarik fetvalar yüzünden Osmanlı devletinin uğradığı felâketler, düşmanların taarruzlarından meydana gelen felâketlerden büyük ve dehşetlidir." Sultan İbrahim'in katline dâir fetvayı isteyenler, Bektaş, Murad Ağalar, Kara Çavuş ve Muslihiddin idi. ulemanın bulduğu çâreyi fetva haline getirende şeyhülislâm Abdürrahim efendiydi.
Fecâi'i İbrahim'iye
Çalışmamızın bu satırları, pek hissi hususlara mahsus gö-rünsede, aslında hayatımızın his dünyasındaki zenginliği, bizlerin insanlık seviyesine yaklaşımımızın bir ölçüsü dense, asla yanlış olmaz. Çünkü; insanoğlu aklıyla hisleri arasında yaptığı muhakeme neticesinde, islâmla muttasıf bir kimse ise, aklın mekrine kapılmayıp, hislerini öne alarak karar alsa menfi bir neticeye doğru yelken açmaz. Aşağıdaki satırlar aklın canavar tarafını kendilerine rehber edinenlerin sergilediği çirkinliği duyurmağa yöneliktir. Sultan ibrahim'in hücreye kapatılmasının 11. günü alınan fetvayı yerine getirmek için başlarında yaşlı sadrıazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdürrahim efendi, fetvayı verenlerin bir bölümü, bir miktarda asker olduğu halde saraya girdiler. Saray çalışanları sarayın tavanlarında onbir gündür yankılanan eski padişahın feryatlarıyla dilhûn olmuşken, icraya gelenleri karşılarında bulunca, artık gözyaşlarını tutamıyarak, bunlara arkalarını dönüp, ağlıyarak her biri bir tarafa kaçtılar. Çünkü yapılacağı görülen cinayete, uzakdan dahi olsa şahid olmaktan içtinab ettiler. Geride bir kaç acemi hizmetli kalmıştı bunlar da, örülü kapının tuğlalarını yıkması emredildikte red cevabı verdiler.
Devletlûlar! bunları sille tokat dövmeğe başladılar. Ancak işe yaramadı bu zorla yaptırım teşebbüsü. Çünkü sarayın acemioğlanından dahi: "Öldürseniz o kötülüğü yapmayız" cevabı aldılar. Gelenlerse, bu itirazlardan intibaha gelmeyip senelerce huzurunda diz çöktükleri padişahlarını öldürmekten çekinmediler. Çünkü akılları gözlerine inmişti. Çaresiz kalan heyet, işin başa düştüğünü gördüklerinden kazma kürekleri ellerine alıp, örüleli on gün olmuş divan yıktılar. Kapıyı, parçaladılar ve birdenbire karşıların da avazı bülend ile haykırmakta olan padişahla karşı karşıya kaldılar!
O: Benim elimden nimet yiyenlerden bana merhamet edecek kimsede kalmadım!? Göz göre göre bu zâlimler beni öldürecekler. Aman medet ya Râsulellah! Diyerek istimdad ey-liyordu. Gelen kalabalıktan bazı kimseler, hâlin fecaatine takat getiremeyecek olduklarını anlayınca yavaşça sıvışmayı tercih eylediler. Oradan kaçmakla kalmayıp, gözyaşları içinde sarayı da terkettiler. Kafile ile birlikte gelmesi vazifesi olan cellât Kara Ali, terk yolunu seçenlerin arasındaydı. Sadrazamın emriyle yeniden getirilen Kara Ali, titreye titreye sadrazamın ayakları dibine yığılarak, bu vazifeden bağışlanmasını yalvarmaya başladı. Ancak ilk günlerde pısırık ve aciz bir ihtiyar görünümü sergileyen Sofu Mehmed Paşa adetâ bir damat teravetine bürünmüştü. Pehlivan yapılı cellât Kara Ali'nin bu ihtiyar sadrıazamin köteği yüzünden, kapı önüne getirildiğine şâhid olundu.
Nihayet, doksanlık sadrazam, şeyhülislâm ile Kara Ali ve yardımcısı Hammal Ali, yıkılmış kapıdan içeri girdiler. Cellâtlar perişan bir halde iken, iki devletlû eski cellâtları andırır soğukkanlılıktaydılar. Sultan ibrahim; elinde mushafı şerif olduğu halde şeyhülislâm'a hitab etti: Bak Abdürrahim! Yusuf Paşa bana, senin için, dinsiz, imansız, fitnekâr bir herifdir, sağ bırakma. Dedİydi. Seni öldürmedim. Çünkü; Allah'dan korktum. İşte kitabullah, beni hangi âyetin hükmü ile öldüreceksiniz: Abdürrahim efendi bu sözlere cevap yerine cellâta çabuk davranmasına işaret verdiği görüldü. İşi derhal tamamladılar resmi cellatların istemeyerek yaptıkları işlemi tamamlamak için, ipin bir tarafını şeyhülislâm diğer tarafını sadrazam çekerek padişahı aynen Genç Osman vakasına benzer şekilde katlederleriken, cariyelerin engel olma çalışmalarına önem vermediler. Normal insanların hayatta yapacakları davranışlar bir fevkaladelik arzetsede, bunun tahammül sınırı vardır.
Yukarıdan beri bütün teferruatıyla nakletmeye çalıştığımız Sultan İbrahim'in katli hadisesinde, devleti avucunun içinde tuttuğu her kesiminin kâr kabul etmez tarzda malumu olan Kösem Valide Sultana ait me'suliyet gözden ırak tutulamaz. Şüphesiz ki; bu cinayeti irtikâb edenler bu işi ona rağmen yâni, Valide Sultan'a rağmen yapamazlardı. Demek ki; devletin bekası hususiyeti, bir annenin ciğerparesi evlâdımda fedaya göz yumar hâle getirebilmeye varıyormuş. Bu acıya dayanacak anne sayısı, istisnayı teşkil eder. Zaten bütün insanlık âleminde, bazı insanların bazı insanlara göre farklılık ve efdaliyyetleri, yüklendikleri kaderin, icabatindan ötürüdür. Osmanlı devleti hanedanına mensubiyetle doğan her fert, soy'un kaderi olan farklılığı yaşarken bu farklılığı bazen çok ağır bir fatura ile ödemek zorunda kalırki, henüz mütalaa ettiğimiz facia, bunun çok açık bir ispatıdır. Bakınız; Valide Sultan iki halifeden birini öldürünüz fetvası karşısında sus pus olup, adetâ hükmün gerçekleşmesine yardımı bile olmakta nerdeyse! Taht'tan indirilmiş bulunan Sultanın oğlu, oniki gündür babasının tahtına oturmuş bulunuyor ve aynı sarayın başka bir odasında, hayatını elinden aldıkları babasına hayatını bağışlama yoluylada olsa yardımcı olamıyor. Dahası ileride nekadar kıymetli bir Valide Sultan olarak göreceğimiz Turhan Valide Sultan, oğlunun babasını ve kocasını bir cinayet sayılsa seza olan saldırıdan kurtarmaya çalışmıyor da, iki tane câriye, cellâtlara karşı koymaya çalışmakta ve bu cellatlar arasında gayri resmi cellat olarak da şeyhülislâm ve sadrazamı gördükleri halde. Gelde şaşırma!
Bu acılı gün 28/receb/105818/ağustos/1648 çarşamba idi. Padişah bu sırada otuzüç yaşındaydı. Sultan İbrahim devrinin mukabilindeki muasırları, Almanyanın başında im-parator 3. Ferdinand, İngilizlerde kral 1. Şarl, İranda Şah Safi ve 2. Abbas, papalık makamında ise, 8. Urban ile 10. İnos-san, Rusyada ise 3. Misel ve 1. Aleksi imparatordular. Fransa'da ise 13. ve!4. Lui'ler biribirini takip ettiler.
Devrin Devlet Adamları
Sultan İbrahim; ağabeyi 4. Murad'dan bergüzar sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşayı görevinde ipka etmişti. Metin içindede anlattığımız Mustafa Paşa aslen Arnavut olup, çok dürüst, ancak okuma yazma bilmez bir kimse idi. Halbuki kardeşi olan İlbasanlı Mevlevi ve şâir Sineçâk Münzevi Osman Dede, on cüzlük "Gülşeni İrfan" adlı eserini sadnazam ağabeyine hediye etmiştir. Kendisini görmek isteyen sadrazama Osman Dede, bu müsaadeyi vermemiştir. Mustafa Paşanın sadaretten azil ve kellesinin alınması arkasından sadarete bir Sultanhanım oğlu olan Semin Mehmed Paşa getirildi. İşte Sultan İbrahim'i baştan çıkaran sadrazam bu zâttır. Kırık klişe diye, Kırkkilise adlı bölgenin elden çıkmasını saklayan Mehmed Paşa azledilip, Girid Adasına me'mur edildi.
Sultan İbrahim'in 3. sadrazamı Boşnak Salih Paşa oldu. Yirmiüç ay süren sadaret bir araba gezintisi yapan padişahın arabasının tıkanmış bir yola rastlaması, Salih Paşanın hayatının sonu oldu. Yerine getirilen Ahmet Paşa İstanbulludur. Ancak vazifesini gereği kadar iyi yapamaması, hem kendi sonunu, hem de padişahın sonunu getirmiştir.
Bu vezir, Sultan İbrahim'in kendisinin kendi rızasıyla tâyin ettiği son vezirdir. Her ne kadar istemeyerek de olsa zorbaların tâyin etmiş olduğu sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşayı sözle veziriazam tâyin etmişse de, kendi veziri saymak ne derece doğru olabilir? Ancak fiili katili dense tam isabet olur.
Şeyhülislâmlara gelince: Sultan İbrahim 1049/1640'da tahta çıktığında makamı meşihat altı yıldır Şeyhülislâm Yahya efendi tarafından yürütülüyordu ve bu zâtın üçüncü şeyhülislâmlığı idi. Vefat tarihi olanl053/zilhicce/1644 şubat ayına kadar da devam etti. Yahya efendi'yi kaybettikten sonra padişah da, eski şeyhülislâmlardan Saadeddin efendinin torunu, Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid Efendi'yi makama tâyin etti.
Said efendi'nin ilk meşihatı 1646 ocağında sona erdi. Bu zattan boşalan makam Muid Ahmed efendiye tevcih edildi. Bu zât 1 sene 3 ay 10 gün sonra vefat etti. Yerine ni-san/1647'de, Adanalı Hacı Abdürrahİm efendi geldi ve bu makamda temmuz/1649'a kadar 2 sene 2 ay 23 gün kaldı.
Demekki; Sultan İbrahim devri, dört şeyhülislâm ile iktifa etmiştir. Bunlar; Yahya efendi, Sâid Efendi, Muid Ahmed efendi ile Adanalı Abdürrahİm efendilerdir, üzunçarşılı tarihinde, Muid Ahmed efendi, dürüst bir kimse olarak anılırken, Adanalı Abdürrahİm efendi fetvaları isabetli esaslı bir âlim olarak kabul olunmuştur. Sultan İbrahim ile hâl esnasındaki cevaplarıyla meşhurdur! Sultan İbrahim devrinin ilim adamlarından biri olan Kâtip Çelebi, namı diğer Hacı Halife 1609 şubat'ında İstanbul da dünya'ya gelmiş ve 1657 senesinde, yine bu şehirde, pek genç sayılacak yaşta vefat etmiştir. Yine Sarı Abdullah efendi hem şer'i hem de tasavvufi meselelerde
büyük bir âlimdi. Melâmi şeyhi İdris Muhtefi'ye ondan sonra da Aziz Mahmud Hüdai'ye intisabı olmuştur. 1660 senesinde vefat edip, Topkapi mezarlığına defneolundu.
Bülbülzâde (Hibri) Ali efendi fıkıhta üstad bir kimse olarak temayüz etmiştir. Hadikat'ül Fukaha adlı te'lif eseri vardır. Ölüm kapısını 1669'dan sonra çalmıştır. Minhacı Muhammedi' adlı eserde bu zâta aiddir. Tenkihüt Tevarih adlı, umumi bir tarih kaleme almış olan Hezarfen Hüseyin efendi'de devrin büyük ilim adamlarından olup, 4. Mehmed'in tarih hocalığı görevinde bulunmuştur. Muhasinül Kelâm ile Şerhü'l Lemâ adlı, iki tane önemli tasavvufi eseri bulunan zât 1691'de vefat etmiştir. Müneccimbaşı Ahmed Dede, Selânik'e Konya'dan gelen evlâdı fatihandandır. 1631 !de Selanikde dünya'ya gelmiş daha sonra İstanbulda Galata Mevlevihanesine girip, ilmini yükseltmiştir. Astronomi ve Astroloji ilimlerini öğrenmiştir. 36 yaşındayken Hoca'si Müneccimbaşı Mehmed efendi'nin vefatı üzerine müneccimbaşıhğa getirilmiştir. 4. Mehmed'in taht'tan indirilmesi sırasında azledildiği münec-cimbaşılıktan sonra, Mekke'ye giderek Mevlevi Tekkesine şeyh olmuştur. Eski görevine dönmesi için yapılan davete nezaketle red cevabı vermiş ve 1701'de Mekkei Mükerre-me'de irtihal etmiştir. En meşhur eseri "Müneccimbaşı Tarihidir.
Sultan ibrahim üzerinde çok önemli araştırmaların yapılması şarttır. Ve gözümüze, uydurukçu tarih tarafından takılan gözlükle bakarsak, delinin devri deyip geçmekten başka bir yere varamayız. Görülen odur ki; Çanakkale boğazını kapamaya gayret etme yolunu seçen Venedikliler, sadece Giride yapacağımız lojistik yardımı engellemeyi değil, milletimizi birbirine düşürecek çâre olduğunu hesaplıyarak buna teşebbüs etmişlerdir, muvaffakda oldular sayılır.
Bundan bir kaç sene önce; komedyenlerden, Zeki Alasya ile Metin Akpınar ikilisi, bir Sultan İbrahim şahsiyetini mizahi şekilde yorumlarken, hatırlattıkları hususlar, sergiledikleri mevzuular, seyirciyi Sultan İbrahim hakkında basit ve menfi düşüncelere saplanmanın doğru olmadığı, noktasına ulaştırdı. Diyebilirim. Komedi tarzda yapılan tahlil, son plânda niçin böyle olmasını sorduruyor?.
Sultan İbrahim'in Hanım Ve Çocukları
Sultan İbrahim'in hanımları hakkında ve sayısında farklı beyanlar bulunmaktadır. Meselâ; Çağatay Gluçay'a göre yedi hanımı hakkında malumat verirken, çalışmasının dip notunda da, Evliya Çelebi'nin yedi, Ahmed Refik (Altınay) in sekiz, Alderson ise, ondört hasekiden söz etmiştir. Evliya Çelebinin ileri sürdüğüde kendisininkinin biribirini tuttuğunu ifade eder. Alderson; sohbet yapmakla istihdam edilen bayanları, hanımlar listesine aldığından tabiiki yanılmaktadır. Al-derson'un verdiği isimler şudur: Hubyar, Saçbağh, Dilaşub, Şivekâr, Hatice Turhan, Handanzâde, Voyvoda kızı, Hatice Muazzez, Sakızulz, Şekerpare, Telli Hümaşah, Zâfire. Üç tanesinin adını da yazmamıştır. Bunların içinde adları geçen Hubyar, Saçbağı, Handanzâde, Voyvoda kızı, Meleki kalfa, haremde vazifeli olup, padişahın hanımlığıyla ilgileri yoktur. Ancak hemen belirtelim ki; Çağatay üluçay'da şu kanaati ileri sürmekle harem hayatına yapılan iftira yağmurunada sermaye katkısında bulunuyor.
Güya; Sultan ibrahim; modern doktorların teşhisine göre, Psiko Nevroz olup, bu hastalığa müptelâ olanlar kadınlara çok düşkün olurlarmış! Hatta bu alanda işi ileri götürenler işi sapıklığa vardırırlarmış! Bir yabancı yazarda Sultan İbrahim'in cinsi hayatı hakkında şunları söyler diye döşemiş satırları!. (Güya) Sultan İbrahim cinsel arzularını yerine getirmek için yatak odasının etrafına aynalar kor, bunlara bakarak cinsi hisleri tahrik olur ve büyük bir zevk içinde, keyfini yerine getirir idi.
Her cuma günü annesi veya bir başkası tarafından kendisine bir bakire sunulurdu. Bununla; kendisine anlatılan yeni bir münasebet şeklini uygular, bunu şahsî zaferi sayardı. Onun en çok zevk aldığı eğlencelerden birisi de bütün kadınlarını çırılçıplak soyup onları kısraklara benzetmekmiş. Kendisi de bir aygır gibi onların arasına katılır, güçten kuvvetten kesilinceye kadar aralarında dolaşırmış. Kaynak olarak da, "The Harem" 189. diye ne yazar ne yayımevi, ne tarihi dâir bir beyan yok. Ya bir müfterinin âleti olmuş, -ya da kendisi uydurup, başka adreside meşkûk şekilde gösteriyor. Bütün seyyahlar olsun, sefir hanımları olsun, Harem'in tarifinde kadınca buluşmalarında, Osmanlı hanımlarının, güzellik ve zarafetlerini anlatmışlardır ve bu anlatıma Haremi Hümayun'un yâni padişah evinin öyle herkes tarafından görülen yerlerden olmadığını da belirtmişlerdir. Hele modern doktorlar vasıtasıyla merhum padişaha koydukları psiko nevroz teşhisi hayli gülünç. Çünkü; hastasını senelerce muayene ede ede, adetâ bilmedik yeri kalmamasına rağmen tam teşhis koyamayanlar varken, üçyüz şu kadar sene evvel vefat etmiş zâta teşhis koyan hükema, böyİe edebsizliğin âleti olmaz. Maalesef, İslam ve Osmanls düşmanı zerzevatın uyduracağı evsafta ifadelerdir bunlar. Sultan İbrahim'in ilk hanımı, Hatice Turhan -Vâlidesultan olup 1627'de Rusya'da doğmuştur. 4. Mehmed adı ile padişah olacak zâtın annesidir. Turhan Sultan oniki yaşlarındayken, Tatariar'ın her sene Rusya üzerine yaptıkları seferlerden birinde esir düşmesiyle Kör Süleyman Paşanın dikkatini çekmiştir, gerek güzelliği gerekse farkedilir haliyle. Paşa; bu kızı Kösem Valideye hediye eyİedi. Saraya alınıp, vâlidesultanin emriyle terbiye olunan genç kız, 4. Murad'ın vefatı üzerine tahta çıkan Osmanli padişahı İbrahim'e Kösem Vâlidesultan tarafından hediyeolunur. Padişah bu hesnâ güzellik karşısında hayran kalır vede büyük bir sevgi İle dolar. Beri yandan Sultan 4. Murad'ın katlettirdiği şehzadelerin
sona kalanı İbrahim hân oiup, hanedan da bir tek 1. Ahmed'in kardeşi deli mi velî'mi olduğu meşkuk 1. Mustafa vardı. Bu sevgiyi kuvvetlendiren meyve 1642 yılında dünya'ya geldi. Ancak; hanedanda ki erkek çocuk azlığı Sultan İbrahim'in gayret gösterek, bu sayıyı arttırması taht açısından önem ar-zediyordu. Bu bakımdan vâlidesultan oğlunun koynuna cariyeleri koymaktan geri durmuyordu.
Akıllı kadınlar, padişah olan kocalarını bu hususda engellemeye kalkmamahlardı çünkü dinlenmeyeceklerini bilmeleri gerekiyordu. Turhan Sultan; havuz hadisesinden sonra işinin, çocuğunu yetiştirmek ve onu tahta çıkarmak olduğunun -şuuru içinde kocasını rahat bıraktı. Kaimvalidesi Kösem sul-tanvâlide ile gizli bir nüfuz mücadelesi başlamıştı. Sultan İbrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra, bu gelin kaynana rekabeti vâlidesultan olma yansına yol açar. Açılan mücadelede Kösemvâlide işi bir müddet önde götürmüşse de, torununu zehirlemeye teşebbüsle suçlanmak, daha sonra Turhan sultandan daha yumuşak başlı ve saf olan Dilaşup kadının oğlu 2. Süleyman'ı tahta çıkarma komplosunu ağalarla anlaşarak tezgahlaması ve bunu farkeden sabi padişahın etrafında toplanan, baş da annesi Hatice Turhan Sultan olduğu halde, üzün Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa aldıklar; tedbirle Kösem vâlidesultan'ın plânlarını akim bıraktırdıkları gibi bu arada, Kuşçu Mehmed adlı biri Kösem Sultanı, perde kordonu ile boğarak öldürmüştü. Artık Osmanlı vâüdesultanı ve padişah nâibesi Hatice Turhan Valide idi. Mührürv'e; "Mazhâ-rı Lütfî Sâmed/Vâlidei Sultan Mehmed" yazni3İ< a böylece devletin hizmetinde bir ve tek selahiyetli olup, temiz yürekli, işlerin güzel gitmesi isteğini bütün tarihçiler belirtmekden kendilerini alamazlar. Turhan Vâlidesultan, taaki Köprülü Mehmed Paşayı makam! sadarete getirene kadar oğlunun müşaviri ve üzerinde etkisini sürdürmeye devam etdi. Daha önceleri Kösem Vâiidesuitanın yaptırmak istediği Çanakkale Boğazı kalelerini ahali, içine asker konursa tecavüze uğrarız diye söz ettiklerinden yaptıramamıştı. Aynı itiraza kulak asmayan Turhan vâlidesultan, kendi parasıyla hem de kalenin hemen yanına bir de cami yaptırarak, kaleleri onarttı. Şâir Abdi Efendi şu beyiti söylemek suretiyle takdiri hizmet eylemiştir. Kalenin tamiri 1072/1661'dir. "Budur bu kal'anın her-birine ey tarihi abdi" Kilidi bahri İstanbul seddî pâki Sultanî" Safiye Sultanvâlide tarafından, yeri satın alınmış, etrafı temizlenmiş, temelleri hazırlanmış Eminönü'ndeki Yeni Câmİi 1663 târihinde, Hatice Turhan vâlidesultan tarafından yaptırılmış, ancak camiin kapısı üzerindeki şu yazı ve târih 8/şu-bat/1664'de yapıldığına İşaret etmektedir. Beyit şöyledir: "Şali itmamına târihi Murat etmiştim Biri kalkıp dedi ki kâbei ehli takva 1074"
Ayrıca Turhan vâlidesultan; Mısır Çarşısını doksanbeş dükkân hâlinde yaptırmış ve camiin vakfı olarak tesbit etmiştir. Yapılış târihi ise. 1071 /1660'dır. Hatice Turhan Vâlidesultan 1094/1683'de vefat etmiştir. Kendi yaptırdığı türbesinde defnolundu vefatında eiliyedi yaşındaydı.
Muazzez Sultanhanım ise; Sultan ibrahim'in ikinci hanımıdır. Sultan 2. Ahmed'i doğuran vâiidedir. Ancak vâlidesultan-lık vazifesini icra edememiştir. Çünkü; kocası Sultan İbrahim'in tahtan indirilmesi sonrasında o da, eski saraya gön-deriimiş ve 1098/1687'de eski saray civarında çıkan bîr yangın inkişaf etti ve bahse konu safaya da sıçradı. Bunun üzerine telaşlananlar kendilerini nasıl kurtaracaklarını bilemezken Muazzez valide bir hayli korkuya duçar oiduki ertesi gün vefatı vukubuldu. Hakkındaki bilgi bu kadardır.
Dilaşub Sultanhanımın, Sultan İbrahim'in üçüncü hanımı olduğu ihtimali pek kuvvetlidir. Doğum târihi ve yeri hakkında bilgi yoktur. Sultân ibrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra Eski saray denen yere gönderildi ve burada 39 yıl bekledi 4. Mehmed'in tahtdan indirilmesi üzerine ve de oğlu Süleyman'ın, 2. Süleyman unvanıyla padişah olması üzerine vâlidesultan oidu. İkisene bu makamda kaldıktan sonra hakkında emri hak vâki olduğu esnada târihler 1689 senesini gösteriyordu- Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesine defno-lundu.
1056/1644'de Sultan İbrahim'in haremine dahil oian Ayşe Sultan hakkında odasının döşenmesi hakkında 1054/zilkade ayının, birinci günü, yâni 30/12/1644 tarihli Darüüssade ağasına verilen ferman var. Bu hanım dördüncü hanımdır. 1056/1646'da padişahın beşinci hanımı olan Mahenver Sultanı tanıtacak başka bilgiye sahip değiliz. Şivaker Sultan ise, Ahmed Refik (Altınay) 'in söylediği bunun yedinci olduğudur. (Jluçay; altıncı olduğunu söylemek daha doğrudur, çünkü son hanımı Telli Hümaşah'tır demektedirki güya padidi-şah Üsküdar'da dolaşırken, aklına kadın düşmüşde, yanındakilere, İstanbul'un en şişman kadınının getirilmesini emretmiştir. Şehre dağılanlar iri yarı bir ermeni kadını bulup getirmişler ve takdim etmişlermiş. Bu kadın enine boyuna olup ağzıda iyice lâf yaptığından padişahı büyülemiş, Sultan İbrahim onsuz yapamaz ofmuşmuş! Adını da Şivekâr koyan Sultan İbrahim olmuş. Padişahın diğer hanımları gibi o da eski saraya gönderilenler arasında yer almıştır. 1104/1693 yılında orada öldü.
Tefli Haseki de denen Hümaşah Sultan, padişah ibrahim'in en sevdiği ve yedinci eşidir diyor, Çağatay (Jluçay, Ahmed Refik bey'e gelince o da sekizinci demektedir.
, Kösem Sultan ve padişah'sn kızkardeşlerinin Edirne'ye sürgün olmalarına sebeb olan bu Telli Haseki'dir yâni Hümaşah sultandır. Yine; Voyvoda kızının anlattığı masala bakarak , dâiresini samur kürkle döşendiği söylenen hanımsultanda Hümaşah Hasekidir. Padişahın bu hanımından Orhan adı verilen oğiu doğduğunda, padişah boğulmak suretiyle öldürüle-îi altı ay olmuştu. Telli Haseki'de eski saraya gönderilenler arasındadır. Ancak 1082/1672'ye kadar sağ olduğuna dâir bir hazine makbuzu işaret etmektedir. Daha sonraki hâli hakkında bilgi yok ve ölüm târihi ile makberesi bilinmemektedir. Sultan İbrahim'in çocuklarının tamamıninda padişah olduktan sonra doğduğunu kesin olarak biliyoruz.
Kız ve erkek çocuklarının sayısında ihtilaf vardır. H. 1052/M. 1642 yılında doğan Fatma sultan hanım, üç yaşındayken Kaptanı Derya ve padişahın musahibi yâni sohbetçi-si Yusuf Paşaya nikâh edilmek suretiyle verildi. Çok muhteşem törenlerle Fatma sultanhanım Topkapi sarayından, Yusuf Paşa'ya tahsis edilen saraya götürüldü. Hanya Fâtihi olan bu Yusuf Paşa bir sene sonra padişahın emriyle İdam edildiğinden, Fatma hanımsultanda dört yaşındayken dul kalmış oldu. Tabiiki değerli okurlarım bu izdivaçların kâğıd üzerindeki izdivaçlar olduğunu, elbette hatırlatmaya lüzum yoktur. 1646'da musahib ve de kaptanı derya olan Fazluİlah Paşa'ya Fatma Sultanın nikâhı yapıldı. Bu gelin alayı da, mutantan oldu. Fatma sultan Topkapi sarayından> Fazluİlah Paşa'ntn Binbirdirekte'ki sarayına götürüldü. Gelin alayında elli nahii vardı. Fazlı Paşa; Fatma sultanın buluğa girmesini bekledi. Ancak vuslata eremeden, 1657 yılında vefat etdi. Onbeş yaşında dul kalan Fatma sultanın, bundan sonra izdivaç yapıp yapmadığı hakkında bilgilere rastlamıyoruz. Hâttâ ne zaman vefat ettiği ve nereye gömüldüğü meçhulümüz kalmıştır.
Muhterem okurlarım; elli tane nahii önlerinde vardı, dediğimiz de, nahilin ne olduğunu tanıtmayı kendimize vazife saydık. Bu hususda târih deyimleri ve terimleri sözlüğüne, Mehmed Zeki Pakalın merhumun değerli eserine göz attığımızda şu cevabı görüyoruz: balmumundan yapılarak gelin veya sünnet çocuğu alayının önünde, insan veya hayvan resimleri, çiçek ve kıymetli taşlarla, sırma klabdan gibi parlak teller ile, yaldızlı kağıtlarla süslü ağacın adıdır, halk dilinde kulanılan nâkil, nahil kelimesinin galatlaşmış hâlidir. Benzetmek suretiyle, meyvası ve çiçeği çok ağaç ve fidanlar hakın-da da söylenir. Arapça mânâsı olarak nahl, hurma ağacı demektir. Merhum İbrahim Hakkı Konyalı nahil için arapçadan dilimize geçen ve ortasındaki noktalı hı, bazen kaf yâni, K'ya çevrilerek naki haline getirilmiş kelimenin lügat mânası hurma ağacıdır demektedir. Eski sadnazamlardan Ahmed Vefik Paşa da, bu nahil kelimesinin fidan, hurma ağacı ve balmu-mundan yapma ağaç, meyva ve şükûfe gibi mânalar ile tavsif ediyor. Fazlullah Paşa; Fatma sultanhanırnı buluğ çağına kadar bekledi. Ne var ki kuvvetle muhtemel olan şudurki vuslat vukubulmadan 1657'de vefat etBi. Onbeş yaşında yine dul kalan Fatma sultanhanımın, bir daha izdivaç yapıp yapmadığından hâttâ öldüğü tarih ve nereye gömüldüğü hakkında, bilgi sahibi bulunmamaktayız.
Alderson; Sultan İbrahim'in kızlarını, dedeleri 1. Ahmed'in ve amucaları 4. Murad'ın kızlarıyla karıştırmıştır. Bu sebeb-den gerek sayıda gerekse isimlerde hatalar yapmıştır. Misal olarak Sultan İbrahim'in; Ayşe ve Atike sultan adlı kızları olduğunu ileri sürmesi, padişahın dokuz kızının olduğunu ancak iki tanesinin-adını tesbit edemediğini, ötekilerin adlarını şöyle belirtir: Fatma, Ayşe, Atike, Beyhan, Gevherhan, Kaya ve ümmügülsüm sultanhanımlar. ünlü tarihçimiz Ahmet Refik bey'de Sultan İbrahim'in; Atike, Ayşe, Beyhan ve Gevher Sultan adında dört kızı olduğunu yazmaktadır. Bütün bunlardan çıkartacağamız sonuç, Osmanlı harem hayatı kendine has bir örtülülükle geçmiştir. Bu bakımdan harem hakkında, ileri geri beyanda bulunanlar ve bu ifadeler fazla itibara alın-mamahdır diye düşünsek, yanlış bir tesbit yapmamış oluruz.
Sultan İbrahim'in yine 1052/1642'de doğan kızının adi Gevherhan Sultanhanımdır. Bu sultanhanimda; 23/ka-sim/1646'da dört yaşındayken padişah musahibi Cafer Paşa ile nikâh olundu. Kendilerine; Hoca Paşa da Halil Paşa Sarayı tahsis edildi. Tabii çeyiz, padişahın emri ile hazineden yapıldı. Cafer Paşa ile Gevher Sultanhanumın evliliğinin müddeti bilinmemektedir. 1647'de bu sultanhanım için Alderson, Çavuşzâde Mehmed Paşa ile izdivaç yaptı, demektedir. O zaman; bir sene önce nikahlandığı Cafer Paşa ne olmuştur? Bu hususda, malumat olmamakla beraber Mehmed Süreyya Bey; Sicilli Osmanî adlı pek değerli eserinde, târih belirtme-mekle birlikte, Çavuşzâde Gevherhan Sultanhanımın izdivacını zikretmektedir.
Musahip Cafer Paşadan sonra Çavuşzâde Mehmed Paşa ile evlenen Gevher Sultanhanım; Halil Paşa sarayında yaşamağa devam etdi. Sultan İbrahim'in katledilmesinden sonra, Gevher Sultanın kardeşi padişah 4. Mehmed, bahse konu sarayı Gevher hanımsultan'a verdi. Damad Mehmed Paşa; 1681 yılında iki defa kaptanı deryalık etmiş bir Paşa olarak vefat etdi. Gevher Sultan 21/eylül/1694rebiü!evvel/l 106'da, Edirne'de öldü. Naşı İstanbul'a getirildi Şehzadebaşı camii Naziresinde defnedildi. Gevher Sultanhanımın bütün mallan hazineye devredildi. Sultan İbrahim'in üçüncü kızı 1055/1645' yılında dünyaya gelen Beyhan Sultanhanımdır. Bu da, iki yaşında olduğunda, veziriazam Hezarpâre Ahmed Paşa ile evlendirildi. Bir sene sonrada Ahmet Paşa çıkan karışıklık da parça parça edilcüğinden Beyhan Sultan üç yaşında dul kaldı.
Bundan sonra (Jzun ibrahim Paşayla onun vefatından yâni 1683 yılında ölmesi üzerine 1689, yılında Bıyıklı Mustafa Paşa ile evlendiğini yazmaktadır Aiderson. Bıyıklı Mustafa Paşa ile evliliği; on sene süren Beyhan Sultan hanım, kocasından bir sene sonra 1700 yıhnda vefat etdi. Kabri Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesindedir. Hemen şunu dailâve edelim ki; Yılmaz Öztuna, değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlî çalışmasında; ümmügülsüm, Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Gev-herhan Sultan, Kaya Sultan, Beyhan Sultan ve Atike Sultan-hanımlar olmak üzere yedi, hâttâ Bican Sultanhanım adlı kızla beraber sekiz tane kız çocuğu olduğunu belirtiyor.
Yılmaz Öztuna Bey; Sultan İbrahim'in kızlarından, Fatma Sultan ve Gevherhan Sultan ve Beyhan Sultan adlarıyla mu-atabakatı dışında, Ümmügülsüm Sultanhanım, 1642-1655 arasında yaşayıp onüç yaşında vefatettiğini Ayşe Sultânın 1642 1675 arasında yaşadığını sonrasının bilinmediğini ifade eder. Yine Yılmaz Öztuna Bey; Kaya Sultanın 1642'de doğduğunu ve ölümü hakkında bilgi vermemekle beraber 1649'da izdivaç yaptığı damad Mehmed Paşa'nın idâmıyla, duj kalmış oldu ancak bu evliliğinde kâğıt üzerinde kaldığını beyan edelim. Atike Sultanhanim İse; 1646'da doğmuş 1686'da kırkyaşında vefat etmiştir. İlk izdivacımda; Damat üzün Topal San Kenan Paşa ile bir yaşındayken yapmış, 11 sene, 4 ay, 25 gün süren evliliğinde zifaf olmamıştır. Çünkü henüz onüç yaşındaydı o sırada. İkinci evliliğini; Atike Sultan, Mostarlı Boşnak İsmail Paşa ile 1659'da yaptı. Bu evliliği yedi sene sürdü ve kocasının 1666'daki vefatı üzerine dul kalmış oldu. Vefatına kadar böyle yaşadığı bir izadivaç yaptığı görülmemiştir. Bican Sultan hanımın ise; 1675'den sonra öldüğü tahmin edilmekte ve en az yirmiyedi yaşında olması lâzım geldiği ileri sürülmektedir. Böylecede, Sultan İbrahim'in kızlarıyla ilgili bilgilen nakletmiş olduk.
Sultan İbrahim'in, oniki tane oğlunun dünya'ya geldiğini ve bunların hepsininde padişahlığının başlamasıyla birlikte olduğunu hemen hatırlatalım.
Bunlar; sonradan 4. Mehmed unvanıyla padişah olan şehzade Mehrned (Avcı) onun tahtdan indirilmesiyle yerine, 2. Süleyman unvanıyla padişah olacak olan şehzade, onun da yerine, Osmanlı tahtına 2. Ahmed unvanıyla çıkacak olan şehzade Ahmed'i söyledikten sonra, Selim, Murad, Osman, Bayezid, Cihangirve babasının vefatından daha doğrusu kat-lettirilmesinden altıay sonra doğan, şehzade Orhan vede şehzade Süleyman, şehzade Ahmed ve yine bir ikinci şehzade Ahmed'den, bahsetmek kabildir. Böylece; 12 erkek ev-laddan, üç tanesinin padişah olarak Osmanlı tahtına çıktığı görülmüş ve Sultan İbrahim'e, Osmanlı devletinin 3. kurucusu da denmiştir ahali tarafından.
Sultan İbrahim Devrs Deniz
Sultan Murad zamanında; vakit vakit Ruslar Karadeniz üzerinden İstanbul Boğazına gelip, Bebek civarına kadar, şa-yaklarıyla yâni altı düz nehir kayıklarıyla saldırılarda bulunup, etrafa zarar verip, bilahirede çekilip gittikleri, târihin kaydettiği hususattandır. Ancak bu durumda da çâre bulunmaya çalışıldığını söylememiz gerekmektedir.
Hâttâ 20/temmuz/1624ide, Boğazdan içeri giren baskıncı Ruslar, Sarıyer'le Yeniköy arasındaki bölgeyi, bir hayli talan etmişlerdi. Bunların üzerine gönderilmeyi emir alan ve Ha-liç'de bulunan Osmanlı savaş gemilerinin birkaçı Rusların üzerlerine doğru gittiğinde, baskıncılar yakalanacağız korkusuyla firara başlamışlardı. Hatta yine bir rivayete göre kazaklar ertesi günü tekrar boğaz bölgesine gelmişler ve dönüşü sırasında, Osmanlı donanmasının yolunu şaşırtmak içinde Boğaz fenerlerini yıkmışlardı. Yine; çeşitli kaynakların verdikleri, başka başka bilgilere göre, ülkemiz sularında faaliyet de bulunan Kazak teknelerinin miktarı hepsi de altı düz ve kürekli tekne olmak üzere, yüz adet civarındaydı. Tarihçilerden İsmail Hami Danişmend Halic'in ağzındaki; meşhur savunma zincirinin Karadeniz boğazına nakledildiğini yazmaktan kendini alamadığı görülmüştür.
Kadırgalardan meydana gelmiş olan Osmanlı donanması; Karaharman Burnu dolaylarında üçyüz elli adet Ruslara ait şaykayla karşılaştı. Biraz rüzgar olsaydı, kadırgalara oranla biraz daha az, denizci olan şaykalar, Osmanlı teknelerine hücuma geçemeyeceklerdi. Deniz'in sakin olması şaykalara Osmanlı kadırgalarına saldırı şansı verdi. Onyedi, onsekiz tane şaykayı kadırgalara yaptıkları rampa ve savaş da başarı kazanmış görüyoruz. Allahdan muharebe sırasında birdenbire kuvvetli bir fırtına çıkmasaydı, vaziyetimiz daha da fena
olabilirdi. Kuvvetli rüzgardan yararlanan Osmanlı kadırgaları yediğine alabildiği şaykalardan 30 tanesini İstanbula getirebildi. Batan şaykalar sayısıda 172 adet idi.
Osmanlı donanması bu hareketleri gerçekleştirirken, Garb ocakları filoları yâni Fas, Tunus, Cezayir'deki Osmanlı gemileri, Atlas Okyanusunda Danimarka ve İzlanda sularına kadar yükselmişler, bu okyanusun deniz yollarını, İngiliz ticaret gemilerine bile kapamaya muvaffak olmuşlardı. 1631 yılında da, İrlanda'daki Baltimor limanına saldırıp, burasını yağma etmişlerdi. Muhterem okurlarım görüldüğü gibi yukarıdaki satırlar, 4. Murad dönemini ifade eden satırlardır. Sultan İbrahim'in tahta geçtiğinde deniz hareketleri ve bilhassa Okyanuslardaki Osmanlı donanması, hükmünü yürütebilecek kapasite vede başarı sağlayacak halde olduğunu göstermektedir. Osmanlı devletinin, 4. Murad'dan sonra tahta geçen Sultan İbrahim, ağabeyinin karada zaferlerle yürüyen bir ordu, denizlerdeyse varlığını ispat eden bir donanma bırakmış olması hasebiyle, şanslı bir padişah sayılmalıdır.
Selefi, böyle muntazam bir yapı bırakmasaydı dönemi çok zor geçecekti. Osmanlı Rus ilişkilerine atfu nazar ettiğimizde, Rus Çarlarının sıcak denizlere çıkabilmek hülyasıyla takip ettikleri politika, savaş hâlini dâima ortaya koyuyordu. Eğitilmiş bir toplum olmaya çalışırlarken Azak denizi istikametinde inkişaf ediyorlardı.
Portekiz'lilerin Hindistana giden yolu bulmalarına karşılık, Ruslar da Hazar denizi üzerinden Hindistan'a ulaşmaya yeltenmişler ve de bunu temin edecek şirketler kurma yoluna gitmişlerdi. Ancak; İngiliz denizcilerinin, İspanyol donanmasını yok edip sağlam bir deniz egemenliği kurması, İngiltere-nin artık Rusların Hindistan'a ulaşmak politikalarını gözlemeye lüzum bırakmamıştı.
Böylelikle de Osmanlı/Rusya ilişkilerinde, İngiliz tesiride hayli donuklaşıvermişti. Osmanh/Rus ilişkileri, Rusların sınır üzerindeki müsİümanlara saldırı yoiunu seçmesi, Bayezidi Velî zamanındaki Rus elçisinin kahkahalarla gülünecek kıyafetinin üzerindende geçen zaman dilimi, daha yüzelli yılı bulmamış amma, hududu Osmanî'yi tacize başlamıştı. Çok geçmeden ilk Osmanlı/Rus çatışması Azak Kalesi üzerine gerçekleşti. Bu kale; Azak denizi vede Karadeniz arasında çok öneme hâiz stratejik bir yerdi. Azak denizine akan nehirlerin, aynı zamanda gemi nakliye yolu ve bu gemilerin ticaretin bel kemiğini teşkil etmesi vede Orta Rusya ticareti bu nehirler ile hayat buluyordu. Ne varki; Azak kalesi bîr kontrol mekanizması gibi, Osmanlı'nın elinde Rusya'y1 çıldırtacak gibi duruyordu. Bir ara bahse konu kale Rusların eline geçmiş, bazı tarihçilerin Deli diye anmayı adet edindikleri Sultan Ibra-him'se, bu kalenin ehemmiyetini idrâk içinde olması ile kaleyi istirdat etmesi icâb ettiğine kanaat getirmişti. Bu iş içinde Kaptanı Derya Siyavuş Paşa vazifelendirilmişti. Ancak; donanmanın bu işe kâfi miktarda iktidarı olmadığı gibi kara askeri bakımından da kifayetsiz bir kuvvet ile bu işe teşebbüs başarı vaad etmiyordu nitekimde öyle oldu. Bölgenin hava şartları savaş sezonunun sona erdiğini ilân etmiş, Siyavuş Paşa askerini alıp, İstanbul'a avdet etmişti. Azak Kalesini istirdadı kafasına koyan padişah, 3/şubat/1642'de Sultanzâde, nâmıdiğer Semin Mehmed Paşayı serdar tâyin etmiş, İstanbul'dan Azak üzerine sevk etmişti. Bir sultanhammın çocuğu olan yeni kumandanın kalabalık bir askerle geleceğini tahmin eden Ruslar, kaleyi savunma yerine çekilmeyi tercih ettiler. Böylece kalenin savaşmadan Osmanlı'nın eline geçtiğine târihler şâhid oldu. Bu başarı Sultanzâde Mehmed Paşanın, sadarete getirilmesine zemin hazırladı dersek pek doğru bir tesbit yapmış oluruz. Bu istirdat gerçekleştiğinde, 1642 ilkbaharıydı.
Girit Üzerine Bir Etüd
Sultan İbrahim'in şahsiyetiyle alakalı beyanımız esnasında, bu zat hakkında tarihçilerin münsif yâni insafla bakmadıklarını yazmıştık. Halbuki bu padişahın sekiz yıl süren dönemindeki en mühim deniz olaylarından biri, Girit Adası üzerine yapılan günümüzde anfibik hareket diye adlandırılan fetih savaşıdır. 1645'de başlıyan bu hareket 1669'da sona erdiğinde kanlı ve bîr çok vakanın yaşandığı 24 sene geride bırakılmıştı.
Dalmaçyah Yusuf Paşanın kaptanı deryalığıyla açılan savaş 24 sene sonra nihayetlendiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin yöneticisi Köprüiüzâde Fâzıl Ahmed Paşa aynı zamanda, veziriazam olarak devletin iki numaraiısıydı. Girit Savaşı ile ilgili olarak; deniz savaşları târihimizin kaynağını, zafernameler, hatıratlar ve gemilerin vukuat defterleri teşkil etmekle beraber, Girit savaşıyla ilgili tek kaynak rahmetli deniz tarihçisi, Ali Haydar Emir Alpagut'un olduğunu ifade eden merhum Amiral Afif Büyüktuğrul'un Ali Haydar beyin 1916'da yayımladığı 'Târihi Bahri Sayfalan" adli eski Türkçe ile yazılmış kitaptı demesinin ardından, değerli çalışmasının 2. cildinin 101. sahifesinde Alman Tarihçilerden Ekkehart Eşkof adlı zâtın Türk Târih Kurumunun tertiplediği Atatürk konferanslarında "Denizcilik Târihînde Kandiye Muharebeleri" dizesiyle, Venedik bilgilerini bize duyurmuştu, demekte.
Tarihçi; bu konferanslarının ilkine şu sözle başlamış: "Biz; 22 yıl savaştık. . Hayır deniz savaşı 22 yılda bitti. Aynı zamanda 22 yıl Kandiye Kalesini almak ve vermemek için, bu kale etrafında kara muharebeleri ile geçti. Bundan ötürü muharebenin adını da İtalyanlar "Kandiya Muharebesi" olarak tanımlıyorlar. Batılı tarihçiler için, bu kadar uzun zaman alan savaşın önemi ikinci dereceyi almaktadır diyor Dr. Eşkof.
Osmanlı devletiyle, Venedik cumhuriyeti arasında cereyan eden kara ve deniz savaşları hakkında değişik fakat ilgi çekici görüşler vardır demektedir. Bu dönemde Girit ve Podol-va'nın alınması ve Ukrayna'nın Kazak böigesi üzerinde Os-manlı egemenliğinin kurulmasını hatırlamak gerekir diyen Dr. Eşkof, ağır bir buhran geçirmesi de bu dönemlerde yaşanırken, bu sıkıntıyı atlattıran Köprülü Mehmed ve oğlu Köp-rülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa olduklarına işaretle beyanına devam etmekte. Ara başlıkta kullandığımız manşete bağlı kalmak suretiylede olsa sayfamızı, merhum Büyüktuğrul'un çaşmasınjn 2. cildinin, 102. sahifesinden şu alıntıyla süslüyo-mz: ".Girit için asıl kara savaşına ait safha hemen iki yılda bitmiştir. Kuzey'deki büyük kıyı şehri, Resmo ile yine kuzeyde ki müstahkem Mirabeilo limanı ve güneydeki, Gira-petra fethedildikten sonra, başşehir Kandiya ile Suda, Spi-nalonga ve Sittia'nın liman tabyaları Venediklilerin elinde kalmıştı. Bundan sonra 22 yıl süren, savaş içinde Kandi-ya'nin işgali, Dalmaçya'ya yapılan küçük çapta karşılıklı seferler ve özelikle, büyük ve yaygın deniz seferleri yazılmaya değer olaylardır. İkinci derecede, bir savaş alanı olan Dal-maçya'da bir deniz savası yürütülmektedir. Çünkü Venedik Dalmaçya'si kapalı bir kara eyaleti deöildir. Daha çok ada-îar, kaleler, tahkim edilmiş balıkçı köyleri, girişleri ve geçitleri setler ve tabyalarla korunmuş, böylecede içerleri kapatılmış olan nehir vadileri ve özellikle, çok iyi tahkim edilmiş, liman şehirlerinden ibaret bir savunma sistemi halindeydi.
Venedik donanması, Osmanlı filolarının hücumlarına rağmen Adriyatik denizinde, bu sistemin en Önemli noktalan arasında sürekli bağlantı sağlayarak üslere askerî kuvvetler, topçular ve cephane taşımakta, işgal edilmiş kıyı bölgelerine limanlara yeni kuvvetler çıkarmakta ve Osmanlıların deniz üslerine yapılacak baskınlara katılmaktaydılar."
Venediklilerin savunmasının izah edilmesinden sonra şöyle devam ediyor: "Girit Adası; Doğu Akdeniz kıyılarında önemli bir rol oynamıştır. Orta Çag'da bu ada'ya sahip olmak için savaş ile Doğu Akdenizde üstünlük sağlama mücadelesi adetâ aynı anlama geliyordu. Ege denizinin girişine egemen bir durumda bulunan adanın, başkenti İstanbul olan imparatorluk için ve bu imparatorluğa karşı, girişilecek olasılık bir saldın için çok büyük bir önem taşıyacağı ortadadır. Böylece Bizansla, Şam ve Bağdat halifeleri arasında Akdeniz güvenliği için yürüyen mücadele, gerçekte bu ada için yapılan mücadele idi.
Ancak; çok sonraları yeni çağda. İstanbul'a giden yol yerme CibraSta'dan Süveyş'e giden yolun dünya denizcilik sisteminin mihveri olmasından sonradır ki, Yunanistan gibi küçük bir devletin bu adayı almasına ve bu ada üzerinde egemenliğine tahammül imkânı doğmuştur. Venedik, 1205 yı-hrtdâ Girit adasını almış ve böylelikle Ege ve Doğuakdenizin /hatırı sayılır bir deniz egemenliği sağlamıştır. Osmanlı imparatoluâu Girit'i aldıktan sonra Eqe denizide Karadeniz qibi adetâ bir Türk denizi biçimine girdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından başlatılan Ege denizindeki takım adaları, imparatorlunun hakimiyeti altına alma hareketi tamamlan-dıöı zaman, bu böV dekt Venedik hakimiyetinin ve deniz si-yasetinin de soraeİmiş oldu," Diyen Dr. Eşkof; "Osmanlı padişahının Mısır gitmekte olan bir gemi konvoyuna Maİ-tah kadırgaların saldırısı gerçekleşince de devleti âliye, 1565'de Malta üzerine büyük bir sefer yapmıştı ifadesiyle sözü, 30/nisan/1645'de padişahın sarayının önünden bir resmi geçit haMnde Marmaraya yayılan donanmaya getirir. Venedikli gözlemciler, Güney istikametine olan bu sefere nefeslerini keserek bakıyorlardı.
Tinos ve Çuha adalarına Kaptanlar ve gemiciler nezaket ziyaretlerini yaptıklarında, Kaptanı Derya Yusuf Paşa'ya ada idarecileri, kahve, şeker ve erzak göndermek suretiyle hürmetlerini yinelemiş oldular. Bu arada da Osmanlı donanması, Garb ocaklarından gelecek filolarını beklemeye başlarken, Yusuf Paşa gemilerin reislerine vazifelerini bildiren zarfları açmaları için emir verme zamanı geldiğinin, kararını vermişti.
25/haziran/1645'de Hanya kıyılarında Osmanlı gemileri göründüğünde yetmiş yıldır durmuş olan, Osmanlı Venedik savaşı yine başlamış oldu. Bu haber; Venedik senatosuna ulaştığında müzakereler başladı ve Papa'ya haber uçuruldu. Avrupanm o dönem hatırı sayılır bütün ülkelerine Venedik Doçu mektuplar yazdı.
Osmanlı hücumunu, Doç'un yazdığı mektuplarda başda Papalıkla yakın olan ispanya kralına, Fransa Kraliçesi Avusturyalı Anna'ya ve Kardinal Mazarine anlatıldı. Otuz yıl savaşlarının sonunu yaşayan avrupa devletleri, bu mektuplara pek önern vermemekle geçiştirdiyse de Malta şövalyeleri, Napoli, Papalık, Floransa ve Cenova yardıma koştular Bu kuvvetler Girit'e güç verirken Osmanlı donanması tersanelerinde yapılan gemileriyle, donanmasına devamlı takviye alabildiğinden bu kadar geniş düşmanda uzun yıllar savaşmayı başarması ve nihayetinde Ahrned Paşanın Ada'nın tamamını fethe muvaffak olma& Sultan İbrahimle başlayan deniz hareketini aralıksız savaşla götürebilmesi, 4. Mehmed devrinde tamamlanması devletin devamlılığının en bariz göstergesidir.
Ancak; biz Girit savaşının nihayetini 4. Mehmed'in devrinde deniz hareketlerine atfu nazar ettiğimizde temasa gayre edeceğiz. Sultan İbrahim dönemi meşhur insanlardan Nergis Mehmed Efendi, Karaçelebizâde Mahmud Efendi, ıslahat layihası sahibi Koçi Bey, Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi, Kemankeş Mustafa Paşa, Piyale Paşa ve Siyavuş Paşalar gibi zevat zikre şayandır. Sultan İbrahim'in Osmanlı devletini yönettiği dönemde, ülkelerini idare eden bazı bir numaralar şunlardır: Almanya'da imparator 3. Ferdinand, İngiltere'de 1. Şar!, İran'da Şah Safi ve Şah 2. Abbas, Papa-lık'da 8. Urban, 10. İnnosan, Rusya'da imparator unvanı altında 3. Misel, 1. Aleksi, Fransa'da 13. Lui, 14. Luiler biribirini takip ettiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder