SULTAN İBRAHİM HAN
Babası: Sultan I. Ahmed Han
Annesi: Kösem Mahpeyker Sultan
Doğum Tarihi: 1615
Vefat Tarihi: 1648
Saltanat Müd.: 1640-1648
Türbesi: İstanbul'dadır.
Osmanlı devletinin sıkıntılara düşen yıllarına son veren padişah 4. Murad'ın vefatıyla, Osmanlı Tahtı kardeşi İbrahim'e kucak açmıştı. Bereket versin Mahpeyker Kösem Valide Sultan kardeşini izâle etmesini taleb eden merhum padişahın emrini akim bırakarak, devleti âliye'ye en büyük hizmetlerinden birini yerine getirmişti. Tabiiki bu arada Valide Sultan'ın engellemesine itiraz etmeyip yerine getiren Kemankeş Kara Mustafa Paşayı dahi takdirle yâd etmek gerekir.
Sultan İbrahim'in tahta oturmadan evvel gösterdiği tered-düd bütün tarih kitaplarında yer atmış bulunduğundan bizde naçizane çalışmamızda bu hususu zikretmeden geçemezdik. 4. Murad gibi, dediğim dedik, çaldığım düdük diyen bir padişah döneminde kafes arkasında hayatını sürdüren bir şehzadenin tabiiki sinirleri, normal vatandaş gibi olmazdı. Kendinden evvel nice kimselerin idamlarına şâhid olan^bir şahsın tabiiki sıra bana ne zaman gelecek intizarı içinde ömür geçirmesi tahammülfersa bîr hayat değildir. 4. Murad'ın vefat haberini, şehzade İbrahim'in kaldığı daireye giderek müjdelemek isteyen Kızlarağası: Efendimiz; biraderiniz hakkında takdiri ilâhi tecelli etti. Başınız sağolsun, lâkin boşalan tahta oturmanız için hazırlanmanız icab edecek huzurunuza bundan geldim. Dediğinde, Şehzade İbrahim başını sallayarak söylenenleri dinledikten sonra, hızla daire kapısının sürgüsünü sürdükten sonra: Bana hile edersiniz. Biraderim berhayat-tır. Padişahımızdır.
Bana padişahlık gerekmez. Biraderimin ömrü uzun olsun, yolunda beyanda bulunur ve içeri kaçar. Vaziyet devlet ileri gelenlerine anlatılır.
Herbiri sürgülü kapı önünde yeni padişaha diller döker. Ancak bir türlü iknaya muvaffak olamayacaklarını anladıklarında, devletin mühim rüknü sayılan Kösem Valide Sultana durumu bildirirler. Artık, şehzadenin daire kapısı önünde Valide Sultan seslenmektedir: "Haydi arslanım çık. Biraderin Murad hân cennetlik oldu. Cenabı Hakk' sana uzun ömürler versin. Padişahlığın seni bekliyor" derken, oraya gelmeden önce verdiği emirle merhum padişahın, nâşını getirtmiş ve oğlu İbrahim'e söylediklerine ilaveten, istersen bak kendi gözünle gör demeyide İhmal etmez. Büyük bir korku ve endişe içinde sürgülü kapının üzerindeki gözetleme deliğine gözünü uyduran şehzade İbrahim, bir döşeğin içinde hareketsiz olarak yatanın hakikaten padişah birader olduğunu görür. Tam inanacak iken, aniden: <peki! Bir karıştırın bakahm> Der. Nâşın yanındakiler döşeğinde, birûh olarak yatmakta olan padişahın sakalını, burnunu tutarlar böylece güven vermeyi başarırlar. Burada hemen şunu hatırlatmalıyız ki; şehzade İbrahim'in, ağabeyi 4. Murad'ın vefatına kanaat getirdikten sonra ellerini açıp, merhuma Cenabı Hakk'dan rahmetler dilemesi taksiratının affını taleb etmesi arkasından kendisinin tahtta geçecek döneminin islâm milletine hayırlar getirmesini, zararlara sebebiyet verecek tarzda icraattan korumasını istiyen duasına bakarsak, vaziyetini biraderinin ölüp ölmediğine tahkikini usuletle yaklaşması, karşımızda deli bir şehzade değil, ensesinde her gün ölümün soğuk nefesini hissetmiş buna karşılık son derece tedbirli davranmaya ahdi peyman etmiş biriyle, karşı karşıya olduğumuzu kabüllenmeiiyiz.
Sultan İbrahim Tahta Oturuyor
Osmanlı devletinin yirminci padişahı, Osmanlı hilafetinin-de onuncusu olan Sultan İbrahim, 1. Ahmedle Kösem Mahpeyker Sultandan 1025/1616'da dünya'ya gelmiştir. Osmani devleti; 1. Ahmed'in vefatıyla, asayiş bakımından çok karışık bir döneme girmişti. Bilindiği gibi bu dönemde merhum Sultan Ahmed'in Osmanlı veraset usulünde yaptığı değişiklikle, ekber evlâd yâni büyük evlâd değilde, hanedanın enyaşlı erkek üyesi riyasete dolaysıyla tahta geçeceğinden zaman zaman tatbik olunmakta bulunan şehzade katil'leri artık rafa kalkmış sayılabilirdi. Fakat bu seferde Validesul-tanlar arasındaki çekişmeler, daha da şiddet kesbetti. Taht istemeyen Sultan 1. Mustafa, verilen görevden kurtulmak için ne yaptıysa kâr etmedi. Zorla Osmanlı tahtına oturtuldu. Çok kısa bir zaman dilimi içinde yaptıkları hatayı anlayanlar, bir şûra kararı ile padişahı tahttan indirip, yerine 1. Ahmedin büyük oğlu Osman, nâmı diğer Genç Osman getirildi. Bu zâtın başına gelen elem verici neticeyi kitabımızın geçmiş bölümünde anlatmaya çalışmıştık. Sultan İbrahim; Osmanlı tahtına geçtiğinde yirmidört yaşında olup tahta geçiş tarihi 1049/1639 idi.
Sadrazam Silahdar Çeşmesi
Tahta oturan Sultan İbrahim, sadnazarn Kemankeş Kara Mustafa Paşanın vazifesinde sitkı sadakatle devam etmesini istedi. Vazifesinin en önemli bölümünün paranın ayarını düzeltmek ve bunu devam ettirmek tenbihinide ekledi. Bu talimatı alan sadnazam, paranın ayarında düzeni temin ettiği gibi, yeni padişahın adına para da bastırmış oldu. 4. Murad'ın Silahdarı Mustafa Paşa, sadrazam Kemankeş Kara Mustafa arasında evvelce şöyle bir olay geçtiğinden şiddetli bir çekişme vardı. Vakayı anlatalım:
"Kemankeş Kara Mustafa Paşa bilindiği gibi harp alanında sadrazam olmuştu. Devlet idaresiyle alakalı işlerde doğrudan padişahla konuşurdu. Halbuki kendisinden evvelki bütün sadrazamlar hatta Bayram Paşa bile 4. Murad'Ia yazişmalarının bir suretini de Silahdar Mustafa Paşaya gönderirdi. Sultan Murad; Silahdarını çok ama çok sevdiğinden böyle yapılmasından memnun bile olurdu. Zaten hekimbaşisını bile Silah-dar'ın ihbanyla ölüme terk etmemişmiydi? Ne varki veziriazam Kara Mustafa Paşa alışıla gelmiş bu teamüle riayet etmeyip yazıları padişaha gönderiyor, Silahdar'a da nüsha filân göndermeme yolunu tutmuştu. Çok geçmeden Silahdar Paşa, padişaha sadrazamı muhaberattan haberdar etmemesi hasebiyle şikâyette bulundu.
Sultan 4. Murad; sadrıazarna: Sen; Silahdar Paşaya muhaberatımızdan bir nüsha vermezmişsin" diye sert bir eda ile sorunca, Kara Mustafa Paşa:
Padişahım, Silahdar Paşa saltanatınızın ortağıysa bana haber verin, hemen ona da bir nüsha gönderelim. Yok saltanat benimde bildiğim gibi, yalnız sizinse o zaman, neden ona malumat vermeli? Zaten okumam yazmam olmadığı için yazışmaları kâtiplerimle yapıyoruz. Devletin öyle sırları olurki, bu sırları yalnız padişah ve sadrıazamı bilmelidir. Nevarki; okuma yazma bilmediğiden kâtipler bu gizli sırlara agâh olurlarda, buna çok canım sıkılır. Diye cevap verdiğinde Sultan 4. Murad bu cevaptan çok memnun kalır ve bildiği gibi yapmasını söyler.
Ancak bunlar Silahdar Paşanın, veziriazama düşmanlığını bir kat daha arttırır. Sultan İbrahim'in tahta geçmesi ile Silahdar Paşanın düşmanlığı korkulmaz hâle gelir ama, ne çare bu seferde Silahdar Paşadan intikam alma hastalığı, veziriazama geçmiştir. Mücadeleyi başlatır. Bu mücadelenin bir safhasında Silahdar Paşa Kıbrısda vazifeliyken ellibin altınlık bir rüşvet işine adı karıştığından veziriazamın eline düşer. İdam fermanı padişahdan alınınca Silahdar Paşa hayatını kayb etmiş olur. Öte yandan eski sadnazamlardan Nasuh Paşa'nın oğlu Hüseyin Paşa, babasının 1. Ahmed'in veziri- azâmi olması hasebiyle kendinde bir asillik farzederek, yeniçeri ocağından gelme bir Arnavut olan veziriazama Çorbacı diye hitap ederek, hakarete âmiz davranışlara girer. Halbuki Çorbacı, yeniçeri askeri arasında günümüz rütbelerinden bulunan Albay rütbesine denk gelir. Bu sırada eskilerden beri hudud boylarında vazife yapan vezirlerin, tuğra çekme sela-hiyetlerini kaldıran bir ferman yayınlattı. Şüphe yokki bu fermanın sahibi padişahdı. NasuhPaşazâde bu fermandan padişahın haberinin olmadığını ileri sürerek dinlememezlik yaptı. NasuhPaşazâde Hüseyin Paşaya bu ferman ulaştığında Paşa Erzurum Beylerbeyliği görevinde idi. Ancak fermana itaatsizlik gösterince sadrazam tarafından vazifesi, Halep valiliğine tahvil olundu. Sadrazam'ın bu tâyin emri itaatsizlik yapmış bir kimse için adetâ mükâfat sayılırsa da, buradaki incelik, Hüseyin Paşayı Erzurum'dan çıkarmaya dönüktü. Çünkü Erzurum'dan çıkmaz orada isyana kalkarsa cezalandırılması pek güç olurdu. Hakikatte de, Hüseyin Paşa Halep valiliğini kabul etmediğinden Erzurum'dan aynlmadı,j3u vaziyetin ortaya gelmesinden haberdar olan Sultan İbrahim; "kendisine Sivas valiliğini verdim gitmediği takdirde üzerine asker çıkarın" emrini verdi.
Nasuh Paşazade sadrazam ile boğuşurken karşısında padişahı buluverdi. Sadrazam Sivas valisi Kör Hazinedar İbrahim Paşaya, bir mektup gönderip, Hüseyin Paşaya Sivas valiliği verildi. Sen üzerine var ve işini bitir yollu mektup gönderdi. Nasuh Paşazade Hüseyin Paşa üzerine gelen İbrahim Paşayı mağlup ettiği gibi üstelik öldürdü de. Hüseyin Paşa düşmüş olduğu, isyan dalgasını sürdürmek mecburiyetinde idi. Veya huzura gelip sadrazamla kozunu paylaşmalıydı. Üsküdar'a kadar bu azim içinde geldiysede karşısında devletin kuvvetlerini gördü ve kuvvei mâneviyesi öyle bir sarsildıki, herşeyi olduğu gibi bırakarak gece yansı gizlice kaçtı. Hedefi, merhum babasının dostluklarıyla övündüğü Kırım Hân'larına sığınıp bilahire onların delaletiyle şefaate erişmeyi becermekti.
Ancak talihi yaver gitmedi kendisini takip eden Edirne Bostancıbaşıst, Rusçuk'ta kırk kadar adamıyla birlikte yakaladı. İstanbul'a gönderildiler. Ancak haber yolda geldi, Topkapı surları uzaktan görüldüğünde hükümleri icra olundu. Bunlar iç olaylar olarak yaşanırken, Rusya'dan bir elçi geldi.
4. Sultan Murad zamanında gönderilen elçinin öldürüldüğünü, Çar bu hususta büyük üzüntü içinde olduğunu bildirerek Azak'ı iadeye hazır olduğunu beyan ettiğini duyuruyordu.
İran'da Şah 2. Abbas, Şah Sâfi'yi öldürüp yerine geçmişti. Osmanlı Devletinden, Kasrı Şirin antlaşması mucibince Milet kalesinin yıkılmasını taleb eder. Bu kale Van şehri yakınlarında olup, bu talebi bize duyuran elçi, Maksud Hân adlı bir İran ileri gelenidir. Maksud Hân; getirmiş olduğu hediyelerle padişahın gönlünü almayı başarır, dönüşü esnasında Yusuf adını alıp 4. Murad'ça Paşa rütbesi verilmiş bulunan ve Emirgan semtinin, kendisine hediye olunduğu Mirgünoğlunu da beraberinde İrana götürmek içinizin talebinde bulunur.
Padişah yaptırttığı tahkikatla bu isteğin Mirgünoğlu'nun teşvikiyle yapıldığını öğrenir. Çok üzülür ve bu kadir bilmezliğin, idamla cezalandırılmasını emreder. Ferman uygulanır sahilhanesi sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşaya verilir.
Osmanlı Tahtına Vâris
4. Murad'ın idam ettirdiği şehzadeler münasebetiyle tahtının tek varisi en küçük kardeşi İbrahim kaldığını yazmıştık. Hanedanı âli Osman'nın acele taht vârisine ihtiyacı vardı. Al-lahuâlem bir felâket Osmanlı devletinin sonu olurdu. Bunu göz önüne alan devlet adamları ve bilhassa Kösem Mahpey-kâr valide, padişaha her taraftan kız bulup koynuna sokmaya çalışıyordu. Devletin devamını temin için; hanedanı erkeksiz bırakmamak için yapılan bu gayretleri asla garip karşılamamak gerekir. İnsanların üzerine düşen alabildiği tedbirleri alabidiğince almasını bilahare tevekkül etmesinin gerektiğini hatırlatmak her halde yanlış olmaz.
.
Turhan Sultan Şanslı İnsan
1627 senesinde Rusya'da doğan ve 12 yaşındayken Tatar akıncılarının eline esir olarak düşen kız, güzellik ve gösterişli endamı ile hemen temayüz etmiş, bu temayüz ediş Kör Süleyman Paşa tarafından fark edilmiş Kösem Mahpeykâr Vâli-desultana hediye olunmuştur. Bilindiği gibi saraya giren devşirmeler müslüman olurlar ve müslümanlığın bütün gereklerini öğrenerek tatbik ederlerdi. Bu bakımdan bir kimsenin, şurada veya burada doğmasından ziyade,., bir mü'mîn veya mü'mine olması yeterlidir. Kösem Sultan Kör Süleyman Paşanın bu hediye kızını, haremde Çabucak yetiştirtip, zâtı şahanenin koynuna soktu. Meydana gelen izdivaçdan Cenabı Hakk'ın izniyle, ileride Osmanlı tahtına yedi yaşında geçeceğini ve kırkbir yıl kaldığı tahttan indirileceğini okuyacağımız çocuk dünya'ya geldi. Çocuğun adını Mehmed koydular. Tahta geçtiğinde 4. Mehmed veya Avcı Mehmed diye anıldı. Bu çocuğun babası Sultan İbrahim; Osmanlı devletinin üçüncü kurucusu dense asla yanlış olmaz. Turhan Valide Sul-tan'da bu hususta padişah kadar şeref ve hisse sahibidir. Artık Osmanlı nesli yürümeye başlamıştır, merhum tarihçi Ahmet Refik (Altınay) bey'in deyimiyle "Osmanlı horozu öt-müştür" ve horozun ötmesi bereketli olarak devam etmiştir. Nasılmı? Sultan İbrahim'in diğer hanımlarından Dilaşûb Valide Sultandan Süleyman adlı bir çocuk dünyaya gelir ve ileride 2. Süleyman adıyla taht'a geçer. Süleyman'ın doğum tarihi 1642 dir. Aradan bir yıl geçer ki 1643 yılına geldiğimizde Muazzez Valide Sultan; 2. Ahmed adı ile taht'a çıkacak bir şehzade doğurur. Görülüyorki vâris sıkıntısıyla gelen Sultan İbrahimin, Mehmed, Süleyman ve Ahmed adlı üç çocuğu da padişahı âlişan olmuşlardır.
Sadrıazamın İdamı
Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, gerek eski silah-dar'ın gerekse Hüseyin Paşanın ortadan kaldırılmasında başarılı oldu İsede o nisbettede düşman kazanmaya başlamıştı. Bu düşman kazanılmada dürüst idaresinin rolü varsada biraz da, ölçüyü kaçıran konuşmalarının rolü olduğunu duyurmak lâzımdır. Merhum tarihçi İsmail Hakkı Üzunçarşılı muazzam nefasetteki eserindede şunu bizlere duyuruyor, nakledelim: "Veziriazam bir gün divan'a başkanlık ederken padişahdan gelen bir haber <Divanı boz ve gel> çaresiz Paşa padişahın yanına gider, yer öpüp el bağlar. Padişah sorar: Kethüda Hatun'a ferman ettiğim odun, bu vaktedek niçin verilmedi? Veziriazam: Padişahım; derhal tenbih edelim verilsin! Dedikten sonra hiddetli bir sesle: Padişahım, ben senin vezirinim. Böyle ufak bir iş için neden divan'ı bozdurursun? Siz bana asayişten, hazineden, serhatlerden niçin sormazsınız? Diye ilave etmiştir. Sadrazamın padişahın yüzüne karşı söylenenleri duyan Şeyhülislâm Yahya efendi: "Bre zinhar sakınsın. Padişahlara böyle söz söylenmez" şeklinde haber göndermiştir veziriazama. Böyle sorumsuz konuşmalar, aşağıda vereceğimiz olayla birleşince haliyle akıbet sadrazamı buldu. Bunun izahı için birazda gerilere gitmek icab edecektir. Daha evvel belirttiğimiz gibi, hayatının en önemii yıllarını ölüm korkusu içinde geçiren padişarrkuvvetü bir eğitim görmediği gibi sinirlerinin zayıflamasından dolayı da çok fevri hareket eder, acele verilmiş kararların pek isabetli olmadığı bilinir. Bazen; makbul ve matlub olmayan emirler verirdi. Bu arazı atlatmak için mânevi bir teselliye ihtiyaç vardı. Bu teselliyi her şeyin dermanı olan Kur'anı Kerim'in âyetlerinin, hayırlı ağızlardan okunması idi. Sultan İbrahim, Allah (c.c) ve Resulüne olan sevgisiyle şifayı; hakikati Kur'aniyye'de arardı. Nitekim bir şeyh oğlu olan Hüseyin Efendi; bu şifayı sunmakda bir vasıta oldu. Tarihlerimizse bu şahsı, Cinci Hoca diye isimlendirirken aşağılayıcı bir tavır takınırlar. Cinci Hocayı vede Sultan İbrahim'i beraber zikrederler. Halbuki tarih kaynaklarımızda önemli biri olan "Evliya Çelebi Seyahatnamesi" ve müellifi Evliya Çelebi merhum, bu Hüseyin Efendiden pek sitayişle bahseder. Öte yandan şunu da belirtmeyi lüzumlu gördük: bir Allah Dostuna sormuşlar: "Ayetle, dua İle hastalık şifa bulurmu? Cevap şahane: "Tabii bulur, Hz. Ömer'in (r.a) gibi ağzı olanı bulununca" hakikatten Bizans imparatorunun başının ağrısını yazdığı bir ^esmele iîe şifaya vasıta olan, Hz. Ömer'in nurlu elleri değjimiydi? İşte Şeyhzâ-de Hüseyin efendi, okuduğu âyeti^kerimelerle, izniilâhi ile padişahın arazlarını gidermiş, bundan dolayıda kendisini pek sevdirmişti. Biran düşünelim; maruz kaldığımız bir hastalığımızın tesbit ve tedavisinde başarılı olan doktorlara ne kadar minettar olarak, çeşitli yollarla teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ki bu doktor, mason bile olsa o tarafını pas geçiyoruz, gazete ilanlarıyla da teşekkürlerimizi duyurup, hastasının çoğalmasına yardımcı oluyoruz. Bu ölçü içinde baktığımızda, görere-ceğimiz odur ki, Sultanı rahatlatması ve bu rahatlamaya vasıta olması münasebetiyle, padişahında bu sevgisini göstermesine nasıl kayıt koyabiliriz. Belki hiç hakketmediği makam ve mertebelere götürmesi, her husustaki tavsiyelerini alması hatalarından sayılabilir. Sultan İbrahim; oğabeyimin silahdarı vardı. Benim niye olmasın> diyerek asıl adı Jozef Markoviç olan, Dalmaçya doğumlu bilahire yeniçeri seçilerek devşirilmiş, yüzünün temizliği ve zekâ fışkıran gözlerinden yüksek kabiliyeti hemen de anlaşılmış saraya alınmış, çeşitli kademelerdeki vazife İçinde pişirilmiş ve padişahın si-lahdarlığına tâyin edilince Paşa rütbesi verilmiş böylece ortaya bir Yusuf Paşa çıkmıştı. Gerek Cinci Hoca, gerekse Siİah-dar Yusuf Paşa padişahın makbullerinden olduğundan, aracılıkları pek iş görmekteydi. Bunların delaletiyle gelen, tâiebler ve memuriyet istekleri yerini bulurken, devlet gemisini yürütmeğe çalışan sadrazamın plân ve programlan alt üst olmaktaydı, buna da bağlı olarak devlet mekanizması aksamaktaydı. Doğru sözlü ve çalışkan sadrazam Kemankeş Kare Mustafa Paşanın bu vaziyetten şikâyetçi olması tabii oiducu gibi her an patlaması beklenmekteydi.
Yanlış Hesabın Beklenen Sonu
Padişahın çok tuttuğu Yusuf Paşa ve Cinci hoca'nın nüfuzunu kırmayı başaramayacağını anlayan sadrazam Kara Mustafa Paşayı sakim bir yola sapmış görüyoruz. Bu yol; kontro! altında tutabileceğini hesapladığı bir yeniçeri kıyamı ve tertib edeceği yazıyı yeniçerinin eline tutuşturup, Yusuf Paşa ile Cinci hoca'nm izalelerini istemek olacaktı. Bu düşüncesini has ahbablarından Kul Kethüdası Hüseyin ağa'ya açtı. Hüseyin Ağa'nın bu işe aklı yattı. Belkide sadrazamdan ileride alması muhtemel makam ve mevkii düşünmüş olabilir. Ancak bu iyi olmayan fikre iştirak, düşüncenin sahibi kadar suçlu sayılmaya varmaz mı? Hüseyin Ağa, tasavvur ettikleri kıyamı bazı yeniçeri zabitleri ile görüştü. Bunlardan bir evet çıkmadığı gibi, hayır sözüde sâdır olmadı. Ancak ocak'ın emektarı Koca Musluhİddin Ağa: "Aman sakının. Merhum padişah (4. Murad) in bu fitneyi söndürmek için binlerce insan Öldürdüğünü ve ancak başarılı olabildiğini
söyleyebilirim. Bu bakımdan bastırılmış bu fitneyi yeniden uyandırmayınız." Dedi, ama böyle yerinde oturmayip, doğruca sadrazamın huzuruna gidip, tasavvuru ve neticesini izah ettiğinde, sadnazamdan aldığı cevap koca ihtiyarı şaşırttı. Çünkü Kara Mustafa Paşa böyle bir şey yok demekteydi. Fakat kendisinin söylediklerini de pek ciddiye almadığını görünce, istermisin iş senin başına kalsın ihtiyar! Kimbilir nasıl yanarsın? Düşüncesine saplandığından sadnazamın yanından çıkar çıkmaz padişahın huzuruna yollandı. Durum böyle böyle deyip herşeyi anlattı. Padişah: Peki ihtiyar; şimdi ben bu sadrıazamı öldürürsem, kul taifesi (yeniçeri) isyan -eder mi? Diye sordu. Muslihiddin Ağa: Hayır. Memnun bile olurlar. Cevabını deyiverdi. Bu arada padişahın huzuruna, Muslihid-din Ağa'nın çıktığının haberini alan sadrıazam saraya koştu.
Elinde bir mushafla padişahın huzuruna dalmış yeminlerle sadakat ve suçsuzluğunu ispata çalışıyordu. Padişah; bir işaretiyle Bostancıbaşi'ya "al şunu" dediği görüldü. Ancak; Bostancıbaşı, Sultan İbrahim'in al şunu emrinden maksadın mührü al mânası taşıdığını zannederek vezlriazâm'dan mührü aldı. Belki hakikat belki bir minnetin gereği sadrıazama Bostancıbaşı kolaylık sağlama yoluna gitmiş olabilir. Ancak şöyle veya böyle bu fırsattan istifade eden Kemankeş Kara Mustafa Paşada bir ata atladığı gibi, şimdiki İstanbul Valilik binasına bitişik Maili Mescid yakınlarında bulunan bir samanlığa saklandı. Havanın kararmasını beklediği samanlıktan çıktığında, her yerde aranmakta olduğundan hemen göze çarptı ve yakalandı. Hakkında verilmiş ferman Cellât Kara Ali tarafından kemend ile boğularak icra olundu. Padişah'a cesedi gösterildikten sonra Çarşıkapı'da kendi yaptırmış olduğu türbeye defnolundu. Tarih bu sırada h. 1053/m. 1643 senesini gösteriyordu.
Sültanzâde Semin Mehmed Paşanın Sadareti
Kemankeş Kara Mustafa'nın idamından sonra mevkii sadaret, eski sadrazamlardan Rüstem Paşanın sulbünden gelen ve anne tarikiylede Kaanuni Sultan Süleyman torunu olması münasebetiylede Sultanzâde lakabıyla anılan Semin Meh-med Paşaya verildi. Bu sadaret esnasında Sultan İbrahim çığrından çıkardı bütün işleri. Böyle olmasına sebeb olarak da padişahın bir numaralı danışmanı olamsı lâzım gelen yeni vezirazam, "Siz yeryüzünde Allah'ın gölgesisiniz. Sizden hata siidûr etmez" diye diye padişahı murakabe edilmez bir vaziyete getirmişti. Bu tehlikeli başıboşluğu devrin şeyhülislâmı meşhur şaîr ve mutasavvıf Yahya efendinin dengeleyebildiği görülüyordu. Ancak şeyhülislamın 1643 yılının sonlarına doğru gelip çatan vefatı, bu dayanağında kaybedilmesini getirmişti. Bu elim kaybın farkında olan İstanbul ahalisi şeyhülislâmın Fâtih Camiinde kılınan cenaze namazında öyle büyük bir kalabalıkla bu minnetini ifade ettiki, Fâtih Camii ile Yavuz Sultan Selim Camiindeki kabrine kadar bulunan mesafenin cemaatle dolduğu, cenazeyi yürüyerek değil, tabutu ahalinin parmak uçlarıyla gideceği istikamette kaydırması, yeterli gelmişti. Şeyhülislâm Yahya efendinin Hakk'a yürümesinden sonra padişah; meşhur "Tâc üt Tevarih" adlı tarih eserinin müellifi Hacei Sultani eski şeyhülislâmlardan Saadeddin Efendinin torunu, Sultan Genç Osman'ın kaimpe-deri eski şeyhülislâmlardan Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid efendiyi kendine şeyhülislâm nasbetti. Bu tâyin pek isabetli olmuştu çünkü bu ailenin bu göreve tecrübesi adetâ herkesin fevkiinde idi
:
Daye'nin Çocuğu
Daye'lık Osmanlı sarayında önemli bir mevkiidir. Bu mev-kiide bulunan bayanlar, nice şehzade ve sultanhanımlarin süt anneleri olduğu gibi tahta çıkan padişahlara da, süt annelik etmişlerdi. Dinimiz; süt kardeşliğe pek önem verdiğine göre, süt annelerininde ehemmiyet taşıdığı izahtan varestedir. Do-laysıyla Daye denilen süt anneler Osmanlı hanedanınca pek makbul muameleler gösterilmesi gerekenler olarak kabul edilmişlerdir. Aşağıya almaya çalışacağımız olayın bu tarafını da düşünmeyi okurlarımız göz önüne almalıdırlar. Sultan İbrahim bir gün sarayın harem bölümünde çocuklar ile oynamaktayken oğlu Mehmed yerde kendi kendine oynayarak eğlenmektedir. Padişah ise; dizlerinde hoplattığı şehzade Mehmed'in dâye'si (süt annesinin) çocuğuna gülücükler yapmaktadır. Bu sırada salona giren Turhan Valide Sultan durumu görünce sinirlenerek, padişaha: Efendimiz; kendi çocuğunuz yerlerde, Dâye'nin piçi kucağınızda hoplamakta, bu revâmıdır? Diye söylenir. Sultan İbrahim bu serzenişe adamakıllı sinirlenerek, Dâye'nin oğlunu yavaşça dizlerinden indirir. Kendi çocuğu şehzade Mehmed'i kaptığı gibi, büyük salonun ortasında bulunan içi su dolu/havuza fırlativerir. Şehzadenin kafası, havuzun kenarına çarpar ve ömrü boyunca izini taşıyacağı bir yara meydana gelir. Sultan İbrahim çocuğunu fırlattıktan sonra arkasına bakmadan salonu terk etmişti. Oradaki harem efradından biri havuza athyarak boğulması muhakkak şehzadeyi kurtarır. Bu Dâye meselesindeki piç kelimesinin dayandığı vaka şudur: "Kızlarağası Sünbül Ağa, Sultan İbrahim'in tahta geçtiği günlerde dörtyüzelli al-tuna kendi hizmetine bakmasını temin için bakire bir kız satın alır. Sünbül Ağanın kendisi hadım'dır. Fakat bir kaç ay sonra bu cariye bir oğlan çocuk doğurur. Kesin olarak babası Sünbül Ağa değildir, ancak Ağa bu çocuğu evlâd gibi kabul edip sarayda büyütmeğe başlar. O sıradaysa Turhan Sultan, şehzade Mehmed'i doğurmuştur. Bahse konu câriye, şehzadenin sütanneliğine yâni Dâye'liğine getirilir. İslâm düşmanı tarihçiler, bu çocuğu Sultan İbrahimin süt anneden olmuş gayrimeşru oğlu diye tanımlarsada, aslı yoktur ki, iftiradır. Bu müfteri tarihçiler, Avrupa devletlerinde o devirlerde saltanat sahiplerinin klişe dini gereğince papalıktan müsaade gelmedikçe izdivaç yapamadıkları için, aşağı yukarı her saltanat sahibinin hattâ derebeylerin bile klişece tasvib edilmemiş bu yüzden gayrimeşru addedilmiş izdivaçları bolca olduğundan, bizim şeriatımızın, böyle saçmalıklara müsaade etmediğini bilememek veya hanedanın namusuna iftira için bu yolu seçmişlerdir. Eğer bu müverrihlerin söyledikleri vâki olsa, hiçbir şeyden füturu olmayan Sultan İbrahim, o çocuk kendisinin olsaydı, anneyi câriye hükmünden, yaptığı nikâhla kendine hanım yapar, çocuğu da veliaht şehzade olarak ilân ederdi. Ona kim engel olabilecekti? Çocuğa gösterilen şefkate gelince, kim çocuklara muhabbet göstermez? Hele kendi çocuğuyla başka bir çocuk arasında muhabbet farkı göstermemek her babayiğidin hakkı değildir. Padişah; herne kadar tarihlerimizde delilikle anılmışsa da bu hususda akıllılara taş çıkartacak numune sergilemiştir. Değilmi ki; Efendimiz (s.a.v) bir yetimin başını okşamak dahi insanı cennet ehli eder mealinde bir hadis söylediği rivayattandır.
Talihsiz Seyahat
Havuza atılan şehzade meselesinin haremde bir tatsızlığı doğuracağı mutlaktı. Bu vaziyeti teemmül eden Sünbül Ağa, Hac farizasını ifa etmek üzere vazifeden affını tâleb eder. Bu müsaade verildiğinde süt anneyi ve çocuğunu da yanına alarak, o sırada Mekke Kadılığına tâyin edilmiş bulunan Bursalı Ahmed efendinin bindiği gemiye binerler. Bu gemiyi, İbra-ıim Reis adlı işinin ehli ve kahraman bir zât idare etmekte-iir. Ne var ki Akdenizde altı adet gemi karşılarına çıkar. Bu lemiler Malta korsanlarına aittir. Ellerine düşürdükleri avı, )ir avcı gibi takibe başlarlar. Nihayet yakalayıp, saldırırlar. Aeydana gelen çarpışmada çokluk azlığı yener. Sünbül Ağa 5İr hadım olmasına rağmen elinde kılıcı olduğu halde dövüşe iövüşe şehid olur. İbrahim Reis'de çok geçmeden bu şehid-er kafilesine katılır. Bursalı Kadı Mehmed efendi'de ağır ya-alı olarak, süt anne ve çocuğuyla beraber esir düşmüştür. 3ir müddet sonra, bir yolunu bulan Bursalı Kadı Mehmed efendi esaretten kurtulmayı başarmış ve ileride şeyhülislâm-ık makamına yükselecek kadar güzel hizmetlerin sahibi ol-nuştur. Sütanneye gelince çok geçmeden ölmüş, Sultan İbrahim'in bir zamanlar hoplattığı çocuğu hristiyan yapmışlar. 3ütün Avrupa efkârı umumiyesine; "Hristiyan Osmanlı Pren->i" diye lanse etme yoluna gitmişlerdir. Görülüyorki; insan layatı ne gibi melcelerden geçmektedir. Padişah dizinde "îoplayan çocuk, annelik vede kadınlık hislerinin verdiği bir anki kıskançlıkla söylediği tariz edici ifade kaç kişinin hayalında ne mühim değişikliklere duçar olmalarına,s4beb oldu. 3ir devlet ana olarak anılsa seza olan Turhafı Valide Sultan, ıer insanın malul olduğu hatalanda işleyebiliyormuş.
Şer'den Hayr'a
Yukarıya aldığımız gemi macerası; tabii ki devleti âliyenin sulağına ulaştı. O tarihlerde Akdeniz umumiyetle bir Türk 3ölü addedilmekteydi. Malta korsanlarının bu cüreti mutlaka cezayla ödetilmeliydİ. Çünkü; flaması Osmanlı sancağı, içinde devletinde önemli memurlarından birinin bulunması ye-:erli harp sebebiydi. Bu noktada gerek Cinci Hoca denilen ?eyhzâde Hüseyin efendiyi ve Silahdar Yusuf Paşayı VenedikIilere harp ilân etmeyi tasarlayan padişahı teşvik eder görüyoruz. Tasarlama bu teşviklerle kuvvet bulmuş, hazırlıklara inkılap etmiştir. Tersaneler ve askerlerin faaliyetleri azami şekilde arttırılmış, tarihler 1055/1645 senesini gösterirken üç-yüziki parçalık bir donanma Giridadası üzerine yepyeni bir Kaptanı Derya komutasında süzülmekteyken, az müddet önce de Venediklilere ilânı harb edilmişti. Bu yepyeni Kaptanı Derya'nın adını söyleyerek, okurlarımızında merakını gideri-lim. Bu Silahdar Paşalıkdan Kaptanı Deryalığa nasb olunmuş Yusuf Paşadan başkası değildi.
Hanya Feth Ölünüyor
Girid Adasına varıldığında, Hanya Kalesi üzerine sevkedı-Ien gemiler gerek denizden gerekse karadan ablukaya alınan kaleye iki defa saldırıya geçtiler. Yusuf Paşa; padişahdan yardım istedi. Bir taraftan padişahdan imdad isteyen Kaptanı derya Yusuf Paşa beri yandan da üçüncü hücumun hazırlıklarını ikmâl etmek üzereydi. Çok geçmemişti ki Cezayir ve Tunus beylerinin gemileride donanmayı hümayuna yardıma geldiler. Karşılarındaki üstün kuvvetin varlığını anlamakta gecikmeyen Hanya savunmacılarını teslim olma teklifi yaparken görüyoruz. Kale komutanı da bizzat Yusuf Paşanın otağına gelmiş ve mal ile canlarına, dokunmadıkları takdirde teslim olmaya hazır olduklarını bildirirken görmekteyiz. Yusuf Paşa ise; bu müracaatı pek makbul bulup, kendilerine, kümeslerinizi tavuklarıyla bile beraber alarak gidebilirsiniz, yeter ki kan dökülmesin sözleriyle taleplerini kabul ettiğini bildirmiş oldu. Küffar böylece kale'den çıkıp gitti. Hanya kalesi, Girid Adası üzerinde Osmanlı devletinin bir köprüsü olabilmişti. Çünkü yirmibeş yıl sürecek fetih çatışmasının ilk raundu ve başarısıydı. Artık her iki tarafında yıpranacağı savaş yıllarına başlanmıştı, nihayetinde zafer islâmın olacaktı. Bu cöprübaşının önemini takdir eden Yusuf Paşa derhal kendilinin yıktığı bölümleri tahkim edip, kuvvetlendirme yoluna gitti. Bu seferde Budin beylerbeyi unvanıyla hazır bulunan kuvvet sembolümüz Deli Hüseyin Paşa, serhad boylarının Kendine kazandırdığı tecrübeye binaen kale tamiri ile vazifelendirildi. Kuvvet sembolümüz ifadesine, bir açıklık getirmek icab ettiği zannmdayım. Bu Deli Hüseyin Paşa; 4. Murad devrinde sarayda, odun taşıyıcısı olarak vazifeliyken, İran'dan elçi olarak gelmiş bulunan zâtın 4. Murad Hâna takdim ettiği bir yay vardı ki kimse o yay'ı boşaltamamış. Boşaita-rnamış olmalarından dolayı da yeniden kurma şansını da elde edememişlerdi. Sultan 4. Murad bütün pehlivanlarına denetmiş, ancak kimse işlemi yapmaya muvaffak olamamıştı. Kendisi de denememişti. Eğer o da yapamazsa bir burukluk içinde kalacaktı. Bu yay'ı kapıcılar kethüdasının odasına kaldırmışlardı şimdilik. İşte sonradan lakabı; Deli Hüseyin Pa-şa'ya çıkacak nice kahramanlıklara imza atacak, hattâ veziriazam olacak odun taşıyıcısı günlerden bir gün odun getirdiği kethüdanın odasında sözkonusu yay'ı görmüş, kimsenin odada bulunmamasından istifade ederek yay'ı indirmiş, bozmuş, yeniden kurmuş, tekrar bozmuştuki, yeniden kurmaya davrandığında yaklaşan ayak sesleri duymuş yakalanmamak için elindeki yay'ı oradaki sedirin üstüne t*ırakarak kaçmıştı. Kethüda efendi; odaya girdiğinde, sedirin üzerinde bozulmuş olarak duran yay'ı görünce şaşırmış ve derhal odaya gireni çıkanı buldurtmuş. Fakat kimse sahip çıkmamıştı. Ancak Kethüda bu odunları buraya getiren aranızdamı? Diye sorduğunda da karşısına hayır cevabı çıktı. Hemen Baltacı-başından odunları kimin dağıtmakta olduğu soruldu. Genç delikanlı Hüseyin olduğu anlaşıldı. Kethüda Hüseyin'i yanına getirtip; gayet tatlı bir dille, şu yay'ı nasıl boşalttınsa bir kur bakalım, dedi. Hüseyin hemencecik büyük bir çabukluk ve kolaylıkla kuruverdi. Kethüda; bir daha boz, dedi. Hüseyin hemen bozdu. Yeniden kur, diyen kethüda, işlemin tamamlandığını görünce, etekleri zil çalarak huzuru şahaneye koştu. Sultan Murad'a durumu anlattı. Pek sevinen padişah derhal İran elçisini saray'a davet etti ve Elçi'nin gelmesiyle huzura alınan yay İle Hüseyin yay'ı bozup kurdu. Bir daha bozdu ve yeniden kurarken koca yay bu müthiş kuvvete dayanamadı ve ortasından kırılıverdi. Sultan Murad rahat bir nefes alırken, İran elçisinin gözleride yuvalarından fırlamıştı adetâ. Sultan Murad; bu acı kuvvet sahibi Hüseyin'i himayesine aldı ve istikbalin büyük bir serdarı yetişmeye başlamıştı. Yusuf Paşa'nın kalenin tahkimine ve İstanbul'a giderken yerine vekili olarak bıraktığı, Girid'de on yıl serdarlık yaparak, Ada'nın tamamının Osmanlıya geçmesinin en büyük âmili olmuştu Deli Hüseyin Paşa.
İstanbul'da Yangın Ve Tufan
Bu sırada İstanbul'da meydana gelen bir yangın otuz saatte, şehrin büyük bir bölümünü yaladı yuttu. Tabii o zaman itfaiye teşkilâtı yoktu. Hattâ tulumbacılar teşkilâtı dahi kurulmuş değil idi. Yangın felâketi henüz atlatılmıştı ki, muazzam bir tufan, bir kasırga meydana meydana geldiki, ahali bundan son derece ürktü. Bu olanları kötü günlerin habercisi saymaya başladılar. Kaptanı Derya Yusuf Paşa İstanbul'a döndüğünde, huzuru padişahiye vardı. Seferinin hikâyesini anlattı. Padişah büyük memnuniyet duydu. Yusuf Paşayı iki yaşındaki kızı ile nişanlandırdı, böylece damad unvanı ile Yusuf Paşayı taltif etmişti. Sadrıazam Semin Mehmed Paşa bu iltifatları endişe İle karşılamaktaydı. Çünkü karşısında Hanya Fâtihliği unvanına sahip bulunan bir sadrazam adayı belirmekteydi. Böyle güçlü birini padişahın gözünün önünden uzaklaştırmak menfaatine uygundu. Buna bağlı olarak Yusuf Paşayı Mısır Vâli'liği ile güya mükâfatlandırmak iştahı sergiliyordu. Ancak bu tâyini çıkaramadı. Bu yüzden metodunu değiştirdi ve çok sakim bir yola başvurdu. Bunlar ispatı mümkün olmaz iftiralardı. Yusuf Paşa; Girid'in tamamını alacağına neden Hanya kalesini ele geçirmekle İktifa etmişti? İftiraya göre sebeb basitti. Hattâ Hanya kalesi muhafızlarının silah ve eşyalarıyla beraber serbest bırakması neye bağlıydı? Tâbiiki rüşvet'e! Yusuf Paşayı sadrazam buradan hırpalamaya koyuldu. Ayrıca padişaha Girid'den iki direk getirdiğini bununda altından olanını kendine ayırdığını, mermerden ola-nını padişaha verdiğini anlattı. Padişah; Yusuf Paşanın derhal hapsedilmesi emrini verdi. Gerek Kösem Vâiide Sultan gerekse Cinci Hoca; böyle bir vezirin yerinin hapishane değil, takdir edilmek olduğunu ileri sürdüler. Deli denen padişah, en güzel usûlü buldu, bu huzurunda yüzleştirilecek Paşalar, birbirlerini itham edip ispatlarını delille yapsınlar ve gerçek vaziyet ortaya çıksın, dedi. Yapılan münazarada sadrazam Sultanzâde Semin Mehmed Paşa gaîib gelemeyeceğini anlayınca edebe sığmaz sözler söyleyerek huzurdan çıktı ve evine gitti. Yaygın rivayettendir ki; münazaranın en önemli bölümü, Sultanzâde'nin Kırkkilise civarını işgal eden düşmanlarla ilgili haberi padişaha kırık bir klişenin işgali olarak anlatmış olmasının, yalanıcılığını ortaya koyduğu an olduğudur. Mührü hümayun Sultanzâde'den alınıp, Yusuf Paşaya tevcih olundu. Ancak nâdir rastlanan bir olay gerçekleşti Osmanlı tarihinde. O da sadaret teklifini, tecrübesizliğini öne sürerek geri çeviren bir adamla karşılaşıldı. Bu da Yusuf Paşa idi. Bu itizar üzerine mührü hümayun Bosnalı Salih Paşa'ya verildi. Bosnalı Salih Paşa; mâliyeden yetişme olup, defterdarlıktan sadaret makamına Yusuf Paşanın itizarı sayesinde gelmişti. Çok gayretli bir kimseyse de, pek başarıii olamadı. Sadaretinin ilk işide Semin Mehmed Paşa'nın Girid serdarlığına tâyinini çıkarmak ve İstanbul'dan uzaklaştırmak oldu. Ancak eski sadrıazam Girid'deki ellinci gününde dân bekaya intikal etti. Sultanzâde Semin Mehmed Paşa vefat edince, padişah Yusuf Paşayı huzuruna çağırttı.
Yusuf Paşa'nın Katli
Sultan İbrahim; huzuruna celbettiği Yusuf Paşanın yüzüne hemen bir gemiye atla, bana Girid'in tamamını al. Dedi. Yusuf Paşa İnşaallah padişahım Girid elbet bizim olacaktır. Askerimiz anbean oraya hâkim olmaktadır. Tersane ise yeni deniz mevsimiyle ilgili hazırlıklar içindedir. Şu zemheri ayı geçsin elbette denize açılır, Girid'i memâliki mahrusanıza dâhil eyleriz. Şimdi gitmenin vakti değildir. Şeklinde cevab verdi. Padişah: Ne yabane şeyler söylersin? var git, Girid'i aı derim, bana bir kale aldım deyu kendini bir hizmetmi yaptın sanırsın? Dedi. Yusuf Paşa korkusuzca fakat hatalı olarak, "hayır şimdi gidilmez" diye cevap verdi. Padişah; Bostancı-başına "Al şunu" diye sesleniverdi. Bostancıbaşı karar değişir diye sadece huzurdan çıkarıp siyaset odasında göz altına aldı. Gerek sadrazam, gerek defterdar Musa Paşa istirhamlarda bulundular. Hattâ Kâmil Paşanın "Tarihi Siyasiyye" adlı muteber eserinin 2. cildinin 85. sahifesinde şöyle bir malumat bulunmaktadır:
"Yusuf Paşa dahi çünkü sıhriyeti şahaneye mazhar olduğundan bir ariza takdimiyle o gice sultan hanım hazretlerinden, bir çocuğu dünyaya geldiği bilbeyan hayatının kerimei şehriyârileri Sultan hazretlerine vede hâfidelerine bağışlanmasını niyaz eylemişse de işbu İstirhamatm bir günâ tesiri olmayarak tek'İden sâdır olan, iradei seniyyenin hükmü celili icra olundu" deniyorsa da, bunun doğru olmadığı meydandadır. Çünkü; padişahın kızı Fatma Sultan o sırada dört yaşında bulunuyordu. Değil çocuk yapması, zifafı dahi sözkonusu değildi. Diğer taraftan padişahın, Yusuf Paşayı bir hiddetli anında öldürttüğü söylenirki, tek'iden verilen emirler Salih ve Musa Paşaların itirazları bu işin bir anda bitmediğini göstermektedir. Güya pişman olan Sultan İbrahim; cesedi yanma celbettirip "nasıl kıydım, kırmızı kırmızı yanakları varmış" dediği rivayet olunur ki hiç doğruluğu gözükmemektedir. Zaten Osmanlı tarihi içinde en çok iftiraya uğramış olan padişahların arasında birinci gelir Sultan İbrahim. Diğer taraftan Venedik donanmasından bir gurubun Akdeniz sahilinde bir baskın neticesinde, beşbin kadar esiri alıp, götürdüğü haberi gelir. Padişah bu haber karşısında öyle gazaba" gelir ki, ülkedeki bütün hristiyanların, öldürülmelerini ferman e-der. Gerek sadrıazam, gerekse şeyhülislâm buna açıkça itirazı yapacaklarına, ne kadar kararlı olduğunu bildikleri padişahlarını ikna etmek için önce, İstanbul'da ikiyüzbin gayri müslim olduğunu bunların verdiği vergilerin yekünü ileri sürülmüş, ayrıca islâm dininin, bunları vergilerini verdikçe, fitne ile uğraşmadıkları taktirde hayat hakkı tanıdığını, ecdadı-nında bunlara böyle baktığı anlatılınca suîtan İbrahim: '!Vergi mühim değil, amma dinim ve ecdadımın dediği yol doğru ola" demiş ve iradei hümayun böyle geri alınabilmiştir. Öte yandan Rusya Çarının. Kirman istihkâmlannjJeKrar imarı cihetine gittiği haberi alınınca, Tatar Hân'ına haber gönderilip, Ruslar tenkil olunmuştur. Rus Çarı Tatarların bu hareketini şikâyet için padişaha elçi gönderir. Gelen elçi Çar'ın dileğini söyleyince gazaba gelen Sultan İbrahim: "Hem kaî'a yapar-suz hem de emrimle size mâni olanı bana şikâyet edersüz" dedikten sonra boyunlarının vurulmasını emretmiştir. Sadrazam Salih Paşa yalvara yalvara, bunu hapfs cezasına çevirt-meye muvaffak olur. Sevgili okuyucular bu kadar hâmiyyet ve hassasiyet gösteren bir zâta deli denebilirmi? Diyebilirsiniz ki; bu kitap bu padişahın deli olmadığını isbat içinmi yazildi. Her bir anlatımdan sonra bu suali tekrar ediyorsun. Hayır. Uzun yıllar bu milletin evlâdları bu zât'ın deliliğinden başka bir şey öğrenemediler. Hattâ Girid'in fethine, onun devrinde başladığını bile öğrenemediler. Geçenlerde bir gazetede Sultan İbrahim'in avrupa devletlerine casus yolladığı, bu vazifelinin görevini yerine getirebilmesi için dince haram olan bazı şeylerin yapılmasında cevaz varmıdir? Diye makamı meşihate fetva sorduğu yazıldı da, bir çok kimse, bu deli padişahın casus yollamasını hayretlerle karşıladılar. İşte tarihimizde öyle gizli kalmış hazineler vardır ki, o hazineler sahipleri tarafından tevazuen kapah geçilmiştir. Milletimiz târih yapan bir milletti, keşke yazanda olsa idi.
Girîd Ahvali
Sultanzâde Semin Mehmed Paşa Girid'de vefat edince, Deii Hüseyin Paşa serdar tâyin edilmiş, kaptanı derya'lık vazifesi Musa Paşaya verilmişti. Bu Musa Paşayı, Defterdar Musa Paşayla kanştırmamahdır. Serdar Hüseyin Paşa; Resmo kalesini muhasaraya almış, 39 gün sonra fetih nâsib olmuştur. Burasının en büyük klişesi camie tahvil edildi. Bu camiin adını Sultan İbrahim Camii olarak andılar. Buraya yakın köylerden beş tanesinin geliri camiin vakfı olarak tescil olunmuştu. Kapdanı Derya Musa Paşa; Apokurna, Kalodiso, Ki-samo kalelerine kâfi miktar muhafız ve erzak koyduktan sonra Mora'ya dönerken yolda bir Venedik filosu ile karşılaştı. Yapılan savaştada düşman mağlup edilip bir gemi esir edildiyse de, Musa Paşa şehid oldu. Venedikli amiral ise, mürd oldu. Serdar Deli Hüseyin Paşa; Girid'in ilk vergisi olan ellibin kuruşu Hz. Padişaha gönderdi. Sultan İbrahim ise, mukabele edip Serdar Hüseyin Paşa'ya bir kürk, gayet kıymetli kabzası altuni şlemeli bir kılıç gönderdi.
Cinci Hoca Gözden Düşüyor
Bir mevlid kandili gecesi, Sultanahmed Camiinde Hazreti Hilâfetpenâhinin önünde ulema sıralanınca padişah görürki birinci sırada olması gereken Bahai Efendinin yerindede Cinci Hoca bulunmakta, Cinci Hoca'nın durması icab eden yerde, Bahai Efendi durmakta. O sıralarda da, padişahın kulağına varan sözlerden Cinci Hoca büyük, küçük demeyip rüşvet almakta olduğuydu. Bu dedikodulara kandil gecesi protokolünün ihlâlini yapan Cinci Hoca, bu davranışıyla bardağ; taşırmıştı. Padişah protokoldeki ihlâli bizzat işaret ederek esasına ulaştırmış, Bahai efendi ile Cinci Hoca kendilerine ait hakiki yerlerine geçtiler. ^ _
Yıldızın söndüğü, padişahın daha önce Sultanahmed meydanında bulunan ve Cinci Hocaya hediye etmiş olduğu konağı geri alıp kızı Gevher Sultana hediye etmiş idi. Son elli yıl içinde Cinci Hoca'ya padişah İbrahim'in bağlılığı yazılmıştır. Sultanın yukarıya aldığımız bu cezalarına Kâmil Paşa târihi dışında rastlamak kabil olmadı. Buraya ehemmiyetine binaen özetiiyerek aldık. Bu sırada tarihler 1057/î 647 senesini göstermekteydi. Tatarlar Rusya içlerine bir dalış yaparlar, bir çok esir alarak esir pazarlarında satarlar. Bu rakam üçbinden az değildir, bu vaziyetde Ruslar tarafından koz kabul edilir Azak Kalesine saldırırlarsada karşılarına Defterdar Musa Azak kalesi müdafi olarak dikilir. Bir dizi savaş yapılı*, vede Ruslar mağlubiyete uğratılır. 400 esir ile 800 düşman f padişahın ayaklarının dibine saçılır.
Sadrazam Salih Paşa'nîn Katli
Padişah gerek süvari olarak, gereksede tahtırevan denilen önve arkasında at koşulacak mekanizması olan zamane vasıtasıyla genellikle kıyafet değiştirerek, bâzende mâiyetiyle beraber devriyeye çıkardı. O zamanın imkânlarıyla yapılmış dar yollar arabalar yüzünden tıkanır halkın buralardan geçmesi zorlaşırdı. Padişah bu gün bile tatbik edilen bir usule göre arabaların gündüzleri şehir içine girmelerini yasaklamıştı. Hakikatten bugünde hâl, anbar gibi yerlerin şehir dışında yapılması, tırları şehir içinden geçirmemesi bu seyrüsefer zorluğunu ortadan kaldırmak içinse o zaman da bu tedbir yerindeydi. Bir gün Davud Paşa semtinde bir imâm efendiye okunmaya hemde dolaşmaya çıkmış bulunan padişah, imam'ın evinin yakınlarında, yolu tıkamış bir araba görür. Derhal sadrıazam Boşnak Salih Paşaya haber gönderir. Divan kurma hazırlığında olan Salih Paşa gelir. Padişah: <ben arabalar gündüz şehre girmesün emri vermedimmi? Ben padişah değilmiyim? Emrim niçün tutulmaz? Tiz boğun> emrini verir. Hakikaten çok ağır olan bu hüküm tatbike konur. Hazır ip bulunmadığından imamın evinin kuyusunun ipi alınıp talihsiz vezirin hayatına son verilir.
Şimdi sevgili okurlarım; arabanın şehre girmesine elbette sadrazam mâni olacak değil. Bunun Subaşj'sından tutunda, İhtisap Ağasına kadar bir çok vazifelileri vardır. Bunca iş için sadrazam katlolunmaz deyip, biraz araştırdık ve gördük ki, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nın 3. c, , 2. ks. sh. 394'de, lno. iu dipnotla Vecihi Tarihi sh. 55'den nâkille diyorki: "Vecihi Tarihinde Salih Paşanın, Sultan İbrahim'i hâletmek, yâni tahttan indirme düşüncesi, Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi tarafından, Valide Sultana bildirilmiş olmasından dolayı katledildiğini yazar" Görüldüğü gibi araba hikâyesi bir fenomen, bir olaydır. Hakiki sebeb çizmeyi aşmaktır. Tahtın sahibini alaşağı etmeyi düşünenin, başaramadığı takdirde çekeceği ceremedir. Bu bakımdan padişahın caydırıcı bir usûl olan idam cezası tatbikatını kullanması çizmeyi aşanı, itiaf ettirmesi bir nefsi müdafaa olsa gerektir. Bu arada yukarı aldığımız Vecihi tarihine atıf yapan Clzunçarşüli tarihinin yine kitabın 393. sh. de Boşnak Salih Paşa şöyle tanıtılmış: "Hersek sancağına tâbi Nevesinli olup, ne bir asker ne de idareci idi. Niğde'li Mustafa Paşanın hizmetinde bulunan daha sonra da, Ruznamçeci İbrahim efendinin yanında bir maliyeci olarak yetişmişti. Aldığı emri ifa etmekte son derece başarılı bir adam olan Salih Paşa her tarafa uygun politikasıyla, Yeniçeri Ağa'lığı bile yapmıştı. Deftardarlik makammdayken Semin Mehmed Paşadan boşalan sadareti, tecrübesiz ve genç olduğunu ileri sürerek kabul etmeyen, Hanya Fâtihi Yusuf Paşanın feragati sebebiyle ele geçirmişti. Yusuf Paşanın bu feragati nekadar sitayişle anılsa yeridir. Salih Paşa; vezâreti uzma'da 23 ay kalabilmiştir. Kabri Üsküdar'dadır. 1057h. /1647m.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder