SULTAN 2. MEHMED (FÂTİH) -2-

Karaman İlhakı


Karaman Bey'i İbrahim Bey, Osmanlı Devletinin kuvvetiy­le aşık atamayacağını anladığından açık şekilde husumet göstermiyordu. Buna mukabil bir yandan Gzun Hasan Bey'le, diğer taraftan Papalık ve Almanya İmparatorlukları ile gizli münasebetler içinde idi. Yalnız şu vardır ki; Avru­pa'nın Osmanlı Devleti ile uğraşacak hâl ve durumu mevcut değildi. Lâkin bu münasebetler Hazreti Fatih'in et kulağına ulaşmadı.
Karamanzâdelerin an'anevî Osmanlı'ya karşı olan husu­meti babadan oğula tevarüs ediyordu. İbrahim Beyin yedi ta­ne oğlu vardı. Bu aile ana tarafından Osmanlı'ya akraba olu­yorlardı. Karamanlılar, Sultan Fatih Hazretlerinin halazadeleri idiler. İşte bu yedi oğuldan altısı Yüce Padişahın halasından dünyaya gelmişlerdi. Bir tanesi ise İbrahim beyin cariyesin­den olma idi. Altı oğlunun Osmanlı'ya meyilli olabileceğini hesab eden İbrahim Bey cariyeden doğan oğlu İshak Beyi kendisine vâris tayin etti. Ana tarafından Osmanlı olan altı oğlunu mirasdan mahrum etti.
Beyzadeler bu karara son derece müteessir olarak İsyan bayrağını açtılar. İbrahim Beyi Konya'dan uzaklaştırdılar. Bu­nun üzüntüsü ile vefat eden İbrahim Beyden sonra çocukları miras kavgasına devam ettiler. Bunlardan Pîr Ahmed Bey Konya'da Karaman tahtına culüs eyledi. İshak Bey bu du­rum karşısında üzün Hasan'a başvurdu. Gzun Hasan kuvvet­leriyle Konya'ya yürüdü ve Pîr Ahmed, Sultan Fatih Hazret­lerine iltica etti. İshak Bey hükümetini kurdu. Ne var ki üzün Hasan'ın askerleri Konya'da yaptıkları zulüm ve şenaatle halkın sadece düşmanlığını kazanabildiler ve hepsi Pîr Ah­med Bey tarafını tutmayı kararlaştırdılar.
İshak Bey hükümetinin tanınması için Hazreti Padişaha hey'et gönderdi, padişah, Hazreti Yıldırım Bayezid zamanın­daki Çarşamba suyunu hudud kabul ederse hükümetini tas dik ederim, diye cevap gönderdi. Lâkin İshak Bey bu muka­bil cevabı kabul etmeyince Hazreti Fatih, Anadolu muhafızı Hamza Bey'e Pîr Ahmed Bey'in tahtına oturtulması için emir verdi. Hamza Bey ve Pîr Ahmed Bey Konya üzerine yürüdü­ler. Ermenek civarında İshak Bey'le karşılaştılar. Meydana gelen savaşta İshak Bey fecî bir mağlûbiyete uğradı ve solu­ğunu Üzün Hasan Bey'in yanına iltica edince rahatça alabi­ldi. Silifke kalesi, İshak Beyin hanımı ve onun küçük olan çocuğu eline kaldı. Tahta geçen Pîr Ahmed Bey Saklanhisar, Ilgın kalesi ve Akşehir'i bir hediye olarak Devleti Aliyei Os-maniyyeye takdim ettiler. Hicrî 868/Milâdî 1464.
Lâkin bu çözüm Sultan Fatihi tatmin etmemiş, Karaman'ı mutlaka Osmanlı sancağı altına alması İcab ettiğini ciddi ciddi düşündürmeye başlamıştı. Ne var ki Pîr Ahmed Bey yi­ne baba tarafına çeker huyunu gösterdiği, dün öpmek için kapandığı eli bugün yavaş yavaş ısırmaya başladı. Bunun üzerine Karaman'a Seferi Hümayun tertib olundu. Sadrazam Mahmud Paşa, Pır Ahmed'i Konya'dan çıkardı. En sonunda Lârende civarında yapılan şiddetli bir savaşta Pîr Ahmed he­zimete uğradı. Karaman Sancağı adı verildi ve büyük Şehza­de Mustafa Sultan a verildi. Hicrî 872/Miiâdî 1468. Şehzade­nin Lalası sıfatıyla Gedik Ahmed Paşa idareyi ele aldı.

Uzun Hasan İle Otlukbeli Savaşı


Uzun Hasan'ın hemen üzerine gidilmesini düşünen Yüce Fatih sadrazamlığa yeniden Mahmud Paşa'yı tayin etmişti. Mahmud Paşa, durumu görüyor, Yıldırım Bayezid Hz.ierinin başına gelen Ankara Savaşı mağlûbiyeti daima önünde ör­nek vazifesi ifa ediyordu.
Sultan Fatih derhal orduyu hümayunu harekete geçirip gururundan ne yapacağını şaşıran, bir İslâm devleti olan Os­manlı'ya karşı, Papa ve Hıristiyan devletlerle anlaşma zemini arayan bu adama ki, daha evvel annesi Sara Hatunla selâm­lar dahi göndermişti. Şimdi ona hemen haddini bildirmek is­tiyordu.
Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa, Anadolu askerini yanına bir miktar Rumeli hafif süvari askerinden alarak Sultanın em­riyle Konya'da bulunan ve Üzün Hasan'ın her an taarruzuna uğraması muhtemel Şehzade Mustafa Sultan ve onun lalası Gedik Ahmed Paşa'nın yardımına gönderildi.
Hakikaten Clzun Hasan da bir ordu tertib ederek başlarına oğlu Yusuf ve Zeynel mirzaların yanına asıl kumandan olarak Mehmed Bakır Mirza tayin olunmuştu. Karamanzâde Pir Ah­med Bey ve Kasım bey de bu orduda yer almışlardı.
Şehzade Mustafa Sultan, bunları kemali metanetle karşıla­dı. Sultan Fatih Hazretlerinin gönderdiği kuvvette yetişmiş olduğundan bu metanet daha da ziyadeleşmişti. Kıreli gölü civarında büyük bir savaş oldu. Osmanlı ordusu savaşı ka­zandı. Mehmed Bakır Mirza dahi ölüler arasındaydı. Kara-manzâdeler ise firara muvaffak oldular. Hicrî 877/Milâdî 1473
Bu savaştan sonra orduyu hümayun bir nefes almış oldu. Şark hududuna doğru tam bir emniyet içinde yürümeğe baş­ladı. Rumeli askeri Gelibolu Boğazından geçerek Yenişe­hir'de toplandılar. Resmî geçid yaparak ahaliyi İslâmiyyenin moralini takviye etme başarısını gösterdiler. Ve tekrar yürü­yüşe devam ettiler. Şehzade Mustafa Sultan ve Şehzade Ba­yezid Hazretleri de şanlı askerleriyle birlikte orduyu hümayu­na iltihak ettiler. Sivas'a gelince burada bir müddet dinlenip, eksiklikler tamamlandı. Bu arada Rumeli Beylerbeyliğine ta­yin olunmuş bulunan Murad Paşa, seyyar bir müfreze ile ön­den Erzincan'a doğru gönderildi.
Üzün Hasan'a gelince Fırat kenarında sağlam bir mevki tutmuştu. Sadrazam Mahmud Paşa ve Mihaioğlu Ali Bey'in tembihlerine rağmen Has Murad Paşa, üzün Hasan kuvvetle­rine hücum etti fakat bu bir taktik hatasıydı ki, maalesef bu hatanın neticesi başta Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa ol­duğu halde bu seyyar müfrezenin mücahidleri şehadet şer­betini içtiler. Bazı tarihlerde bu Has Murad Paşa'nın Bizans'ta ihtida edenlerden olduğunu söyleyen satırlara rastlanmakta­dır. Bu hücumun yapılmaması icab ettiğini söyleyen bu ta­rihler askeri ile beraber şehyd düşen bu paşayı istihfamla anar bir duruma getirmiş olduklarının farkında olmalıdırlar. Biz şeriatı İslâmiye mertebesinde bu meseleye düşmanla sa­vaşarak şehadet şerbetini içmiş bu askerlerin başlarında ku­mandanlar Has Murad Paşa olarak bir şehidler zümresi sayıp kendilerine Allahtan rahmet dilemeyi lüzumlu görürüz. Niy-yetleri ancak âlemlerin Rabbi bilir, üzün Hasan bu ön savaş­ta, Meşhur Turhanzâde Ömer bey ve bazı ileri gelen süvari
birlik komutanlarını huzurunda esir olarak görünce şu ham hayalini dile getirdi. «Bu seyyar müfreze Rumeli süvarisidir. Bu süvariler Osmanoğlu ordusunun bel kemiğidir. Ben bu kemiği kırdım. Osmanoğlunun artık bana mukavemete me­cali kalmamıştır. Bundan böyle Rumeli saltanatı, ile devleti Kayseriyye artık benim olacaktır.» dedi.

Otluk Beli Savaşında Varılan   Netice


Sultan Fatih Hazretleri' yukarıda kısaca tafsilâtını ve'rdiği-miz olaya rağmen orduyu hümayunu üzün Hasan'ın üzerine yürütmekten vaz geçmedi. Uzun Hasan ise Baysurt civarına ricat etmiş ise de savaş mukadderdi. Çünkü ayağı zaferlerle kutlu Padişah avını mutlak yakalamağa, boyundan büyük iş­ler yapmağa kalkışan üzün Hasan'ın beyni bâlâsına gürz mi­sali yumruğunu vurmayı kararlaştırmıştı. Şimdiye kadar o sultanlar sultanının karar verdiği şeyi yerine getirmediğine şahid olunmamıştı. Ve yine karar sahibi devietlü kararını in­faz edecek idi...
Nihayet iki ordu Tercan civarında Otlukbeli'nde karşı kar­şıya geldiler. Çok şiddetli bir savaş neticesinde zafer gül yü­zünü Osmanlı'ya gösterdi. Bu muharebede Şehzade Mustafa Sultan ve şehzade Bayazıd Sultan büyük kahramanlıklar gösterdiler. Uzun Hasan ordusunun Osmanlı ordusu karşısın­da tutunamayacağını anlayınca her şeyi yüzüstü bırakıp firar yolunu seçti.
Yüce padişah onu kovalamıya lüzum görmedi. Çünkü ne­tice çok kesin olarak meydana çıkmıştı. Sultan Hazretleri bu zafere şükür ettikten sonra buna bir cemile olmak üzere ne kadar kendine hediye edilmiş köle varsa hepsini azad eyledi. Tarihçi Solakzade bu sayının kırkbin kişiyi bulduğunu kayde­der.

Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi


Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.
İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinât­gahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kuman­danlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyur­muşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen kuman­dana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyin­den sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Ve­lî Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş ol­duğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir hal­de harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik li­manlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...
İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olay­lar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül et­mede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar et­mez.
«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bu­günkü Gebze kazası civarında terki can ettikte, düşmanları­nın şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulma­larına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yer­den vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.
Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini ver­meye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.

Merkad-İ Fatih'i Ziyaret


Her kuşesinde dehrin, nâm-ı bekâ-nisârın; Şayestedİr denilse âlem seni mezarın.
Kaldın cihanda biân, her ânın oldu bir devr; Mülki ezeldi güya tahtında hem civarın.
Sensin o padişah ki bu ümmet-i necibe; Emsâr bahşişindir, ebhar yadigârın.
Meydân-ı harbi kıldın san*tahtgâh-s şevket; Leşkerdi hep müsellâh etbâ-i bi- şümârın.
Sen cism idin fenâ-Yâb, ol ruhi câvidâni; Düştün cüda sen amma. bakîdir iştiharın.
Ettin muvahhidine mülk-i cihâdı meftûh, Sulh oldu anda câri fermân-ı feyz-bârın.
Mazi o perdei gayb ükşade-i huzurun, Âti, o râh-ı muzlim âmâde-i güzârın.
Tevhid idi meramın islâm ile enamı, Birleşti ol uğurda ilminle iktidarın.
Beyt-i Hudâya konmuş câhın metâf-ı eslâf; Durmuş başında bekler, bir kavm türbedârın.
Takında müncelidir hep beyyinât-ı mânâ, Esrâr-ı !em yezelden masnû'olan bu darın.
Bir maksada ederdi seyf ü kalem teveccüh, Ahkâmına uyardı kânunu rüzgârın.
Şemşir kuvvetinde hâmendi lerze-bahşâ Mu'cizdi misl-i hâme şemşir-i hud'a-kârın
Okşardi zülf-i yârı tedbir-i âdilânen, Çarpandı fikr~i hasma takrir-i dil-şikârın.
Her şaha böyle tâli' yar olmaz ey şehenşeh, Nâdir geyir nazîri bir böyle şehriyârın.
Bir dem ü yüzün gülünce âlem bahar olurdu; Misl-i küsûf her-câ zahirdi İğbirarın.
Yoktur senin gurubun, ey neyyir-i maâli, Var şu'le-i dehadan bin necm-i tâbdârın.
Bir mecma'-i siyaset buldun ukûle çesbân, Tâbân ufuklarından eczâ-i târmârın.
Ervâh-ı mü'minindir, encüm kadar meşail, Bâlâ-yİ türbetinden tenvir eden kenarın.
Sen muhrik-i fitendin, ey âteş-i celâdet; Söndün nihayet amma berk oldu her şirânn.
Mehd-i vücudu oldun bir çok nevâdirin sen, Hâkinden oldu nâbit esbabı kârzârın.
Bir yıldırımdı nîzen, peyveste ka'r-ı hâke;
bir burc-i Hak-nümândır, ermiş göğe menârın.
Bab-ı necatı sensin, ey Fatih, eyleyen feth, Miftâh yaptı ancak cedd-i büzürgvânn.
Her dem sana açıktır ebvâb-ı Arş-ı rahmet, Türbendir en azîmi feth ettiğin diyarın.
Gösterdiğin maâli ehramdır müselsel, Kühsârlar umumen bâlin-i ihtizârın.
Perverdigâra nazır bünyad-ı ser-bülendi, Sâfillerin elinde tâbût-i pür-vekârın.
İster idin ki olsun düşmenle yâr yek-dil: Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın.
Tahtın getirdi bir dem umkıyyeti kıyhama, Eyler rükûa da'vet ulviyyeti mezarın.
Her gün ederdin ihya bir başka cilve-i akl, Bi-hûş-i haletindi erkân-ı hûşyârın.
Hâlâ dahi ukûlun ser-haddidir geçilmez, Seyl-i dumû' birle mahsur olan cidarın.    .
Ağuş-i mâdenden hâk-i vatan eazdir; Andan daha muazzez bir nurdur gubârın.
Sen pençe-i kazadan bi-fark idi deminde, Zeyl-i rızâyı sarmış bâzû-yi zi medarın.
Titrerdi secdegâhın oldukça sen cebîn-sây, Hâlâ gelir zeminden tekbir-i zâr-zânn.
Her azmin eylemişti tefsir-i âyet-i Hak, Zahirdi nâsiyende âsârı çâr-yârın.
Seyyâre-i vatadır, ardınca peyk-i harın, Eyler tavaf her-sû rûh-i fütûkârın.
Sen yattığın düşekte bisterdi güle-i top Tûfân-ı hûn u âteş gülzâr-ı nev-bâhânn.
Eyler bu dem başında leyi ü nehâr-mânend Teşkil-i nûr-i u zulmet sayen ile çenârın.
Kılmsş tulu' yerden, gözler bu inkılâbı: Bir devrdir mücessem destâr-hun-disarın.
Kahhâr-ı müntakimden hiç kalmadı mahâfet; Senden biz eyleriz havf, ahz et gelip de sârin.
Açdı cana cenahın cânân-ı sermediyyet, Etti anı der-âğûş cân-ı cihan-sipânn.
Ecr-i azim-i vasfın kaydında Hâmid ey şah Kıl bu sevabını sen afv ol günahkârın.
Mehdinde şâirâna ilhamlar gerektir: Ta'rifi yerde bitmez Arşa çıkan kibarın.

Şerh


Yukarıya aldığımız Abdülhak Hâmid Bey'in «Merkad-i Fati­hi Ziyaret» adlı şiirini muhterem ağabeyimiz merhum Melih Yuluğ beyefendinin esrarı tasavvufa bihakkın vakıf olması münasebetiyle şerhini istirham ettiğimizde lütfettiler biz de siz okurlarımıza aynen sunuyoruz.
«Fatih'in Kabrini Ziyaret diye de söylenebilir. Bu şiirin bazı beyitleri çok derin mânâlar ihtiva ettiğinden şiirin gerek kül halinde gerekse bazı beyitlerin edebî bakımdan bir kritik hem de şerhe tâbi tutulmasında zaruret vardır. Kanaatımızca lâfızlar mânayı tam istiaptan âciz ve mânâ elfâz'a sığmaz du­rumdadır.
«her kuşesinde dehrin nâmı beka nisann/Şayestedir denil­se âlem senin mezarın»
Beytinden mânâ derinliğine taşmış gibidir. Yeknazarda bu beyitten şu anlaşılıyor. «Ey Yüce Fatih cihanın her köşesinde senin nâmın var, âdeta bu âlem senin mezarın denilmekte hata yoktur. Amma bunu izah ve şerhi yapılmadan Dehrin neden dolayı Fatih'in mezarı olduğu anlaşılmamakta, müp­hem kalmaktadır. Esasında Hamid Bey şunu ifade etmek is­temiştir. Dehrin ne tarafına bakılsa Fâtih'in daima baki ve payidar olan namını görürüz. Mezarlara kitabe dikmek o me­zarda medfun olanın namını oraya te'yit içindir. Dünyanın her köşesinde Fatih'in nâmı olduğuna göre, ona her yerde bir mezar kitabesi dikilmiş olur. Her yerde bir mezar kitabesi dikmekte bütün âlemi bir mezar yapmaktır. İşte onun için âlem Fatih'in mezarı denilse şayeste (lâyık) dir.
İkinci beyitten itibaren şiire mânâ vermeğe devam edelim: Fatih cihanda bir an kaldı fakat kaldığı zamanın her anı bir devir kadar uzunmuş gibi feyizli eserler verdi. Şu halde o mahdut zamanı, sınırsız gayrı mahdut yaptı. Otuz küsur se­nelik saltanatının mademki her anı bir devir kadar uzundur. Bu otuz sene sonsuz bir zaman demektir. Zaman denilen mefhuma bu ezelliyeti verdiğinden anlaşılıyor ki mekânende onun ezelliyet tahtı mülkünün yanındadır. Bir şahıs mekânen böyle fevkalâde bir mazhariyyete nail olmasa zamanen o ezeliyyeti veremezdi.
Şiirde çok önemli mânası şerhe muhtaç bir beyit de şöyle­dir:
«Mazi o perde-i gayp ükşadei huzurun
Atî o, râhi muzlîm amadei güzarın»
Maziki bir gayıp perdesidir. Ne kadar sayısız insanlar ve şöhretler o perdede kaybolup gitti. Fakat böyle yıpratıp yok eden bir mazi senin huzurunda tâzimen divan duruyor. Atiki karanlık bir yoldur. Kimlerin oradan geçeceğini yâni âtide kimlerin yaşayacağını, hangi şöhretlerin atî itibariyle payidar kalacağı meçhuldür. İşte böyle olan âtî daima Fatih oradan geçecek diye hürmetle bekleyip duruyor. Görülüyor ki Ha­mid, «mazi o perdei gayb» derken nice namlı kimseleri nisya-na gömer gayıb perdesi olan maziyi kasdetmektedir. Hamid başka bir şiirinde de «Nisyan o makteli ekâbir» demektedir ki aynı mânadadır.
Şiirin kıymeti ne. kadar yüce olursa olsun tasavvuf! bir an­lam taşıdığı iddia olunamaz. Hatta:
«Nice karagözleri mahvetti suret perdesi» mısraı kadar bi­le sofiyyane bir hikmet taşımaz. Yine şiirin diğer beyitlerini de şerhe devam edelim. «Kılıç tedmirin kalem tedbirin bir remzidir.» Halbuki ey Fatih sen kudretindeki azamete bak. Kalemi kılıç ve kılıcı kalem gibi kullanmayı bildin. Kalemin bir kılıç gibi titretici idi. Siyasetin hilelerine karşı kulandığın kılıçta icazkâr bir kalemdi. Kılıcın dost için yârin zülfünü okşayan nüvazîş gibi âdilâne bîr lütfü tedbir olur. Fakat düş­mana gelince; kılıç ve sözün bir yıldırım kesilerek çarpar düşmanın ödünü parçalardı.
Cihana o kadar hâkimdin ki eğer sen gülersen cihan da güler ve cihanda kaharlar açardı. Fakat celâdet anlarında hiddete gelmişsen, o zaman da cihan küsufa uğramış gibi karanlık ve korku içinde kalırdı. Celâdet tarafından görünün­ce mızrağın kaarı hake (toprağın derinliğine) inen bir yıldı­rımdı. Hakkaniyyet tarafından görününce o zamanda türbe­nin yanındaki camiin minarelerini sadece bir minare değil hak ve hakikatin göklere kadar uzanmış ve başı göklere de­ğen bir burcu gibi görmekteyiz.
Ey Fatih; sen türbene girmekle halik sana bütün arşı rah­metinin kapılarını açtı sen ki hayatında bu kadar saltanat ve ülkeler fetih ettin. Fakat ölümünle de arş'ı fetih etmeği basardın. Şu halde feth ettiğin diyarın en azametlisi kendi tür-bendir. Madem ki, türbenle sana arş dahi meftun olur.
Şahsiyyetin de o kadar büyük ki eğer bunu da madeten ifade etmek lâzım gelse büyük dağlar sana yastık olurdu.
Tahtın ki yukarıdadır fakat herkesin yalnız yüksekte zan­nettiği o taht o kadar derindir ki derinliğin kendisi de ona hürmeten ayağa kalkar. Buna mukabil mezarın toprağın içe­risindedir. Herkes sanır ki mezar çukurdadır. Halbuki çukur­da olan mezarın hakikatta o kadar ulvî ve yüksek ki ulviyye-tin kendisi bile bu yüksekliğine hürmeten eğilip rükûa var­maktadır. Bir kaza var bir de ona biİmecburiyye, boyun eğ­mekten ibaret bir rıza var. Senin pençen ise o rızanın eteğini sarmış bir kaza idi. Rıza naşı! daima kazaya mağlûp ise ci­handa senin bir kaza gibi olan gücünün karşısında rıza idi.
Sen ebediyyete erdikçe sermediyyet kelimesi seni kucak­lamak istedi. Fakat ezel ve ebedden ibaret iki kanadını aça­rak seni kucaklamak isterken seni cihanları kapiayan hudut­suz ruhun onu tuttu, kucakladı. Seni sermediyyetin Melikesi bile ihata edememiş, sen ona muhit olmuşsun, demektir.

Fâtih Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları


Bizim kaynaklarımıza baktığımızda Sultan 2. Mehmed'in izdivacının sayısının beş olduğunu görüyoruz. Bunun ilkini Güibahar Hatun, 2.sini Gülşah Hatun, 3.sünü Sitti Hatun. 4.sü Çiçek Hatun ve sonuncusu yâni 5. cisi Heiene'dir. Sayın Yılmaz Oztuna; on izdivacın Sultan Fâtih'in hayatında yer tuttuğunu anlatırken Çağatay üiuçay'ın kitabının dipnotunda Alderson'un padişahı 17 hanımla evlendirdiğini okuyoruz an­cak sayın üluçay, bunu mübalağa olarak kabul ettiğini bildi­riyor. Şimdi biz bu iddialardan ecnebi olanınkiyie başlayalım padişahın hanımı olanlar kimlermiş! "Turgatir'in 1450'de adı bilinmeyen kızı 1, bir Fransız kızı olan, 1453'de Fâtih'in haremine alınan Akide Hatun 2, 1453 târihin de aldığı ve aynı sene öldürttüğü İrene 3. , yine aynı târih de adı bilinmeyen bir hanım 4. oluyor. 1455 senesinde aldığı Lespos Adası hâ­kimi 1. Dorino'nun kızı 5., 1456'da aldığı, George Pharan-tezn kızı Tamara 6., 1458'de aldığı Mora Despotu Demetri-usun kızı Helen 7., 1461 yılında alıp bıraktığı ve Zağanos Pa­şa' nın evlendiği Trabzon İmparatoru David Komnenos'un kı­zı, Anna 8., 1462 yılında aldığı Lespos Adası hâkimi, 1. Do-rinonun; 2. kızı, Maria Aleksandra Komnenosun karısı iken, Trabzon'un fethinde Fâtih'in haremine ahnmıştirki 9. olmak­ta, 1470'de Negro Ponta savaşında esir alınıp hükümdarın sözlerini dinlemediğinden, öldürülen Anna onuncu birde han­gi tarİhde hareme alındığı bilinmeyen Esmahan vardır ki bu 11. olmaktadır. Zağanos Paşanın bir kızının Sultan Fatih'le diğer bir kızının, Mahmud Paşa ile evli olduğunu iddia eden Babinger, Zağnosun bu kızıyla Fâtihin 12.yi bulduğunu diğer beş hanımı da bu sayıya eklersek Alderson'un 1 7 rakamı bu­lunmuş olur. Şimdi biz kısıtlı olsa da Güibahar Hatun hakkın­da verilmiş malumatı nakille Yüce Fâtihin değerli hanımlarını tanımaya çalışalım. Güibahar Hatun aslen Arnavut'tur diyor, ünlü babinger, 872/1468 tarihli bir vesikada "Güibahar Ha­tun bint-i Abdullah" diye geçer. Bu ifadenin mühtedi olduğu dikkat çektiği bilinir. Osmanlı padişahının haremine 850/1446'da girdiği rivayeti vardır. 1448'de Bayezid-i Velfyi dünya'ya getirdi. Gevher Sultanın annesi olduğuda söylen­mektedir. Güibahar sultan 898/1492'de vefat etmiş ve Fâtih camii avlusunda ki türbesine defnolundu daha sonra kızı Gevher sultan da oraya gömüldü ve türbesinin bakım ve lâ­zım gelen masrafını temin içinde Tokat ile Bozöyük'de bazı yerleri vakfetmiştir. Gülşah Hatun ise Fâtih'in Manisa san­cakbeyi iken 1449'da haremine aldığı ifade edilmektedir. 1450'de de şehzade Mustafa'yı dünyaya getirmiştir. Yaşarken Bursa'daki türbesini yaptırtmıştır. 892/1487'de vefat et­miş yaptırdığı türbeye defn olunmuştur. Sitti Hatun ise, Dul-kadıroğullarından olup, Karamanoğlu'nun bir tertibini boz­mak için 2. Murad'ın oğlu Mehmed'e almak suretiyle Dulka-dıroğullanyla akrabalık kurma düşüncesinin Osmanlıya ge­tirdiği gelindir. Tam adı Sitti Mükerreme hanımdır. 2. Murad bu düğünü çok gösterişli yapmak suretiyle bütün Anadolu Beyliklerine Osmanlının geldiği noktayı sergilemek yoluna gitti. Gelin önce Bursa'ya oradan da Edirne'ye götürüldü. Muhteşem düğün orada oldu. Yeni evlilerde üç ay kadar bu­rada kaldıktan sonra Manisa'ya gittiler. Sitti Hatun kocası padişah olunca gelin geldiği Edirne'ye geri geldi ve orada ömrünün bundan sonraki bölümünü hayır ve hasenat işleye­rek geçirdi. Kocası Fatih Sultan Mehmed'den aldığı izin üze­rine Edirne'de büyük çene bir saray yaptırdı. Sultan Fatih'e bir çocuk veremediği biliniyor. 1484'de tamamlattığı camiin mihrabını önüne iki sene sonra vukubulan vefatı üzerine def-nolurıdu. Sitti Sultan'in biri taht-ı revan üzerinde, diğeri erkek kardeşlerinden biriyle yapılmış resmi bulunmaktadır. Çiçek hatun'sa hakkında Sırp, Fransız veya Rum olduğuna dâir ri­vayetler olan bir hanımsultan. Ali adında da bir kardeşi var­dır. Sultan Fâtih'in haremine 1457/58'de alındığı sanılıyor. 1459 senesinde; şehzade Cem'i dünyaya getirdi. Fâtih Sul­tan Mehmed vefat ederken, Çiçekhatun oğlu Cem'in yanında bulunuyordu. Cem; ağabeyi Bayezid'e ülkeyi taksim teklifi yaptığı zaman, red cevabı aldı. Bunun üzerine iki kardeş sa­vaştı, bölünme anlayışına karşı olan Bayezid-i Velî, savaşda galibdi. Şehzade Cem, validesini, hanımını ve çocuklarını alarak Kahire'ye gitti. Cem'in esareti boyunca Çiçekhatun bir anne olarak Kahire'de acıklı bir hayat sürdü ve nihayet 903/1498'de, orada Ömrünü tamamladı. Mora Despotu De-metrusun kızı olan Helene'ye gelince 1442 yılında doğduğu ifade edilmiştir. Sultan Fâtih'in Mora seferi dönüşünde güzelligi ile nâm yapmış Helene'yi haremine gönderdiyse de, hak­kında bir suikast düzenler en azından, zehirleyeceğine dâir şüphesi, evlenme işini gerçekleştirmedi. Ancak bunun Yunan kaynaklarından neşet etmesi haberin biraz ihtiyatla karşılan­masını akla getirmektedir. Sultan Fâtih'in Gevherhan isimli bir kızı olup, Gülbahar Hatun'dan dünyaya gelmiştir.  1474 yılında Uzun Hasan'ın oğlu uğurlu Mahmud Bey, babası üzün Hasan ile ihtilafa düşünce Fâtih Sultan Mehmed Hân'a dehalet etdi. Fâtih; hem kızı Gevherhanı bu delikanlıya verdi­ği gibi Sivas'a Beylerbeyi olarak tâyin etdi ve karısını koluna takan damad Sivas'a gitdi. Bilahire İran'a davet edilen Mah­mud Bey; orada 1477 yılında katledilince Gevherhan Sultan yavrusu Göde Ahmed'i kucağına alıp İstanbula avdet etdi. Bir müddet sonra Gevherhan sultan vefat etdi ve validesi Gülbahar Sultan'ın türbesinde toprağa verildi. Göde Ahmet i-se dayısı olan padişah Bayezid-i velî'nin kızı, Aynışahla izdi­vaç etdi. Bilahire Akkoyunlu hükümdarı oldu. Sultan Fâtih'in oğullarına gelince büyük oğlu sonradan padişah olan Baye­zid-i Veli, 1450 senesi ekim ayında Dimetoka sarayında Gül­bahar Hatundan dünya'ya geldi. Tam adı Yıldırım Bayezid ol­makla beraber ceddi Yıldırım Bayezid'le karıştırılmasın diye, yıldırım adından sarf-ı nazar olundu. Osmanlı devletinin 8. padişahı oldu. Velî olduğu rivayeti doğru bir tesbittir. Fâtih'in 2. oğlu şehzade Mustafa, Edirne'de 1451 yılı sonuna doğru Karamanoğlu ailesinden Gülşah hatun'dan dünyaya geldi. şâir ruhlu ve kılıç ehli biri olduğu hakkında pek kuvvetli riva­yetler vardır. Yabancı lisan olarak İtalyancayada önem verdi­ği bilinir. Bu lisanı Gian Mario Angellodan öğrenmiştir. Hoca Selman'in Cemşid-ü Hurşit mesnevisini nazım hâlinde Fars-çadanTürkçeye tercüme etmiştir. Babasının sol cenahında girdiği savaşlarda liyakat göstermiştir. Sultan Fâtih 6 ay sü­ren bir hastalık sonucunda bu şehzadesini kaybetmenin üzüntüsünü hep hissetti. 23 yaşında idi vefatında târihi ise 25/12/1474 olup, Muradiyedeki türbesine sakladılar. Şehza­de Gıyaseddin Cem, Sultan Fâtih'in 3. oğludur. Validesi Çi­çek Hatundur. Dünyaya gelişi Edirne'de 23/araltk/1459'da saat 6. 24 geçe vukubulmuştur. Üçüncü oğul olması ilmi ve terakkiyi boşlamasına sebeb olmadı. Çok ciddi bir eğitim gördü.
Belkide cidden tahta geçmek üzere, özel gayret gösteril­miş olabilinir. Çünkü padişah hanımlarınmda kızıl elması, bir gün vâlidesultan olmaktı ve şimdiki tâbir, first leydi olarak kadınlığında vazgeçilmez üstünlük taslama zevkini tatmaktır. Fakat bu hırs islâm âlemine öyle pahalıya mâl olduki, İspan­ya'da Katolik İzabella ile engizisyon taraftarlarının, işlediği insanlık suçunu, dünya'da tek önliyecek ülke olan, Osmanlı devleti bu Cem gailesi yüzünden, Endülüsten gelen yardım isteklerine kulak tıkama mecburiyetinde kaldı. Çünkü Pa­palıkla alakalı, bir haçlı anlayışının meydana getirdiği guru­bun elinde, kafası kesik bir horoz gibi oradan oraya dolaştın-lan Cem, Bayezid idaresindeki devlet-i âliyye için, Macaris­tan üzerinden balkanlara teçhiz edilmiş bir orduyla hudud-u Osmaniden içeri bırakırız tehditlerine mâruz kalıyor vede kahredici gücünü bu muhatara yüzünden ne müslümanları ne de Ispanya'daki insanlık dramına son verecek olan nara­sını patlatamiyordu.
Ne zaman Cem 25/ şubat/1495'de Napoli'de, 35 yaşını aşmış olarak vefat ettiğinde Bayezid-i Veli; Kaptanı deryası Kemâl Reise istikamet İspanya, ne bulursan kurtar emrini verdi. Kurtanlanlarsa Safarat yahudileri ile yok denecek ka­dar kalmış müslümanlar, zulme uğramış insanlar oldular. Ölümünden dört sene sonra ülkeye getirilen Cem'in naşı, Bursa'da Muradiye'deki ağabeyi Mustafa'nın türbesine def-nolundu, sonra da bu türbe bazılarınca Sultan Cem türbesi diye anılmaya başladı.
Sultan Fâtih'in sadnazamlarına gelince; padişah taht'a çıktığında Çandarlı Hayreddin Paşa, 1440'dan beri makamı sadaretteydi. Ne var ki İstanbul'un fethi meselesinde, uyuşa-mayıp dafarkh düşünceler ve politikalar güttüler.
Sultan Fâtih; büyüksabır gösterip, feth-i mübin gerçekle­şinceye kadar sadrıazamı idare etdi. Fetihten dört gün sonra ve 13sene, 2gün hizmet veren Halil Paşanın elinden hem mührü hümayunu hemde omuzunun üstünden kellesini alı­verdi. Yerine bir yıl sürecek sadaretiyle Damad Zağanos Pa­şayı getirdi. Daha sonra 14. sadnazam olarak, Adni Velî Mahmud Paşa'yı getirdi, bu zâtın ilk sadareti, 1454 ile 1466 arasında 12sene sürdü. 1466 ile 1469 arasındaki 3 sene sa-daret-i uzma Rum Mehmed Paşaya tevcih olundu. 1469'da sadarete Sarı Ishak Paşa getirildi ve bu görevde 3 sene mu­ammer oldu. Onun boşalttığı sadarete, yeniden Adni Velî Mahmud Paşa 2. defa olarak getirildi vede bu sefer ancak bir yıl vazifede kalabildi ve idam taşında hayatı sona erdi. Mah­mud Paşanın sadaretinin toplamı 13 yıl tutmaktadır. Mah­mud Paşadan sonra Gedik Ahmed Paşa sadnazam olmuş 1473'den, 1477'ye kadar 4 sene bu makamda hizmet ver­miştir. Karamanı Mehmed Paşa, 18. Osmanlı sadnazam! ola­rak vazifeye getirilmiştir. Sultan Fâtihin, son sadrıazamı ol­duğuna göre dokuz defa sadnazam nasbeden Sultan Fâtih bu dokuz tevcihde 8 ayrı şahısla çalışmış, bunlardan Adni Velî Mahmud Paşayı iki defa sadaretle görevlendirmiştir.

Osmanlı'nın Çıkışında Avrupa'ya Bakış


Osmanlı beyliği; bilhassa Orhan Gazi döneminde, Marma­ra denizi ve İstanbul'un Anadolu yakasındaki gönül ve top­rak fetihleriyle meşgulken, Orhan Gâzi'nin büyük oğlu Sü­leyman Paşa'da Rumeli yakasına çıkmış oralarda hem de Bi­zans tahtının şeriki ile babası arasındaki kaim peder-damad ilişkisinin verdiği avantajla gönüller ve beldeler fethetme ça­balarını sürdürmekteydi. Avrupa topraklarında Doğu-Roma imparatorluğu adıyla, bin yıldan ziyade bir zaman diliminde hayatiyetini sürdüren Bizarısın islâm orduları karşısında defa-atle zelil duruma düşmesinin ardından, milâdi bin yılından iti­baren kendini toparlamış, karşı taarruza geçmiş, Doğu Ana­dolu ve Suriye'nin kuzeyinide yeniden hududlanna katmıştı. Bu Bizans çıkışı m. 1071'de bir final ile nihayetlendi. Çünkü bu târihde Büyük Selçuklu hükümdarı Alpaslan, bir melha-mei kübra hâlinde cereyan eden, Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizans'ın imparatoru ve bu savaştaki, kumandanı olan Romenos Diyojenis'i kahkaarî bir bozguna uğrattı. Anadoluyu Türklerin çoğunluğunu teşkil ettiği zafer kılıçlı adam­ları ebediyyen ele geçirmiş ve müslüman yapma vizesini el­de etmişti. 1071'den sonra Anadolu'da kendini gösteren Mo­ğol kasırgası Anadolu Selçukiye devletine inkıraz yâni çöküş getirdi. Çalışmamızın Anadolu Beylikleri başlıklı satırlarında da belirtmeye gayret ettiğimiz gibi, bir toparlanma dönemi geçirildiğini işe lâyık beyliğin çıkış mücadelesine katılan beyliklerin serencâmını kayd ile sayfalarımızı süslemiştik. Peki Anadolu ahvâli buydu da; İstanbulun Rumeli yakası ile Avrupanın doğusu vede orta avrupa ve avrupanın Akdeniz havzasında mütemekkin yâni, yerleşmiş devletler 14. asırda ne ahvâldeydiler. Bunlar hakkında da kısa bir bilgi turu atahm.  Balkan yarımadası denilen yerde,  Bizans devletinir rıntılar zümresinden olan Bulgar ve Sırp krallıkları vardı, leoiogos hanedanına mensup prenslerin idare etmekte ğu eski Yunanı iddiayı sürdürmeye çalışan Yunan prens|| nin ise, askerî açıdan hiç bir ehemmiyeti yoktu. Balkan yQ madasının, eski yerleşimcileri Traklar, Hazar, Avar ve Bu|G adlı Türk kabilelerini 14. asırda iskat etmeyi başarmış Sırı ve Bulgarların lideri olduğu manzarası karşımıza çıkar. EU| lar Türklerin çok tanrılı dininden, hristiyanlığa geçmiş ve g zans ile münasebetleri hasebiyle ortodoks mezhebine dâ^j, olmuş Türk kavimlerindendi. Bulgar devleti; Orta İtil hav2f) smdan gelen Bulgar Türklerinin yerli Türk ve Islavlarla karış: mak suretiyle târih sahnesine 7. asırda çıkarmış oldukları : devletti. İdarelerini Türk usûlü olan Hân'lık sisteminde yürüt­mekteydiler. Ancak Bizans'ı temsil eden misyonerler bunlara zamanla hristiyan usûlü idare tarzını benimsetmeye muvaf­fak oldular. Sırplar ise Bizans kucağında yetişmekle berab'.-., zaman içinde 13. asırda yâni 1201'lerden sonra bütün kom­şuları aleyhine hâttâ Bizans aleyhine de olmak üzere tevessü etme yâni büyüme ve genişleme stratejisi gütmeye başla'11^ ve <Büyük Sırbîstan> hülyası ihdas etmiştir.
Bu hülya zaman zaman Sırpların ellerinin eriştiği heryfrde büyük bir vahşet içinde nice katliamlara teşebbüs etme haS talığına yakalanmasını getirmiştir. Çalışmamızı yaptığı dönemlerde bile balkanların kasabı unvanına yenilerini e tecek hunharlıklara teşebbüs halindeydiler. Tuna Nehri kuzey cihetinde Eski Roma'nin müstemlekesi olan sim' Romanya'da yaşamakta olan Slav boylarını emrine becermiş olan Macar Türklerinin kurmuş bulunduğu Engı Kraflıâı adı verilen bir devlet vardı.
Romanya arazisinin kimi bölümü yerli beyler tarafın    yönetilirken, kimi yerleride Macar kralının hükmü altında
Tabii ki Macarların hungaria veya hun adıyla daha eski târih­lerde yâd edilmesini onların Türk ırkından olmalarına senetlemek kabildir.
Fakat; bunlar yaşadıkları topraklarda diğer kavim ve bil­hassa ıslavlarla karışmışlar ve bol lehçeli bir lisanla varlıkla­rını ortaya koymuşlar, buna inzimamen, Balkanların batısı diyebileceğimiz alanda yerleşen bu ahali, hristiyan olmayı seçmekle beraber, balkanlı komşularından farklı olarak Batı Roma'dan mezheb olarak katolikliği seçtiler. Böylece orto-doks-katolik farklılığı bu topraklar üzerinde rol oyna-mağa başladı. Macar derebeylerinin toplandığı 1201'den sonraki yıllarda ihdas ettikleri bir parlamentoları mevcuttu. Macar asilleri parlamentoyu ellerinde tutuyorlardı. Bir Türk sülâlesi olduğu iddiası akla yakın düşen Arpad hanedanı büyüğü parlamentoyu İdare eden kral görünümündeydi.
13. asrın ortalarına doğru bu sülalenin neslinin kesilmesi veya öyle farz edilmesi, parlamentoyu ve kralı Macar beyleri kendi aralarından seçer oldular. Macaristan'ın hemen kuzey doğusunda yer alan, bir devlet olarak da Lehistan'ı yâni Po­lonya'yı görürüz. Bu devlet; 1101 ile 1301 yıllan arasında bir Türk devleti olan Altınordu devleti idaresinde bulunmaktay­dı.
Rus beyleri Altınordu hân'larının tabileri idi. Rusya'nın av­rupa kısmında berhayat olan insanların çoğunluğunu, Türk kavminden insanlar teşkil etmekte ve hâkimiyetde bu züm­redeydi. Rusya'da yaşamakta bulunan Islavlar şefleri olma­yan bir güruh idi. 9. asırda ortaya çıkan Kınyazlar yani Rus beyleri Hazar Türklerinin Rus kabilesindendir.
Rusların birinci devletini bunlar kurmuşlardır. Rusya adı bu Türk kabilesinin adından kinayedir.

Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli


Avrupa milletleri arasında muntazam durumda görülen devletin bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür. Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz sene savaşları diye şöhret bul-muş harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201 İlâ 1301 yılları, gelip geçerken siyasi birlik sergileyecek durumda ol­mayan haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse konu namlı savaşın tabii neticesi olarak dagerek italya, gerekse Almanya bir ha­rabe hâlini almış durumdaydı.   *
Fransa ve İngiltere birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en ziyade yıprattığı devlet halindeydiler. Akdeniz'e yakın İs­panya sekiz asırdır Endülüs Emevileri adıyla topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları, toprakla­rından atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin parçalanmasından beyliklere inkısam olmasının ha­tası yüzünden İspanya mücadeleye başlamıştı ve hâlâ aşıla­mayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din adına gösteriyor ve akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin sayı­sını arttırıyordu.
İspanya birliğini kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de gerçek hristiyan dindarını, yer yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu. Milâdi târih, 1328M gösterdi­ğinde Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en disiplinli ve güçlü devletlerinden biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve Normanîar mücadelesi şortunda saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar. 13. asrın başlarında İngiltere kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine muvaffak olduğu krali­yet otoritesini kaybetmişti.
Nitekim bunu 1215 yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman, meşrutiyeti İngiliz anlayışına sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de parlamentoya yaptığı davete icabet eden murahhaslar silahlan yanlarında geldiler ve kral'a da­yadıkları Oksfort Fermanını 1258'de kabul ettirip yayımlattı­lar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere parlamentosunda bütün zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli meclis görüntüsü sağlanmıştı bu meclisin elan sürmekte olan husu­siyetinin başında üyelerince kabul edilmeyen bir verginin ül­kede alınmasının kabil olmadığının sağlanmış olmasıdır. Bu­nun önemini de, keyfi tutumla işgören idarelerin yaşandığı ülke ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.

Avrupa'da Rönesans Ve Reform


15. yüzyıl ifâdesini tabiiki 1401'sonrası ile yâd etmek du­rumundayız. Başka bir tâbirle, Anadolu'nun merkezi sayıla­cak Ankara'nın Çubuk ovasında Timurlenk-Bayezid kapış­masına az bir zaman kala; avrupa devletleri, Akdeniz kıyısı­nın okyanusa açılmakta olan kapısının hemen yanında, bu­günkü İspanya topraklarında 15. yüzyıldan, sekiz asır önce hayatiyet bulan Endülüs müslüman medeniyetinden müste-fid olduğu ilim ve bilim âleminden, vardığı netice, öğrendik­lerini insanlık dünyasında uygulama safhasının geldiğini id­râk etmesidir.
Müslüman Araplardan elde ettiği anlayışı ve ilim kollarını, avrupa insanının telâkki tarzının kısm-ı âzamini kapsayacak şekilde sentezlemek suretiyle tatbike girişmiştir. Gerek dini, gerekse içtimai ve iktisadi ve de askerî alanda uygulama dağdağasına girişmiştir. Bu girişimin dini olmayan ismine rö-nesans denmiştir. Fransızların meşhur Larus adlı ansiklope­disinde Rönesans kavramının izahı şöyle yapılmaktadır:
<15. ve 16. yüzyılın bir bölümünde avrupa kültüründe es­ki çağın ruhsal ve biçimsel değerlerini, yeniden yaşatmaya yönelen harekete verilmiş olan ad. demektedir. Bu bir mâ­nada bu ifade de irtica olarak telâkki olunabilir, çünkü geriye 309 dönüş olarak naklettiğimiz ifade bize söyletiyor bunu! Tabii ki hiç bir toplum yoktur ki, dini inancı olmasın. Bu semavi din­ler olabileceği gibi beşeri din anlayışıda olabilir. Bu bakım­dan, bir ülkede husule gelen ve doğrudan insaniyyet cemiye­tini alakadar eden, sosyolojik vak'aların, dine ve ilahiyata dâir dokunakları olacaktır.
Nitekim; Larus ansiklopedisinde, 17. cildin, 72. sahifesin-deki rönesans tarifi ile alakalı izahatda, şu ifade hemen kar­şımıza çıkmaktadır: ..MicheIet ve Burckhardt'ın etkisiyle daha geniş bir tanımı yapılarak Rönesans'a ortaçağın ilahi­yatçı ve otoriter anlayışına karşı bir tepki-insanın ve dünya­nın bir keşfi-hür, tenkitçi vede dinden uzak bir bireyciliğin ortaya çıkması gözüyle bakıldı. Bu görüşü savunanlara göre Rönesans, Dante ve Giotto ile İtalya'da başlamış ve  16. yüzyılda (1501 sonrası) özellikle İtalya savaşlarının sonu­cunda, yavaş yavaş bütün avrupa yayılmiştir. Şeklindeki izaha baktığımızda avrupanın klişe dini ile mücadelesini baş­lattığını ve Rönesans'ın böyle anlaşılmasının, dinde Reforma gidilmesini getirdiğini düşünebiliriz. Nitekim;  1490'larda 15. yüzyılın başladığı 1401'sonrasında Katolik İzabelle ile Kral Ferdinand'ın kolbrasyonu yâni, işbirliğiyle Endülüs toprakla­rında yaşamakta olan hristiyanlar dışındaki başda müslü-manlar olduğu halde engizisyona katolik inanç içinde yapı­lan vahşice uygulamalar, insaniyyetin yüz karası işkenceler, netice itibarıyla ve vicdan yoklaması muhasebesi akabinde, büyük insanlık ailesinin ekseriyetinin vardığı kararın bu vahşi gidişi, klişe kodamanlarının o zaman da mevcut olduğu şüp­hesiz olan, Siyonist papalar ve papazların dünyayı sürükle­mek istediği vahim ortama, müsaade etmemek direnişi ola­rak da bakmak kabildir.
Bu tarz bakışı gönül rahatlığı ile yapabilmek için adı geçen ansiklopedinin şu satırlarını, tenkitçi ve tahlilci bir metod içinde okumamız faydalı olacaktır:
<..Artık Rönesans denince orta çağın tam karşıtı akla gelmez; ayrıca Rönesansı İtalya'ya ve avrupadaki İtalyan etkisine bağlamaktan da vaz geçilmiştir; buna karşılık 1400 ile 1559 arasında bütün büyük ülkelerin yakın bir alışveriş içinde ve birbirlerine paralel olarak geliştiğine ina­nılır. Sona ermekte olan orta çağın anarşi ve karışıklığı av-rupa da 1400 (yılı) dolaylarında en yüksek noktasına var­mıştı. İmparatorluk, prenslerin, şehirlerin, şövalye birlikleri­nin Karşısında güçsüzdü; daha 1415-1420'den İtibaren, Fransa, İngilizlerle Burgonyahlann kurbanı olmuştu; Roma klişesi mezhep ayrılığı, milli klişelerin hak iddiaları ve tari-katlerin çoğalması yüzünden zayıf düşmüştü.> Amman sev­gili okurlarım bundan sonraki bölümü pek dikkatli okuyun lütfen: <...Bir ara ortaya rakip üç imparator ve biribirini afa-roz eden üç papa birden çıktığı bile oldu. Bizans; Türk isti­lâsına mahkûm olduğunu biliyordu; avrupa iktisadî bir buh­ran içindeydi. Lübeck'den Floransa'ya kadar heryerde sos­yal devrimler patlak veriyordu; Iskolastik düşünce karmaşık soyutlamalarla oyalanıyor ve tam bir şüpheciliğe varıyordu; şiir ortaçağın kof zerafet formülleriyle gücünü tüketiyor; -milletlerarası gotik-sanatı, hristiyan avrupasında eşine rast­lanmayan, bir hayalciliğe sapıyordu. Görüldüğü gibi; Bi­zans'ın, Osmanlı karşısında varlığını kaybedeceği, avrupaca da kabul edilmiş ve beklenen vakte boş verilerek, avrupa kendi kafasında kopacak kıyameti atlatmaya önem atfetmiş­tir. İşte; bütün bunlar bir oluşumun sebeblerini meydana ko­yan Mevlâ'mızın cilvei rabbaniyesinden olduğu târih ve za­manı, ölçüyü İlâhiyi hiç bir zaman hesab dışı tutma yoluna gitmeyerek telâkki edenlerin kavrayacağını hatırlatarak, bir de dinde reforma göz atalım efendim.

Sultan 1. Mehmed'in Deniz Hareketleri


Bilindiği 1402'de Bayezid'in Timur'a mağlubiyeti Osmanlı ülkesinde, şehzadeler kavgası da denilen bir fetret yâni otori­te boşluğu yaşadı. Bunu bir düzine yıla yakın süren mücade­lelerin sonunda hitama erdiren Çelebi Sultan 1. Mehmed hân oldu. Şurası var ki, Çelebi Mehmed'in Edirne'de devletin be­raberliğini ilân ettiğinde, durum ve manzara şu hâli göster­mekteydi ki her şeyden evvel Anadolu beylikleri, Osmanlıla­ra vermiş oldukları topraklardan bir hayli fazlasını Timur va­sıtasıyla elde etmişlerdi. Bunun bir adım ötesi de hayli stare-tejik alanlarıda ele geçirmişlerdi. Hele hele Karadeniz kıyıla­rının önemi büyük noktalarına inzimamen, Marmara denizi­nin Gebze'den Silivriye kadar olan kıyılarda hakimiyet-i Os-maniyandan alınmıştı. Yine Çelebi bu binbir mesele ile uğra­şırken Simavna Kadısı isyanı ve onunla uğraşmak bütün sı­kıntıların üstüne tüy dikmiş, bu sebebten dolayı da Rumeli topraklarındaki komşu devletlere barış elini uzatmak padişah için kaçınılmaz hâle gelmişti.
Venedik cumhuriyeti; Osmanlı devletinin ayağa kalkacağı­na dâir kanaata bir hissi kablelvuku ile gelmiş Osmanlının can çekişen durumu göz önündeyken yinede münasebetleri­ni düzgün tutma yolunu tercih ediyordu. Çünkü Ege Adala­rındaki Dukalıklarının hayatiyetinin devamı Venediklilerin en büyük gayesiydi. Cenevizlilere gelince; bunların tesir sahaları ve kolonileri daha ziyade Karadeniz'de bulunduğundan Ce­neviz ülkesiyle buradakiler arasında bağlantı kurmak zorluğu Ceneviz'i Osmanlıyladaha da iyi geçinmeye ve ona vergi vermeye kadar zorluyordu.
Venedik her ne kadar Osmanlı'dan çekinmekteyse de, yi­ne Venedik'e bağlı Naksos Dukalığı nerede bir Osmanlı gemisi buluverse üzerine çullanıyor ve yağmalıyor, mallarını pazarlarda satıyordu. Çelebi Mehmed Sultan otuz adet gali yapmak suretiyle savunmayı plânladı. Ancak düşüncesini tatbike koyup, yaptırdığı gemilerin bir bölümüyle hemencik 1415'de Çalı Bey komutasında Andros, Milas ve Tinos Ada­larını vurmak üzere göndermişti.
Çalı Bey bir müddet denizlerde dolaştı, ele getirdikleriyle dönmeye hazırlanırken karşılaştığı Venedik donanmasının güçlülüğü karşısında akıllıca bir manevra ile Gelibolu'nun kalelerinde atışa hazır toplarının menziline çekilmek suretiyle düşman saldırısını akim bırakacak pozisyona geçiverdi. Ve­nedik donanmasıda karşıda Lapseki'ye çekildi.

Osmanlı - Venedik Deniz Savaşı


Venedik donanması, Osmanlı filosunun Ege Adalarına ya­pacağı saldırıyı önlemek görevini almıştı. Eğer böyle bir sal­dırı gelmediği taktirde asla tecavüze müsaade verilmemişti. Amiral Pietro Loredano, elindeki donanamaya Girit, Oniki Ada ve Eğribozadaları Dukalıklarından takviye aldığı yedi adet kadırgayida hâvi olarak alesta beklemekteydi.
İşin diğer bir yönü de Venedik donanmasında Osmanlıyla konuşmak üzere iki tane Venedikli büyükelçi'de bulunmak­taydı. Nitekim; Venedikliler Gelibolu üssüne çekilen Çalı Bey filosunu çekildikleri Lapsekide beklerken karaya çıkardıktan iki elçiyi Edirne'ye göndermişlerdi. 29/mayis/1416'da, Mar­mara denizi istikametinden gelmekte olan, bir Ceneviz tica­ret gemisinin Osmanlı ve Venedik gemileri Osmanlı gemisi zannıyla görülmesi, Osmanlı - Venedik savaşının çıkmasına sebeb oldu. Gelen geminin bandırasını öğrenmek için bir ge­mi gönderen Loredano'nun bu hareketini, Türk gemisi üzeri­ne gemi gönderiliyor düşüncesine saplanan bizimkiler de, bir gemiyi gönderdiler, Türk gemisi zannettikleri gelen gemiyi korumak için. Fakat gönderilen gemilerin birbirlerine ateş ettikleri görüldü. Kale toplarının hakimiyeti altında geçen, çı­kan savaşın bidayeti, kahir bir zaferimizle bitiyor ve düşman donanması hayli, ağır yaralar alıyordu.
Fakat Çalı Bey'in düşmanı takip etme kararı vermesi ha­taların hatasıydı. Çünkü Venedik gemileri büyük olduğu gibi toplanda vardı. Bizim gemide top olmadığı gibi rakip gemiye rampa yaparak savaşmak mecburiyetindeydi. Manevralarını sergileyen düşman, bizim rampa yapma gayemize fırsat ver­memek suretiyle yorulmamızı sağlarken, Osmanlı donanma­sında ki Katalan ve Sicilyalı denizciler hristiyani gayretle ol­malı istekle çarpışmayınca zafer bu sefer Venediklilere güldü. Enteresandır. Savaşın hemen sonunda amiral Loredaro, Osmanlı ordusundaki hristiyan savaşçıları derhal astırmiştır. Bu astırma eylemini İtalyan Deniz Kuvvetleri Târihi yazarı Prof. Camillo Manfrani pek manidar bulmuştur. Savaşın Türk tarafındaki kumandanı Çalı Bey şehit düşmüştü. Loredano ise yaralı, kendi gibi yaralı filosuyla Bozcaada'ya yol alırken bizim donanmamız ağır kayıbıyla başbaşaydı. Osmanlı-Ve-nedik dialoğu başlamış ve sonunda Osmanlı gemilerinin kaybının masrafını ödeyen Venedik, Osmanlı devletince tica­ret gemilerinin boğazdan geçme müsaadesini almayı becer di. Donanması adetâ yok denen Osmanlı, donanması ada­makıllı güçlü olan Venedik'i mat etmeyi becermişti. Görüldü­ğü gibi devletimizin zaman zaman donanma yaptığı ortada­dır, ancak deniz gücü kuramadığı mütehassısların tesbitidir.

Yorum Gönder

0 Yorumlar