3 Haziran 2011 Cuma

AMMAR İBN-İ YÂSİR



Cennetlik bir adam...
Bazı insanlar Cennet'de dbğsalar, orada gelişip büyüseler ve sonra dünyanın süsü ve nuru olmak için dünyaya getirilselerdi; Ammar, annesi Sümeyye ve babası Yâstr mutlaka bunlardan olurlar­dı!...
Fakat niçin, «doğsalar, gelişip büyüseler v.s.» diyoruz... Yâsir ailesi gerçekten Cennetliklerden iken niçin böyle bir faraziyede bu-
Rasûlüllah (s.a.v.) :
«— Sabrediniz, ey Yâsîr ailesi... Allah'ın size va'dettiği Cen-net'tir» dediğinde, onları sadece teselli etmiyor, aksine bildiği bir hakikati ikrar edip gözüyle gördüğü bir gerçeği te'yîd ediyordu...
Ammar'ın babası Yâsîr ibn-i Amir, bir kardeşini arayıp, sormak için Yemen'deki köyünden çıktı...
Mekke'de ikâmet etmek hoşuna gitti ve Ebû Huzeyfe ibnu'i-Mu-ğîre ile anlaşarak oraya yerleşti.
Ebû Huzeyfe O'nu Sümeyye bint-i Hayyât adındaki bir cariyesiy-le evlendirdi...
Bu  mübarek evlilikten, Allah  onlara Ammar'ı verdi..
Allah'ın kendilerine hidâyet verdiği doğru kişilerin sânına uygun olarak onların  müslümanlığı erken oldu...
Yine erkenci doğru kişilerin sanma uygun olarak, ontar da Ku-reyş'in  işkence ve terörlerinden  yeteri kadar  nâsiblerini aldılar!!...
Kureyş,  mü'minlerin başına  kötü şeyler gelmesini beklerdi.
Eğer mü'minler kavmin şerefli ve güçlü kimselerindense, onları tehdit ve korkuyla terkederlerdi. Ebû Cehil o mü'minlerden birisiyle karşılaştığında: «Senden daha iyi oldukları halde sen atalarının dini­ni terkettin. Aklını başından alacağız... Şerefini alt üst edeceğiz... Ticaretinde zarara uğratacağız. Malını yok edeceğiz»» derdi. Daha son­ra, şiddetli  bir sinir harbine girişirlerdi.
Eğer mü'minler Mekke'nin zayıf, fakir ve kölelerinden olu lan ateşin üstüne koyarlardı.
İşte Yâsîr ailesi bu takımdandı...
Onlara işkence edilme işi Mahzum oğullarına havale edilmişti. Hepsini, Yâsîr'i, Sümeyye'yi ve Ammar'ı, her gün, Mekke'nin kızgın kumlarına götürürler ve onlara işkence Cehenneminden her türlüsü­nü uygularlardı!!!...
Bu işkencede Sumeyye'nin payı çok ağır ve korkunçtu: Şimdi on­dan söz etmiyeceğiz... İnşallah; yüce fedakârlığı ve büyük azmiyle birlikte, ondan, benzerlerinden ve ebedî günlerdeki kardeşlerinden bahsedeceğimiz bir fırsat doğar.
Şimdi mübalağasız olarak, şehîd Sumeyye'nin o sırada, başından sonuna kadar bütün beşeriyete tükenmeyen bir şeref lütfeden bir dav­ranış; güzelliği gitmeyen bir asalet vakfetmiş olduğunu söylemekle yetinelim!.
Bîr davranış ki o kadından; bütün devirlerde mü'minlere ve bü­tün zamanlarda şeref sahibi insanlara yüce bir anne örneği vermiştir.
Rasûlüllah (s.a.v.) Yâsîr ailesine işkence edildiğini bildiği yer giderdi...
O günlerde karşı koyacak ve işkenceyi   önleyecek   çarelerden, hiçbirine sahip değildi...
Bu, Allah'ın dilemesiydi...                                                
Yeni din —Yani Hz. İbrahim'in dini olan Hânif— Muhammed'in bayrağını kaldırdığı din, geçici bir ıslâh hareketi değildi... inanan insanların hayat yoluydu.
Bu inanan insanların, dinin yanında bütün kahramanhklarıyla, fe-dakârlıklarıyla ve tehlikeleriyle tarihini bırakması gerekiyordu.
Bu şerefli müdhiş fedakârlıklar; din ve âkidenin yok olmayan bir sebat ve eskimeyen bir ebedilik olduğunu lütfeden sağlam temeller­dir.
Bunlar, mü'minlerin kalplerini dostluk, gıpta ve sevinçle doldu­ran köprülerdir.
Bunlar, gerçek dini, doğruluğunu ve büyüklüğünü idrak eden, ne­sillere yol gösteren meş'âlelerdir.
Böylece İslâm için fedakârlıklar yapılması ve kurbanlar verilme­si gerekiyordu.
Kur'ân-ı Kerîm bu manâyı, müslümanlara birçok âyette açıkla­mıştır.
O şöyle buyurur:
«Andolsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insan­lar, inandık deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar?»
(Ankebût/2)
«Yoksa içinizden Allah cihâd edenleri ve sabredenleri belirtme­den Cennet'e gireceğinizi mi sanıyordunuz?» [ÂI-i İmran/142)
«Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.» (Ankebût/3)
-Allah, içinizden cihâd edenleri; Allah'tan, Peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi ken­di halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden ha­berdardır.» (Tevbe/16)
«Allah,  İnananları  sizin durumunuzda  bırakacak değildir, temizi pisten ayıracaktır». (Âl-i İmran/179)
«İki topluluğun karşılaştığı  günde  başınıza gelen, Allah'ın izniy-ledir. Bu inananları belirtmesi içindir...» (Âl-i îmran/166-167)
Evet... Böylece Kur'ân, kendisini taşıyıp okuyanlara; fedakârlı­ğın, imanın özü olduğunu, haksızlıklara, azim, sabır ve sebatla karşı koymanın en güzel ve en şahane iman faziletlerini meydana getir­diğini öğretti...
Allah'ın dini, kaidelerini koyuyor, temellerini atıyor ve misâlle­rini veriyor. Onun, bu yüce iş için, inananlarından, dostlarından ve ona sadâkat gösterenlerden ilerdeki mü'minlere örnek olan bir gru­bu seçerek, varlığını ortaya koyması ve kendini temize çıkarması fe­dakârlıkla olması gerekiyordu.
Sümeyye, Yâsir ve Ammar, fedakârlık, azim ve sebatlarıyla, İs­lâm'ın yüceliğinin ve ebediliğinin vesîkasını vermek için İslâm'ın seç­tiği mübarek ve yüce grupdandı...
Biz, Rasûlüllah (s.a.v.) her gün, sebat ve kahramanlıklarını se­lâmlamak üzere Yâsîr ailesinin yanına giderdi, demiştik. Onlar, da-yanılamıyacak işkencelerle karşılaşırken, onların bu durumlarına mer­hamet ve şefkatinden dolayı Resûlüllah'ın (s.a.v.) yüce kalbi erirdi.
Bir gün, onları  ziyaret ettiğinde, Ammâr seslendi: «Ya Rasûlallah! İşkence son haddine vardı». Peygamber Es.a.v.) de ona şöyle seslendi:
«— Sabret... Ebû'l-Yakzan...
Sabrediniz Yâsîr ailesi...
Size va'dedilen Cennet'tir...» Arkadaşları, Ammar'ın  gördüğü eziyetleri   birçok konuşmaların­da tarif etmişlerdir:
Amr ibnu'I-Hakem şöyle der:
«— Ne dediğini bilmez hale gelinceye kadar Ammâr'a işkence
ediliyordu».
Amr ibn-i Meymun da şöyle der:
«—Müşrikler Ammâr İbn-i Yâsîr'i ateşte yakarlardı. Rasûlüllah (s.a.v.) ona uğradığında, eliyle başını sıvazlayıp: «Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız olduğun gibi Ammâr'a karşı da serin ve zarar­sız ol» derdi.
Sırtına ağır gelse de, gücünü kırsa da bütün bu şiddet Ammar'ın ruhuna asla ağır gelmemişti...
Ölüm, Ammâr'ın aklına hiç gelmemişti. Ancak, cellâtlarının suç işlerken ve azgınlık yaparken bütün dehalarını kullandıkları o gün müs­tesna... O gün, ateşle dağlamaktan tutun, kızgın taşlar altında, sıcak kumların üzerine yatırmaya kadar... Soluğu kesilinceye, derileri ve yaraları sayuluncaya kadar suyun içine daldırmaya kadar her türlü iş­kenceyi yapmışlardı.
Çünkü o gün bu şiddetin baskısı altında aklını kaybetmişti. Ona tanrılarımız hakkında güzel şeyler söyle, deyip birşeyler söylemeye başlamışlardı. O da şuursuz olarak söylediklerini tekrar etmişti.
O gün, işkence bittikten sonra biraz kendine gelince, söylediği şeyleri hatırladı ve aklı başından gitti. Bu yanılgı gözünün önünde canlandı ve onu bağışlanmayan ve keffareti olmayan büyük bir hatâ olarak gördü. Birçok zaman, günâh işlemiş olmak duygusu onu müş­riklerin ickencesinin, o günâh yanında merhem ve lütuf haline geldi­ği bir işkenceye düşürdü...
Eğer Ammâr bu duygularından dolayı birkaç saat bırakılsaydı mutlaka duyguları  onu öldürürdü.
O vücuduna gelen şiddete dayanıyordu, çünkü ruhu yüksekti. Ama şimdi yenilginin ruhuna ulaştığını zannederek üzüntü ve korku­su onu ölüme yaklaştırmıştı...
Fakat yüce Allah bu olayı azametli bir şekilde bitirmeyi murâd etti...
Vahiy Ammâr'îa tokalaşmak üzere mübarek sağ elini uzattı ve şöyle fısıldadı:
Kalk ey kahraman... Sana ne azarlama var, ne de güçlük...
Rasûlüllah, (s.a.v.) Ammâr'îa karşılaştığında onu ağlar bir halde buldu. Eliyle gözyaşlarını  silerek ona:
«— Kâfirler seni yakalayıp suya hatırdılar. Sen de şöyle şöyle dedin??.»
Ammâr hüngür hüngür ağlayarak:
'— Evet, ya   Rasûlellah!» diye cevap verdi.   Rasûlüllah (s.a.v gülümseyerek ona şöyle dedi:
«— Eğer yine gelirlerse, onlara bu söylediklerinin aynısını söy­le!!...»
Sonra şu  âyet-i  kerîmeyi  okudu:
«Gönlü imanla dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstes nâ, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Al­lah katından bir gazab vardır, büyük azab da onlar içindir.» (Nâhl/106)
Ammâr'ın içi rahatladı. Artık vücûduna yapılan işkenceden dolayı
hiçbir acı duymadı ve artık hiçbir acıyla karşılaşmadı...
Onun ruhu ve  imanı   kazanmıştı.., Kur'ân bu mübarek işte ona garanti vermişti.  Artık bundan sonra ne olursa olsun!..
Ammar cellâdlanna yorgunluk çökünceye ve onlar, onun azmi karşısında rezil bir şekilde vazgeçinceye kadar direndi!..
Peygamberlerinin hicretinden sonra müslümanlar Medine'ye yer­leştiler. Müslüman toplum orada hızla teşekkül etmeye ve kendini tamamlamaya başladı.
Ammar bu müslüman ve inanan toplumda yüce bir mevkiy hip oldu!...
Rasûlüllah {s.a.v.) onu çok severdi. Ashabına onun imanı ve hi-dâyetiyle iftihar ederdi...
Onun hakkında Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle  buyurur  :
«— Ammâr, kemiklerindeki iliklere kadar imanla doludur».
Halid   ibnu'S-Velîd'le Ammâr arasında  geçen   bir  anlaşmazlıktan dolayı Hz. Peygamber şöyle   buyurmuştur:
«— Kim Ammâr'a düşmanlık ederse, Allah'a düşmanlık etmiş olur. Yine kim Ammâr'a kızarsa, Allah da ona kızar...»
Artık, İslâm kahramanı Halîd ibnu'l-Velîd'in, özür  dileyerek   ve güzel affını umarak Ammâr'a koşmaktan başka çaresi yoktu!..
Rasûlüllah (s.a.v.) ve ashabı, Medine'ye geldikten   sonra   Mes-cid'i inşâ ederlerken Hz. Ali bir şiir söylemişti. Hz. Ali ve müslümar lar bu şiiri tekrar eder dururlardı. Şiir şöyleydi :
«Mescidler yapıp oralarda ayakta ve oturarak ibâdet edenler, Toz topraktan kaçtığı  görülenlerle bir olmaz».
Ammar mescidin bir köşesinde çalışıyordu. Sesini yükselterek şiiri tekrar etmeye başladı... Ashâbdan biri Ammâr'ın kendisine lâf dokundurduğunu zannetti ve Ammâr'a bazı sözler söyledi. Bunun üze­rine Rasûlüllah (s.a.v.) kızıp :
«— Ammâr kim, onlar kim?...
O, onları Cennet'e davet ediyor, onlar ise onu Cehennem'e da­vet ediyor...
Şüphesiz Ammâr, benim ashâbımdandır...»
Rasûlüliah (s.a.v.) bir müslümanı bu derecede seviyorsa, onun imanı, gayreti, dostluğu, ruh yüceliği, vicdan ve ahlâk güzelliği en son noktaya ve olgunluğun zirvesine ulaşmış olması gerekir!
İşte Ammâr böyleydi...
Allah, onun îman ve hidâyetini en mükemmel ölçekle ölçmüştü. O, Rasûlüllah'm (s.a.v.) imanını örnek oîarak verdiği, ashabı arasında nümûne olarak gösterdiği hidâyet ve iman derecelerine ulaşmıştı. Ra­sûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur:
«— Benden sonra iki kişiye, Ebû Bekr ve Ömer'e uyunuz... Am­mâr'ın yolunda gidiniz...»
Ravîler onu şöyle tarif etmişlerdir:
«Boyu uzun, gözleri elâ ve geniş omuzluydu. O, insanların en çok susanlarından ve en az konuşanlarındandı...»
Bu, sükût eöer\ eiâ gözlü geniş göğüslü; vücudu, hayret uyandıran azminin ve benzersiz yüceliğinin vesikasını taşıdığı gibi kendisine yapılan korkunç işkencelerin izlerini taşıyan bu dev insanın hayatı nssıi geçmişti?...
Bu samimi dost, sadık mü'min ve göz kamaştıran fedainin hayatı nasıl geçmişti?
O, öğretmeni ve peygamberiyle birlikte bütün olaylarda, Bedir'de, Uhud'da Hendek'te ve Tebûk'te... ve geri kalan hepsinde bulunmuştur.
Rasûlüllah (s.a.v.) Refik'i A'lâ'ya gidince bu dev insan ordudaki vazifesine devam etmiştir...
Müslümanlar, İranlılar ve Bizanslılarla karşılaştığında, bundan ön­ce de kalabalık mürted ordularıyla karşılaştığında, Ammâr, yiğit, güvenilir, kılıcının isabet etmediği vaki olmayan bir asker olarak; mut­taki ve kendisini Allah'tan hiçbir isteğin alakoymadiği yüce bir.mü'­min olarak daima ilk saflardaydı...
Emîrulmüminin Ömer İbnu'l-Hattab, sonunu seçen kimsenin dik­kat ve inceliğiyle müslümanların valilerini seçtiğinde, gözleri devamlı kesin bir güven içinde Ammâr İbn-i Yasir'in üzerinde geziyordu...
Böylece, Ammâr'a koştu ve onu Küfe'ye valî yaptı! Onunla birlik­te İbn-i Mes'ud'u da Beytulmale tayin etmişti...
Hz. Ömer, Küfe halkına yeni valilerini müjdeleyen bir mektup yaz­dı :
«— Size Ammar İbn-i Yasir'i emir olarak, İbn-i Mes'ud'u da öğ­retmen ve vezîr olarak gönderdim...
Onlar asillerdendir, Muhammed'in ashabından ve Bedir savaşına katılanlardandır».
Ammar valiliği esnasında, kendisine tahammül etmek dünya'ya rağbet edenlere ağır gelen bir şekilde hareket etti. Nihayet onun aley­hinde birleştiler veya birleşmek üzerelerdi...
Valilik onun tevâzusunu, takvasını ve zühdünü artırmıştı...
«— Küfe emiri olduğu sırada, Ammâr ibn-i Yasir'in acur satın alıp onlan bir iple bağladığını ve sırtına yükleyip evine götürdüğünü gör­düm!..»
Yine Küfe emiri olduğu sırada, Yemâme savaşında mürtedlerin kı­lıçlarıyla kesilmiş olan kulağı yüzünden onu ayıplamak üzere halktan birisi ona : «Ey kulağı kesik!» der. Elinde otorite olan emir, kendisine hakaret eden kimseye.
«— Sen kulaklarımın en hayırlısına hakaret ettin... O Allah yolun­da kesilmişti!.» diye cevap verir...
Evet... O kulağı, Ammâr'ın şerefli günlerinden bir gün olan Yemâ­me gününde Allah yolunda kesilmişti... Bu dev insan, ölümü hiçe saya­rak Müseylemetü'i-Kezzâb'ın ordusu içine kafalar biçmek ve onlara ölümler yağdırmak üzere bir fırtına gibi atılmıştı...
Müslümanlarda bir gevşeme gördüğünde, saflar arasında korkunç çığlığını atıyor, onlar da ok gibi fırlıyorlardı.
Abdullah ibn-i Ömer (r.a.)  şöyle der ;
«— Yemâme gününde Ammâr ibn-İ Yâsir bir kayanın üstüne çık­mış : «Ey müslümanlar! Cennet'ten mi kaçıyorsunuz? Ben Ammâr ibn-i Yâsirim. Bana gelin» diye haykırırken gördüm. Onun bir kulağı kopmuş sallanırken o da şiddetli bir çarpışma yapıyordu...»
Evet, doğru Peygamber ve mükemmel öğretmen Hz. Muhammed'in büyüklüğünden şüphe eden kimse, o peygambere ve ashabı olan bu örnekler karşısında durup kendisine şunu sorsun: Bu yüce modelin or­taya çıkmasına yüce bir peygamber ve öğretmenden başkasının gücü yeter mi?
Onlar Allah yolunda bir savaşa katıldıklarında ona zaferi değil ölü­mü arayan kimse gibi atılırlardı!!
Onlar halife ve hakim olduklarında Halife, yetimlerin koyunlarını sağar ve yetimler-için hamur yoğururdu!!...
Nitekim Ebû Bekir ve Ömer öyle yaparlardı!!...
Onlar vali olduklarında, Ammâr'm yaptığı gibi yiyeceklerini iple bağlayarak sırtlarında taşırlardı... Veya Selman'ın yaptığı gibi maaşla­rından feragat ederek örülmüş hurma yaprağından çeşitli eşyalar ve sepetler yapmak üzere otururlardı!!...
Şimdi, onları ortaya çıkaran dîne ve onları eğiten peygambere din ve peygamberden önce onları tam bunun için seçen, onları tam bunun için hidayete ulaştıran ve onları insanlar için ortaya çıkarılmış en ha­yırlı ümmetin öncüleri yapan yüce büyük Allah'a saygı gösterelim.
Sırların ve kalplerin dilinde uzman olan Huzeyfe İbnu'l-Yeman Al­lah'la buluşmaya hazırlanıp ölüm sekeratıyla uğraşıyordu. Yanında otu­ran arkadaşları şöyle sordular :
«— İnsanlar ihtilâfa düştüklerinde, bizim kime başvurmamızı tav­siye edersiniz?...
Son sözünü söylemek üzere Huzeyfe onlara şu cevabı verdi :
«— İbn-i Sumeyye'ye sarılınız. O, ölünceye kadar haktan ayrıl­maz...»
Evet... Ammar, hakkın döndüğü yere hakla birlikte dönüyor... Şim­di de onun mübarek eserlerine dönüyoruz. Yüce hayatının izlerini ince­liyoruz. Geliniz, büyük bir olaya yaklaşalım...
Fakat güzelliği, azameti, cesareti, olgunluğu, fedakârlığı, sebatı, üstünlüğü ve güçlülüğü içinde bu olayla yüzyüze gelmeden önce, geli­niz, bu hadiseden önceki, onun haberini veren ve hazırlığını yapan baş­ka bir hadiseyi görelim.
Bu olay, müs I umanların Medine'ye yerleşmelerinden sonra olmuş­tu. Hz. Peygamber ve ashabı, Rablerinin rızası için saç ve başları dağı-mk bir halde, toz-toprak içinde, mescid inşa etmeye kalktılar... İnanan kalpleri neşe ve sevinçle dolup Rablerine hamd ve şükür için tutuştu.
Hepsi sevinç, ve ümitle çalışıyorlar... Taş taşıyorlar, harç karıyor­lar, duvar yapıyorlardı...
Orada bir grup, burada bir grup...
Mübarek ufuk, neşeli sesleriyle söyledikleri şu nağmeyi tekrar edi-
«Nebi çalışırken biz oturursak, bizim bu yaptığımız kaybolmuş bir ameldir».
İşte böyle okuyup terennüm  ediyorlardı...
Daha sonra başka bir nağmeyi terennüm  eden sesleri yükseldi:
«— Ya Rabhi! Gerçek hayat ahiret hayatıdır. Ensar'a ve Muhacir­lere merhamet et».
Bir üçüncü  nağme daha :
«— Mescidier inşa edip, orada, ayakta vg oturarak ibadet eden­lerle, Tozdan topraktan kaçtığı görülenler bir olmaz».
İşte Allah'ın arı kovanları çalışıyor... İşte Allah'ın askerleri, onun sancağını taşıyorlar ve onun binasını yükseltiyorlar...
Allah'ın temiz, emin elçisi de onlarla birliktedir. O, koca koca taş­lan taşımaktadır. O, en zor işle meşguldür... Terennüm eden sesleri, hoşnut ve itaatkâr gönüllerinin memnuniyetini anlatmaktadır... Üstle­rindeki gök, onları taşıyan yere gıbta etmektedir... Güzel hayat en gü­ze!  bayramlarından  birine şahid olmaktadır!..
Ammâr ibn-i Yasir de kutlanmakta olan bayramdadır. Ağır taşla­rı yontulduktan yerden konulacakları yerlere taşımaktadır.
«Hediye edilmiş rahmet» Allah'ın Rasûlü Muhammed onu görür ve  büyük bir şefkatle  ona yaklaşıp mübarek  eliyle başındaki tozları silker, Allah'ın nurunun doldurduğu bakışlarla sakin ve inanan yüzü bir süre düşündükten sonra bütün ashabının ortasında:
«— Vah yazık, İbn-i Sumeyye'ye!. Onu âsi bir topluluk öldürecek,..» Dibinde çalıştığı bir duvar yıkıldığında Hz. Peygamber'in verdiği bu haber bir defa daha tekrarlanır. Arkadaşlarından birisi onun öldü­ğünü zanneder, bunu Rasûlüllah'a haber vermeye gider, ashab habe­rin tesiriyle korkuya kapılır... Fakat Rasûlüllah (s.a.v.) huzur ve gü­ven içinde:
«— Ammâr ölmedi... Ammâr'ı asi bir topluluk öldürecek...»
Acaba bu topluluk kimlerdir??. Ne zaman, nerede??..
Ammâr bu haberi, büyük Peygamber'inin sahip olduğu basiretin doğruluğunu çok iyi bilen bir kimse olarak dinledi...
Fakat o hiç irkilmedi. O müslüman olalıdan beri, gece ve gündüz her an ölüme ve şehidliğe adaydı...
Günler ve yıllar geçti...
Rasûlüllah (s.a.v.) Refik-i A'lâ'ya gitti. Arkasından Hz. Ebü Bekr (r.a.) ona kavuştu. Daha sonra da Hz. Ömer (r.a.) onlara kavuştu..
Halifeliğe «İki Nur sahibi» Osman İbn-i Affan geçti...
İslâm'ın aleyhindeki tertipler her türlü yola başvuruyor, harpte kaybettiklerini haksızlık ve fitneyi uyandırmak suretiyle kazanmaya çalışıyorlardı...
Hz Ömer'in şehid edilmesi, İslâm'ın saltanat ve tahtlarını yıktığı bu ülkelerden sam yeli gibi Medine'ye doğru esmeye başlamış olan bu tertiplerin elde ettiği ilk başarıydı.
Hz. Ömer'in şehîd edilmesi, bu tertipleri çalışmalarına devam et­meye teşvik etti. Böyiece bu tertipler fitneler çıkarıp onları İslâm ül­kelerinin çoğunda da uyandırmış oldu...
Belki Hz. Osman, işlere gereken önemi vermeyip gerekli alâkayı göstermedi. O!an oldu ve Hz. Osman (r.a.) şehid edildi. Müslümanla­ra fitne kapıları açıldı... ve Hz. Muaviye, halifelikte hakkı olduğu ko­nusunda yeni  halife Hz. Ali (Kerremallahü Vechehu)  ile  mücadeleye
girişti...
Sahabe'nin eğilimleri çoğaldı... Bir kısmı ibn-i Ömer'in şu sözü-nü şiar  edinerek :
«— Kim «Hayye alâ's-salâh» derse ona cevap veririm... Kim «Hayye ale'l-felâh» derse ona cevap veririm...        
Kim «haydi müslüman kardeşini öldürmeye ve malını almaya» deı se, «hayır» derim...» İhtilâftan elini çekip evine kapandı. Bazıları da Hz, tvluaviye'ye meyletti... Bir kısmı da, biat sahibi ve müslümanların halifesi Hz. Ali'nin yanında yer aldı...
Acaba Ammâr o gün nerede durmaktaydı?.
RasûlülEah'ın, (s.a.v.) hakkında :
«— Amınâr'm yoluna uyunuz» dediği adam nerede durmaktayc
Rasûlüllah'm (s.a.v.) hakkında :
«— Kim Ammâr'a düşman olursa, Allah da ona düşman olur», dediği adam nerede durmaktaydı?
O, Rasûlüllah'ın; {s.a.v.) evine yaklaşırken sesini  duyup da : «— Hoş geldin, temiz ve temizlenmiş kişi, ona izin verin» dediği kimsedir.
O, sırf taraf tutmak üzere değil, hakkı kabul etmek ve sözünü tutmak üzere Ali İbn-i Ebî Talib'in yanında yer almıştır.
Hz. Ali, müslümanların halifesidir, ona biat edilmiştir. O halife­liği, ona lâyık olarak almıştır...
Hz. Alî bundan önce ve sonra Hz. Harun'un (a'.s), Hz. Musa (a.s.) yanındaki derecesi neyse, onu da Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanında­ki dereceye getiren meziyetlerin sahibiydi...
Döndüğü yere hakla birlikte dönen Ammâr, basiretinin nuruyla ve ihlasıyla bu mücadeledeki yegâne hak sahibine uymaktadır. O gün inancına göre İmam Ali'den (r.a.) başkası hak sahibi değildi. Böylece Ammâr onun yanındaki yerini almıştı...
Ali (r.a.), onun yardımına belki o gün benzerine sevinmediği bir şekilde sevindi. Hakkın büyük şahsiyeti Ammâr kendisine koştuğu ve onunla birlikte olduğu sürece hak üzerinde olduğuna inancı arttı...
Ve korkunç Sıffîn günü geldi...
İmam Ali fr.a.), önleme sorumluluğu üzerinde olan ve bir isyan olarak kabul ettiği tehlikeli işle karşılaşmak üzere çıktı.
Ammâr da onunla birlikte çıktı... Ammâr o gün 93 yaşına ulaşmıştı... 93 yaşında. Ve savaşmak için çıkıyor.
Evet, savaşmanın sorumluluk ve görev olduğuna inandığı sürece. O, 30 yaşındakilerden daha şiddetli ve daha şahane dövüştü!...
Devamlı susup az konuşan bu adam. eğer dudaklarını kımıldatırsa sadece sununla kımıldatıyordu:
— Fitneden Allah'a sığınırım».
 «— Fitneden Allah'a sığınırım».
Rasûîüllah'in (s.a.v.) vefatından az sonra bu kelimeler onun de­vamlı duasf oimuştu...
Günler geçtikçe onun bu cümleye düşkünlüğü ve fitneden Allah'a sığınması  artıyordu...
Sanki günleri yaklaştıkça onun temiz kalbi ortaya çıkacak tehli­keyi seziyordu..,
Tehlike ortaya çıkıp fitne alevlenince İbn-i Sumeyye yerini bili­yordu. Siffîn gününde, yardımlaşmanın gerekli olduğuna inandığı bir hak davaya yardım etmek için
 —Daha önce de dediğimiz gibi
— 93 yaşındayken kılıcını alarak yerini almıştı...
Bu savaştaki   görüşünü  şöyle  açıklamıştı:
«— Ey insanlar!..
Osman'ın (r.a.) öcünü istediklerini ileri süren şu topluluğa doğru bizimle birlikte yürüyünüz. Vallahi, onların maksadı Osman'ın öcünü almak değildir. Fakat onlar, dünyanın tadını almışlar, ondan fay­dalanmak hoşlarına gitmiştir. Onlar anlamışlardır ki hak, onlarla dün­yalık arzu ve isteklerine engel olmaktadır.
İslâm'da onların; müsiümanların kendilerine itaatini ve onların idaresine girmelerini gerektiren bir öncelikleri yoktur. Onların kalple­ri, kendilerini Hakk'a uymaya sevkeden Allah korkusunu da bilmez...
Onlar, Osman'ın kanının öcünü istemek iddiasıyla insanları kan­dırırlar... Aslında onlar zorba kimseler ve saltanat süren kimseler ol­maktan başka birşey istemezler...»
Sonra sancağı eliyle tutup dalgalanmak üzere başların üstüne kaldırdı ve  insanların içinde şöyle haykırdı :
«— Canım elinde olana yemin olsun... Ben Rasûlüllah'ın {s.a.v.) yanında bu sancakla savaştım. İşte ben, bugün de onunla savaşıyo­rum...
Canım elinde olana yemin olsun. Eğer onlar, bizim en son oca­ğımızı da yenseler, anlardım ki, biz Hakk üzerindeyiz, onlar da bâtıl­dadırlar...»
Bunun üzerine, insanlar Ammâr'a tabi oldular. Onun sözlerinin doğruluğuna inandılar.
Ebû Abdirrahmân es-Sülemî şöyle der ;
«— Ali (r.a.) ile birlikte Sıffîn'de bulunduk. Ammâr ibn-i Yâsîr'in (r.a.) Sıffîn'in hiçbir köşesinde ve vadisinde durmadığını gördüm. An­cak Muhammed'in ashabının sanki o, bayraktanymış gibi Ammâr'ı peşinden  gittiklerini gördüm!...»
Ammâr, savaşta çarpışırken kendisinin o savaşın şehîdlerinden biri olduğuna inanıyordu...
Rasûlüllah'ın (s.a.v.) verdiği haber, gözlerinin önünde büyük harf­lerle parlıyordu:
«Ammâr'ı asî bir topluluk öldürecek...» . Bu yüzden, sesi savaşın ufkunda şu nağmeyle çınlıyorc «— Bugün dostlara kavuşacağım». Muhammed'e ve arkadaşlarına kavuşacağım!!»
Sonra Hz. Muâviye ve yanındaki emevîlerin tarafına doğru bir bomba gibi atılır ve kahredici yüksek çığlığını atar:
«Onun (Kur'ân'm) inmesi üzerine sizinle dövüşmüştük. Bugün onun te'vîlinden dolayı sizinle dövüşüyoruz.
Öyle bir dövüş yapıyoruz ki, o, yoluna dönünceye kadar, başları uyudukları yerden ayırıyor ve dostu dostundan ayırıyor».
Bu şiiriyle o, şunları kastediyordu:. Hz. Peygamber'in ilk ashabı —ki Ammâr'da onlardandı— dün başlarında şirkin bayrağını taşımış olari ve müşrik ordularını yöneten Ebû Süfyân olduğu halde Emevî-lerle savaşmışlardı.
Dün, onlarla dövüşmüşlerdi. Kur'ân-ı Kerîm onlara, açıkça Err lerle dövüşmeyi  emrediyordu. Çünkü onlar müşrikti...
Bugün ise, her ne kadar müslüman olmuşlarsa da, Kur'ân-ı Kerîm kendilerine açıkça onlarla savaşmayı emretmiyorsa da Ammâr'ın [r.a.) hakkı araştırmadaki gayreti, Kur'ân'tn gaye ve meramlarını anlayışı, gasbedîlmiş hakkın sahiplerine iadesine, azgınlık ve fitne ateşi ebedî olarak sönünceye kadar onlarla savaşmaya inanıyordu...
Böylece o, dün Emevîlerle, dîne ve Kur'ân'a küfrettikleri için dö­vüştüklerini kastediyordu...
Bugün ise, onlarla dinden sapmalarından, Kur'ân-ı Kerîm'i iyi tef­sir ve te'vîl etmediklerinden, âyetlerini ve meramlarını kendi istek ve gayelerine uydurmaya çalışmalarından  dolayı  savaşıyorlardı!.»
O 93 yaşındaydı. Yüce hayatındaki savaşların sonuncusuna katılı­yordu. Savaşa gitmeden önce hayata, Hakk'ta sebat etme konusun­daki son dersini vermiş, hayata yüce, şerefli ve öğretici davranışları­nın sonuncusunu bırakmıştı...
Hz. Muâviye'nin adamları mümkün olduğu kadar Ammâr'dan uzak durmaya çalışmışlardı. Öyle ki kendi kılıçları onu öldürmesin de, in­sanlar onların asî topluluk olduklarını bilmesinler.
Ancak, sanki tek başına bir orduymuş gibi savaşan Ammâr'ın ce­sareti onlara, akıllarını kaybettirmişti. Hz. Muâviye'nin askerlerinden bazıları onu öldürmek için fırsat gözlüyorlardı. Nihayet buna imkân bulduklarında onu öldürdüler.
Hz. Muâviye'nin ordusunda birçok yeni müslüman vardı... Bunlar, İslâm'ın Bizans ve Acem'in hâkimiyetinden kurtardığı birçok ülkedeki İslâm fethinin davulları çalması üzerine müslüman olmuşlardı. Bunla­rın çoğu Hz. Muâviye'nin isyanının ve Hz. Ali'ye (r.a.) biat etmemesi­nin sebep olduğu iç harbin yakıtı idiler. Onlar harbi iyice alevlendiren yakıt ve yağ oldular...
Eğer işler, ilk müslümanların ellerinde olsaydı, bu tehlikeli ihtilâf barışla bitebilirdi... Fakat mesele, içinden çıkılmaz bir hale gelince ona, İslâm'ın sonu kendilerini ilgilendirmeyen birçok el karıştı. Bu el­ler savaş ateşini körükleyîp iyice tutuşturmaya başladı.
Ertesi gün Ammâr'ın şehîd edildiğinin haberi yayıldı. Müslüman­lar çok önce, Medine'de mescidi yaparken Rasûlüllah'm (s.a.v.) ver­diği  şu  haberi birbirlerine nakletmeye  başladılar :
cek...»
Sümeyye'nin oğluna vah yazık!  Onu âsî bir topluluk öldüre-İnsanlar şimdi anlamışlardı, kimin âsî topluluk olduğunu... Am-mâr'ı şehîd eden topluluğu... Onu Hz. Muâviye'nin topluluğundan baş­kası öldürmemişti.
Hz. Ali'nin arkadaşlarının buna inancı arttı...
Hz. Muâviye'nin taraftarlarının içine şüphe girmişti. Bazıları isya­na ve Hz. Ali'ye katılmaya hazırlanıyordu...
Hz. Muâviye olayı duyar duymaz bunun gerçek olduğunu ve Ra-sûlüllah'ın [s.a.v.) Ammâr'ı âsî bir topluluğun öldüreceğine dair bir gerçeği haber verdiğini halk arasında yaymaya çıktı... Fakat Ammâr'ı öldüren kimdi? Daha sonra yanındaki insanların arasında şöyle hay­kırdı :
«Onu ancak evinden çıkarıp buraya savaşmaya getirenler öldür­müştür...»
Kalplerinde bu aceleci te'vile sevgisi olan bazı kimseler buna inanıp aldandılar. Çarpışmanın seyri malum vaktine kadar devam etti...
Ammâr'ı Hz. Ali kucağına alıp namazını kıldıkları yere götürdı ve üzerindeki  elbiseleriyle birlikte gömdü...    .
Evet, temiz kanına bulanmış elbiseleriyle... Dünyanın bütün ipek ve atlasları içinde Ammâr tipindeki büyük bir şehîde ve velîye kefen olmaya lâyık olanı yoktu.
Müslümanlar hayret içinde kabrinin başında durdular!!...
Çoktan beri Ammâr, savaş alanında onların arasında memleke­tine hızla götürülürken içi sevinçle dolu olan bir kimse gibi şunu te­rennüm ediyordu :
«— Bugün dostlara kavuşacağım, Muhammed'e ve arkadaşlarına kavuşacağım!»
Bugün, bildiği ve beklediği bir randevudan dolayı mı onlarla bir­likteydi?!.
Arkadaşları birbirlerine sormaya başladılar...
Birisi arkadaşına şöyle dedi ; «— Medîne'de o günün akşamını hatırlıyor musun? Biz, Rasûlül-lah'la (s.a.v.) birlikte oturuyorduk... Birden Rasûlüllah'm [s.a.v.) yüzü neşeli bir hal alıp : «Cennet Ammâr'a özlem duymaktadır» demişti. Bir arkadaşı ona :
— Evet» deyip o gün orada bulunan bazı kimseleri de saymış­tı.. Onların içinde Âli, Selman ve Bilâl de vardı...
Evet, Cennet Ammar'ı özlemişti...
Evet, bütün sorumluluklarını yerine getirinceye ve son görevini yapıncaya kadar mühlet istediğinden Cennet'in ona hasreti uzamıştı.
O, ciddiyetle sorumluluklarını yerine getirmiş ve sevinç içinde görevlerini yapmıştı.
Onun, Cennetlerin ortasından kendisine seslenen özlem çağrısı­na cevap verme zamam gelmemiş miydi?..
Evet... Onun bu çağrıya cevap verme zamanı gelmişti... İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?... Böylece mızrağını atıp gitti...
Kabrinin toprağı, arkadaşlarının elleriyle düzeltilirken ruhu ora­daki mesut sonuyla, Ammar'a özlemi uzun süren ebedilik Cennet'le-riyle kucaklaşıyordu. [1]






[1] Hald Muhammed Halid, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 1/452-468.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı