SULTAN 4. MEHMED (AVCI)-5-

Fâzıl Ahmed Paşanın Şahsiyeti


Döneminin en büyük devlet adamı dense doğru bir tesbit yapmayı başarmış oluruz. İlim sahibi ve faziletli bir kimseydi. Çok konuşmaz, maksadını kestirmeden yerine getirmeye ça­lışırdı. Aklı tedbirlere pek ererdi. Mütevazi, eli açık bir kim­seyken, çokça hiddetlendiği Fransa kralı 14. Lui'nin elçisini kendi elleriyle hırpalamış, hapse attırmış, böylece de, bu devletle aramızda büyük bir soğukluk yaşanmıştır. 23 yaşın­da vali olan bu bu zat, sadarete 27 yaşında geldi. Bu kadar genç bir sadrıazam işleri yürütmekte hiç zorluk çekmediğini göstererek dostları sevindirip düşmanları çatlatmayı sağladı.
16 sene fasılasız yüklendiği sadareti memleketin her tara­fına sükunet, asayiş ve adalet içinde yaşayış temin etti. Eğer Paşanın ömrü biraz daha uzun olsaydı, Viyana seferinin mu­vaffakiyetle neticelenmesi mutlaktı. Bu fetih ise nice pürüzle­rin çıkmadan yok olması demekti.

Cehreyn Seferi


1089/1678 senesinde Ukrayna eyaletinin başşehri olan Cehreyn kalesi Rusların eline geçmişti. Gerek bu hududa ya­kın askerlerimizle, Kırım Hân'ı Selim Giray buranın hâlaskar-lığına memur edildiyselerde yapılan çarpışmalar askerimizin başarısızlığını dolaysıyla mağlubiyeti getirivermişti. Padişş'h 4. Mehmed vaziyete müdehale gereğini duyarak, birliklerin hazırlanması çalışmalarına bizzat katıldı. Seferi başlattığında Tuna Yalısına kadar askerle birlikte yürüdü. Burada orduyu, sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya teslim etti. Bu sadrazam düşman üstüne yürürken Cehreyn'L almayı plânla­mış, fakat elinde tutabilme imkânını görememişti. Hakikaten kaleyi kurtarmayı başararak düşmandan aldı ve yıkmayı ter­cih etti. Ardından padişahın yanma avdet etti. Bu sırada İse, Rusların Çarı sulh talebini yapmaya mecbur kalmıştı bile. Teklif kaale alındı, sulh yapıldı vede İstanbul'a avdet edildi.

(İç Asrın Tahlili


Tarihi Encümeni Osmani azasından Ali Sabri bey'in; kuru­luşundan Merzifonlu Mustafa Paşa dönemine kadar geçen vak'a, varılmış bulunan hedefleri tahlil eden ifadesiyle sayfa­mızı süslüyoruz: "Üç asır içinde irili ufaklı ondört adet devleti ele geçiren, Avrupanın adeta tamamını yumruğunun altında boyun eğdirebilen, arazisinin yüzölçümü bakımından Roma imparatorluğunuda aşmış bulunan Osmanlı devleti, munta­zam kanunlarıyla adilâne ve medeniyete beşiklik edecek mahiyette idare tarzı göstererek parmak ısırtırken, 1000/1592'den sonra yukarıdaki başarıları sergileyememek^ teyse de, yinede Viyana kapılarına dayanmakta, San Go-tar'larda düşmanı sıkıştırmakta pek geri kalmamışda eski şaşaa ve parlaklığı gösterdiği ileri sürülemez.
Esasında: 4. Sultan Murad gibi sağlam kimseler, Genç Os­man gibi genç veya yaşlı fakat genç fikirli padişahlar, Köprü­lüler gibi devlet hayatına yeniden kan ve can veren kimseler, bu devrede de yetişmiş olsalar da, ne eskiler gibi icraat ve faaliyeti nede ötekilerin rezanet yâni ağır başlılık ve kifayeti yetersiz, çürümekte olan uzuvlarıyla, Osmanlı tamamıyla de­vasız olmamıştır.
Diğer bir anlatımla; her birinin kendi tesir ve faaliyeti, yine kendi zamanına bağlı kalmıştır. Çünkü, bu uzuvları çöküşe mahkûm eden sebebler ve alametler çeşitli idi. Bunlardan bazılarını hemen aşağıda belirtelim:
Birinci sebeb padişahların vaziyeti idi. Kuruluş ve müte­akip dönemde padişahlarımız ordularının başında bulunur hatta savaşların en kanlı bölgelerinden kılıcından kan damla­yarak çıkarlardı. Genç Osman'ı Lehistan seferi, 4. Murad'ı Bağdad ve İran seferleriyle, 4. Mehmed'in Köprülü vezirin ıs­rarlarıyla katıldığı Lehistan seferi, 2. Mustafa'nın katıldığı bir kaç sefer sayılmaz ise padişahların, 1000/1592'den sonra seferlere katılmadığı çok net gözlemleniyor. Esasta padişah­ların askerin yanında ve başında bulunmasının önemini tarih pek net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak tarihin ortaya koyduğu bu faydalar pek iyi değerlendirilemedi. Sultanlara söz geçirilemedi.

İstıdrad:


 Efendim alıntı yaptığımız Ali Şeydi bey merhu­mun, bu ifadesine genellikle katılmak mümkünsede, buvka-naatini 1329/191 l'de beyan buyurduğunu görüyoruz. Bu devirde Osmanlı devletinin izmihlaline 11 yıl kalmış bir dönemdir. Ülkenin içine düşürülmüş bulunduğu ahval, yazarın düşüncesinde bir küşayiş husule getirmiş demekki, üstelik bu 1329 tarihi rumi dediğimiz hesabın icrasını gerektiriyorsa, bu da 1913 tarihine denk gelirki, Balkan mağlubiyetini tattı­ğımız yıllara denk gelir, bu hâl ise yazarımızı daha fazla üz­müş olacağından, mütalaasında hata etmekte olduğunu bile­memesine sebeb olur diye düşünüyorum. Asla unutmamak gerekirki; padişahlar ülkenin bir çok meselesi hakkında bilgi­lenmekten mahrum kalmış veya edilmiş olabilirde ancak, onların gafil olmadığı bir kurum vardır. Bu kurum orduyu hü­mayundur. Padişah komutasındaki bir ordunun düşman kar­şısında hem de o devirde yapılan savaşlar kafi neticeli mey­dan muharebeleridir ki; böyle bir savaşın tarafı olan ordumuz başlarında padişahları olduğu halde mağlubiyete duçar oldu-mu, devleti ayakta tutmak mümkün olabilir mi? Böyle olma­dığını Yıldırım merhumun, Timur karşısında aldığı acı mağlu­biyet buna misal oimazmı? O mağlubiyetin devri fetreti getir­diğini hatırlatmakla işin inceliğini ortaya koymuş oluyorum sanıyorum. Genç Osman'ı Hotin seferinde biran düşünseniz, padişahların bitmez tükenmez Paşalarını savaş alanlarına sevk ederek, devletin bekasını temine çalıştığını anlamakda mümkün. Evet, Ali Sabri beyin mütalasına bu kadar bir iti­razla yetinerek devam etmeye koyulalım:
"Halbuki bu milleti Osmaniye padişahlarına madden ve mânevi bakımdan merbuttur. Padişah hangi yol ve anlayışı seçerse ahalide onun tercihine iştirak eder. Saray israfa ve sefahata ne kadar eğilim gösterirse halkda onların bu haline iştirak eder. Misal olarak, 2. Bayezid'i tarikata yönlendiren anlayışı, devletin memurundan ahalisine kadar herkesi zühd vede takva yoluna i'sal eder. Adeta taassub derecesine va­ran bir dindarlık hissi uyanır.
4. Murad; harb ve darb adamı olduğundan, ahalinin ağzın­da celadet, şecaat, cesaret, döğüş kelimeleri daha fazla dolaşır. 4. Mehmed'in avcılığı, ahaliyi de av meraklısı yapmak­tadır. Görülmekte olan şudurki;
Osmanlı padişahlarının millet üzerinde kurduğu nakıs oto­rite ve tesiri sonucunda, üçüncü devre adı verilen dönemde ordumuz korkutuculuğu koflaşmış, devlet işleri idaresi intiza­mını kaybetmiş haldedir. Sultan 3. Murad sonrasındaki taht sahiplerinin çoğunluğunu yedi, onbir ve ondört yaşlarında çocuklar teşkilettiği müşahede olunur. Bu hâlin müncer ola­cağı vaziyet tâlim ve terbiyelerinin tamamlanmasına imkân kalmadan me'suliyeti yüklenmeye mecbur kalmalarıdır, bu vaziyette de, talim ve terbiye yoluyla yetişme yerine vakala­rın içinde yoğrulma ve boğuşmaya duçar olunmaktadır. Son vaziyeti yakalayana kadarsa, devlet işleri menfaatperest kişi­lerin çoğunluğunun husule getirdiği vükelâya veyahut da sa­rayda nüfuzunu devam ettirmeye çalışan tâifei nisâ'nın elleri­ne kalmaktadır. Padişahların eski tarz yetiştirilmesi sonucu elde ettikleri, muhariplik, kılıç kullanma, ata pek mükemmel binme, çeşitli harp aletlerini layıkıyla kullanabilme şansı, ar­tık bu devir hakanlarının işi olmaktan çıkmış bulunduğun­dan, bunların orduyla beraber savaşlara gitmesi bir mâna ifade etmezdi, denmekle beraber, değerlendirmeyi yapan Ali Sabri bey'in biraz ifrata kaçtığını ifade, boynumuza borç ol­muştur. Çünki; Yavuz Selim'den sonra gelen padişahların Hakanlıkları dışında bir de, halife sıfatları bulunmaktaydı ki; bu mânevi rütbe, askerimizin riayeti diniyede kaldığı müd­detçe padişahın kılıcındanda, atındanda önem taşıyan husu-sattan olduğu, ne hikmetse gözardı edilerek yoruma gidil­miş.
3. Mehmed'in gerek Eğri Zaferinde, gerekse Haçova mey­dan muharebesinde gösterdiği manevi kahramanlıklarla, za­ferin amili olmayı sergilemesi, Ali Sabri bey'in aklından çık­mış oİacak! Yine 3. Murad'dan sonra gerek yeniçeri askeri-
4. MEHMET) (AVCI)' nin, gerekse orduyu teşkil eden diğer sınıflarda bozulmalar her geçen gün çoğalarak, Genç Osman'ın tahta geçtiği sıra­da en şımarık dönem yaşanılmağa başlamıştır.
İstanbul'da silah taşıma yasağı olmayan enaz ellibin sivil erkek varken, çeşitli askeri sınıflar mevcudiyetini sürdürür­ken ve bunlarda bilhassa sipahiler de padişaha sempatileri mevcutken, bir kaç yüz kişiyi aşmayacak organize yeniçeri asi taifesi, bu genç padişahı islâm âlemine ve Osmanlı mille­tine hakaret edercesine katlederken görülen nemelâzımcılık askeri ve sivil cemiyetteki çürümeyi göstermesi bakımından Önemli bir numunedir. Dolaysıyla iyi bir kumandan bile, dü­zensiz ve disiplinsizliğe duçar olmuş bir ordu ile hangi başarı­yı elde edebilir? Doğrusu üzerinde çok durulması icab eden hallerdendir.
Diğer bir hususda; batı dünyasında husule gelen terakki-yat bize nazaran bir hayli hızlı ve müsbet olarak gerçekleş­miştir. O milletler bizim ordumuz karşısında aciz kalırlarken, vaziyetin aleyhimize döndüğü, yaptığımız her cedelde yavaş yavaş kendini göstermeye başlamasıyla anlaşılmıştır. Bizim İstanbul'u fethetmemizden sonra Bizans'dan Avrupaya geçen hristiyan âlimleri, batı dünyasına islârn dünyasının yanında yaşamanın verdiği, avantajla ve islâm dünyasından aparttik-ları ilim ve fenleri nakletmeyi ödev bildiler.
Martin Luter tarafından açılan protestan mücadele, yâni klişe dini olan hristiyanlık karşısında lâzım olan reform ger­çekleştiğinden, avrupa milletleri kendilerini cidden geri bıra­kan papasların dini ve onların ellerinden halas olmayı becer­diler. Bunun sayesinde bir çok ilimlerin ihyasına, keşiflerin yapılmasına muvaffak olmalarıyla beraber, hurafelerden kur­tulmayı da başarmış oldular. Avrupa cemiyetinde görülen düzelmeler, tabiatıyla bunların askeri düzenlerine de yenilik­ler getirdi. Alman, Avusturya ve Leh ordusu kuru bir şövalye birliği olmaktan çıkmış, silah üstünlüğü, bizim aleyhimize olarak onlara geçmişti. Bizim tarafda ise intizamını kaybeden yalnız ordumuz değildi buna zamimeten, gerek ulema gerek­se devlet kâtipleri aynı manzarayı veriyorlardı. Adetâ topye-kün bozulmaya yüz tutmuştuk. Misal olarak ilim dünyasında kendini ispat edebilmek için, gereken tahsili yapmak çok uzun senelere bağlıyken, 1050/1640'ların sonrasında bu tah­sile riayet edilmeyip, bir âlimin daha mahalle mektebinde okumakta olan oğluna makam, lakab ve gelir getirici arpa­lıklar verilmeye başlanmıştır.
Diğer bir deyimle batı dünyası dirildİkçe dikleşiyor, bizler ise bozuldukça yamuluyorduk. Yine bir tesbit gerekiyorki, bozulmamızı hızlandıran unsurların hemen önemli bir tarafı-da, zor kullanmak ve zâlimleşmekdi. Halbuki Allah (c. c) Ki­tabı kelhamında, "zâlimlerin zulmünün cezasının mutlaka ve­rileceğini ve de asla cezalanın hafifletilmeyeceğinin apaçık buyurmaktaydı. Yeniçeriler ve halk bu hakikati bilmelerine rağmen, madden ve manen bozulmuşlar bu tehdidi umursa­maz hâle gelmişlerdi sanki. Ahlaken bozulmuş ferdlerin ayakta tuttuğu bir ülke tek yolun takipçisi olurki, bu yolda yıkılmağa ve tarih sahnesinden çekileceği ana koşmak yolu­dur. Yine önemli bir tesbittir ki; kadınların devlet İdaresine ol­sun, tahtı Osmaniye doğurdukları şehzadeyi oturtmak için yapmaya başladıkları entrikalar, 3. Murad döneminde kendi­ne göstermeye başlar.
Hürrem Sultan, hâttâ ondan evvelki dönemlerde valideler çocuklarını çok şerefli bir görev olan padişahlığa çıkarabil­mek için gayretler sergilemişlerdir. Ancak otoriter, yerine ge­çecek karakteri kendine göre tesbit etmiş padişahlara sözü­nü ettiğimiz çalışmaların pek tesiri-olmadığı görülmüştür.

2. Viyana Muhasarası


Tarih sayfalarında; Otuz Sene Savaşları diye nam almış bulunmakta olan hengamenin bitiminden sonra Avusturya (Nemçe) imparatoru 1. Leopold, Macaristan üzerinde pek zalimane davranışların tatbikçisi olmuş, gerek ahali gerekse Macar asilzadelerinin çoğunluğunu hapis, sürgün ve idamlar­la perişan etmişti. Bu dayanmak zor eziyetlerin sona ermesi niyetiyle, bazı Macar asilzadeleri, halkın galeyana gelmiş his-lerinede tercüman olarak, Erdel Kralını kendilerine ricacı edi­nerek, Osmanlı devletine başvurmak için aracı olmasını iste­diler, isteklerini padişahın dergâhına duyurmaya muvaffak oldukları talebleri, Osmanlı'nın Avusturya'nın yaptıklarına dur demesini ve bunun kuvveden fiiliyata erişmesi için mü~ dehale etmesini istemekten ibaretti.
Bu istek diğer bir deyimle, aynı dinin mensuplarının biri-birlerine yaptıkları zulümleri durdurmak için müslümanların merhametine başvurmaları demekti. Hristiyan âlemi için son derece aşağılık bir halken, adaleti taleb edilen müslümanla­rın insaniyetininde ne yüksek mertebelerde bulunduğunu göstermesi bakımından, üzerinde önemli durulması gereken hususattan olduğu, bütün mükemmelliyetiyle ortaya çıkar. Dünya devleti olmanın gereği olarak Osmanlı bu istimdadla-nn bigânesi olmadı. Hemen feryadlara cevap olacak hare­ketleri sergilemeye başladı. Sefer hazırlıklarını ikmâl ettikten sonra, savaş ilânını Avusturya devletine 1093/1682'de yapı verdi.
Aslında yapması gereken tatbik edilmekte olan mezalimi kınayan, vazgeçilmesini taleb eden yazışmalarla, bütün insaf sahibi kimselere duyurma yoluna gitmesi gerekirdi. Çünkü içişlerde epeyice düzenlemelere ihtiyacı vardı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa işi bu noktada önemli bulmadıki, savaş ilânını gerçekleştirdi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın damadlarındandı. Aileye çocukken girmiş­ti. Bir nevi evlâdı mânevi idi ve damadlıkla bu yakınlık bir kat daha perçinleşmişti. Merzifonlu Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa­ya uzun yıllar sadaret kaimakamiığıyla yardımcı olduğundan Fâzıl Paşanın vefatından sonra, sadarete getirilmesinde bu yakınlıklar ve işlerde kazandığı tecrübe nazarı itibara alın­mıştı. Yanında İkiyüzbİn asker olduğu halde İstanbul'dan çı­kan sadrazam, Tuna Nehrini aştı. Viyana üzerinde sefere de­vam ederken önüne çıkan kale ve kasabaları da zapt etmek­teydi. Viyana üzerine gelen sadrazamın ordusunun haşmeti, İmparator Leopold'un telâşına ve saray halkını yanına aldığı gibi şehirden uzaklaşmayı tercih etmesine düşürdü. Osmanlı ordusu Viyana önüne geldiğinde, karşısında hiç bir kuvvet görülmüyordu. Bunun üzerine şehrin kuşatma işlemine giri­şildi.
1094/receb'inin/19. 1683/temmuzunun/15. /çarşamba günü, başlamış bulunan muhasara, onsekİz saldırı yapıldı­ğında eylül ayının 15. gününü bulmuş, altmış günlük bir ku­şatmada geride kalmıştı. Fakat fethi mümkün olmadı Viya-na'nın. En önemli müverrihler ittifakları ile şu hususu belirt­mektedirler. Harp ilmi üzerinde fazlaca bilgisi bulunmayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu eksiğini idrak etmediği gi­bi, kendisine bir takım tavsiyede bulunanlara, yapılması ge­rekenleri hatırlatanlara önem vermeyen hatta meramlarını anlatmaya fırsat vermeyen, davranış sahibi olarak tanımlı­yorlar. Böyle davranışının sebebini, askerce zayiat verme­mek için muhasarayı uzatarak, şehirdekileri teslim mecburi­yetinde bırakmayı tercihi teşkil ediyordu. Halbuki bu tarzı tercih etmesi kendi açısından şu mahzurları taşıyordu:
Askerin zafere inancı azalıyordu. İaşesi zorlaşıyor ve her geçen gün düşmanın kendisine karşı koymak için, Avrupa devletlerinin kurtarıcı bir ordu tanzim etmelerine fırsat tanı­mış oluyordu. Hakikaten ülkesinin başşehrini terk etmiş bu­lunan imparator, avrupayı adım adım dolaşarak,  hristiyan anlayışı harekete geçirerek, müslümanların istilasını önleme hususunda ittifak arama çabaları sarf ediyordu. Bu dolaşma­lar, tahrikler ve teşviklerin semeresi görülmeğe başlandı. Başta Almanlar olduğu halde, Lehistan'dan ve bazı prenslik­lerden, misâl olarak, Kohlenberg savaşı diye anılan savaşta­ki prenslikler şunlardı: Bade Margrafları, Sadoa prensi, Bav-yera ve Saks prensleri, Eyzenah, Lanborgh, Holşteyn, Vor-temborg, Brunsvik Luneburg düka'lıklarıyla Avusturyalıların altı tane mareşali karşımıza dikildiler. Sadrazamın muhasara tedbiri, bir sabah yukarıda saydığımız gücün ani ve şiddetli saldırısına uğramamızı önleyemedi. Yiyecek noksanlığı ve hareketsizlik, yeniçerinin kuvvei mâneviyesinin kırılmasında en önemli tesiri icra etmişti. Böyle ani ve güçlü bir saldırıya karşı koyma yerine savaş alanını terk etmeyi seçince mağlu­biyet mukadder oldu. Her ne kadar askerin tamamı firara başvurmamışsa da, çarpışan gurup azınlığı teşkil ettiler. Şe­reflerini muhafazaya muvaffak oldularsa da, hayatlarını düş­man elinden kurtaramadılar. Meydan 10 brn şehid, 300 top, 15 bin çadır ve bol miktarda harb levazımını kaybeden Os­manlı ordusunu taa YıldırırnTimurlenk savaşı olan 1402'deki Ankara savaşından beri böyle bir bozgunla karşılaşmadığı tarihi hakikatlerdendi bozgunu ancak Yanıkkale'ye çekilerek durdurabilirdi. Ne varki; daha derlenip toparlanmadan Lehis­tan ordusu, yâni Polonyalılar üzerimize öyle ani ve kuvvetle saldırdılar ki, verdiğimiz zayiat iyice fazlalaştı. Serdar ancak, Belgrad'a çekilmeyi akıl etti.
4. Mehmed; Viyana bozgunu haberini aldığında bir hayli üzüldü. Ancak bu işde, sadrıazamın kötü idare ve tedbirlerin­den haberdar olmadığından, kendisi teselli babında pek süslü bir kılıç hediye etme nezâketini gösterdi. Daha sonra haki­kati hâle vakıf olunca tereddütsüzce idam emrini verdi. Bu mağlubiyet bu kadarla kalmadı. Macaristan üzerinde yapılan mezalime son verdirmek üzere harekâta geçen İslâm müca-hidleri seferi başarısızlıkla bitirince, dişleri dökülmüş, tirnak-landa sökülmüş orta yaşlı bir arslana benzemeye başlamış­tık. Topraklarımızın genişliği, fert halinde sergilediğimiz kah­ramanlıkları görenler arslanhğımiza inanıyor, topluca sefere çıktığımızda umulan elde edilmiyordu. Bu mağlubiyetin he­men ardından bazı kalelerimiz elden çıktı, umulmaz bozgun düşmana cesaret verdi. Papa'nın teşvikiyle meşhur "İttifakı Mukaddes!" kuruldu. Lehistan, Venedik ve Rusya bazı dev­letler birleşip birleşip üstümüze yürümeye başlamışlardı. Ruslar bilhassa Kırım hân'lığının üzerine bütün güçleriyle eğilmişlerdi. Bu mutlaka savaş şeklinde olmayıp, çeşitli va-adler ileri sürerek, gösterdikleri menfaatlere râm ederek, Os­manlıdan ayırma metodlarını denemeye başlamaları gözden kaçmıyordu.
Kırım bu sebebden ikiye münkasımdı yâni ikiye bölün­müştü.     
               '                              '

4. Mehmed'in Aleyhinde Kıyam


Viyana önünde sadrıazamm hatasından olsun, kendilerinin beceriksizliklerinden olsun, münhezim olarak Edirne'ye dö­nen asker başta yeniçeriler olmak üzere, biz feci bir mağlubi­yete uğrayarak ülkeye dönerken, padişah hâla Edirne'de av peşinde koşmakta, bize böyle padişah lâzım değil sözleri bir­den bire ortada dolaşmaya başladı. Bu arada İstanbul'a va­ran asker bu talebini sadrıazama, devlet adamlarına ve ule­maya dayatmaktan çekinmediler. Hemen peşinden Ayasofya Camiinde bir toplantı akdedildi. Buradaki toplantıdan çıkan karar Sultan 4. Mehmed'in hâl edilmesi, yerine 2.  Süleyman'ı tahta geçirme kararı uygulandı. Tarih bu sırada 1099/1687yi göstermekteydi. Sultan 4. Mehmed taht'tan in­dirildikten beş yıl sonra irtihal eylemiştir.

Sultan 4. Mehmed'in Şahsiyeti


4. Mehmed esasasında iyi kalbli bir kimseydi. Yumuşak, şefkatli cömert olarak ömrünü geçirmiştir. Çok renkli bir sal­tanat geçirerek, nice badireler atlatmış ve uzun bir dönem padişahlık etmiştir. Üç devre ayırabileceğimiz padişahlığının birinci dönemi müthiş sıkıntılarla ve kadınların söz sahibi ol­duğu çeşit, çeşit entrikaların, isyanların, sürgünlerin kauTle-rîn yaşandığı bir dönem olmakla beraber, Köprülü Mehmed Paşa ile başlayan devire adetâ devletin yükselme devrinin en şaşaalı günlerinin hatırlandığı ve mukayeseye medar olacaK başarılar görülmüştü. Viyana bozgunundan sonra ve Kara Mustafa Paşa'nm bu bozgunun müsebbibi olarak idamı, dü­zelme imkânının yok edilmesi sonucunu vermişti. Taht'tan hâl'i, son devresinin son olayı olmuştur. Bu görüşümüzü te'yit eden bir tarihçi şunları söylemektedir: "Şehriyan müşa-rileyhin 41  sene süren ahdi saltanatları, üç devire taksim olunabilir. Birinci devre, bidayeti cüluslarından, Köprülü Mehmed   Paşa'nm   sadaretine   yâni    1058/1648den 1066/1656'ya kadar mümted olarak padişah hazretlerinin sinni sabavetlerine müsadif ve ahdi sabıkın seyyiatine, mu-karin olduğu cihetle idarei devletin en müteştet zamanların-dandır. İkinci devir, Köprülü Mehmed ve Ahmed Paşaların hengâmı sadaretleri olan 21 yıllık 1067/1657-1087/1677 zamanıdırki; Bu devrede saltanatı Osmaniye, devri Süleyma-nı Hâni'de vâsıl olduğu mertebei refi'ai şevketü mekinete av­det etmiştir. Üçüncü devre dahi evahiri saltanat Mehmed Hân olan oniki senelik zaman olup Köprülülerin ras'ı umurdan te-baidi cihetiylede o devrede devleti mütecavere ile ağır bir harbi umumiye tutuşmuş ve zayiatı mütenabeaya uğramıştır.
"Sultan 4. Mehmed'in en isabetli davranışlarından biride ceddi 2. Selim'in devlet idaresini Sokollu Mehmed Paşanın dirayetine ve mahir idaresine bırakması gibi, kendisi de, dev­let gemisinin idaresini Köprülülere bırakmayı tercih etmesi­dir. Baba Köprülü irtihal ettiğinde, yerine oğul Köprülü'yü getirirken, menfi olarak yapılan telkinlerin hiç birine kapıl-maması ayrıca takdire sezadır. Şunu da belirtmeden geçme­yelim ki; Sultan Mehmed'e Avcı lakabı verilmiştir. Biz bu eserde bu lakabı pek kullanmamışsakda, yok da sayamaz­dık. Sultan Mehmed, ülkenin karanlık günler yaşadığı dö­nemlerde bile av peşinde koşmakla itham olunmaktadır biz bu hususa tarihlerin söylediğinden başka bir şey ilâve etme durumunda değiliz. Ancak; bu av merakının her padişahda bulunan meraklardan olduğunu beyana cesaret edelim. Ayrı­ca Osmanlı devletinde av partileri, bir çok maksada matuf olarak tertiplenerek, başta savaş ekserzisi sayılacak hızlı at sürme, nişancılık, iz sürme gibi tatbikat safhasına girdiğini de belirtelim. Bu arada; devlet işlerinin kendi omuzlarından tamamen alındığı Köprülü Mehmed ve Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşalar devrinin kendisine sağladığı rahatlık, avcılığa fazla zaman ayırmasına fırsat verdi dersek yanlış bir şey söy­lemiş olmayız.
Sultan 4. Mehmed'in; Osmanlı devletinde, Kaanuni Sultan Süleyman'dan sonra, en uzun müddet taht'ta kalan, padişah olduğunu göz önüne alarak devrinde, dünyanın diğer ülkele­rinin başındakilerin kısa bir listesini vermeye çalışalım. Al­manya'da 3. Ferdinand ve 1. Leopold, Britanya yâni İngiliz-lerde 1. Şad, Olİvya Kromvel, Rişar Kromvel, 2. Şarl ve 2. Jak muasırlarıdır. Papalıkda 10. Inosan, 7. ve 9. Koleman, 10. Koleman 11. İnosan ile Rusya'da İmparator 1. Aleksi, 3. Feodor, 5. İvan, 1. Petro, İmparatoriçe Sofi ve Fransa'da ise,
14. Lui dünyada aynı dönemde yaşadıkları yöneticileri teşkil etmiştir. Yeni Camiin banisi olan Turhan Valide Sultan'm dini bütünlüğünü ortaya koyan şu davranışını, sayfamızı süsle­mek için belirtelim:
4. Mehmed'in önce Mustafa, arkasından Ahmed adı veri­len çocukları dünyaya geldikten sonra, kardeşi Süleyman ve Ahmed'i boğdurtmak düşüncesini haber alan Hatice Turhan Valide bu iki şehzadeyi hemen himayesine almış, gerek Top-kapı gerekse Edirne sarayında, bîr siyanet meleği gibi koru­yucu kanatlarında muhafazya muvaffak olmuştur. Sabetay Sevi meselesi bu padişahın döneminde vukubulmuştur. 4. Mehmed bir müslüman kadın ile yahudi gencin zina ithamıy-la yargılanıp, recm cezasına mahkum edilmelerinden dolayı, yapılan infazı seyrettiği tarih sayfalarında yer almaktadır. Ya­zısı pek güzel olmadığından bunun eksikliğini çocuklarına hat dersi aldırmakla telafiye çalışmıştır. Musiki meşgul oldu­ğu bir zevkiydi. Segah tekbirin bestekârı Mustafa İtri Dede olsun, Hafız Post olsun padişahın daima iltifatına ve hediye­lerine nail olmuş büyük sanatkârlardır. "Abdi Paşa Vekayina-mesi" bu devri en güzel anlatan bir kaynak olmakla beraber, medihnâme gibi kaleme alındığı bilinmektedir.
Padişah 4. Mehmed: "Gönül ne Göksuya mail ne sân yâre gider Sipahi gamdan emin olmağa hisar'e gider" Beytini söyleyen kimsedir. Hanımlarının arasında, bir şâire olan Afife hanım en sevdiği eşidir. Afife hanımı şu beyitle tasvir etmiş, gönderdiği şiirinde: "Beyazlar geydiğince bir dürri yektaya benzersin. Siyahlar geydiğince sen hemen Leylaya benzer­sin. Yeşiller geydiğince tûti güyaya benzersin. Benim hoşbu Âfifem sen güli rânaya benzersin." Bu şiiri alan Afife hanım aşağıdaki beyitle padişah kocasına mukabelede bulunmuş­tur: "Beyazlar geydiğince padişahım Ay'a benzersin. Siyah­lar geydiğince Kâbei ulya'ya benzersin. Kızıllar geydiğince
cevheri hamzaya benzersin.  Benim  heybetli hünkârım  he­men deryaya benzersin."

4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları


4. Mehmed'in ilk hanımı, Rabia Emetullah Gülnuş Sultan­dır. Şehzadeler bu hammındandır. Giritli Verzizzi ailesinden olan Gülnüş Sultan kadının, Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa tarafından Resmo fethi esnasında esir alındığı ve hanedanı âli Osmana hediye olunduğu kaynaklarda yazılıdır. 1052/1642 yılında Girit'de dünya'ya gelmiştir. Sarayda padi­şahın gönlünü çalarak başkadmefendi olmuştur. 1664'de şehzade Mustafa'yı, 1673'de Ahmed'i dünya'ya getirmiştir. 1715 senesinde vefat etmiştir. Cesedi Edirne'den İstanbul'a getirilmiştir. Üsküdar'da adını taşıyan camiin haziresine def-nedilmiştir.
Sultan 4. Mehmed'in 2. hanımı Gülnar kadın diye meşhur tarihçi Ahmed Refik (Altınay) iddia etmektedir. Ancak bu hanım hakkında bilgiye rastlanmamıştır. Afife Kadın hakkın­da şiirlerden başka bilgi yoktur. Şu şiiri pek manidardır. Çün­kü 4. Mehmed'in tahttan indirilmesinden sonra yazılmıştır: "Söyleyin Gülnûş'a karalar bağlasın Ah ettikçe ciğerini dağ­lasın Sultan Mehmed Şimşirlikte ağlasın Bana hayf değil mi der Sultan Mehmed" 4. Mehmed'in; altı kızı olduğunu beyan eden Alderson, ancak üç isim verebilmektedir, bunlar da Ha­tice, Fatma ve Ümmügülsüm Sultanlardır. Sultan 4. Mehmed 1099/1688'de tahttan indirildikten sonra 5 sene daha ömür sürmüş, 1693'de darı beka eylemiştir ve annesi Hatice Tur­han Valide Sultan'ın türbesine defnolunmuştur. Bu türbe Mı­sır çarşısının Sultanhamam çıkışına yakın köşesindedir.

Okuma Parçası:


Esfarı Osmaniye Hatıraları 1073/16621075/1664 Seferinin Vakai Esasiyesi San Gotard'da Osmanlı Ordusu


Muharriri: Mühendishanei Bern Hümayun Nazırı Erkânı Harb Ferik'i Ahmed Muhtar **** Tâb ve Naşiri Tüccarzâde İbrahim Hilmi (Çığıraçan) Kütübhanei islâmi ve askeri Tüc­carzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan 1326/1908
Sultan 4. Mehmed'in saltanat döneminde, sadrazam ve serdarı ekrem Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa kumandasın­daki Osmanlı'larla Feld Mareşal Monte Kukuli'nin kumanda­sındaki Avusturya ve müttefiklerinden kurulu, müttefikler or­dusu arasında 1075/1664 senesinin muharreminin, 8. ağus­tos ayının 1. günü olan Cuma gününde meydana gelen "San Gotard Meydan Muharebesi" ile bahse konu meydan sava­şından önce ve sonra yapılan askeri harekât hakkında veri­len önemli ve esaslı bilgileri kapsamaktadır. Bu eserin mey­dana getirilmesinde başvurulan kaynaklar Osmanlı yazarları­nın eserlerinden:
1-  "Sahaifil Ahbar" adlı Müneccimbaşı tarihi
2-  Abdurrahman Şeref beyefendinin "Tarihi Devleti Osmaniyesi
3-  Defteri hakanı eski nazın Mustafa Paşa merhumun" Ne-tayicül Vukuat" adlı mühim eseri.
4-  Bu sefer sebebi ile Viyana'ya elçi olarak gönderilen Ev­liya Çelebi merhumun, seyahatnamesi.
5-  Tarihi Raşid
6-  Çenberlitaşda bulunan Köprülü kütüphanesinde mevcut "Tarihisülâlei Köprülüzâde" adı taşıyan Tarihi Hususi.
7-  Gülşeni Maarif isimli osmanlı tarihi.
8-  Fudeladan Ahmed Rıfat efendi merhumun "Lügati tari­hiye ve Coğrafya" adlı meşhur eseriyle, Kamus ül âlâm.
9-  Osmanlı askeri yazarlarından miralay Tahir bey merhu­mun "Müellifatı Askeriyye Tetkikatı" adlı eseri.
10-  Tarihi Cevdet, Fezlekei Tarihi Osmani, Sicilli Osmani, ile daha bir çok tarih eserleri.         ....
Ecnebi Yazarların,eserlerinden:      ,         ,
1  Vortenburg erkânı harbiyei umumiyesi miralaylarından, İsveç askeri üniversitesi azasından meşhur, Kauzler'in 1847 senesindebasılan ve Ezminei kadime yâni geçmiş zamanlar­daki, kurunu vusta ve ezminei cedid, yâni orta çağ ve yakın dönemdeki savaşların bahsini eden büyük atlaslı meşhur eseri.
2  Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı Monte Kukuli'nin 1760 yılında, Amsterdam şehrinde basılan "Memovar dö Montekukuli" adlı meşhur eseri.
3  1683 senesinde "Viyana Önünde Osmanlılar" adıyla, 1883 senesinde Prah ve Layipzih şehirlerinde yayımlanan ve "Kari Lovazel" tarafından yazılmış mühim eser.
4  Almanyalı Wilhe!m Totebum adlı bir zatın 1887'de Ber-linde yayımlanan "Monte Kukuli ve Sen Gotard Masalı" eser.
5  Hammer ve Joannen adlı zatların Osmanlı tarihleri, ve­saire. Montekukuli, Avusturya devletinin fransa ile yaptığı harpte, bilhassa 1675 senesinde fransızların meşhur mareşa­li, Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordu­suna tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıralarını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarla­rımızdan merhum Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı As­keriye Tedkikatı" adlı askeri eserler arasında, nefâsetiyle te­mayüz eden kitaba müracaat edebilirler. Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden "Memovar"ında Montekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye başkumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şövalyeliği, unvanları arasındadır, ne eriştiler. Ne kadar uzun olsa, bin sene bile yaşanılmış bulunulsa, yine bir sonu olan ömür uzunluğunu, şehadet rütbesine, namus ve sadakat ka­idesine feda etmediler. Askerlik dünyası; şu San Gotard fe­dakârlarını ilelebed, şanla şereflerle yâd edecektir. Bütün is­lâm âlemi ve Osmanlılar ruhupâkilerine bundan sonraki her gün kıyamete kadar, saygılar sunarak rahmetler dileyecek­lerdir.  (Rahmetullahi aleyhim ecmain) Almanların erkânı harplerinden meşhur Kauzler'in; yapılan savaşın meydana gelmesinden evvelki vaziyetler hakkındaki beyanları içinde yer alan, aşağıya alacağımız bölümü pek dikkat çekicidir. İş­te: "Nehrin geçid noktası yakınlarında vaziyet almış Osmanlı bataryaları alafranga saatle, sabahın dokuzunda ateşe başla­dılar. Bunlar ateş ettikleri sırada, Bosnalı İsmail Paşayı em­rinde bulunan, üçbin sipahi ve yine üçbin yeniçeri ile Raab nehrini geçit mahallinden karşıya geçmiş görüyoruz. İmpara­torluk   askerlerinin ileri karakolları Osmanlılar tarafından mahv ve perişan edildi. Avusturyalı Naseslo ve Kiyel Manes-kiğe adlı komutanlar idaresindeki piyade alayları ile Şemiyet komutasındaki zırhlı süvari alayı, yazdığımız ileri karakolların imdadına koşmuşlarsa da, bunlarda Osmanlıların perişan et­tikleri arasına katıldılar. Yeniçeriler; Mükeksedorf köyünü iş­gal ederek o bölgede siperler kazarak usulen bu metrislere girdiler. Sipahiler dahi imparatorluk askerinin ordugâhına kadar girip, tesirlerini göstererek, orada bulunan imparatorluk askerlerinin çeşitli yönlere firarına sebeb olmuşlardı. Bosnalı İsmail Paşanın düşman ordugâhına yaptığı tam başarı sayı­lan hareketi gerçekleştirdiği sırada, Osmanlı ordusunun ta­mamı nehrin sağ tarafındaki tepeler üzerinde bulunan kendi ordugâhlarından çıkarak nehrin sahili boyunca doğru inişe geçti. İşte bu sırada sadrazam büyük bir hata işledi ki, bu ha­tası şu idi: düşman ordusunun bölünmüş cenahlarını <yâni sağ ve sol yanlarını> hiç bir şekilde işgal etmemek ve Raab nehrinide geçmiş bulunan askeri birliğe, yeterli sürat ve ace­le ile yapılmasını gerektiren yardımı sevketmemiş olmaktır.
"Montekukuli'nin geçmişteki beyanından, hakikati aynen ortaya koymadığı <yâni geçit hareketinin-bir adam tarafın­dan yapılan hatalardan dolayı değil, belki Osmanlıların fenni askeri kaidelerine uygun olarak ve gayet ustaca, cesurane hareketi sayesinde muvaffakiyet elde edilmiş bulunduğu, bu hareketten sonra Avusturya ve müttefikleri kuvvetlerinin müthiş bir baskına maruz kaldığı>
Kauzler'in yazılı beyanından iyice ortaya çıkıyor Avustur­yalılar ve müttefiklerinin, baskına uğradığını Montekukuli de, tasdik edip, itiraf eylemektedir. Bu baskının verdiği neticeyle; Avusturya ve ortağı devletler ordusunun içine düşmüş bu­lunduğu perişanlık, Montekukuli'ninde itirafları arasındadır. Önceden olsun, sonradan olsun anlatılardan anlaşılacağı üzere bu baskın, bütün müttefikler ordusunun, kafi bir hezi­mete uğradığı şeklinde telakki ettirmiştir. Herkes, adetâ başı­nın çaresini aramağa başlamış, şu bir avuç Osmanlı bahadır­larının, yüzbin kişiyi aşan Avusturya ve müttefikleri birlikleri­nin içine dalıvererek rast geldiklerini kılıç ve mızrak darbeleri ile yere sererek, düşman ordugâhımda çiğneyerek herkesin kalbine korku ve endişe saçtıkları, Montekukuli'nin itirafıyla doğrulandığı gibi, yedi saat süren bu müthiş an Osmanlının zaferi kazanmasına ramak kaldığını gösterir. Eğer; kesin za­fer elde edilmiş olunsaydı, pek şanlı olan ilk muzafferiyetin arkası getirilebilmiş olsaydı, düşman ordusu tamamen esir veya artık herhangi bir harekete mecali kalmayacak şekilde hareketsizliğinden yok edileceklerdi. Böylece de, padişahın ordusu önünde hiç bir engel kalmadiğından, doğruca Viyana şehrini muhasara altına alacaktı. Böylece daha sonra 1093/1682'de sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın komutasındaki kuvvetin Viyana'ya şevkinin, 2. Viyana ku­şatması adıyla anılması ondokuz sene evvel başlamış ola­caktı. Daha ileri safhalarda verilecek, tafsilattan anlaşılacak­taki; Montekukuli'nin dediği gibi sonunda kesin zafer, düş­man (Osmanlı) tarafında kalmamış ve şu kadar ki, Raab nehrinin tasmasıyla nehrin karşı sahilindeki Osmanlı askeri­ne yardıma koşulamadığından yalnız oradaki askerimiz mec­buren perişan olmuştur. Avusturya ve müttefikleri ordusunun tamamının mahv olup çökmesinden Raab kalesinin zaptına dair esas maksat gerçekleşememişti. Böylece nehri başka bir tarafdan geçerek, düşman üzerine hücum için sadraza­mın ordusu bu vakadan sonra nehrin akışı istikametinde sağ sahil boyunca yeniden askere çıkış harekâtına başlamış ise de, işin sonunda devleti âliye lehine olarak yapılan sulh ant­laşması harbin nihayet bulduğunu ilân etmiştir. Şu halde Montekukuli'nin, güya büyük bir meydan savaşı kazanmış gibi yazmış olduğu eserine hodbince satılmış yazılar karala­ması garib sayılacak şeylerden değilmidîr? Gelecek sayfa ve satırlarda bu hususata ait bir çok hakikati efkârı umumi-yenin tetkik nazarlarına sunacağız. Montekukuli; bahse konu muharebenin tafsilatı hakkında bilgiverirken demekteki; "..Bu esnada sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, neh­rin bizim bulunduğumuz tarafına asker geçirmekten bir an geri kalmıyordu. Buna bağlı olarak Osmanlının bütün kuvvetlerinin bu mahalde toplanmakta olduğunu gördüğümde ve bizi o kuvvetlerle eşitlik bakımından mukayese edersek vaziyetinde aleyhimize olduğunu müşahede ettiğimden ya­nımda bulunan Markidö Maşlo'yu, sol cenahda bulunan Fransızların kumandanı Markidö Kolonyi'ye çabucak gitme­sini verdiğimiz karar mucibince bize yardıma davranmaları­nın, zamanının gelmiş olduğunu söylemesini ve bu yardımını ise pek acil şekilde yapmasını rica ettiğimi bildirmesini ten-bihledim. Kolonyi; bazı müşkülatlar ileri sürdüysede, tahmi­nen bin kişi kuvvetinde, iki tabur ve tamamı altıyüz atlı süva­ri olan dört bölüğü gönderdi.
Gelen piyade taburları, Foyyad'ın süvari bölükleri ise Bu-veze'nin komutasında idiler. Bu kumandanlar ise emir ve ko­mutamıza girmek ve ilettiğimiz, emirleri almış olduklarını, yüksek sesle emir tekrarı yaparak bildirmek ve büyük cesa­retle yerine getirmeye pek büyük gayret göstermişlerdir.
(*) Bizim kuvvetlerimiz; işte ancak Fransızların ve diğer müttefiklerin, Şiplık ve Piyo komutasındaki piyade ve Ra-paksi komutasındaki, süvari alaylarından meydana gelmiş kuvvetlerin yardımıyla meydanı harbde sayımız çoğalmış bulunduğundan, işlerin azar, azar lehimize sayılacak güzellik­lere dönüştüğü görüldü. Ne var ki Osmanlılar da, bulunduk­ları yerde kurmaya başladıkları mevki müstahkemler saye­sinde kendilerini sağlama almağa koyulmuşlardı. Öte yan­dan Osmanlının büyük bir süvari kolu, yarım fersah yukarıda nehri geçti. Öbüryandan da bir takım Osmanlıya ait asker daha aşağıda Sen Gotard köyü yakınlarında nehri geçmek teşebbüsüne başlıyordu. Eğer Osmanlıların bahse konu ha­reketleri başarıyla sonuçlansaydı ordumuz tamamen bir ku­şatmaya maruz kalmış olacak böylecede zafer Osmanlılar ta­rafında kalacak idi.
 (*) Sen Gotard savaşına iştirak eden ve çoğunluğunu, sü­vari şövalyelerin teşkil ettiği fransız askerînin bıyık ve sakal­ları traş edilmiş ve eski usulleri gereği, saçları kadın gibi uza­tılarak enselerinden aşağı salıverdiklerinden dolayı sadraza­mın bunları kadın zannetmesinden ve böyle savaş girmiş ol­malarını ve davranışlarını gördüğünde hayrette kalırken, bu fransız şövalyelerinin üzerlerine atılan osmanlı askerini bir­birlerine, "öldür öldür" feryatlarıyla coştururken, buna ilave­tende savaşı başarılı bir tarzda sürdürmelerini gördüğünde, bu hayreti şaşkınlığa kadar varmış idi. Çünkü bunların kadın olduğunu sanmaktaydı. Avrupalı bazı yazarlar sadrıazamın bu şaşkınlığını eserlerine almış bulunmaktadırlar. Monteku-kuli yukarıda saydığımız tehlikeli hareketi ifadeden sonra, bu hareketi zafere çevirmek için aşağıdakileri yapmamın gerek­tiğini anladım demekte. Bütün ihtiyat askerinin geride bulu­nanı ve Şiparuk alayları, nehrin üst tarafına ait bölümü mü­dafaaya koştular. Müttefik ve fransız askerleri nehrin akışına doğru atılıp, düşmanı (Osmanlıları) durdurup, nehri geçmek­ten menetmeye muvaffak oldular.
Anlatılanlara dayalıdırki; savaş nizamının merkezi, harbi hâl ve fasl eyleyecek duruma cilvegâh olmuş ve o an, büyük bir önem kazanmıştı. Burada bir an bile zaman kaybı olma­malıydı. Çünkü; böyle bir yerde ve vaziyette tereddüd içinde kalınırsa, Osmanlılar buradaki mevkilerinde kendilerini kuv­vetlendirme, sağlamlaştırmaya vakit bulacaklardı. Harb mevkiinin yerini ve faydalı taraflarını, düşman askerinin (os­manlı askerinin) düzenini bizzat kendim yeniden tahkikle keşfe giriştim. Bunu tamamladıktan sonra diğer arkadaşla­rında, istikşafatta bulundurduktan sonra diğer generaller ile birlikte saldırıya geçmek üzere tertibat yapma karan aldım. Bu arada bazı zevatın çekilmek fikrinde olduklarını, başka bir takımınında daha evvelce ordugâhı terk etmiş olduklarını vede birtakımının da yine ricat fikriyle dolu olduğunu gördü­ğümden vücudumuzu kurtarmak için, cesaretimizi kolumu­zun kuvvetini kullanmaktan başka çare kalmadığım, bu ba­kımdan bütün gücümüzle düşmana saldırmamız ve mağlup etmek için, en son gayretimizin dahi gösterilmesinin gerekti­ğini söyledim. Galibiyeti elde edemediğimiz takdirde meta­netle ölümü seçmemiz icab ettiğini, yahud zafer veyahudda canımızdan vazgeçmemiz icab ettiğini bunu yapabilmek içinde cesur olmanın kâfi geleceğini beyan ettim. Yukarıda ifade ettiklerimi tamamladıktan sonra bir anda her cihetden düşmanın üzerine atıldık. Aynı yerde bulunan düşmanın deh­şet verici tarzda attıkları, nâra ve sayhalarından ve onlara karşı kullandığımız ateşli silahlar ve çeşitli topların husuie getirdiği seslerin meydana gelmesinden, gökleri sarsıcak bü­yüklükteki şamata içinde savaşmağa başladık. İmparatorluk askeri alaylarından Şepik; Piyo, Tasso, Loren, Şinadav, Rap-pak alayları sağda ve imparatorluk askeri ve bilhassa Şuab dairesi askeri ortada, fransız askeri solda bulunuyorlardı. Bahse konu askerin hepsi bir kavis şeklinde yürüyerek düş­man kuvvetlerinin kuşatılmasını cepheden ve yan taraflardan hızla yürüyerek gerçekleştirdiler. (Meydan savaşının Viyana'da basılmış bir eserden alınan resmin gösterdiğine dikkat edilmesi) İki hasım arasında meydana gelen müthiş kapışma neticesinde istihkâmlar inşa ederek yerleşmiş oldukları arazi­yi terk etmeğe, bunla da iktifa edilmeyip, gayri muntazam şekilde geri çekilme hatta kendilerini nehre atmağa mecbur oldular. Bu vaziyet öyle bir karmaşa, korku ve dehşet halin­de vukua geldi ki oskerin pek dar bir geçid içinde sıkışarak birbiriyle çarpışmağa, birbirlerini itip kakmağa mecburiyetle­rinden dolayı> göğüs göğüse savaştan canını kurtarabilen ne çare nehir içinde boğuldu. General Şiparuk ise, düşman <osmanlı> süvarisine meydan okuyarak, büyük bir savaşın kanlı sahnesini yaşadı, üst tarafda ise, düşman süvari askerleri ise, Hırvatlar ile imparatorluk askerlerinden Dragon süvarile­ri tarafından mağlub edilmiştir. Nehrin karşı yakasında mev­ki tutmuş bulunan düşman topçusu; tüfenkli askerimiz tara­fından, arkası kesilmiyen bir atışa mâruz bırakılarak topları­nın başından ayrılma fiilini işleme vaziyetine düşürüldüler. Bizim askerin bazıları sahilin karşısına yüzerek geçtiler. Bu­radaki topların bazılarını çivilediler, bir kısmını da nehre yu­varladılar. Daha sonra da, nehire dökülen toplarda çıkartılıp ordugâha getirildi. "Yukarıya almış olduğumuz Montekuku-li'ye ait ifadeden sadrıazamın karşı sahile asker şevkinden bir an bile geri durmadığını bununla birlikte Osmanlı kuvvet­lerinin tamamının burada buluştuğunu, buna bağlı olarak da kuvvetler arasında eşitlik kalmadığını, sol cenahdaki fransız -ların kumandanı olan Kolliniden yardım taleb etmeye mec­bur kaldığını, itiraf ettiğini anlamış oluyoruz. Bir takım adi davranışları, Montekukuli gibi büyük bir asker ve komutanın ağzından işitmek, doğrusu insanı hayretlere garkediyor. Ba­kınız koskoca mareşal, bilinen eserinin başka bir bölümün­de, kendi söylediklerini yine kendi ifadeleriyle nasıl yaralıyor. "Suların azgınlığından Raab nehri o kadar kabarmıştı ki sa­vaşın ertesi günü nehrin kenarında bulunan karakollarımızı, geri çekmeğe mecbur olduk. Bundan başka Osmanlıların sa­vaşa seyirci gibi bakmış'otuz bin atlısının*tamamen dinç olarak savaşa hazır bulunması... Takibin yapılamamasına asli sebeb gibiymiş şeklinde gösterilebiliyor." Şu ifadesiyle Montekukuli; otuzbin Osmanlının harbe hiç girmemiş oldu­ğunu itiraf ederse, neticesinde kazandığı galebenin, zaferin temini İçin Osmanlının bütün kuvvetinin bir araya gelmiş ol­ması nasıl mümkün oluyor. Bütün anlatılanlardan anlaşıldığı­na göre, çoğu gerek ecnebi, gerekse yerli tarihlerde gösteril­diği üzere Montekukuli'ninde nehrin ortasında, kendileriyle harbe giriştiği askerin, Osmanlı askerinin tamamı olmayıp, bu ordununun mahdut bir kısmıdır. Yâni; Avusturya ordusu­nu ansızın basan ilk Osmanlı taarruz birliği ile onları kuvvet­lendirmek için sadrazamın fezeyan yâni; suların kabarmasın­dan önceki ana kadar, karşıya geçirebildiği sayısı belli bir miktar asker, tahminen orduyu hümayunun sekizde/birini teşkil etmektedir. Tarihçilerin çok büyük bir bölümünün ka­naati bu muharebede Avusturya ordusu ve müttefik devletle­rin gücünün tamamı yüzbin kişiyi aşmaktaydı, buna karşılık-da Osmanlı kuvvetlerinin tamamı seksenbin civarında idi. Nehri taşıran su feyezanına kadar bu kuvvetin ancak onbin kişilik kuvveti karşı sahile çıkarılabilmişti. Böylece nehrin su­ları kabarınca imdadına koşulması gereken Osmanlı kuvveti, onbin kişiydi. Bu askerin imdadına gidemeyen Osmanlı kuv­vetleri katliamın ancak seyrine bakma durumunda kalırken, mareşal Montekukuli bu kuvvetin onbin kişi olduğunu gör­mezden gelerek, beyanında kuvvetlerin eşitsizliği münasebe­tiyle, fransızlardan yardım isteme mecburiyetinde kaldım de­mesi, gülünecek hâldir!
Nehrin öte tarafında, avusturya kuvvetlen ve de müttefik­leri ile başbaşa kalmış onbin kişi civarındaki Osmanlı birliği, aradaki aleyhlerine olan korkunç güç ve sayı farkına rağmen cesaretle, soğukkanlılıkla çarpışıyorlardı. Kifayetsiz kuvvet ve sayıca az olmalarına rağmen, osmanh birliği muzafferiye-te nail olmak şansına erecekti nerdeyse. Ancak; geriden gel­mesi gereken takviye, nehrin sularının kabarması yüzünden mümkün olmayınca bulundukları mevkii düşmana verme­mek için, olanca güçleri ile savaşmaya koyuldular. Bu duru­ma bağh olarak, Montekukuli bu fırsattan istifade ederek, ce-' nahlardaki bütün kuvvetleri merkeze topladı ve kendi kuv­vetlerinin binde birini teşkil etmeyen Osmanlı üstüne saldırdı ve hududu belli bir muvaffakiyet kazandı. Yukarıda söylediğîmiz gibi, onbin osmanh askeri nehrin öbürtarafında, çok büyük kuvvetler karşısında katliama tâbi tutulmaktayken ge­ri kalan ve kuvvetin büyük kısmını teşkil edenler seyretme durumunda kalmıştı. Buradaki kuvvet otuzbin kişi olmayıp, adetâ Osmanlı kuvvetlerinin çok büyükçe kısmını teşkil et­mekteydi. Osmanh birlikleri nehrin sularının kabarmasından pek az önce düşmanın sağ ve sol cenahlarına saldırıya geç­mişse de, daha erken yapılması ve merkezle birlikte yapıl­ması gerekirken, yapılan tehir, nehrin kabarması sonucuna denk gelince başarı elde etmek kabil olmamıştır. Buna bağh olarak, düşmanın sağ vede sol cenahları serbest kaldığından Montekukuli bu serbestlikte merkeze, yeterli kuvvet çekebil­me şansını bulmuş ve kullanmıştır. Geçde olsa avusturya kuvvetlerinin sağ ve sol saflarına karşı hücumla vazifelenen osmanh yan kollan, Montekukuli'nin dediği gibi, Osmanlılar kendilerine karşı koyan gücün kuvvetlice mukavemetinden değil, taşmış bulunan nehrin karşı yakasına geçemediklerin­den bir şey yapmağa muvaffak olamamışlardır. Yine Monte­kukuli'nin dediği gibi; bu cenahlardan birinde Osmanlı güç­leri başarılı olsaydı, avusturya ordusunun kalabalık bir süvari kuvveti ile arkası alınmış olacak, bu süvari gücü hasebiyle avusturya ve müttefiklerinin tamamı arkalarını feyezan halin­deki Raab nehrine vermeye mecbur kalarak, Osmanlı mer­kez hücum kolu ile cenah kuvvetlerinin arasında kalarak ya tamamen mahvolacak ya da, terki silah etmeğe mecbur ka­lacaktı. Ne çareki; takdiri İlâhi böyle tecelli etmiş, Raab neh-rininde suları kabarmış, Osmanh askerlerinin istihsal edeceği bir zafer tahakkuk etmemiş oldu. Montekukuli'nin uzun uzun anlatmaya çalıştığı, aldığını söylediği harb tertibatına bakar­sak, bu ifadelerinde takdiri hakkettiği söylenebilir. Ancak; kendi kendine meydana gelen su kabarmasının husule getir­diği fırsattan istifade ederek, tabiyatiyle yapması gerekeni tatbik etmeyi anlatırken gösterdiği mübalağa inkâr ediimez şekilde kendini sergiliyor. Karşısında pek zayıf bir güçle dire­nen düşmana karşı, çok üstün bir kuvvetle elde edilen galibi­yette hele talihin az görülür derecedeki büyük yardımı saye­sinde gösterilen muvaffakiyete bir büyük kumandanın bu ka­dar sevinmesi ve büyük bir şeref duymaması icab eder.
Montekukuli'nin bu savaştaki başarısını mübalağalı yersiz­ce övünmesi, savaş erbabının ciddiyetiyle tanınmış kimseleri arasında takdire mazhar oİamaz. Mareşal Montekukuli sava­şın nihayetinde, kendisinin askerlerinden bazılarının nehri yüzerek geçtiğini ve Osmanlıların bırakmış olduğu topların bir kısmını çivilediklerini, bir kısmını da nehire yuvarladıkla­rını, bilahire sudan çıkarılıp karargâhlarına getirdiklerini söy­lüyor. Şimdi kendisiyle savaşmakta olanlar mağlup edilmiş­ler, yazılan toplan da bırakıp gitmişler İdi. Geçit yerinin elleri­ne geçmesi ve Osmanlıların burada kurduğu muhakkak olan vede mareşalin ifadesinin tamamına bakarak hâlâ mevcud bulunması icab eden köprüden galib olarak geçerek bahse konu toplan ele geçirerek ordugâhlarına nakletmelerini ge­rektirirdi. Askerlerin bazılarının nehri yüzerek geçip, topların bazılarını çivilemesi ve bazılarımda nehre yuvarlamasına hiç lüzum yoktu. Montekukuli'nin bu ifadesiylede ortaya çık­maktaki, Raab nehri askerin geçişine müsaade etmeyecek tarzda taşmış, üstündeki köprüyüde alıp götürmüş, buna bağlı olarak da, suyun öbür tarafına geçmiş bulunan Osman­lı askeri lâzım gelecek yardımı alamamış, kendisinden on mislinden fazla sayıdaki düşman kuvvetine mağlup olmuş­tur. Mareşal Montekukuli; savaşın safahatı ve neticesine sözü getirerek diyorki: "Bahse konu savaş pek kanlı ve inatla so­nu belirleyecek açıklıktan uzak tarzda cereyan ediyordu. Av­rupa saati İle sabahın dokuzundan önce başlayıp, akşam üs­tü onaltıya kadar devam etmiştir. Her iki taraftan bir hayli insan ölmüşsede ve bir çokda yaralı varsada, osmanlı tarafının kaybı dahada ziyade idi. Osmanlılar meydana gelen bu sa-vaşda yardımcı askerlerini değil, belki en savaşçı, en cesur, kahramanlığı ile temayüz etmiş seçme askerlerini, dünyaca meşhur yeniçeri ile arnavut askerleriyle, sipahilerini yâni Os­manlı devletinin kılıçla kalkanı sayılan, İstanbul'un en birinci bahadır yiğitlerini zayi ettiler. Tarih sayfalarında misaline pek ender rastlanır ki böyle, büyük bir kavga ve cenk ile kuvvet­lerinin hepsinide biryere toplamış büyük bir ordunun sahra­da, yukarıdan beri anlattığımız şekilde perişan edilmesine rastlanmış değildir. Yapılan bu savaşda düşmandan (Osman­lıdan) bir çok sancak vede bayraklar ele geçirildi. Ayrıca çe­şit çeşit altun ve gümüşden, beygir takınılanda ele geçti. Ni­ce sanat eseri kılıçlarla, para ve pek kıymetli taşlar, velhasıl külliyetli miktarda ganimetin sahibi olduk. Savaştan sonra bir hayli zaman geçmesine rağmen, mezkûr nehrin dibinden nice kıymetlere hâiz ganimet çıkarılmaya devam olunmak­taydı. Suyun üstünde yüzen cesetlerde, çengelle kenara çe­kilenlerde de bu kıymetli ganimetlerden bulunuyordu. Bu sa­vaşda tecrübe bakımından yetersiz olan yeni askeri merkeze koymak, kendilerine daha fazla emniyet ve itimat edilmekte bulunulan kıdemli askerin yan bölgelere konma suretiyle ta­biye olunması bu üzücü neticeyi davete sebeb olmuştur.
Bilhassa düşman yalnız merkeze hücum etmeyip, cenah­lara da hücum etmiş, Raab nehrini merkeze karşı bir yerde geçmiş bulunduğundan askerlerimizin burada bulunan az bir bölümü, eğer etraf ve yanlardan gelen yardımlarla takviyesi sağlanmasaydi, ordunun tamamı Osmanlıların, biraz büyük­çe kuvveti tarafınca ricata mecbur bırakılsaydı büsbütün ku-şatılacaktı. Yanı vede arkası alınarak feci bir mağlubiyete du­çar edilecekti. Böyle durumlarda askerin azlık olmalarından doğan eksiklikleri, cesaretle ikmal ile bertaraf etmeleri mutlakı lâzım edendir. Arzu edilen bu çeşit hassa tecrübesiz as­kerde değil, belki değeri ve kıymeti denenmiş tecrübeli ve muntazam askerde bulunacağı aşikârdır. Bundan başka bi­zim yaptığımız gibi merkezi kendisinin yakın ve bitişiğinde bulunan cenahların yardımıyla takviye edip himayeye almak kolay ise de, aradaki mesafe büyüdükçe bir uçdaki asker ile taa diğer uçdaki askerin koruma altında bulundurulamaya-cağı herkesçe kabul edilir. Anlattıklarımızla görülürki; mey­dan savaşı yinede kaybedilme tehlikesine maruz idi. Süku­netle incelersek görülecektirki, müttefik askerler meydana gelen çeşitli karışıklık ve perişanlık yüzünden, bozulduktan sonra dahi ölmeyi yaşamaya tercih eden, asla minnet ve âmâna düşmeyen yeniçerilerle, arnavutlann cesaret ve kah­ramanlıklarının ve metanetlerinin yüksekliği, denizlerde gö­rülen med ve cezir olayı gibi zaman zaman askerimizin geri­lemesini, vakit vakitte kendilerinin geriye çekilmesi bundan dolayı savaşın uzun bir zamanının meşkûk kalması, barutun bitmeğe yüz tutması gibi hususlar savaşın kaybedilmesine dair ikna edici delillerin başhcalanndandır. " Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı olan Montekukuli'nin anlattıklarına göre: sabahın dokuzundan akşam üstüonaltı'ya kadar yedi saat sürmüştür. Alman erkânı harp miralayların­dan meşhur Kauzler; yedi saat süren bu savaşta müttefiklere ait kuvvetlerin bir hayli ölü (60 subay, 2000 asker) verdiğini, karşı ordununda 6 bin ölü, 8 binde Raab nehrinin sularında boğulduğunu ifade ediyor isede, Osmanlı tarihçilerine göre bizim zayiatımız ordunun tamamına nisbetle pek az olup, avusturya, müttefik ordusunun zayiatı ise, Osmanlılardan bir kaç misli ziyadedir. Savaş alanı ve bilhassa harb nizamının merkezi sayılan Mükeksedorf köyü yakınları müttefikler or-\ duşu mensubu askerlerin (eşleriyle dolmuştur. Montekuku- \ li'nin, Sen Gotard savaşı hakkında yukarıda kaydettiğimiz^ sözlerinden olan Osmanlıların en seçme askerlerini telef e -tiklerine dair ifadeleri, pek mübalağa sayılsa yeridir. Monte­kukuli'nin bu ifadesi kendisini büyüklük kompleksine kaptır­dığını ortaya koymaktadır. Çünkü; ordusunun tamamının 80binkişi olduğu ve bu kuvvetin lObin kişisi nehri geçmiş ve Montekukuli kuvvetleriyle çarpışmıştır. Yetmiş bin kişinin bil-fiilsavaşa girmediği noktada, seçme askerin kaybedilmesi olayı nasıl mümkün olabilir? Montekukuli, hakikati söyleme yolunu tercihi şu ifadeyle gerçekleşebilirdi: "Bu savaşda Os­manlılar seçkin askerlerinden olan yeniçeri ve sipahilerin az bir kısmını kaybetti" Mareşal Montekukuli'nin Osmanlıları ta­mamen bozduğuna ve büyük bir zafer kazandığına dair ifa­delerde bulunması, şaşılacak şey olmayıp, ancak gülünecek bir haldir. Bu kumandanın anlatmaya çalıştığımız hududu belli başarısını, tarihlerde ve bilhassa Avusturya tarih kitap­larında, hassaten de kendisinin kaleme almış olduğu "Me-movar"ında tarif edilmez büyüklükte gösterdiğini müşahede eden hakikat sever zevattan, almanyah Wilhelm Notebom adlı zat: "Montekukuli ve Sen Gotard Masalı" adını verdiği bir eser kaleme almıştır. Bahse konu eserde Montekukuli'nin te­sir ve rolünün tarihçiler tarafından büyütülmüş olduğunu ik­na edici delillerle ortaya koyduğu rahatça görülür. Bu eser 1887 senesinde Berlin'de tâb olunmuştur. Bay Wilhelm bu çalışmasını yaparken bahse konu savaş hakkında yayımla­nan bütün kaynaklara bakmış, risale haline getirilmemiş nice hatırat ve layihalarıda taramıştır. Hâttâ h. 1153/m. 1740 se­nelerinde ülkemizdeki basılmış tarih kitaplarından olan "Râ-şid Tarihi"ne de müracaat etmiştir. Bütün bu tetkiklerden sonra bu alman muharrir, yapmış olduğu eserde, iki asırdır avrupayı ve avrupalıları pek büyük bir zaferin sahibiymiş gibi adeta aldatmış olan Montekukuli'yi bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Herhalde bu Montekukuli'nin, kazanıldığın­dan bahsettiği parlak zaferin çeşitli ganimet mallarının kıy­metinin de mübalağa edilmiş olduğunu kabul gerekir. Montekukuli, tecrübesi yetersiz askeri yalnız merkeze koymakla yaptığı hatayı itiraf ediyor. Yaptığı bu hata ile birlikte, yapıl­masına, pek geç başlanan ve suyun taşması sebebiyle başa-çıkılamayan hücumlarından birinde başarılı olunduğu takdir­de, kendi ordusunun başına geleceği gayet tabii olan felâketi pekgüzel görüp tetkik ediyor. Ayrıca cenahlar ile merkez arasındaki büyük açıklığı, kendisinin yaptığı gibi cenahlarda-ki askerle merkezi korumak her dem mümkün olmayacağını düşünebiliyor. Meydan savaşının neredeyse kaybetme tehli­kesi bulunduğunu göstererek, hududu belli başarısının bile kendisine pek pahallıya oturacağını dolaysıyla gösteriyor. Hele Osmanlı askerinin kahramanca ve usanmaz bir iman ve inançla yaptığı savletleri, din ve devlet uğruna ölmeği, yaşa­mağa tercih ettiklerini tasdik ve ifade ederek, her zaman ifti­har ettiğimiz ecdadımızdan bize hatıra sunmuş oluyor. Mon-tekukuli; düşmanın takibi üzerine sözü getirip diyorki: Bozul­muş ve korkuya dalmış ve dehşete düşmüş olan düşmanın takibiyle zaferden büsbütün istifade etmek akla gelmemiş değildi. Hatta Kartaz (Kartaca) ordusunun başkumandanı Anibal'e bu hususda isnad edilen ayıp ve kusur bile bu sıra­da, iyice düşüncemizi sarmıştı. Fakat gelecekteki korku en­gel teşkil etmiştir. Düşmanı takip etmek için geçilmesi gere­ken nehrin suları savaşın sona ermesiyle başlayan fezeyan-dan dolayı o kadar yükselmiştiki, nehrin kenarında bulunan karakollarımızı dahi ertesi günü çekmeğe mecbur olduk. Bir de; düşmanın savaşa seyirci gibi bakma durumunda kalmış olan otuzbin atlısının son derece dinç ve savaşa hazır durum­da olması, son hücumda ise ekmek ve cephanenin tamamen tükenmiş olması, askerin önemli miktarda azalması, yorul­muş bulunması hatta konması şart olan karakolların bile as­ker azlığından dolayı konulamaz hale gelmesi, bu takibin ya­pılamamasının esas sebebi olarak gösteriliyor. Bundan da başka düşman; kendi ordugâhını kaldırmayıp, ağustosun beşinci ve altıncı gününe kadar yalnız sıkıştırmak, takviye yap­mak ile yetini vermişti" Montekukuli büyük bir meydan mu­harebesini kazanmış olduğuna herkesi inandırmış bulundu­ğuna kanaat getirdikten sonra, alelusul yapılması icab eden bîr takibden bahsederek, Aniballerden filânlardan, misal ge­tirdikten sonra takibi yapamamasının sebebi hususunda be­yanda bulunmaya çalışıyor. Bir büyük meydan muharebesi kazanılmışım ki takip mümkün olsun?. Osmanlı kuvvetleri bütün kuvvetinin ancak sekizde birini kaybetmekle birlikte faal durumunda, mükemmel nizamında kalarak, dehşet ve iktidarını sergilemekte ve düşmanı tepelemek için, hâla fırsat gözleyerek savaşıp darbe vurmaktan asla aciz değildi. Bu­lunduğu yerde bütün korku salan heybetiyle beş gün kalmış, harekete başlamamış idi. Bu vaziyette galib olarak geçin­mekte olan Montekukuli mağluplardan çok, çöküşe ve peri­şanlığa düşmüş olduğunu beyan ettiğinden dağınık ordusuy­la Osmanlıları takip işini nasıl yapacaktı? Montekukuli, sava­şı anlatırken kendisinin zaferini iyice parlak göstermek için, düzmece bir plân icad etmiştirki, o dahi Raab nehri sularının güya savaşı bekleyip de takibe mâni olmağa savaş biter bit­mez suların kabarmasının başlamış olmasıdır! Fesübhanal-lah!
Koca Montekukuli, herkesin gördüğü, osmanlı tarihçileri­nin tamamının meydana koyduğu koca bir hakikati <yâni savaşın cereyanı sırasında, nehrin birdenbire taşarak karşı sahildeki osmanlı askerine artık imdada gidilememiş oldu­ğundan mecburen o askerler yenilmiştir. Şimdi böyle açık bir hakikati nasıl saklamaya cesaret edebiliyor? Ancak roman­larda rastlanan, garib tesadüfler Sen Gotarda da kendini gös­terdi! Ecnebi tarihçi ve yazarlar ile osmanlı müverrihleride acaba savaş yapılma esnasında meydana gelen şu suların kabarmasını, karınlarındanmı uydurmuşlardı? Deniiebilirmi ki; bu hususda ecnebi yazarlarda yalanı seçmeyi tercih etti­ler? Kesin olarak tesbit olunmuştur ki; feyezan yâni suların kabarması öğleden biriki saat geçince birdenbire başlamış, nehrin üzerine kurulu hafif köprüyü alıp götürmüş, nehrin iki yakasını birleştiren vasıta ortadan kalkmış oluyordu böylece. Bu vaziyet karşısında az bir sayıyla kalmış osmanli askerini, bütün kuvvetleriyle kuşatıp, kuşatmada kalan askeri bozmak için, büyük müşkülâtlarla karşılaşarak ancak muvaffak ola­bilen Montekukuli'nin, nehri kendi ordusu ile geçebilmesine, farzı muhal geçse bile <karşı sırtlarda avusturya ve müttefik­leri ordusuna hâla dehşet saçan faaliyet ile mükemmel vazi­yette olduğu kendisi tarafındanda tasdik olunan> osmanlı or­dusu, kısmı azaminin aç vede perişan halde olan ordusunun durumunu kendi itiraf eden kimse böyle bir orduyla takibe kalkışabilirini? Savaştan sonra meydana gelen durum iyice tetkik olunur, bilhassa savaş ağustosun birinci günü meyda­na geldiği halde, Montekukuli'nin itirafına göre osmanlı ordu­sunun ağustos'un altısına kadar, bulunduğu mevkii terk et­meyerek vaziyetin telafisini fırsatı olduğu düşünülürse, ileride anlatılacağı gibi bu savaştan sonra yapılan sulh antlaşması­nın Osmanlılar lehinde cereyan ettiği düşünülürse, Monteku­kuli'nin takiplerden, filanlardan bahs ettiğine kendisi her za­man osmanlı ordusunun tehdidi altında kaldığı halde, galip olarak geçindiğine cidden hayret edilse elverir. Montekukuli; Sen Gotard savaşından dolayı avusturya'da meydana gelen büyük memnuniyete dikkat çekerek şöyle demekte: <Zaferin haberi, avusturya imparatoru ve bütün halkın gözünde fev­kalade neşeyle karşılanmış, bu haber üzerine Viyana mabe­dinde de pek büyük ayinler yapılmış, neş'e içinde toplarının şehre velveîesâz olmuş bulunduğunu, imparator tarafında^ yazılıp orduya gönderilen mektuplarla kendisine ye emrindeki generallerle zabitana arzı teşekkür ve takdirlerde bulunul­duğunu, kendi eliyle italyanca yazarak, adına göndermiş olduğu iki mektupda dahi hakkında fevkalâde iltifatlar yapıl-- masına vede bu mektupların gelecek nesiller için kıymet bi-çilemeyecek derecede, pek pahalı bir hazineyi teşkil ettiğini bundan başka,  hizmetinin mükâfaatı olarak imparatordan uhdesine kendi ordularının leytonan generalliği <feriklik> rütbesi verildiğini*bir de, imparator tarafından mükafat ola­rak, bütün askere birer maaş ihsan olunup, bununda mem­nuniyeti umûmiyeye sebeb olduğunu nakil ve rivayet ediyor. Bu rivayettende anlaşılıyor, ki Montekukuli ötedenberi her zaman muzaffer olan osmanlı ordusunun, nehri geçen bir müfrezesine, suların kabarması yardımıyla elde ettiği zaferi, pekçok parlaklıkta göstererek bildirmiş ve bu başarı pekde büyük görülmüş ki kendisine, büyük teşekkürat yapılıp, mü­kafatlara nail edilmiştir. Montekukuli; Sen Gotard meydan savaşından sonra avusturya'da husule gelen büyük memnu­niyete sözü getirerek "Muzafferiyet haberinin avusturya im-paratorununun ve bütün halkın gözünde fevkalade neş'e ve sürura sebeb olduğu görüldü. Alınan zafer haberi gereğince Viyana büyük mabedinde azim bir ayin yapıldı. Tesit için atıl­makta olan topların sesiyle neş'e bulunduğunu, imparatorun kendi eliyle yazarak orduya gönderdiği mektuplarla, Monte-kukuli'ye ve maiyetindeki komutanlara, generallere ve zabit­lere teşekkürlerin arz olunduğunu, çeşitli takdirata mazharol-duktan sonra, imparatorun kendi el yazısı ile italyanca ola­rak yazmış bulunduğu iki mektubdan memnuniyetini belirt­miş ve gelecek nesline, bu iki mektubun paha biçilmez kıy­met taşıyan hatıra olarak kalacağının zevkini tatmıştır. Ayrı­ca imparator, kendi ordularının başına kumandan yaparken "liyotonan generalliği" "<bizdeki feriklik> rütbesini verdiğini ayrıca askerlerin her birine bir maaş ikramiye ihsan ettiğini1' beyan ediyor, bu anlatılandan ortaya çıkıyorki; Montekukuli eskidenberi devamlı galip gelen osmanlı ordusunun nehri geçen bir müfrezesine karşı suyun kabarması sayesinde elde etmiş olduğu galibiyeti pek fazla büyütüp, parlatarak bildir-liştir. Hakikaten bu anlatım vakayı büyük göstermeğe yara-ıışki, teşekkür ve mükafatın büyük tutulduğu görülmüştür.

San Gotar Savaşında Galib Gelememenin Esas Sebebi


Kauzler, bazı ecnebi ve osmanlı tarihçileri nezdinde Os-nanh askerinin muvaffak olamamasına aşağıdaki sebebler medar olmuştur. Montekukuli; feld mareşallik rütbesiyle di­ğer rütbelerini daha sonraları avusturyanın diğer savaşların­da elde etmiştir. Genellikle, sulh zamanında gösterdiği büyük yararlıklar kendisine mükafat olarak bu rütbeleri getirmiştir. <Montekukuli'nin tercümei haline müracaat
1) Raab nehrini önce geçen ve avusturya imparatorluk as­kerini kendi ordugâhları ortasında tarn bir emniyet içinde iken basan ve şecaatin son raddelerine kadar sebat etmiş bulunan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki osmanlı birliği­nin himayesinde ihmal bulunularak, lâzım gelen zamanda ona yardımın gönderilmemesi ve düşmana vurulması gere­ken kuvvetli darbe fırsatınında kaçırılmış bulunması;
2) Raab nehrinin henüz suları kabarmadan önce avustur­ya, müttefikler ordusuna ait iki cenahada daha önce hiç do-kunulmaması, bu cenahların bulundukları iyi halde serbest bırakılması, Montekukuli'ye merkezin yardımına gelebilmek için bu cenahlardan istifade etme şansının sağlanması;
3)  Cenahlara hücuma geç başlanıldığı gibi gevşek davra-nılmasida, bu hücumların tam fayda vereceği esnada suların kabarma vakasının cereyan etmesi hareketi adetâ akim bı­rakması;
4)  Büyük bir hızla yağan yağmurun tesiriyle, öğleden son­ra Raab nehrinin taşması ve bu su üzerindeki hafif köprüyü götürmesi böylece de iki sahili birbirine bağlayan vasıtadan mahrumiyet;
5)  Ordunun yanında her vaziyete uygun tarzda kullanılabi­lecek tam tekmil köprü takımlarının, nehrin karşı sahiline atış yapabilecek uzun menzilli topların ve bundan başka, düşman ordusuna nisbetle yeterli sayıda adi topların dahi bulunmaması;
6)  Bu savaş esnasında, eski savaş nizamımızın bozulmağa başlamasına ait zamanda olması buna karşılık ise, avrupalı-ların savaş usullerinde, bir hayli terakki etmiş olduğu döne­me rastlaması;
7)  Müttefik askerlerinin, başkumandanı olan general Mon-tekukuli'nin fevkalade ustalık ve sebatkârlikla savaşı idare edebilmesi, yazmış olduğu mezkûr savaşı anlatan eserde du­rumu her ne kadar abartmışsa da, bunların ze_ki, başarılarını değerli bulmak gerektiği, rivayete göre general Montekuku-li'nin emrinde bulunan generallerin telaş ve korkulan başku­mandana erişememişti defalarca yapılan osmanlı hücumları karşısında harp ilmine vukufiyeti sayesinde dayanması, ba­şarısında büyük rol oynadığını kabul lâzımdır.

San Gotar Savaşı Hakkında Bazı Osmanlı Tarihçilerinin Verdikleri Malumat


Tarihi Devleti Osmaniye diyorki: "Osmanlı ordusu Raab Çayı'nın sol yakasına geçmeğe savuşup, bir münasib geçid bulmak üzere, sağ yakasını ve avusturya başkumandanı ge­neral Montekukuli de geçişe engel olabilmek için, sol sahili takibe başladılar. San Gotar köyüne gelindiğindeyse dar bir geçit yeri bulundu. Sadrıazam hemen burda bir köprü kurul­sun emri verdi. Asker kurulan köprüden karşı yakaya geçmeğe başladı. 8/Muharrem/10751/ağustos/1664'de Yeniçe­riler; düşmanın gözleri önünde suya atılarak selamet sahiline çıktıklarında da savaşlarının kaidesine göre derhal toplanıp şiddetle harbe koyuldular, ne çareki, bir taraftan suların tuğ­yanı diğer taraftada, o zamanın en önemli savaş bilgini olan Montekukuli'nin manevraları Osmanlı kahramanlarının gös­terdiği cesaret ve sebat yüz güldürücü netice vermedi. Ayrı­ca avusturya ordusunda Kpntdö Kolini komutasında altıbin fransız askeri de bulunuyordu. "Netayİcül Vukuatın özetlen­miş beyanatı aşağıya alınmıştır: "Sadnazam, Raab nehrini geçip diğer ismi Yanıkkale olan Raab kalesini muhasara et­mek kararını verdi. Geçid yeri bulmak içinde nehrin bir tara­fından giderken, general Montekukuli de nehrin öbür tarafın­dan yürümekte olup, herhangi bir geçiş hareketinin önünü kesmeği plânlıyordu. Bu sırada dört süvarinin yanyana ge­çebileceği büyüklükte bir geçid yerine rast gelindi. Hafif pi­yade birliğinin geçişini sağlayacak mertebede küçük bir köprünün inşa edilmesiyle, karşı kıyıya onbin kişi kadar geçirilebilindi.
Bu asker, karşılaştığı Avusturya askeri ile yaptığı çarpış­mada onları ricata mecbur eyledi. Tam bu esnada sular ka­bardı. Bunun sonucu meydana gelen selin, hafif olan köprü­nün yıkılmasını sağladığı görüldü. Bu olay sonunda; Avustur­ya askeri moral bulup, az bir kuvvetle ve yardımsız kalması mukadder Osmanlı birliklerinin vaziyetine karşı, üstün bir duruma geldi. Osmanlı askeri ölümün veya esaretin hesabını yaptığında, tarihden gelen alışkanlığıyla çarpışarak şehid ol­mayı tercih etti ve şanına lâyık bir hamiyyet ve kahramanlık gösterdiler ve şehadet şerbetini içtiler. Her nekadar uğranılan zayiat pek fazla sayılmazsada, gerekse nehrin taşkın hâli, gerekse Avusturyalıların bu durumdan istifade ederek savun­mada avantajlı duruma geçmiş olmalarından dolayı Ziget- karar verildi."
Osmanlı tarihleri arasında yer alan ve pek de makbullerin­den sayılan "Raşid Tarihi" bu seferle ilgili olarak özetlemeye çalışacağımız aşağıdaki ifadeyi serdetmiş: "h. 1075/muhar-rem/3 m. 1663/temmuz/27 pazar günüdürki serdarıekrem hazretleri, islâm askeri ile Raab nehri kenarında bulunmakta olan, Karmend ve Çakan adlı palangalar karşısında çadırlar kurup, karşıyakadaki plangalar karşısında olduğundan o ta­rafa asker geçirmek için köprü yapmaya karar verildi. Köp­rünün oralarda bulunan düşman birlikleri islâm askerinin karşıya geçebilmesini önlemeye çalışıyordu. Eskiden Morava suyu denilen Mor nehri üzerindede Osmanlının geçişini güç­leştirirken şimdi de bu Raab nehri üzerinde de Nemçeiiler, yâni Avusturyalılar engel olmağa çalışmaktaydılar. Bu sırada da bunlarla sulh müzakereleri de devam etmekteydi. Madde­lerin kendi içlerinde, müzakerelerinin yapılması müsaadesini kullanmaktaydılar.
Red cevabı gelmesi endişesiyle savaş alanını terk etme­yen, Osmanlı askeri reisleri arasında yapılan toplantıda Raab suyunun geçilmesi, oradaki askerin üstüne gidilmesi karar­laştırıldı. Büyük gayretlerle ve çalışma ile Sankoncar yâni Sen Gotarda bulunan palanganın üst yanında bir saat mesa­fede olan mahalde dört atlının yanyana geçebileceği geniş­likte olan suyu özengiden yukarı seviyede olan geçit yeri bu­lundu. Yüksek ferman gereğince ocak halkı, İsmail Paşa, Bosnalı Mehmet Paşa, Kaplan Paşa aynı ayın sekizinci günü bahse konu yere geldiklerinde acileten bir köprünün yapıl­masını nehrin karşı yakasını da zaptetmek ve burayı muha­faza etmek için deve'ler ile bir miktar, yeniçeri geçirip, var­dıkları yerde siper almayı kararlaştırdılar. Düşman askeri, vaziyetten haberdar oluncada hemen yeniçerilerin üzerine saldırdı. Geçid başında bulunan, dilaver gazilerin bir çoğu kendilerini suya atarak, yeniçeriye yardıma koştular böylece düşman askerinden, ikibin kişiden fazlası cehennemlik oidu. Bir tarafdan düşmanın uğradığı hezimeti gören asker, kimisi atlar kimi develerle, karşı tarafa geçmeğe hazırlanmağa baş­ladılar. Orada bulunan İsmail Paşa, yeniçeriağası, Kaplan Pa­şa ve serdarıekremin yanında bulunanlar, düşman tarafında görülen bozulma alametlerini tesbit ettiklerinden, o tarafa geçmeye başladılar. Düşman askeri; Osmanlı ve Tatar aske­rinin tamamen nehri geçerek karşısına çıkacağı korkusuna düşmüş olduğundan kaçmağa koyulmuşlardı. Osmanlı aske­rinin çok çok büyük kısmının karşıda, kendileriyle savadan askerin ise ancak onbin civarında olduğu şeklinde bilgilendi­rildiğinden ve ayrıca bunlara yardıma koşacak kimse gör­mediklerinden ricattan vazgeçip, mevcud asker üzerine hü­cum ettiler.
İki taraf birbirine girdi. Sabahdan ikindiye kadar devam eden kanlı savaşın en talihsizleri, çaresizlik içinde karşıyaka-da can verip şan alan arkadaşlarını seyretmek mecburiyetin­de olan ordunun çok büyük bir kısmını teşkil edenlerdi. Çün­kü suların kabarmasında meydana gelen sel, hafif köprünün yıkılmasına dolaysıyla da kendilerinden mukayese edileme­yecek derecede kalabalık, bir düşman karşısında kalan os-manlılann adetâ yok edilmesine vesile oldu. Bu nadir rastla­nan faciayı seyretmek mecburiyetinde kalan serdarıekrem, emrinde bulunan asker bu vakanın intikamını almak için, karşı kıyıya geçebilmenin bir çok yollarını aradıysa da, böyle bir arzu gerçeğe ulaşamadı. Artık görülen o tarafa bu henga­mede geçilemeyeceği idi. Bu bakımdan oralarda dolaşıp durmak ayrıca bir hata sayılır. Artık yapılacak iş, Avusturya kapıkethüdası ile sulh meselesini bir şekle bağlayıp geri dö­nülmeğe karar verilmesiydi zaten onlarda öyle yaptılar." Bir Hatırlatma Efendim görüldüğü üzere nehrin karşı yakasında avusturya ve müttefiklerinin eline düşmüş bulunan askerimi­zin, kanlı bîr muharebeden sonra terki hayata, şehadet inancı ile baktıklarından, onlar hakkında söyleyeceğimiz tek hu­sus ruhları şâd, mekânları cennet olmasıdır. Şefaatlerinin biz­lere de ulaşmasıdır. Ancak; bu feci hâlin mecburi seyircileri askerlerin tabiiki, bu iş bitti gidelim, diyemeyeceği açıktır.
Hâttâ bu askeri oradan alıp götürmek de her babayiğit ku­mandanın işi değildir. Nihayet işin şahidleri, katliama uğra­yanların enaz beş altı mislini teşkil etmektedir. O kadar bü­yük bir kuvvetin çekilme işlemine peyderpey razı gelebilece­ğini düşünebilmek, o savaştaki komutanların, insan psikolo­jisine vukufiyetlerinin saklı delilini teşkil eder. Nehrin civarın­da karşıya geçebilecek başkaca bir geçid arama arzu ve te­mayülünü gösterenlere hayır dememek hâttâ onların önüne düşerek bu geçidi aramak, sükunet ve askerlikte pek mühim olan solidalite yâni, ayrılmaz beraberliği temin yönünden çok isabetli olmuştur diye düşünüyorum. (Metin Hasırcı)" Yine seferin meydana geldiği devrin meşhur yazarlarından ve os-manlı muharrirlerinden biri "Sen Gotar meydan muharebesi" hakkında ve neticesi babında şunları dile getiriyor: "Erdel topraklarında savaşla vazifelenen orduyu hümayun Sebin Kalesi altında bulunduğu esnada Köprülü Mehmed Paşanın vefatından sonra yerine geçen oğlu henüz yirmiyedi yaşında idi adı İse Fazıl Ahmed Paşa idi. Bu zâtın babasının yerine tâ­yin olunduğu zaman tarihler 8/rebiülevvel/1078-28/ağus-tos/1667 Pazarını gösteriyordu. Aradan çok az bir zaman geçtikten sonra, Foğraş isimli yerde aynı ismi taşıyan bir ka­le önünde önemli çarpışmalar husule gelmişti. Bir ay kadar süren bu savaşlar neticesinde düşmanların elinden pek kıy­metli ganimetler elde edilmişti. Ellibin kişiden fazla esir, bin­lerce araba elde edilmişti.  1073/1663 yılında serdarıekrem Fâzıl Ahmed Paşanın, Macaristana gelişinde üyvar (Nevah-zol), Letre, Liveh, Novigrad, Secan, Kermab, Derekli, Holok, Buyak kaleleriyle birlikte, bir çok yer serdarıekremin gayret­leri ve öncülüğünde feth olundu. Bir çok esirin elimize geçtiği :cephane ve mal yönünden, kıymetli ganimetler elde olundu. Bu kadar fetihlerden sonra orduyu hümayun dinlenmeye çe­kildi.
Bunu fırsat bilen Avusturyalılar bazı kalelerimizi muhasara altına almışlarsada, durumu haber alan serdar, umulmaz bir süratle bunların üzerine harekete geçti. Sadrazamı yanında büyük bir kuvvetle üzerlerine geldiğini istihbar eden düşman derhal ellerindeki savaş aletlerini olduğu yere bırakarak Os­manlıların Yenikale, onların ise, Keçkopuvar dedikleri kaleye ve Zerinyivar dedikleri hisara sığındılar. Sadrazam serdarıek-rem Fâzıl Ahmed Paşa bunları fena bir şekilde mağlup etme­yi başardı. Bulundukları yerde tutunamayan düşman kaçma­ya başladı. Nehirlerden geçmek için kullandıkları köprülerin üzerinde takip edilmekte oldukları Osmanlı kuvvetlerince to­pa tutuldular. Osmanlı ordusu buraya kadar gelmişken Hır­vatistan toprağını da bir kolaçan etmekten kendini alamadı. Zaferlerle taçlanan askerimizin ırki gururu galeyana geldiği için durmak kolay değildi. Sadnazam Raab suyu tarafına geçti. Bu nehrin kenarında bir savaş meydana geldi. Yapılan bu son muharebeye kadar bir aksilikle karşı karşıya gelmi-yen Osmanlıların bu sefer karşısına bir aksilik çıktı. San Go-tar yakınlarında nehri geçen ve oradan düşman ordugâhına kadar sokulan yeniçeriye "Geriye dönüp metrislerinize giri­niz" şeklinde emir geliverince hepsi itaat ettiler. Nevar ki si­pahilerin bu emirin gelişinden haberi olmadı. Bu sırada adeta düşmanla göğüs göğüse gelmiş bulunuyorlardı. Yeniçeri as­kerinin peşlerinde olmadığını fark ettiklerinde, yeniçerinin fi­rar etmiş olduğu düşüncesi birdenbire akıllarına düştü.
Paniğe kapılıp beygirlerinin gemini çektiler istikametlerini Raab suyuna çevirdiler. Maksatları firar ettiklerini sandıkları yenicen askerinin önünü çevirmeyi başarmaktı. Yeniçeriler ise sipahilerin karşı tarafa geçtiklerini görünce, bunlar da sipahilerin firara kalkmış olduklarını zanneylediklerinden bun­lara katılmak için hızlandılar. Böylece köprü üzerinde biriken gayrımuntazam ve ağır yük, bu köprünün kırılmasına sebeb oldu. Köprünün çökmesiyle birlikte suya düşen külliyetli in­san kalabalığı, maalesef büyük çoğunlukla gark oldular. Yâ­ni; Allaualem boğularak şehid oldular. Köprüyü geçemeyen­ler ise karşı tarafta, vuruşa vuruşa şehidlik makamını ihraz ettiler. Sadnazam bu feci vakaya metanetle dayandı ve sa­vaş gayretini elinden bırakmadı. Savaşa savaşa İstolni Belg-rad kalesinin altına kadar geldi. Burada ortaya atılmış olan sulh konuşmalarına rağbet gösterdi. Avusturya imparatoru tarafından elçiler geldiği gibi; Rumeli pâyeli, Kara Mehmed Paşa ile bu makaleyi yazan fakir (Evliya Çelebi) elçi tâyin o-lundu ve Avusturya imparatoru nezdine gidip, sulh antlaş­masını imzaladılar. Yalnız bu makalede görünen bir husus varki oda suların kabarmasından bahis edilmemiştir. Bunun bahse konu olmamış olması, suların kabarması yok diye, neticeye tesir edici anlayışa kapılmamalıdır. Yoksa burada bahse konu makaledeki bölümde suyun kabarması durumu yer almamıştır. Evliya Çelebinin eserinde bu sefer hakkında pek geniş malumata rastlayabilir tetkik eden okuyucular.

Sen Gotar Savaşi Hakkındaki Kararlar


Almanya devleti fahimesinin zabitlerinden olduğunu, daha öncede ifade ettiğimiz mösyö "Wilhelm Notebom" adlı zat, birkaç sene evvel epeyi miktarda esere, bunların arasında da Osmanlı târih kitaplarından bazılarına müracaat ederek yap­tığı tetkikat sonunda bulmuş olduğu deliller ile hatta Osmanlı eserlerinden sarfı nazar edilse bile, diğer muteber tarih eser­leri sayesinde, Avusturya yazarlarının, mübalağalarla dolu eserleri ve /Aontekukuli'nin abartılı ifadelerini iptale yeter, hükümler çıkarabilmiştir.
Bunları aşağıya dercediyoruz: Evvelâ: Bu ifadelerden an­laşıldığı kadarı ile Osmanlı devleti Avusturya ve müttefikleri arasında yapılmakta savaş 1073/1663'den beri yâni iki se­nedir devam etmekteydi. Sulh müzakereleride bu arada ya­pılmaktaydı. San Gotar savaşı husule geldiğinde, Osmanlı devletinin harp hareketleri içinde olması tedbir alma niteli­ğinden kaynaklandı denilebilir. Saniyen: Sen Gotar savaşına katılan asker sayısı ancak beşonbin kişi mesabesinde olup, buna dense dense bir müfreze denilebilir. Ordunun tamamı­nın katılmış olduğu bir savaş olmayıp, buna bağlı olarakda orduyu hümayun büyük bir hezimete uğratıldı denemez.
Sâlisen: Raab nehrini geçmeye müsaid geçit karşı tarafa geçenlerin mağlub olup ricatından sonra avusturya askeri ta­rafınca savunmaya alınmıştır. Bu arada da suların kabarma olayı temadi ettiğine bakarak, bilahirede ötedenberi devam etmekte bulunan, sulh müzakeratı imza aşamasına geldiğine göre orduyu hümayunu mezkûr geçidi yeniden geçmeye ne sevkedecektirki?
Rabian: Daha sonra imzalanan sulh antlaşmasının madde­leri gereğince Osmanlının eski hududunun Viyana şehrine yirmi mil daha yakın hale gelmesi, orduyu hümayunun riva­yetlere göre büyük hezimete düştüğü mânasındaki ifadelerin yaîan olduğu bu hükümde ayan beyan görülmektedir.

Sen Gotar Savaşından Sonra Ördü Harekâtı Ve Sulh


Montekukuli, bahse konu eseri "Memovar"ında San Gotar savaşından sonraki vaziyeti ve şevki idaresini şöyle nakle gi­rişiyor "Osmanlı ordusu ağustos ayının 6. gününe kadar, San Gotar sırtları üzerindeki ordugâhında kaldıktan sonra, yuka­rıda zikredilen günde yürüyüşe geçti ve nehrin sağ sahili üze­rinde bulunmakta olan Kirman'a doğru yönlendirdi. Biz ise, nehrin karşı sahilinde Osmanlılarla aynı hizada yürüyor idik. Fakat bu hareketimiz büyük zorluklar içinde yapılabiliyordu. Çünkü Lanfiniç (San Gotar'da Raab nehrine karışan bir nehir ismidir) ve Pinka (o da bir nehirdir) nehirlerinin sulan o ka­dar çok kabarmıştıki, suyun kabarmasından dolayı, bu ne­hirler üzerinde bütün köprüler yıkılmaktan kurtulamadı. Aynı istikamette karşı yakalarda Osmanlıya muvazi olarak yürü­mekteydik. Ağustosun 9. günü Kirman civarına geldik. Yapı­lan harp meclisi toplantısında, ben Raab nehrinin geçilmesini teklif ettim. Ağustos'un 11. günü osmanlı ordusuna bir daha hücum etmeye durumun, her zaman böyle müsait olacağını sanmadığımı, düşmanın seçme askerle mağlup edilerek ta­kip altına alınması gerektiğini beyan ettim. Harp meclisinde yer alan Avusturya ve müttefikleri komutanları, yaptığım teklife itirazda bulundular. Bunların hepsi "Osmanlıya saldır­madan evvel ordumuza bir istirahat imkânı vermezsek, bun­lar yorgunluktan dolayı asla savaşamaz, yapılacak hareketin merkezi sayılacak olan insanların ekmeği ve hayvanların ye­minin bulunmadığını, eğer nehir geçilip de düşman üzerine gidilirse, bataklıklarda onlarla savaşmak icab edeceğinden çekilmek, ricat, gibi hususlar akıldan çıkarılmalı ancak yor­gun aç ve hastalanmış insanlarla, böyle bir savaşa gireme­yeceklerini beyan ettiler.
Bu bakımdan istirahatin şart olduğu ve bunu Edimburg ci­varında gerçekleştirmek gerektiğini, istirahat esnasında da, yiyeceklerin teminine, yardımcı askerin bulunduğu yerlerden katiyyen ayrılmamalarının temini ve tecrübeli askerin de bir araya getirilerek harekete hazırlanmak kararlaşmak diyorlar­dı. Buna bakarak düşmanı takip etmek ve onu göz altında tutmak üzere o aralık yalnız Kont Nadasti'nin, maiyeti olan Macarlar ile Hırvatları Dragonlar ile altı kıta sahra topu, bera­berlerinde olduğu halde düşman üzerine gönderilmesi yeterli görüldü. Bu sırada ise; Osmanlı ordusu Alpiroyal denen İstoİni Belgrad adıyla yâd ettiğimiz bölgeye yürüyordu. Bizim or-du'da Pinka ve Gunz nehirleri boyunca aheste aheste Edim-burga doğru ilerlemedeydi. Avusturya ordusu menziline var­dıktan sonra bir kaç günü istirahatla geçirdi. Bu istirahat ta-biiki iadei kuvvete sebeb oldu. Prens CJlrick dö Vittenberg ko­mutası altında bulunan vede imparatorun tophanelerinden henüz çıkmış gayet nefis toplarla imparator tarafından gön­derilmiş yeni askerden meydana gelmiş bir imdad kuvveti almıştır. Edimburg'da Avusturya ordusuna istirahat ettirildiği sırada Osmanlı ordusu Alpiroyal yâni jstoni Belgrad civarın­da ordugâh kurmuştu. Burada bulundukları zaman içinde Osmanlılara 12 ilâ 15 bin asya askerinden ibaret bir imdad kuvveti gelmiştir. " Osmanlı ordusu Raab nehrinin sağ sahili boyunca akıntı tarafı istikametinde giderken avusturya ve müttefikleri ordusunun nehrin sol sahili boyunca, osmanlı kuvvetlerinin hizasında yürüyüşe devam etmesi, bu kuvvet­leri takip etmek için değil, belki adı geçen kuvvetlerin başka bir yerden, yeniden bir geçidin yardımıyla kendi üzerine düş­memesi için gözaltında tutmaya çalışmasıdır. Bunun böyle olduğu da, şu ana kadar vermiş bulunduğumuz bilgilerden rahatça çıkarılabilir.
Montekukuli'nin Lanfinç ve Pinka nehirlerinin de, Raab nehrigibi olağanüstü şekilde kabararak, köprüleri alıp götür­müş olması ve bununla beraber askeri harekâtın gayet açık yapılması gerektiğini apaçık söylemesi Osmanlının başarı­sızlığının suların taşmasından kaynaklandığının İtiraf edildiği­ni, ortaya koyan mühim maddelerdendir. Montekukuli'nin ara sıra orduyu hümayunun takip olunmasının gereğinden bahs ettiğini, ancak muhalif reyler yüzünden takibi yapama­dığını ileri sürmesi, Osmanlı ordusunu mükemmel bir tarzda bozmuş olduğunu söylediği yalanı beslemek, kuvvetlendir­meyi temin için olduğuna, şüphe etmemek lâzımdır. Ordu­nun başkumandanı ve tam selahiyetle sevkı idareye sahip olmasına rağmen. Takip İşi için şuna buna engel oldular di­ye, suçlamalarda bulunması büyük bir insafsızlıktır. Baştan ve sonradan elde olunan malumattan da anlaşılırki; Osmanlı ordusu San Gotar savaşından sonra, mağlup bir ordu gibi geri dönmemiş olup, Avusturya ve de müttefikleri ordusunu nasıl bir hezimete uğratmalıyım düşüncesine kafa yorarak, intikamını planlamıştır. Hakikaten aynı ordu en kısa zaman­da Avusturya içlerine dalacak hücumları gerçekle yüzyüze getirmiş, bu toprakların altını üstene getirmeyi becererek, kendi menfaat ve arzularına uygun bir sulh imzalamaya da muvaffak olmuştur. Böylece bu sefer sulhun menfaat-i Os-maniyana yaramasından dolayı zafer, devleti âliyede kaldı denmelidir. Montekukuli; zaferinin! devamı için takipten dem vururken birtaraftanda kendi ordusunda, cidden acınacak ve merhamet edilecek durumlarını açık etmesi, kendilerini kor­kudan tir tir titreten Osmanlı ordusunun karşısına, kalelerden tecrübeli askerleri getirtmeyi, uzun uzun anlatması gülüne­cek hale gelmesine yeterde artar bile. Kont Nadesti'nİn Os­manlıları takip için değil, belkide Osmanlıların tekrar nehri geçmeğe teşebbüsleri halinde yapılacak geçiş harekâtına engel olmaya çalışmak içinde bir hazır kıta bulundurması şeklinde telakkisi, okuyucunun dahi aklına gelmiş sayılır.

Sulh Antlaşması


Tarihi Devleti Osmaniye adlı eserde San Gotar savaşı son­rasındaki durum ve yapılan antlaşmayı şöyle nakletmekte:
"San Gotar muharebesinden sonra, sadrıazam orduyu hü­mayunu Vasvar kasabasına getirdi. Burada Avusturya elçisi tasdiklenmiş antlaşmayı Fâzıl Ahmed Paşaya takdim eyledi. Tâbiiki bu tasdik Avusturya murahhaslarına aid tasdik İdi. Avusturya imparatoru bunda, bu günden sonra Erdel (Traıv silvanya) işlerine müdehalede bulunmamaya, Apafi Mihal'i yeni Erdel kralı tanımayı, yıkılmış bulunan Zerinovar kalesini tamir etmemek, sulhun bedeli olarak da ikiyüzbin kuruş ver­meyi, tiyvar ve Novigrad hisarları Osmanlıda kalmak, eski ahidlerin yâni yapılmış eski antlaşmaların, diğer hükümleri iki tarafçada geçerli şartlardan sayılmasını kabuiehazır oldu­ğuna amirdi. 1075/1664 Görülüyorki; San Gotar hezimeti Vasvar antlaşmasına asla bir tesirde bulunmamıştır. Ayrıca tamamen Osmanlı menfaatlerine uygun tarzda neticelenmiş­tir. Ancak sadrıazam, Montekukulİ'yi bozmuş olsaydı, sulh-nameyi Viyanada bizzat imparatorun elinden alması ihitma! dahilinde idi. Ancak hu fark etmiştir. İki sene süren bu büyük sefer içinde serhad kumandanları ve seferde bulunan bütün asker pek güzel tarzda vazifelerini yapmışlar, Osmanlı san­cağı aynen cennetmekân Kanuuni Sultan Süleyman hân hazretlerinin devrindeki sânı hatırlatarak, serhadlerde dolaş-tınlmıştır. Köprülü ailesinin bu hizmette büyük hissesi vardır.

İki Taraf Ordularının Başkumandanlarının Biyografileri


Osmanlı ordusunun başkumandanı bulunan ve bu seferde sadrıazamlıkla birleşen serdarıekrem, unvanlı Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın tercümei hâlini vererek bu bölüme baş­layalım. Bu eserden daha geniş malumatı, Kamusül âlâm ve Tarihi Râşid'den elde edebilirsiniz. Fâzıl Ahmed Paşa, Os­manlı devleti vükelâsından meşhur Köprülü Mehmed Paşa­nın büyük oğludur, h. 1072/ml661 senesinde Köprülü Meh­med Paşanın husule gelen vefatı ve yine merhum sadrıaza-mın vasiyeti üzerine fazileti ve irfanı göz önüne alınarak vezi­riazam olarak nasbedildi. Osmanlı devletinin hayatiyetini ih­yada büyük hizmeti geçen merhum sadrıazam Köprülü Meh­med Paşa oğlu Fâzıl Ahmed Paşa sadarete tâyin oluşundan bir sene sonra  1073/1662'de Avusturya seferine çıkmıştır. 1075/1664 Morava civarında bir kaç tane mühim kaleyi zap-tetmiştir.  Daha  sonra  San Gotar savaşını  yapmıştır. 1077/1666dan 1080/1669 tarihine kadar yâni üç sene için­de, yapmış olduğu çalışmalar ile savaş ilminde büyük başa­rılara imza atan. bir ordu yetiştirerek bütün dünyanın bildiği ve bazı avrupa askeri mekteplerinde öğretilmekte olan ders mahiyeti taşıyan Kandiye Kalesini.muhasarası, daha sonra­da bu kaleyi cesur ve kahraman askerleriyle kılıcına râm ey­lemiş yirmiüç sene süren kuşatmayı zaferle taçlandırmıştır.
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa bu kalenin fethinden dön­dükten sonra 1083/1672'de ise Lehistan seferine gitmiştir. Lehlilerin hayrete düşmelerine sebeb olacak hâli ihdas et­miştir. Lehistan bir defaya mahsus seksenbin ve her sene içinde yirmişerbin altun vergi vermek şartıyla sulha bağla­mıştır. (İstidrad: Lehli'ler sadrazamın bu davranışından bü­yük üzüntüye düştüler. Ne var ki aradan on sene geçtikten sonra Fâzıl Ahmed Paşa ailesinin damadlanndan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana'yı muhasaraya aldığında bu Lehli­lerin, meşhur krallarından Jan Sobiyeski'nİn komutasındaki birliklerle, daha on sene önce aynı aileden biriyle imzaladık­ları sulh antlaşması hükümlerinden yüz çevirerek Avusturya ile anlaşarak Osmanlı muhasara kuvvetlerine taarruza geçe­rek, Osmanlı yenilgisini getirebilecek darbeyi vurmuşlardır.
Gaazi olarak anılsa seza olan Fâzıl Ahmed Paşa nice nice vazifelerde büyük liyakat gösteren, padişahının ve devleti âlî'yenin şanına şân katan, vezir oğlu vezir, devlet işlerinde vücudunu helak edercesine verdiği hizmetler esnasında 1087/1676'da diğer bir tâbirle, San Gotar muharebesinden, oniki sene sonra fâni dünyadan, hakiki dünya'ya göç etmiş­lerdir. (Allanın geniş bulunan rahmeti üzerine otsun)
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından sonra, Köp­rülü Mehmed Paşanın evlâdı mâneviyesi, daha sonra da da­madı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kendisine halef ol­muştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa ile birlikte bü­yümüş ve devlet hizmetinde daima onunla birlikte bulun­muştur. Özellikle Kandiye muhasarasında hemen maiyetinde bulunurken, San Gotar savaşı esnasında kaimakamlıkda is­tihdam olunmuştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa­nın verdiği ve halleri kolay olmayacak işleri büyük bir liyakat ve vukufla becermiş, cesur bir kimse olarak da Kandiye ka­lesi önlerinde kemâle getirilen muhâs,ara usulünü, kendisi sadaret makamına yükseldikten daha sonralanda yaptığı Vi­yana kuşatmasında tatbike koymuştur. Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından altı sene sonra yâni 1093/1682 tarihinde Viyaca üzerine yürürken, kaleyi ele geçirmeye ramak kalmışken ri­vayete göre son derece kibirli olması teşebbüsler bakımın­dan nakıs kalmasına ve bazı işlerde başarısızlığa uğramasına sebeb olmuştur. Eğer Fâzıl Ahmed Paşa bir müddet daha ya­şayıp, Kara Mustafa Paşanın hattı harekâtını tatbik etseydi, Osmanlı hududuna pekde yaklaşmış olan Viyana kalesi hiç şüphe olmasın bu zâtıâlikadir tarafından zapt edilecekti. Şa­yanı dikkatdir ki; Kara Mustafa Paşa'dan sonra da, mevkii iktidara geçen Köprülü hanedanına mensup olan zevat, din ü devlete, padişahına büyük bir sadakatle hizmetler vermişler­dir. Buna bağlı olarak da çok büyük şöhret ve nâm kazan­mışlardır. Bunlar her bir işinde Fâzıl Ahmed Paşanın takip eylediği hizmeti ve usûlü kendilerine düstûr eylemişlerdir. Böylece Osmanlı tarihinde pırıltılı yerlerini almışlardır. Alla-hın rahmeti üzerlerine olsun.
Raymond Kont Montekukuli; 1608 yılında doğmuştur. 1681'de Sangotar savaşından onyedi sene sonra ölmüştür. Kont Montekukuli'yi Avusturya devletinin en meşhur, en usta -kumandanlarının arasında görüyoruz. Yazmış bulunduğu as­keri eserinde, bizim harb fennimizle alakalı hususlardaki ma-kaleleriyle, özel bir yeri vardır. Dondömalfi unvanını almış olan Montekukuliyi evvelâ topçu sınıfında vazife almış görü­yoruz. Miralay rütbesiyle otuz sene savaşlarının ikinci kıs­mında hazır bulunmuş 1657 yılında mirlivalık rütbesine yük­seltilmiştir. İsveçlilerle yaptığı savaşlarda pek büyük başarı­lar göstermiştir.
1661 yılından sonra Osmanlılar ile savaşmakta olan ordu­ya kumandan tâyin edilmiştir. Avusturya'ya çok büyük hiz­metlerde bulunmuş Osmanlılarla yapılan sulh antlaşmasın­dan sonra imparator sarayında toplanan, harp meclislerine başkanlık etme görevine getirilmiştir.
Montekukuli, Avusturya devletinin Fransa ile yaptığı harp­te, bilhassa  1675 senesinde Fransızların meşhur mareşali, Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordusu­na tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıra­larını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarlarımız­dan merhum Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı Askeri­ye Tedkikatı" adlı askeri eserler arasında, nefâsetiyle tema­yüz eden kitaba müracaat edebilirler. Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden "Memovar"ında Mon­tekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında Meclisi Harp re­isi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye baş­kumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şöval­yeliği, unvanları arasındadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder