30 Nisan 2013 Salı

A’râf / 179 ve dua


And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.  A’râf / 179

Allah'ım bizlere tevfiki ilahinden ( Cenab-I Hakk'ın insanı doğru yola lütfu ile sevketmesi.) vermezsen bizler vallahi billahi hüsrandayız.. Aklımızla da iman ver.. İhlasımızı ve takvamızıda senin istediğin ölçülerde muhafaza et. Sen bize kulluğu öğret. Bakışımıza tefekkürü öğret ki baktığında seni görsün.. Sen öğret bize kulağımıza dilimize ve diğer azalarımıza sahip çıkmayı..
Bu gaflet perdelerini kaldıralım..Bizleri ve nesillerimizi bu gafil sapık zümrelerden eyleme.. Senin her şeye gücün yeter.. Amiiin..

29 Nisan 2013 Pazartesi

Kabak, Peygamber Efendimiz’in (asm) sevgisine, övgüsüne mazhar olmuştur




Kabak, Peygamber Efendimiz’in (asm) sevgisine, övgüsüne mazhar olmuştur

Enes’den (ra):
“Bir terzi Peygamber (asm) onun için hazırladığı yemeğe davet etti, ben de onunla gittim. Ona bir arpa ekmeğiyle içinde kabak bulunan bir çorba ile kurutulmuş et sundu. Enes (ra) dedi ki:
“Peygamber’in (asm), tabağın etrafından kabakları araştırarak topladığını gördüm. İşte o gün bugün ben kabağı çok severim.”
Diğer rivayet:
“Onu görünce, kabakları kendim yemeyerek O’nun (asm) önüne bırakmaya koyuldum.”
Diğer bir rivayet:
Enes (ra) dedi ki:
“O zamandan beri mümkün olduğu kadar hep bana içinde kabak bulunan yemek yapıldı.”
(Müslim, Tirmizi, Ebu Davud)
Tirmizi, Ebu Talut’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bir gün Enes’in (ra) yanına girdim. Kabak yiyordu. Bir taraftan da: “Sen öyle bir bitkisin ki, ben seni sadece Resulullah (asm) sevdiği için seviyorum.” diyordu. (Tirmizi)
İmam Ahmed, İbn Ebi Şeybe, Nesai ve Ebu Bekir b. Ebi Hayseme, Ebu Hâkim Cabir b. Müşerrik’den (ra) şöyle dediği rivayet etmişlerdir: Bir gün Allah Resulü’nün (asm) huzuruna girdim. Yanında kabak doğranıyordu. Kendisine: “Bu nedir?” diye sordum. “Onunla biz yemeklerimizi çoğaltırız.” buyurdu. (Taberani, Tirmizi)
İmam Ahmed ve ebu Bekir b. Ebu Hayseme, Enes’den (ra): “Allah Resulü’nün (asm) en sevdiği yemek kabak idi.” dediğini rivayet etmişlerdir. (Müsned)
Ebu’l-Hasan b. Dahhak, Aişe’den (ra) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Resulü (asm): “Ey Aişe! Yemek pişirdiğinde kabağını bol koy. Çünkü kabak üzgün insanın kalbini güçlendirir.” buyurdu. Aynı hadisi Ebu Bekir eş-Şafii de başka bir tarikten nakletmiştir.
İbn Sad, Enes’den (ra) şu sözünü rivayet etmiştir: Eğer yanımızda kabak olursa biz onu Allah’ın Elçisi için ayırırdık.
Deylemi, yine Enes’den (ra) şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Resulü (asm) kabak yemeğini çok yer ve “Kabak beynin yağını artırır, aklı güçlendirir.” buyurdu. (Kenz’ül Ummal)

28 Nisan 2013 Pazar

O yangın Allah'ın (c.c.) alametlerindendir




Hz. Ömer döneminde bir yangın çıktı bu o kadar şiddetli bir yangındı ki ateş taşları bile kuru odun gibi rahatlıkla yakıyordu.

Yangın çok büyüktü ve her an daha da büyüyordu. Yangın büyüdükçe büyüdü; evleri, yapıları hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını tutuşturmaya başladı.

Kısa bir sürede alevler şehrin yarısını sardı:Artık su kar etmiyordu. Halk ateşe kova kova su ve sirke döküyordu, fakat nafile.

Yangını söndüremeyen halk Ömer'e koşmaktan başka çare bulamadı.

"Ya halife yangını söndüremiyoruz, bize yardım et diye yalvardılar."

Hazret-i Ömer işin aslını ve sırrını biliyordu.

- "O yangın Allah'ın (c.c.) alametlerindendir. Sizin cimrilik ateşinizin bir şulesidir. Yangına su serpmeyi bırakın cömertlik edip fakirlere, yoksullara yardım edin, yiyecek içecek dağıtın, cimriliği bırakın." dedi.

Bunu duyan halk itiraza başladı:

- "Biz cömert insanlarız fakirleri doyuruyor yoksullara yardımda yarışıyoruz." dediler.

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

- "Siz adet haline getirdiğiniz için yoksula yardım ediyorsunuz. Allah (c.c.) rızası için değil. Sizin derdiniz, maksadınız, övünmek, gösteriş yapmak. Yoksa siz Allah'ın (c.c.) rızasını gözetmiyorsunuz. Bunu terk edin ki Rabbim size merhamet etsin." buyurdu.

HİZMETİNİN ÜCRETİNİ ALMAK İÇİN HUZURU RAHMAN'A GİRMEYE BİR NÖBET


    HİZMETİNİN ÜCRETİNİ ALMAK İÇİN HUZURU RAHMAN'A GİRMEYE BİR NÖBET

En evvel, beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i iman için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağıstan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeye başladım.
                                                                          Şualar-Risale-i Nur

27 Nisan 2013 Cumartesi

Allah yolunda arkaşlarımızı çoğaltalım..


Allah yolunda arkaşlarımızı çoğaltmamız gerektiğini izah etmesi açısından şu hadis-i şerif çok önemli bir derstir.

   Ebû Hureyre radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
Bir adam başka bir beldede bulunan bir arkadaşını ziyaret etmek maksadıyla yola çıkmıştı. Allahü Teâlâ, adamın yolunda bir melek vazifelendirip, bekletti.
Adam, o melekle karşılaşınca melek kendisine:
- Nereye gidiyorsun? diye sordu. Adam:
- Şu beldede bir din kardeşim var, onu ziyaret için gidiyorum, diye cevap verdi. Melek:
- Onunla alâkalı yapacağın bir vazife mi var? diye sordu. Adam:
- Hayır, öyle bir şey yok, Allah için kendisini sevmemden başka bir işim yok, dedi.
Bunun üzerine o melek:
- Ben, senin o din kardeşini Allah için sevdiğin gibi, Allah’ın da seni sevdiğini sana bildirmek üzere vazifelendirilen, Allah’ın elçisiyim, dedi.
(Müslim)

26 Nisan 2013 Cuma

3 vakit namazı asr-ı saadette var olduğunu ve üstünün gereksiz olduğunu söylüyorlar..





Gündüzün iki ucunda geceye yakın saatlerde namaz kıl (Hud 14) Namazlarla beraber orta namazıda koruyun (Bakara 238) Delil gösterilerek aslında namazın 3 vakit olduğu bunun üstünün islami zorlaştırmadan ve yozlaştırmadan kaynaklandığını savunmaktalar. 3 vakit namazı asr-ı saadette var olduğunu ve üstünün gereksiz olduğunu söylüyorlar(öğlen ikindi ve akşam) Bana Kuranda 5 vakit namaz kılmamız gerektiğine dair delilleri sunabilir misiniz?


Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira böyle güzel işler insandan uzak olmayan günahları silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır." (Hud Suresi:114)
Gündüzün iki ucu akşam ve sabah namazı, bir kısmında da yatsı namazı vardır. Üç vakit bu ayette zikredilmiştir.
"Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde namaz kıl ve özellikle sabah namazını! Zira sabah namazı meşhuddur." (İsra Suresi :78) Güneşin batıya yönelmesinden gece olana kadar kılınan namaz ikindi namazıdır. Sabah namazı tekrar edilmiştir.
"O halde onların söylediklerine sabret. Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinin yüceliğini ilan et, O’na hamdet. Gecenin bazı vakitlerinde, gündüzün bazı taraflarında da O’na ibadet et ki Allah rızasına eresin." (Taha suresi : 130)
Burada beş vakit namaza işaret edilmektedir. Âyette geçen hamd ile tesbihten maksat namazdır. Güneşin doğmasından önce sabah namazı, batmasından önceki: İkindi namazı, gecenin bir kısım saatleri: akşam ile yatsı, gündüzün bazı taraflarındaki namaz ise öğle namazıdır.
Beş vakit namaz; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları Kur'an-ı Kerim içinde değişik yerlerde zikredilmektedir. Bazan ikisi, bazan üçü, bazan dördü değişik bir ifade üslupla anlatılmaktadırlar. Cenab-ı Peygamberimiz, Kur'an-ı Kerim'i hem sözü ve hem de işi ile tefsir etme hakkına sahip olduğu için bu hak kendisine Allah tarafından verilmiştir sözü ve işi namazın beş olduğunu açıklamıştır. kaynak

Kur'an'da beş vakit namaz var mı ve namazın beş vakitte kılınmasının hikmeti nedir?


Belirli şartları taşıyan Müslümanlara günde beş vakit namazın farziyeti Kitap, sünnet ve icma ile sabittir. Beş vakit namazın eda edileceği vakitlere ve ne şekilde eda edileceğine Kur'an-ı Kerim'in bir kısım ayetlerinde mücmel olarak işaret olunmuş, bu işaretler Rasalüllah (asm.)'in kavli ve fiili sünnetiyle açıklık kazanmıştır.

Bilindiği üzere Kur'an-ı Kerim'deki mücmel emir ve hükümleri açıklama yetkisi, onu insanlara tebliğle görevli olan Peygamber (asm) Efendimize aittir. O namazı bizzat kılarak ve Müslümanlara imam olup kıldırarak nasıl kılınacağını öğrettiği gibi, bunların vakitlerini de göstermiştir. Gerek kılınış şekli, gerek vakitleri ile ilgili bu uygulama ameli tevatür olarak, günümüze kadar devam etmiştir.

Kur'an-ı Kerim' de beş vakit namaza mücmel olarak işaret eden ayetlerden Taha suresinin 130.ayetinde:


"...Güneşin doğmasından önce de, batmasından önce de Rabbını övgü ile tesbih et. Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında (iki ucunda) da tesbih et ki, rızaya ulaşasın."


buyurulmuş; güneşin doğmasından ve batmasından önce, gece saatlerinde ve gündüzün iki ucunda olmak üzere beş ayrı vakitte Cenab-ı Hakk'ı tesbih, yani namaz kılmak emredilmiştir.

Bakara suresinin, "namazlara ve ayrıca orta namaza devam edin" mealindeki 238. ayet-i kerimesinde "namazlar" anlamındaki "salâvat" kelimesi çoğuldur. Arapça da çoğul üçten başlar. "İki'' ye tesniye denir ve ''iki namaz'' sözü "salateyn'' şeklinde söylenir. Demek oluyor ki, ayetteki ''salavat'' sözünden en az üç namaz anlaşılır. Ayrıca bir de "orta namaz" var. Çünkü matuf, matuf aleyhten (üzerine atıf yapılandan) ayrıdır. Bu sebeple "orta namaz", "namazlar'' ifadesine dahil olmadığı gibi, her iki yanında eşit sayı bulunmadığı için, üç namazın arasında yer alacak bir namaza ''orta namaz'' denilmesi de mümkün değildir. O halde, ayetteki "salavat" kelimesi, en az dört namazı ifade eder. Orta namaz buna eklendiğinde beş vakit namaz ortaya çıkar. Orta namazın ikindi namazı olduğu bazı hadislerde açıklanmıştır.

Hud suresinin 114'üncü ayetinde ise, "Gündüzün iki ucunda ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl..." buyurulmaktadır.

Ayet-i celilede ''gündüze yakın saatler" anlamındaki "zülef" kelimesi, "zülfe" nin çoğuludur. Yukarıda belirtildiği üzere en az üç adedi ifade eder. Demek oluyor ki, bu ayete göre gecenin gündüze yakın saatlerinde, (akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere) en az üç namaz var. Ayrıca gündüzün iki ucunda da iki vakit var. Böylece bu ayet-i kerimeden de namazın beş vakit olduğu anlaşılmaktadır.

Bunlardan başka Nisa, 4/103; İsra, 17/78; Rum, 30/17-18; Nur, 24/36; Kaf, 50/39-40; Dehr (İnsan) , 76/25-26 ayet.-i kerimelerinde de beş vakit namaza veya vakitlerine mücmel olarak işaret eden ifadeler bulunmaktadır. Bu mücmel ifade ve işaretler, Rasulüllah aleyhissalatü vesselamın söz ve uygulamaları ile açıklanmış, onun açıkladığı ve uyguladığı şekilde bütün Müslümanlar tarafından ameli uygulama olarak günümüze kadar devam ettirilmiştir. Asr-ı Saadetten beri her asırda Müslümanlar beş vakit namaz kılmış hiç kimse bunun aksini söylememiştir. Bu itibarla "Kur'an' da beş vakit namazın bulunmadığı" iddiasının ilmi hiç bir değeri yoktur.

Cevap 2:

Namaz, Allah'ın emridir. O emrettiği için namaz kılarız. Ancak Allah'ın her emir ve yaşağının binlerle hikmeti vardır. Namazların belli vakitlerde kılınmasının emredilmesinin de elbette bir çok hikmeti olacaktır:

Sabah Vakti

Biz, sabah vaktine aydınlığın doğmasıyla birlikte yeni ve aydın bir güne kavuşma neşesi içinde girer, biz de böyle bir gün gibi doğmuştuk deriz. Zira bu yeni gün, hem bizim anne karnına düştüğümüz günden, hem de kâinatın yaratılmasında geçen altı günün ilk gününden haber verir. Belli bir şeritten büyük saate doğru tırmanır, yani başımıza doğan bir günün fecrinden, anne karnına düşmemiz ânına, ondan da kâinatın yaratıldığı ilk güne intikal eder, Allah’ın (celle celâluhu), nimetleriyle eteklerimizi doldurması adına bu günleri yaratmasını hatırlarız. Sonra da O’ndan onca uzaklığımıza rağmen, kurbiyetiyle bize yakın olmasını tazim, tekbir ve tesbih için huzura geliriz. İşte bu mânâ içinde eda edilen sabah namazı ne denli yerinde bir ibadettir.

İnsan sabahleyin âdeta yeni bir hayat bulmuş, geçimini te`mîn edecek faaliyetlere başlamak için gerekli vücud zindeliğine kavuşmuş haldedir. Bu canlılık ve zindeliği veren ve onu rızkını te`mîn çabalarında muvaffak edecek olan ise, ancak Allah Teâlâ`dır. Bu nedenle Onun verdiği sıhhat nimetine şükür ve dünyevî çabalarda yardımını celb için, insan sabah namazını kılmakla mükellef tutulmuştur.

Öğle Vakti

İnsan sabahtan akşama kadar Allah`ın verdiği hayat, sıhhat, akıl nimetlerinden faydalanmaktadır. Bu nimetler sayesinde dünyevî işlerinde başarı ve muvaffakıyet sağlamaktadır. İşte nâil olduğu bu muvaffakıyete şükretmek ve bu faaliyetlerin ruhu gaflet ve kasâvet içinde bırakmasına mâni olmak için de, öğle ve ikindi namazları farz kılınmıştır.

İşlerin yoğunluğunda O’nun ferahlığına sığınırız. Öğle vakti, günlük işlerin kemale erdiği ve Allah’ın nimetlerinin doruğa ulaştığı ânı hatırlatır. İnsan, o vakitte günlük işlerin sıkıntısından âdeta boğulacak hale gelir. Bu anda o, bir taraftan bütün bu sıkıntıları atıp kurtulmak, diğer taraftan da günün o saatine kadar Rabbin başından aşağıya yağdırdığı nimetlere karşı şükürde bulunmak maksadıyla mescide koşar ve dünya işlerinden muvakkaten sıyrılarak bir nefes alma fırsatı bulur. Bütün bunlar, ruh için öyle bir teneffüstür ki, insan gerçekten ruhunu dinlese ve kalbinin atışlarına kulak kesilse, âdeta onda dersten bunalan talebenin teneffüse kavuşma heyecan ve helecanını duyacaktır. Yine Efendimiz (asm)’in:


“Şiddet-i hararet cehennemin bir kabarmasıdır...” (Buhari, Mevâkit, 9, 10; Ezan 18; Bedü’l-Halk 10; Müslim, Mesâcid 184; Ebu Davud, Salât 4; Tirmizi, Salât 119)

buyurduğu öğlenin şiddetli hararetinin başları okşadığı zaman mescide koşma, Allah’a teslim olup hiçbir gölgenin bulunmayacağı günde O’nun isim ve sıfatlarının gölgesi altına sığınma, Resul-i Ekrem (asm)’in Livâü’l-hamd sancağı altına girme ferahlığı taşır.

İkindi Vakti

İhtiyarlığı hatırlatır. İkindi vakti, güneşin artık gurûba meyl zamanıdır. Dolayısıyla bu vakit insanlığın ihtiyarladığı ânı ve son peygamber Fahr-i Kâinat (asm)’ın tulûuyla birlikte gurûbunu da hatırlatır. Biz, ikindiyi eda ederken, her şeyin gurûba doğru yüz tuttuğunu ve birkaç saat sonra yeryüzünde her şeyin silinip, kaybolacağını ve ayaklarımızdaki sızı, belimizdeki ağrı, başımızdaki beyaz tüylerle kendi nefsimizin de fâni olduğunu ve zevale doğru yaklaştığını anlarız. İşte tam ümitsizliğe düşeceğimiz böyle bir vakitte ezan sesi kulaklarımıza gelir ve bu fâni hayatı bâkileştirme yolunu bulduk diye sevinir, bu neş’e ile namaza koşarız.

Akşam Vakti

Akşamın yaklaşması ile nihayet bulmaya yüz tutan bir günlük faaliyet ve çabanın, ruhanî bir ibadetle sona erdirilmesi, o gün elde edilen kazanç ve kârlara bir şükran ifadesi olacağından, akşam namazı farz kılınmıştır.

Bir gün sona ermektedir; artık ölüm kapımızdadır. Akşam vakti güneşin batma ânıdır; gün biter, güneş batar ve biz ayrı bir zaman dilimine gireriz. Bu hal, yirmi dört saatlik bir günün ölümüyle birlikte bizim ölümümüzden de haber verir; gün gelip ölecek, bir kefen içine sarılıp el, ayak ve çenemiz bağlanarak kabre konacağız. Başımıza bir çift taş dikilip kabrimiz belirlenecek, eş-dost bırakıp gidecek ve orada yalnız kalacağız... Güneşin batmasıyla birlikte, sâniyenin hareketi saatin hareketini haber verdiği gibi, doğan her şeyin batışını, bütün sistemlerin batışını hatırlar,


“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar (kararıp) döküldüğünde, dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde...” (Tekvir, 81/1-3)

hakikatine şahit oluruz. Bu dehşet ve hayret içinde dâğidâr olan kalbimize teselli vermek ve ruhumuzu inşiraha kavuşturmak için akşam namazına koşarız. Akşam vakti, bir gurûb başında ya ağlamak veya öbür âlemdeki durumumuzu mamur kılma heyecanını yaşamanın ifadesidir. Her şeyin birbirine “elveda” deyip ayrılık türkülerini çağırdığı ve bin bir vâveyla ile inkisarını dile getirmek istediği böyle bir hengâmede duyulan ezan sesleri bize gurûbun içinde yeni bir fecrin haberini verir; ölümümüzle birlikte yeni bir diriliş ve varoluşu bütün kuvvetiyle ruhumuzda yaşarız. Hz. İbrahim (as)’in:


“... batanları sevmem.” (En’am, 6/78)

dediği gibi, batıp gidenlerden, benimle hemdem olup sabah-akşam benimle beraber bulunmayanlardan razı olamam deyip bâki ve lemyezel olan, batanlar karşısında batmayan Allah’a yönelme manası taşır.

Yatsı Vakti

İnsan daha sonra uyku âlemine girecektir. Bir bakıma ölüm nümûnesi olan ve bir bakıma da huzur ve istirahat devresi sayılan bu âleme varmadan önce o günkü hayata kudsî bir ibâdetle son vermek, o âleme ilâhî bir zevk ve ruhanî bir intibahla intikal etmek, Allah`ın af ve mağfiretine ilticada bulunmak, bir hüsn-i hâtime nişânesi olacağından, bunun için de yatsı namazı kılınmaktadır.

Gün gibi ömür de artık bitmiştir. Yatsı vakti, akşam şafağının bütün bütün kararıp güneşe ait hiçbir emarenin kalmadığı zamandır. Bu zamanda, arkada bırakılan bir günün mevcudiyeti hakkında, bize fikir verecek hiçbir şey yoktur. Zira, gün gittikten sonra, akşam vakti izini ışıklık veya kırmızılık halinde şafağa bırakmış, “beni bir parça daha hatırla” demişti... O kızıllık da gidince, her şey gitmiş ve bitmiş olmaktadır. Yatsı vakti, her şeyin bitişiyle birlikte insan ömrünün de bitip kaybolmasını hatırlatır. Demek insan, aradan seneler geçtikçe hiç yaşamamış gibi olur. İşte yatsı vakti, insana her şeyin bitip tükendiği ve kendisinin kabirde her türlü ışık ve ziyadan mahrum kalacağı bir ânı hatırlatır.

Diğer tarafdan; gerek insanın ve gerek etrafındaki varlıkların hayatında doğma, büyüme, duraklama, ihtiyarlama, sonra da ölüp gitme gibi BEŞ ayrı safha tecellî etmektedir. İşte bu safhalara mukabil olmak ve insanın maddî varlığı ile mânevî varlığı ve çalışması arasında güzel bir muvazene kurabilmek için Hâlikımız günde BEŞ vakit namazı bizlere emretmiştir.

Böyle mukaddes, maddî ve içine alan faydaları muhtevî bir ibâdetle mükellef olduğumuzdan O`na ne kadar şükretsek azdır. Namazın BEŞ vakte tahsisindeki hikmetler, sadece bu söylediklerimizden ibaret değildir. (bk. Nursi, Sözler, Dokuzuncu Söz) kaynak

Bid'at Mezheplerinin Özellikleri




Bid'at; bazı kimselerin dinde olmayan bir şeyi sonradan ortaya atıp bunu şer'î imiş gibi göstermeleri ve bununla Allah'a ibadeti kasdetmeleridir. Bid'atlar, küfre götüren ve küfre iletmeyen olarak iki kısımdır. Mesela; Bahaîlerin Hz. Muhammed'in son peygamber olmayıp ondan sonra rasullerin geleceğini iddia etmeleri. Nusayrîlerin Hz. Ali'ye ulûhiyyet isnad etmeleri küfürdür. Mu'tezile'nin Kelâmullah'ın mahlûk olduğu görüşünde olmaları ise, küfre götürmeyen bir bid'attir.

Acaba akaidde hangi ihtilaf sünnet dairesinde, yani Rasulullah ile ashabının takib ettiği yola uygun, hangisi Rasulullah'ın akide sünnetinin dışındadır. Küfre giren bir mezhebi tesbit etmek kolaydır. Fakat akaid sahasında ortaya atılan bütün bid'atları tesbit etmek, imkânsız değilse de çok zordur. Bid'at mezheblerinin bütün alâmetlerini tam olarak vermek zor ise de bunların açık ve genel özellikleri şöyle sıralanabilir.

1- Müslümanların büyük kalabalığından, ehl-i İslâmın büyük çoğunluğundan ayrılmak. Sahabiler ve büyük müçtehid imamların yolundan gidenler, müslümanların büyük kalabalığını teşkil ederler. Bunlara da sünnîler denilir.

2- Kendi heva ve heveslerine tabi olmak. Delilsiz takib edilen yollar eğridir ve bid'at yoludur.

3-Mütevatir hadisten başkasını kabul etmemek küfre götürmezse de sahih hadisleri kabul etmemek eğrilik ve sapıklığa götürür.

4-Kitab ve Sünnet'te bulunmayan bir kavli veya bir fiili şer'î ve dini olarak ortaya attıklarında, halkı bunu kabul etmeye zorlamak, halkı buna uyması için baskı yapmak.

5- Kur'an'ın muhkemini bırakıp müteşabihlerine tabi 6lmak ve muhkem âyetleri de delilsiz keyfi olarak te'vil etmek.

6- Hüküm çıkarırken Kur'anın bütünlüğüne riayet etmemek. Halbuki Kur'an'ın birbirleriyle çelişen hiç bir âyeti yoktur. "Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan pek çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82).

7- Zarurat-ı diniyyeden birini veya bir kaçını inkâr etmek, iman esaslarının zıddı olan bir takım inançlar taşımaları sebebiyle bazı mezhebler küfre düşmüşlerdir.
kaynak

İslamda Mezheplerin Hükmü


Usul-i dinde (akaidde) ihtilaf zararlıdır. Akaidde ihtilaf, bid'at ve sapıklığa götürür. Sapıklık da büyüdüğü zaman küfre kadar iletir. Akaidde ihtilaf, İslam ümmetinin birliğini bozar, dinde tefrika doğurur. Bu sebeple, sahabe ve bunlara güzellikle tabi olan selef alimleri Usul-i dinde (akaidde) ihtilafı haram saymlş1ar ve buna asla cevaz vermemiş1erdir. Çünkü ümmetin birlik ve dayanışmasını aynı iman esasları etrafında ittifak etmek sağlar. Kamil imanın mü'minleri birbirleriyle birleştirdiği kadar başka hiç bir şey birleştiremez: "Ve (Allah) onların gönüllerini (iman ve Allah sevgisiyle birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi harcamaz olsaydın yine onların (müslümanların) gönüllerini bu derece kaynaştıramazdın Çünkü Allah onların aralarını (iman ile) birleştirip kaynaştırdı. Çünkü O mutlak galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir" (el-Enfal, 8/63).

İslam birliğini parçalayıcı nitelikteki akide ayrılıklarının haram olduğuna delalet eden ayetler çoktur: "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sarılınız. Ayrılıp parçalanmayınız." "Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilaf ederek dağılıp parçalananlar gibi olmayın"(Alu İmran, 3/103,105). Hz. Peygamber'in Allah tarafından' getirmiş olduğu kesin delillerle sabit olan bir hükmün kendisi ihtilaf konusu yapılamaz. Dinden olduğu kesin delillerle bilinen esaslardan (zarurâtı diniyyeden) birini veya birkaçını inkâr eden bir mezhebin İslâm ile alakası kesilir.

Fıkıhtaki ihtilaflar, itikattaki ihtilaflar gibi bid'at ve delâlete götürmez. Usul-i din ile füru-ı dindeki (amelî hükümdeki) ihtilaf arasında büyük fark vardır. İslâm dininin akaidinde kesin delilsiz ihtilaf haram, bid'at ve dalalet sayılırken fıkhi meselelerde içtihadların farklılığı rahmet sayılmıştır. Böylece zaman ve mekânlara göre Muhammed ümmetine geniş imkânlar sağlanmış olur. Hz. Peygamber (s.a.s.) Muaz İbn Cebel'i (v.19/640) Yemen'e vali olarak gönderirken ona sordu. "Ne ile hükmedeceksin?" O da "Allah'ın kitabıyla" "-Onda bulamazsan." Muaz: "Rasulullah'ın sünnetiyle hükmederim" dedi- "Bunların herikisinde de bulamazsan ne yaparsın." diye sorunca, Muaz: "O zaman re'yimle içtihad ederim." dedi. Rasulullah bu cevaptan memnun kalarak

"Rasulünün elçisini, rasulünün razı olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun " dedi (Ebû Dâvûd, el-Akdiye, 11; Ahmed b. Hanbel,Müsned, V, 230, 236). Böylece Rasulullah Kitab ve Sünnet'te hükmü bulunmayan meseleler hakkında ictihad etmesine izin verdi. Fakih sahabiler de Muaz b. Cebel'in yolunu takip ettiler.

Yalnız "mevrid-i nas'da içtihada mesağ yoktur" yani Kitab ve Sünnet'te hükmü bulunan bir mesele içtihad konusu olamaz. Nasslardaki hükmü ne ise onunla hüküm verilir. Hadisler mütevatir, meşhur, ahad, muttasıl, munkatı, mürsel gibi kısımlara ayrılır. Mütevatir (bunun sayısı çok azdır) ve meşhur hadisi her müctehid delil olarak alır. Hanefiler hadis hususunda titiz davrandıkları için çoğu zaman ahad haberi delil olarak kabul etmezlerdi. Şâfiî, ahad haberi kıyasa tercih ederdi.

Tabiin ve Tebe-i Tabiin devrinde Hicaz'da hadis bilenler çok olduğu için Hicaz fukahasına "Ehlül-Hadis" denmiştir. Irak'ta daha çok rey, kıyas ve içtihad yoluyla hüküm verildiği için, Irak fakihlerine de "Ehl-i Rey" denilmiştir.

Hicri I. asrın sonlarından itibaren mezheblerin kurucuları, akaid ve fıkıhtaki görüşlerini beyan ederler, meselelerin hükümlerini açıklarlardı. Bunlardan okuyanlar ve yazanlar, sözlerini ve içtihadlarını duyan insanlar, bunların görüş ve açıklamalarına uyarlardı. Böylece bu zatların görüş ve içtihadları halkın anlayışlarında bir mezheb olarak yerleşir kalır. Mezheb sahibi olan bu büyük âlim ve imamlar hiç bir zaman, biz bir mezheb kuruyoruz, bize uyunuz, diye halkı görüşlerine uymaya çağırmazlardı. Hükümdar, emir gibi kimselerin davet ve emriyle de bir mezheb kurmaya yeltenmemişlerdi.

Fıkhi ihtilafın cevazıyla beraber mezhebi içtihadın Kur'ân'ın ruhuna uygun olması gereklidir. Yani içtihat tevhid, mahlukata şefkat, başkalarının can, namus ve mal haklarına hürmet, iffet, adalet, eşitlik, istikamet, emanet ve vazifelere riayet, iyilik ve bunda yardımlaşma esaslarına aykırı olmamalıdır. Peygamberimiz, müctehidin içtihadında isabet ederse, iki sevab, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı içtihadında hata ederse, bir sevab alacağını söylemiştir (Buhari, el-İ'tisam, 21; Müslim, el-Akdıye, 6).
kaynak

Mezheplerin Çıkışı



Hz. Peygamber (s.a.s), hayatta iken sahabiler arasında herhangi bir ihtilaf' yoktu. Dinin usul ve füruunda sahabilerden bazısının anlamadığı bir mesele çıkarsa, Hz. Peygamber'e sorar, o da açıklardı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer devirleri ile Hz. Osman'ın hilafetinin ilk yıllarında da herhangi bir ihtilaf çıkmamıştı. Sahabe ve tabiin devirlerinde akaidde bir mesele çıkarsa, hemen güvenilir alimlere müracaat olunur, hükmü alınır, ihtilafın çıkmasına fırsat verilmezdi. Akaid konularında vukua geldiği zaman ihtilaf ve çekişme ümmet için zararlı olur. Sahabe ve tabiin zamanlarında Ferâiz meseleleri gibi amele ait bazı ayrıntılarda görüş ayrılıkları olmuşsa da ameli sahadaki ihtilafın, çekişmeye sebep olması şöyle dursun İslâm toplumu için bir rahmet olmuştur. Hz. Osman'ın şehadetinden sonra tehlikeli olan siyasi ihtilaflar çıkmaya başladı. Özellikle hakem olayından sonra İslâm'da ilk siyâsî ayrılık ve bid'at mezhebleri kendilerini gösterdiler. İlk çıkan mezhebler siyası mahiyette olup bunlar dini bir kisveye bürünmüşlerdi.

Müslümanlar arasında zuhur eden iç savaşlarda Hz. Ali'nin yanında yer alan sahabe ve tabiine Şia-i ûlâ denilmişti. Daha sonra ortaya çıkan Hz. Ali taraftarı mutaassıb grubların da Şia diye anılmaları sebebiyle Şia-i Ûla'ya bu "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat" denilmiştir.

Hakem olayına itiraz edip Hz. Ali'nin ordusundan ayrılanlara Havâric (hariciler) veya Marika veyahut Muhakkime-i Ülâ denilirdi. Diğer taraftan Hz. Osman'ın katillerinin yakalanıp kısas yapılmasını isteyenlere Şia-i Osman denilmişti. Hz. Osman'a sevgi besleyip Muaviye tarafını tutanlara da Nasıba deniliyordu. Emeviler devletinin yıkılmasından sonra Nasıba tamamen silinip gitmiştir.

Hz. Ali'nin vefatından (40/660) sonra İbn Ömer, İbn Abbas gibi daha bir kısım sahabe hayatta iken akaidde meydana gelen ilk bid'at mezhebi, Kaderiyye olmuştur. Kader kulun ihtiyar ve iradesi hakkında ilk konuşan, Ma'bed el-Cüheni (80/699), sonra bunun görüşlerini yayan Gaylan ed Dımeşki (126/743) olmuştur. Ma'bed, kulun tam ve mutlak bir iradesi olduğunu, kaderin bulunmadığı fikrini ortaya atınca, o zaman hayatta olan İbn Ömer ve İbn Abbas, bu fikirlere karşı çıkarak onu şiddetle kınamışlardı. Sonra Ca'd b. Dirhem (v. 118/726 cebir fikrini ortaya atmış, talebesi Cehm b. Safvan (v. 128/745) Ermenilere karşı bir ayaklanmaya katıldığı için öldürülünceye kadar bu fikrin yanında Allah'ın sıfatları hakkında görüşlerini yaymıştı.

Hz. Ali'nin şehid edilmesinden (40/660) sonra, ashabın yolunda giden Ehl-i Sünnetin karşısında olan beş ayrı ana bid'at mezhebi ortaya çıkmıştır ki bunlar ileride zuhur edecek diğer bid'at mezheplerine kaynaklık etmişlerdir. Bu beş ana bid'at mezhebi Havaric, Kaderiyye, Cebriyye (Cehmiyye), Şia (Keysaniyye, Zeydiyye, İmamiyye) ve Mürcie'dir.
kaynak

Mezheblerin genel tasnifi



İslâm tarihinde zuhur etmiş mezhebler başlıca üç kısımdır:

A) Siyasi mezhebler: Bunlar önceleri siyasi bir maksatla ortaya çıkmış, sonraları itikadî bir kisveye bürünmüşlerdir. İlk önce zuhur eden siyâsî mezhebler üçtür. Nasıba: Hz. Osman ve Muaviye taraftarları, Şia: Hz. Ali taraftarları; Havaricde: Hz. Ali ve Muaviye'ye karşı çıkanlardır.

B) İtikadi Mezhebler (akaid mezhebleri): İkiye ayrılır:

1- Ehl-i Sünnet mezhebleri: Bunlar da ikiye ayrılır: a) Eh1-i Sünnet-i hassa denilen Selefiyye. Selefiyye'nin mütekaddimini ve müteahhirini vardır. b) Eh1-i Sünnet-i amme: Matüridiyye, Eş'ariyye. Bunlara Halefiyye de denir.

2- Ehl-i Bid'at: Ehl-i Bid'at mezhebleri de ikiye ayrılır:

a) Küfre düşmeyenler. İki kolu dışında Hariciye, Kaderiyye, Mutezile, Cebriyye (sorumluluk yoktur diyenleri hariç), Zeydiyye, İmamiyye (İsna Aşeriyye), Kerramiyye, Naccariye, Haseviyye.

b) Küfre düşen bid'at mezhebleri: Haricilerden Acâride'nin Meymuniyye kolu, Yezidiyye, Batıniyye-i Nizariyye (ki bu mezheb hicri 5. asrın sonlarına doğru Hassan Sabbah tarafından kurulmuştur), Nusayriyye, Dürziyye (Dürzilik), Babilik ve Behailik (Behaiyye).

C) Fıkhî mezhepler: Fıkıh mezheblerinin hepsi de Kur'an ve Sünneti esas alırlar. Bunlar da ikiye ayrılır:

1- Bugün tabileri bulunan mezhebler: Hanefiyye, Şafüyye, Malikiyye, Hanbeliyye, Caferiye, Zeydiye ve Zahiriyyedir. Bu sonuncusunun müntesibi pek az kalmıştır. Hindistan taraflarında Zahiri mezhebine bağlanan pek az kimse vardır.

2- Tabileri kalmamış olanlar: Bugün tabi ve müntesibleri kalmamış ve fıkıh tarihine geçmiş olan mezheblerin imamları şunlardır: Abdullah b. Şübrüme (v.h. 144), Abdurrahman el-Evzai (v. 157), Süfyan es-Sevri (v. 161), Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Leyla (v. 148), İshak bin Rahuye (Raheveyh, v. 238), Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi (v. 310), Leys b. Sa'd (v.175), Müzeni (v. 264), Ebu Sevr İbrahim b. Halid Muhammed b. İshak b. Huzeyme (v. 311).
kaynak

MEZHEBLERİN DOĞMASI NEDEN ZARURÎ?

Namazın farz olduğunda bütün mezhebler ittifak halindedirler. Namaz için abdest almanın farziyetinde de bütün mezhebler müttefiktirler. Bu abdestin içinde başa meshedilmesinde de, keza bütün mezhebler müttefiktirler. Ayrılık, sadece bu meshin şekli ve miktarı gibi temel olmayan hususlardadır, mesihte değildir.Meselâ:

1. İmam-ı Mâlik ve Ahmed bin Hanbel, başa meshedilirken tamamının meshedilmesini zarurî görmüşlerdir.

2. Ebû Hanîfe ise, tamamı değil dörtte biri de olsa kâfidir, demiştir.

3. İmam-ı Şâfiî de birkaç kıla bile meshedilmesi kifayet eder kanaatına varmıştır. İmamların bu ayrılığına bakan bâzıları diyorlar ki:

- Madem ki âyet bir, hadîs bir, teferruatta da olsa bu ayrılık olmamalıydı. Böyle diyenlerin kimi bilemediklerinden iyi niyetle böyle düşünmekteler. Kimi de inançlarını iyice zayıflatıp şüphe kuyularına düştükleri için, tahrip ve yıkıntı meydana getirmek kasdıyla böyle konuşmaktalar. Halbuki ne iyi niyetlilerin böyle bir vesveseye kapılmalarına sebeb var, ne de kötü niyetlilerin düştükleri vesvese kuyusundan böyle bir yıkıntı meydana getirmeleri mümkün. Şöyle ki: Dillerin en zengin ve en olgunu arabçadır. Arab lisanında sadece (Ceale) kelimesi 15 mânâya geldiği gibi, harfler de böyle şümûllü ve zengin mânâlara gelir. Meselâ: Türkçede (B) harfinin kendi başına bir mânâsı yoktur. Ama Arabça`da ise (B) harfinin de kendi başına mânâları vardır. Hangi kelimenin başına (B) harfi gelirse kelimenin istikametine te`sir eder, mânâsına müessir olur. İsterseniz buyurun (B) harfinin geldiği mânâlara bir göz atalım:

1 - B, sadece kelimeyi güzelleştirmek için gelir, mânâsı olmaz.

2 - B, "bâzı" mânâsına gelir.

3 - B, "bitiştirmek" mânâsına gelir. İşte bu mânâlara şâmil olan (B) harfini Rabbimiz "başınıza meshediniz" emrini verdiği âyetindeki "rüûsiküm" kelimesinin başına koyarak "Bi-rüûsiküm" buyurmuştur. Demek ki Rabbimizin "başınıza meshediniz" emrinden muradı, (B) harfinin şâmil olduğu mânâlara da şâmildir. İşte bu şümûl hikmetinden dolayıdır ki, İmam-ı Ahmed`le İmam-ı Mâlik:

- Başa meshederken başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki (B) harfi, kelimeyi güzelleştirmek için gelmiş olan zâid (B) dir. Kendi başına mânâsı yoktur, der. Ebû Hanîfe ise:

- Bu (B) bâzı mânâsına gelen B`dir. Başın bâzısına meshedilse de kâfi gelir, der. İmam-ı Şâfiî de:

- Bu (B) bitiştirmek mânâsına gelen B`dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla bile değmesi kifayet eder, mesih tamam olur, der. O halde gerçek böyle iken, kim hangi ictihad sahibini hatâ ile itham edebilir, mezheblerin teferruattaki bu ayrılığının dinde ayrılık mânâsına geldiğini iddia edebilir. Kelimeyi gönderen Rabbimizdir. Başına (B) harfini koyarak telâffuz buyuran yine Rabbimizdir. Huzûr-u İlâhî`de bu müctehidlerden her biri:

- Yâ Rab, senin mukaddes kelâmındaki harflerden anladığımız mânâları tercih edip ortaya koyduk, deyince mes`ûl mü olurlar? Rabbimizin: - Benim muradım da bu idi, demeyeceği ne ile bellidir? Bir anne oğullarına yazdığı mektubunda bana (MEYVE) getirin dese, oğullardan biri elma, diğeri portakal, bir başkası muz, dördüncüsü de şeftali alıp getirseler, bunların dördü de annenin isteğini yerine getirmiş olmaz mı? Çünkü (MEYVE) kelimesi bunların hepsine de şâmildir. Herkes kendine göre ictihad edip annesinin o meyveyi kasdettiğini tahmin etmiştir. Hepsi de annesine itâat etmiş evlât sevabını alacaklardır. Bunlar suçlanabilir mi? * * *

Mezhepler nasıl oluştu..


Mezhepler kendiliğinden nasıl oluştu kardeşlerim bunu açıklamaya çalıştık..
Allah Rasûlü, Muaz b. Cebel'i Yemen'e yönetici olarak gönderirken"Kitap ve sünnette hüküm bulamazsan ne ile hükmedersin" sorusuna Muaz "Reyimle ictihad ederim" diye cevap vermiştir (Tirmizî, III, s. 616: Ahmed b. Hanbel, V, 230; Şafii, el-Ümm, VII / 273).kaynak

Peygamberimizin Asr-ı Saâdetinde sahâbenin bir kısmı devamlı olarak Allah Resûlünün yanında kalıyor, Kur`ân`ı ve hadîsleri ezberliyor, onların mânâlarını iyice kavramaya çalışıyorlardı.
Hazret-i Peygamber`in Kur`an`ın hükümlerini nasıl uyguladığını bizzat görüyor, âyetlerin iniş sebeblerini biliyorlardı.
Hz. Peygamber`in vefatından sonra, bu sahâbeler Mekke ve Medine dışına çıktılar, çeşitli İslâm memleketlerine gittiler.
Bunlar, gittikleri yerlerde Hicaz`dakinden farklı örf ve âdetlere sâhip insanlarla karşılaştılar.
Halk gelip dinî mes`eleleri kendilerine soruyor, onlar da o mes`ele hakkında Kur`an ve Sünnetin hükmünü bildiriyorlardı. Sorulan mes`ele hakkında Kur`an`da ve hadîste hüküm bulamazlarsa, o mes`elede ictihâd edip mes`eleyi açıklığa kavuşturuyorlardı.
Sahâbe, gittikleri şehirlerde, hem hâkim, hem müftü, hem vali, hem muallim durumunda idiler. Bulundukları yerde âdeta birer ekol meydana getirmişlerdi.
Birbirlerinden çok farklı yerlere dağıldıkları ve farklı örf ve âdetlere sâhip insanlar içinde yaşadıkları; bilgi, zekâ ve kavrayış bakımından da aralarında farklar olduğu için, sorulan mes`eleler karşısında pek tabiî olarak farklı ictihadlar, ayrı görüş ve kanaatlar ortaya çıkabiliyordu.
Bir sahâbînin etrafında toplanan talebeleri, o sahâbînin kendisinden sonra da onun sistemi ve metodu doğrultusunda ictihad yapmaya, kapalı olan mes`eleleri çözmeye, cem`iyette yeni ortaya çıkan durumlara hükümler bulmağa çalıştılar.
Bu çalışmalar neticesinde, zamanla fıkhî mezhebler teşekkül etmeye başladı. Bâzı mezhebler kendilerine fazla taraftar bulamadığı için, zaman içinde kaybolurken; bugünkü 4 büyük mezheb umumun teveccühünü kazanarak kuvvet buldu, yaygınlaştı ve günümüze kadar geldi.

24 Nisan 2013 Çarşamba

DEME ''ZAMAN DEĞİŞMİŞ ASIR BAŞKALAŞMIŞ''.


      DEME ''ZAMAN DEĞİŞMİŞ ASIR BAŞKALAŞMIŞ''.
Ey nefis! Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, yani Barla’da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır. Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, “Oraya git”; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.
Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.
14. SÖZ -Risale-i Nur

Zikreden adamın,


                                 İ’lem eyyühe’l-aziz!
Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir.
 Min haysü lâ yeş’ur(farkına varılmadan) husûle gelir.
 Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli değildir.
Mesnevi-i Nuriye-- Risale-i Nur

İ’lem eyyühe’l-aziz!


 İ’lem eyyühe’l-aziz!
Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, “Allah Allah” zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur.
Mesnevi-i Nuriye-- Risale-i Nur

21 Nisan 2013 Pazar

Hz. Peygamber öksüz ve yetim kalmasındaki hikmet nedir?..


Hani melekler sormuştu RABBİMİZE;
- ''Senin en sevdiğin kulun O iken,
Neden O`nu bu kadar ızdırapla imtihan ediyorsun'' ?..
- Hem yetim, hem öksüz, hem kimsesiz...
Ne buyurmuştu RABBİMİZ ?

-''Kimseye güvenmesin,
Hep benden istesin, bana sığınsın diye''

Yukarıdaki bilginin kaynağını bilen varsa yorum bırakabilir net ortamında çok yaygın ama yanlış doğrusu aşağıdadır kaynağı ile beraber..

Dr.M.Said Ramazan El Buti'nin FIKHU'S SİYRE  adlı kitabın 64. sayfasında şöyle yazar..
"Yine ilahi kader, Hz. Peygamber'in yetim olarak büyümesini; şımarıklığına engel olacak baba oteritesinden ve refah seviyesini arttıracak maldan uzak kalarak yalnızca ilahi yardımın onun işlerini üstlenmesini murad etti ki, nefsi  mal ve makama meylettirmesin; başkanlık ve liderlik arzusu ile etkilenmesin. Böyle olmasaydı, nübiyyetin kudsiyeti, halkın nazarında, dünya sevgisi ile birbirine karışırdı. Hatta insanlar, Hz. Peygamber'in mal ve makama ulaşmak için peygamberlik yaptığını zannederlerdi.. 

18 Nisan 2013 Perşembe

Şeytânin Hilesi




..Şeytânin Hilesi

Adamin biri Hasan-ül Basrî'ye Seytan uyur mu diye sorar.
 Hasan da gülümseyerek;
O uyusaydi, biz rahat ederdik  diye cevap verir.
Demek ki, mü'min için seytandan kurtulus yoktur.
Fakat ona karsi koymak, gücünü azaltmak mümkündür.
Peygamber'imiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
 Içinizden biri yolculukta devesini nasil halsiz düsürürse, mü'min de seytanini öyle biktirip halsiz düsürür.
Ibni Mes'ûd (R.a.) buyurur ki;

Mü'minin seytani halsiz ve perisandir.
Kays Ibni Haccâc buyurur ki;
Seytanim bana dedi ki;
Sana geldigim zaman kurbanlik hayvan gibi idim, simdi serçe gibiyim.»
Neden?
 diye sordum; bana Her ân Allah'in (C.C.) adini anarak beni eritiyorsun! diye cevap verdi.
Demek ki, takva ehline göre, seytanin girecegi kapilari kapamak veya onun yolunu gözetleyip zararindan korunmak zor degildir. Burada görünen kapilari ve günâha sürükleyen açik yollari kasdediyorum. Onlar yalniz onun dolambaçli yollarinda tuzaga düsebilirler Çünki bu yollari görüp gözetip koruyamayabilirier.
Zira kalbe varan yollar içinde seytana ait olanlar bir çok oldugu halde, meleklere ait olan, yalniz bir tanedir. O tek kapiyi diger kapilardan ayirdetmek zordur. Insan bu durumda, karanlik gecede yönü belirsiz bir çok yolun basinda kalan bir çöl yolcusu gibidir. Yolunu seçebilmek için basiret gözüne ve aydinlatici günesin dogusuna muhtaçtir.
Burada basiret gözü, takva ile erinmis kalb, aydinlatici günes de yolun dogrusunu seçmede kendisine rehber olacak olan Allah'in Kitabi ile Rasülallah 'in Sünneti'ne dayanan bilgidir. Yoksa önündeki yollar çok ve belirsizdir.
Abdullah Ibni Mes'ûd buyurur ki.
Peygamber'imiz bir gün yere bir çizgi çizdi ve bu Allah'a varan yoldur dedi. Arkasindan o ana cizginin sagindan ve solundan gecen bir kac çizgi daha çizdi ve Bunlar da cesitli yollardir, her birinin basinda birer seytan vardir ve kendi yoluna cagigir. diyerek su âyeti okudu:

"Bu benim dosdogru yolumdur. Bu ana yolu tutun.
Cesitli yan yolltara girmeyiniz ki, bu tutum, sizi O'nun ana yolundan ayri düsürmesin.
 Allâh, kötülüklerden sakinasiniz diye bunlari size emretti."
(En´am - 153)

Biz seytanin belirsiz yollarina örnek olarak iste acik bir misâl verdik, günah islemekten kaçman, nefsî arzularina hâkim olan âlim ve âbidleri aldatmak için kullandigi yol budur. Simdi de herkesçe malûm olan acik yollarindan bir örnek verelim. Bu yola insan mecbur kalmadikça sülük etmez,
örnek sudur;
Peygamberimizden rivayet edildigine göre buyurmustur ki:
israilogullarinda bir kesis vardi. Seytan bir kiza kasdederek onun girtlagini sikti. Ailesine de kizlarini ancak söz konusu kesisin tedavi edebilecegini telkin etti.
Bunun üzerine kizlarmi kesise getirdiler. Adam önce kizi tedavi etmek istemedi ise de asiri israrlar karsisinda razi oldu. Kiz, tedavi için yaninda kalirken seytan kesise sokularak irzina geçmesi için adami kiskirtti. Kiskirtmalar sonunda kesis, kizin irzina geçti ve kizi gebe birakti.
Bunun üzerine seytan «Simdi ailesi gelecek, rezil olacaksin. Onu öldür. Sorarlarsa, (öldü) dersin» diye içine vesvese saldi.
Kesis de seytana uyarak kizi öldürüp gömdü.
Arkasindan seytan kizin ailesine kostu, kesisin onu gebe biraktiktan sonra öldürüp gömdügünü gammazladi. Ailesi kesise kizlarini sorunca «öldü» dedi.
Bunun üzerine kizin ailesi, kizlarina karsilik kesisi öldürmeye karar verdiler. Bu arada yine seytan ona sokuldu.
Kizin girtlagini sikan da, ailesini senin üzerine kiskirtan da benim.
Benim sözüme uy ki, kurtulasin. Seni onlarin elinden yalniz ben kurtarabilirim* dedi.
Keşiş
Ne yapmami istiyorsun dedi.
 Seytan
"bana iki kere secde edeceksin" dedi.
 Keşiş de seytana iki kere secde etti.
Bunun üzerine seytan, ona «Seninle artik hiç bir isim kalmadi» diyerek ortadan kayboldu.
Iste  Allah c,c  bu babda söyle buyuruyor:

"Yahudileri müslümanlar ile savasmaya kiskirtan münafiklarin durumu, seytanin tutumu gibidir. Hani insana «Kâfir ol» demis. Insan da kâfir olunca «Ben, senden beriyim. (Uzagim) Ben Alemlerin Rabb'i olan Allâh'dan korkarim» demistir."
(Hasr - 16)
Söylendigine göre, seytan. Imâm-i Safii'ye Beni diledigi gibi yaratip diledigi yolda kullanan ve sonra da dilerse cennete, dilerse cehenneme koyacak olan Allah hakkinda ne dersin, bu davranisinda âdil midir, yoksa zâlim midir?» diye sorar.
Imâm-i Safii onun bu sözü hakkinda düsünür, sonra su cevabi verir.
«Hey mel'ün! Senin arzuna göre seni yaratti ise sana muhakkak zulmetmistir. Eger seni kendi irâdesi geregince yarati ise O. davranislarinda sana karsi mes'ül degildir. Davranislarindan mes'ül olanlar, insanlardir.
Bu cevap karsisinda seytan perisan olup neredeyse yerin dibine geçer. Arkasindan Safii' ye vallahi «Ben bu soru ile, yetmis bin âbidi, kulluk mertebesinden çikarak zindiklar hanesine döndürdüm diye cevap verir.
Yine söylendigine göre, seytan bir gün Hz. Isa'ya (A.S) görünerek O'na
Lâ ilâhe illallâh de diye teklif eder.
Hz. Isâ (A.S.) ona Dogru sözdür, fakat onu senin demenle söylemem» diye karsilik verir.
Cünki onun Kötülük yolundaki hesapsiz tuzaklari gibi iyilik yolunda görünen tuzaklari da vardir. Allâh'in koruduklari müstesna, bir çok âbidi zahidi, zengini ve çesitli zümreye mensub kimseyi bu yoldan helake sürükler.
Allah'im! Bizi onun tuzaklarindan koru da hidâyet üzere iken sana kavusabilelim.
Amin. yâ Mümin!

Günahtan Sakınıp Şüpheli Şeylerden Uzak Durmak




Günahtan Sakınıp Şüpheli Şeylerden Uzak Durmak

Siz iftirayı günahsız ve kolay bir iş sanıyorsunuz.
 Halbuki o Allah katında büyük bir günahtır.” (Nur: 24/15)
“Çünkü Rabbin her an ve zamanda herkesi ve her şeyi gözetleyip durmaktadır.” (Fecr: 89/14)

Hz.Nu’mân İbni Beşîr radıyallahu anhümâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
“Helâl olan şeyler belli, haram olan şeyler bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helâl mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli konular vardır.
Şüpheli konulardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli konulardan sakınmayanlar ise gitgide harama dalar. Tıpkı sürüsünü başkasına ait bir arâzinin etrafında otlatan çoban gibi ki, onun bu arâziye girme tehlikesi vardır.
Dikkat edin! Her padişahın girilmesi yasak bir arâzisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın yasak arâzisi de haram kıldığı şeylerdir.
Şunu iyi bilin ki, insan vücudunda küçücük bir et parçası vardır. Eğer bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. Eğer o bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalbdir.”(1)

Aciklama: Şüpheli işlerle birlikte olanlar kısa bir zaman sonra kendilerini haramın içinde bulabilirler. Kalbin sıhhati ise Ra’d: 13/28’de buyurulduğu üzere ancak Allah’ı hatırlamakla huzura kavuşur. Kitap ve sünnette hükmü olmayan ve kalbe kıcık veren her şüpheliden uzak durulmalı ki harama girilmesin. (2)

Hz Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre:
Peygamber aleyhisselâm yolda bir hurma buldu ve:
“Bu hurmanın sadaka olması ihtimâlinden korkmasaydım, onu yerdim” buyurdu.(3)

Nevvâs İbni Sem’ân radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise kalbini tırmalayıp durduğu halde insanların bilmesini istemediğin şeydir.”(4)

Vâbisa İbni Ma’bed radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzûruna varmıştım.
Bana:
– “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu.
– Evet, dedim.
O zaman şunları söyledi:
– “Kalbine danış.
İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir.
Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”(5)

Aciklama: İyilik ve günahı ne güzel tarif etmiş Allah Rasulü. (6)

. Ebû Sirva’a Ukbe İbni Hâris radıyallallahu anh’den rivayet edildiğine göre, kendisi Ebû İhâb İbni Azîz’in kızı ile evlenmişti. Bu olay üzerine bir kadın çıka geldi ve:
– Ben Ukbe’yi de, evlendiği kadını da emzirmiştim, dedi.
Ukbe o kadına:
– Beni emzirdiğini bilmiyorum. Üstelik bunu bana hiç söylemedin, dedi. Sonra da bineğine atlayıp Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e danışmak üzere Medine’ye gitti. Oraya varır varmaz meseleyi Peygamber aleyhisselâm’a açtı.
Allah’ın Resûlü:
– “Mâdemki böyle deniyor; o kadınla nasıl evli kalabilirsin?” buyurunca, Ukbe ile karısı ayrıldı ve kadın bir başkasıyla evlendi.(7)

*Aciklamasi: Günaha girme ve devamlı günah işleme korkusu varsa kişi hemen o işten uzaklaşmalı. İşte sahabe böyle bir şeyin fetvasını alır almaz hemen o işi bitiriveriyor, şüphe ve tereddüd göstermeden. (8)

Hasan İbni Ali radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu kendisinden duyup ezberledim:
“Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!”(9)

Aciklamasi:  Helal mi haram mı belli olmayan ve şüpheli gözüken şeylerden uzak durmalı ve harama götüren bu yolu terketmelidir. (10)

Hz. Âişe radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Ebû Bekir es–Sıddîk radıyallahu anh’ın bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını Ebû Bekir’e verir, o da bundan yerdi.
Yine bir gün köle kazandığı bir şeyi getirdi, Ebû Bekir de onu yemeğe başladı. Köle Ebû Bekir’e:
– Yediğin şeyin ne olduğunu biliyor musun? diye sordu. Ebû Bekir de:
– Söyle bakalım, neymiş? diye açıklamasını istedi. Köle şunları söyledi:
– Falcılıktan anlamadığım halde, Câhiliye devrinde birine falcılık yaparak adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık, işte bu yediğin şeyi çıkarıp verdi.
Bunun üzerine Ebû Bekir parmağını ağzına sokarak yediklerinin hepsini kustu.(11)

Aciklamasi: Haram ve haram ihtimali bulunan şeylerden daima uzak durmalı gerekirse ve mümkün olursa Ebu Bekir gibi o işe hemen son vermelidir. (12)

Hz Nâfi’den rivayet edildiğine göre:
Ömer İbnü’l–Hattâb radıyallahu anh ilk hicret eden sahâbîlere dörder bin, oğlu Abdullah’a da üç bin beş yüz dirhem maaş bağlamıştı.
Hz. Ömer’e:
– Oğlun da ilk hicret edenlerden biridir. Onun hakkını niçin kıstın? diye sordular.
Hz. Ömer şunları söyledi:
– Oğlum babasıyla birlikte hicret etti. Bu sebeple yalnız başına hicret edenlerle bir tutulamaz. (13)

Aciklama: Sorumluluk mevkiine gelenler yakınlarını kayırma yoluna gitmemelidir. (14)

597. Atıyye İbni Urve es–Sa’dî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kul günaha girerim korkusuyla, yapılması sakıncalı olmayan bazı şeylerden bile uzak durmadıkça, müttakîler derecesine çıkamaz.”(15)

Aciklama:  Al-i İmran: 3/102’de belirtildiği gibi müslüman sadece günahlardan değil günah ihtimali olan davranışlardan uzak durmalıdır. (16)
--------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKLAR:
(1) Buhari, iman 39, Müslim Müsakat 109.
[2] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 202.
[3] Buhârî, Büyû’ 4, Lukata 6; Müslim, Zekât 164–166. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 29.
Bir benzeri 300’de geçmiş gereken açıklama orada verilmişti. Ehli beyte sadakanın haramlığı hk. 347’ye bkz.
[4] Müslim, Birr 14, 15. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 52.
624’de tekrar gelecektir. Açıklama orada verilecektir.
[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227–228; Dârimî, Büyû’ 2.
[6] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 203.
[7] Buhârî, İlim 26, Büyû’ 3, Şehâdât 4, 13, 14, Nikâh 23. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Akdiye 18; Tirmizî, Radâ’ 4.
[8] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 203.
[9] Tirmizî, Kıyâmet 60. Ayrıca bk. Buhârî, Büyû’ 3; Nesâî, Kazâ 11.
Bu hadisin tamamı 55 numarada geçmişti.
[10] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 203.
[11] Buhârî, Menâkıbü’l–ensâr 26.
[12] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 203.
[13] Buhârî, Menâkıbü’l–ensâr 45.
[14] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 203.
[15] Tirmizî, Kıyâmet 19. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 24.
[16] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 204.

Tilavet secdesi, Secde âyetleri hangi surelerdedir?,Tilavet secdesi nedir, ne zaman ve nasıl yapılır, Secde âyetini göz ile okusak secde gerekir mi?





.Tilavet secdesi
Sual: Secde âyetleri hangi surelerdedir?
CEVAP
Aşağıdaki surelerdedir. Yanlarında âyet numaraları da belirtilmiştir:
Araf 206
Rad 15
Nahl 49
İsra 107
Meryem 58
Hac 18
Furkan 60
Neml 25
Secde 15
Sad 24
Fussilet 37
Necm 62
İnşikak 21
Alak 19
Sual: Tilavet secdesi nedir, ne zaman ve nasıl yapılır?
CEVAP
Kolay anlaşılması için maddeler halinde bildirelim:
1- Tilavet, Kur’an okumak demektir. Secde âyeti okununca yapılan secdeye tilavet secdesi denir.
2- Namaz kılması farz olan bir kimse, Kur’an-ı kerimde bulunan 14 yerdeki, secde âyetinden birini okusa veya işitse, manasını anlamasa da, bir secde yapması vaciptir.
3- Tilavet secdesi yapmak için, niyet edilir. Niyet şarttır. Niyetsiz sahih olmaz. Abdestli olarak, kıbleye karşı ayakta durup, ellerini kulaklara kaldırmadan, Allahü ekber der ve secdeye gider. Secdede üç defa Sübhâne rabbiyel-a’lâ der. Sonra, Allahü ekber der ve ayağa kalkar. Böylece secde-i tilavet tamam olur.
4- Secde âyetini işiten cünüp veya abdestsiz kimse, temizlendikten sonra tilavet secdesi yapar. Fakat hayzlıya ve nifaslıya [lohusaya] temizlendikten sonra da tilavet secdesi gerekmez.
5- Bir oturumda, bir secde âyetini birkaç defa okuyan ve işiten, hepsi için bir secde eder.
6- Bir oturumda ne kadar secde âyeti okunmuşsa, o kadar tilavet secdesi gerekir. Mesela üç secde âyeti okunursa, üç secde gerekir.
7- Namaz kılarken, dışardan birinin okuduğu secde âyetini işiten, namazdan sonra tilavet secdesi yapar.
8- Namazda okuyunca, hemen ayrıca rüku veya bir secde yapıp ayağa kalkar. Okumasına devam eder. Secde âyetini okuduktan iki üç âyet sonra namazın rükuuna eğilirse ve tilavet secdesine niyet ederse, namazın rüku veya secdeleri, tilavet secdesi yerine geçer.
9- Secde-i tilavetin kazası, acele değildir. Gecikirse günah olmaz. Fakat sebepsiz, zaruretsiz tehir etmek tenzihen mekruhtur.
10- Secde âyetini mubah vakitte okuyup, namaz kılmak mekruh olan üç vakitte tilavet secdesi yapmak caiz değildir. Secde âyeti mekruh vakitte okunursa, bu vakitte secde etmek caiz diyen âlimler olduğu gibi mekruh diyen âlimler de vardır. Mekruh olmayan vakte tehir edilirse bütün âlimlere uyulmuş olur. (Hindiyye)
11- Kur’an-ı kerim okunan yerde bulunduğu halde, işitmeyen kimse, secde etmez.
12- Secde âyetini yazan ve heceleyen, secde yapmaz.
13- Birkaç kişiden her biri, secde âyetinden birer kelime okusalar, bunu işitenlere tilavet secdesi yapmak gerekmez. Çünkü, secde âyetini bir kişi okuyunca, bunu işitenlerin secde yapması vacip olur.
Çeşitli kimselerin okudukları kelimeler toplanarak, bir kişi bütün âyeti okumuş gibi yapılamaz. Çünkü, Kur’an-ı kerim okumak için, kimse başkası yerine vekil yapılamaz. (Dürr-ül-muhtar)
14- Secde âyetinin tercümesini okuyan veya işiten, bunun secde âyeti olduğunu anlarsa, secde yapar.
15- Yaptığını anlayacak yaşta olan çocuğun okuması ile, işitenlerin secde etmesi gerekir. Daha küçük yaşta ise gerekmez.
16- Ara sıra deliren, deli iken secde âyetini okursa, secde gerekmez. Akıllı iken okursa gerekir.
17- Dağdan, çölden ve bir yerden aksedip, yansıyıp geri gelen sedayı işiten ve papağandan veya başka kuştan işiten secde etmez. İnsan sesi olması gerekir. (Dürr-ül-münteka)
18- Radyodan işitilen ses, hâfızın sesine benzeyen, cansız alet sesidir. Bunun için, fonografta [gramofonda, teypte, radyoda. tv’de ve benzeri vasıtalarda] okunan secde âyetini işiten, tilavet secdesi yapmaz. (Mezahib-i erbea)
Elmalılı Hamdi Yazır, Arâf suresinin 204. âyetinin tefsirinde diyor ki:
Kıraet, bir ihtiyari iştir ki, akıllı ve konuşan bir insanın ağzından çıkanı anlamaya ve anlatmaya yönelik bir maksat taşıyan sesli olarak okumak demektir. Akıllı olmayandan ve cansız varlıklardan çıkan seslere kıraet denilemeyeceği gibi, aks-i sadâdan, sesin yankılanmasından meydana gelen şeye de kıraet denilemez. Bunun içindir ki, fakihler bir kıraetin yankılanmasından hasıl olan yankıya kıraet ve tilavet hükmü terettüp etmeyeceğini ve mesela tilavet secdesi lazım gelmeyeceğini beyan etmişlerdir. Bir kitabı sessiz olarak okumaya kıraet denilemeyeceği gibi, çalan veya çınlayan, yankı yapan bir sesi dinlemek de kıraet değildir, bir çınlamayı dinlemektir. Kur’an okuyanın sesini aksettiren gramofondan [teypten] veya radyodan gelen sese de kıraet denilemez. Bunun gibi sesler bir kıraet değil, bir kıraetin yankısı ve yansımasıdır, bunlara dinleme ve susma emrinin hükmü terettüp etmez. (s.2361)
19- Kâfirin okuduğunu işiten müslümanların secde etmesi vacip olur.
20- İmam-ı Nesefi, Kâfi kitabında buyuruyor ki:
Sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, 14 secde âyetini [ezberden, ayakta] okuyup, her birinden sonra, hemen secde edeni, Allahü teâlâ, o dert ve beladan korur. (Dürr-ül-muhtar, Nur-ül-izah)
Son secdeden kalkınca, ayakta ellerini uzatıp, kendinin ve bütün müslümanların dünya ve dinlerine gelen beladan, sıkıntıdan kurtulmaları, korunmaları için dua etmelidir.
21- Secde âyeti üç mekruh vakitte okunursa, tilavet secdesini bu vakitlerde yapmak, bir kavle göre caiz ise de, mekruh olmayan vakte tehir etmek evlâdır. (Dürer, Tahtavi)
Sual: Yalnız başına namaz kılarken, zammı sure olarak secde âyetini okuyan kimse, hemen rükuya gitse, tilavet secdesini yapmış olur mu?
CEVAP
Bir kimse, namaz içinde secde âyeti okuyunca, hemen ayrıca rüku veya bir secde yapıp ayağa kalkar. Okumasına devam eder. Secde âyetini okuduktan iki üç âyet sonra namazın rükuuna eğilirse ve tilavet secdesine niyet ederse, namazın rüku veya secdeleri, tilavet secdesi yerine geçer. Fakat, secde âyetinden sonra üç âyetten fazla okumuşsa, tilavet secdesi, namaz için yapmış olduğu rüku veya secdeler ile kendisinden sakıt olmaz.
Bu durumda, namaz içinde, tilavet için ayrıca secde etmesi gerekir. Yalnız başına namaz kılarken, tilavet secdesi, namaz içinde eda edilmezse, artık namaz dışında kaza edilmez. (Halebi)
Secde âyetini namaz içinde okuyan kimse, dilerse okuyacağı âyetlerin sayısına bakmaksızın hemen Allahü ekber diyerek tilavet secdesine varır. Tilavet secdesi niyeti ile yalnız rükuya varması da kâfidir. Ondan sonra tekrar ayağa kalkar ve birkaç âyet daha okuyup, namazın rüku ve secdelerini yapar, namazına devam eder.
Eğer bir sureyi bitirmiş ise, diğer bir sureden birkaç âyet okur; çünkü tilavet secdesinden kalkar kalkmaz, böyle birkaç âyet okumadan namazın rüku ve secdesine gitmek mekruhtur.
Sual: TV’de mukabele okunuyor. Secde âyetlerini dinleyince, secde-i tilavet gerekir mi?
CEVAP
Gerekmez. Fakat Kur'an-ı kerimi takip ederken veya dinlerken, sesli olarak okuyana, secde-i tilavet gerekir. TV’den, radyodan ve teypten duyulan secde âyeti için secde-i tilavet gerekmez. (M.Erbea)
Sual: Yapılmayan secdelerin kazası nasıl yapılır?
CEVAP
Okuduğum ilk secde âyetinin secde-i tilavetini diye niyet edilir.
Sual: Bir kitapta tilavet secdesinin yedisi farz, üçü vacip, dördü sünnet diye yazıyor. Böyle bir rivayet de var mı?
CEVAP
Vardır.
Sual: Secde-i tilavetten sonra, tilavete başlansa, Euzü lazım mı?
CEVAP
Hayır.
Sual: Bir kağıda yazılı 14 secde âyeti okununca bir secde etmek yeter mi?
CEVAP
Evet.
Sual: Tilavet secdesi için abdestli olmak şart mıdır?
CEVAP
Evet.
Sual: Secde âyetini göz ile okusak secde gerekir mi?
CEVAP
Hayır. Çünkü göz ile okumak, tilavet sayılmaz.
Sual: Secde âyetinin mealini okuyanın, işitenin veya hoparlörden işitenin tilavet secdesi yapması gerekir mi?
CEVAP
Kur’an-ı kerimde 14 yerde bulunan secde âyetinden birini okuyan veya işiten, manasını anlamasa da, bir secde yapması vacibdir. Meal okumak uygun değil ise de, mealini okuyan veya işiten, bunun secde âyeti olduğunu anlarsa, tilavet secdesi yapar. Hoparlörden, kasetten, teypten, TV veya radyodan işitenin, secde-i tilavet yapması gerekmez. (M.Erbaa, Elmalı tefsiri)
Sual: Güneş doğduktan işrak vaktine kadar, tilavet secdesi ve şükür secdesi caiz midir?
CEVAP
Tilavet secdesi mekruh, şükür secdesi mekruh değildir.
Secde âyetini duyunca
Sual: Cünüp, abdestsiz veya hayzlıyken secde âyetini dinleyene, tilavet secdesi gerekir mi?
CEVAP
Secde âyetini işiten cünübün veya abdestsizin, temizlendikten sonra tilavet secdesi yapması gerekir, fakat hayzlıya temizlendikten sonra da tilavet secdesi yapmak gerekmez.
Sual: Namazda, sonunda secde âyeti olan bir sureyi mesela Alak suresini okuyanın, namaz içinde veya namaz dışında tilavet secdesi yapması gerekir mi?
CEVAP
Gerekmez. Bir kimse, namazda secde âyetini okuyup rükûa gitse, rükû yaparken tilavet secdesine niyet etse de, etmese de, bundan sonra secde etmekle, o kimseden tilavet secdesi sakıt olur. Yani ayrıca tilavet secdesi yapması gerekmez. (Halebî)
Eğer secde âyetinden sonra, birkaç âyet daha okumaya devam ederse, tilavet secdesine niyet etmesi gerekir.
Namazda secde âyeti okunduktan 2-3 âyet sonra rükûa eğilip tilavet secdesine niyet edilse, namazın rükû veya secdeleri, tilavet secdesi yerine geçer. Secde âyetinden sonra, üç âyetten fazla okunursa, hemen ayrıca rükû veya bir secde yapılıp ayağa kalkılır. Okumaya devam edilir. (S. Ebediyye)
Tilavet secdesi namaz içinde yapılmazsa, namazdan sonra yapılmalıdır.
Secde âyetini yazmak
Sual: Secde âyetini yazmakla veya gözle okumakla, tilavet secdesi gerekir mi?
CEVAP
Yazmak ve gözle okumak, kıraat sayılmadığı için, tilavet secdesini gerektirmez.
Sağır ve secde âyeti
Sual: Bir ortamda, secde âyeti okunsa, oradakiler, tilavet secdesi yapsalar, orada olup da sağır olduğu için duymayan kimse, secde âyeti okunduğunu anlasa veya işitenler ona söyleseler, onun da, tilavet secdesi yapması vacib olur mu?
CEVAP
Evet, vacib olduğunu bildiren kitaplar olduğu gibi, vacib olmayacağını bildiren kitaplar da var. Vacib olduğunu bildirenlerin kavli, ihtiyata daha uygundur. Bunların gerekçeleri şöyledir:
Sağır olmayanlar arasında, secde âyetinin okunduğunu duymayan çıkabilir. Eğer oradakiler, secde âyeti okunduğunu söylüyorlar ve kendileri de secde ediyorlarsa, duymamış olanların, duyanlara uyarak secde etmeleri vacib olur.
Sağır, secde âyetinin okunduğu yerde hazır olsa, orada bulunan cemaatle beraber tilavet secdesi yapar. (Mecmua-i Zühdiyye)
Okunan secde âyetini dinleyen kimse, anlasa da, anlamasa da, kendisine secde âyetinin okunduğu haber verilince, secde etmesi gerekir. İmam, secde âyetini okuduğu zaman, cemaat duysun veya duymasın, cemaate de, tilâvet secdesi vacib olur. Tilavet secdesi yapmak için, namazda, kıraatin açık veya gizli olması arasında da bir fark yoktur. Yani açık okunsa da, gizli okunsa da tilavet secdesi gerekir. (Hindiyye)
Başkalarının okuduğu secde âyetini duymayan sağıra, secde etmek gerekmez. (Nimet-i İslâm)

SÜNNET-İ SENİYYE EDEPTİR



                                    SÜNNET-İ SENİYYE EDEPTİR
YEDİNCİ NÜKTE
Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
 اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani, “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.”
Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder.
 بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ (Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur)
kaidesine mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer
11.Lema-Risale-i Nur.

17 Nisan 2013 Çarşamba

RABBİNE O KADAR AŞİKTİKİ ÖLÜNCEYE KADAR YALİN AYAK DOLAŞTİ ,

RABBİNE O KADAR AŞİKTİKİ ÖLÜNCEYE KADAR YALİN AYAK DOLAŞTİ

Nefeslerin buhar olup savrulduğu ilik donduran bir kış günü. Gün doğalı çok olmuştur ama genç adam yeni yeni doğrulur. Gözlerinde bir ağırlık vardır, şakakları zonklar. Hep öyle olur, eğlence ile geçen gecenin sabahı mahmurluk basar ve kulakları uğuldar. Karnı tok, sırtı pektir ama huzursuzdur. O sıra kapı çalınır. Hizmetçi koşup açar. Soğuk hava içeri girer köşeleri dolanır. Kapıdaki adam kadife yumuşaklığında bir sesle sorar ama duvarlar yankı yapar:

-Bu ev kimin?
-Merv reislerinden Haris Abdurrahman’ın.

-Kendileri yoklar mı?

-Yok ama oğlu var.

-Bişr mi?

-Evet.

-Peki o hür müdür, kul mudur?

-Elbette hürdür.

-Hür olduğu belli, çünkü kul gibi yaşamıyor.

-Anlayamadım?

-Sen bu kadarını söyle, o anlar.

Bişr fırlar ama meçhul ihtiyar yok olmuştur. Acaba adı menkıbelerde geçen Hızır aleyhisselam o mudur?

Genç adam tutulur kalır. Bir an oyun ve eğlence ile geçen gecelerinden iğrenir. Kendine yeni bir istikamet çizecektir ancaaak.

Ancak çevresi onu, ona bırakmaz. Öyle ya hem böylesine zengin hem bu kadar cömert arkadaş kolay bulunmaz. ‘Yoldaşını bırakmak delikanlılığa sığmaz’ der, eteğine yapışırlar. Koluna girer, meyhanelere sürüklerler. Yine o mâlum geceler, defler, kadehler, dümbelekler…

Ama Bişr eski Bişr değildir. Ayakları işrethaneleri dolaşsa da gönlü hakikatleri arar.

Bir gece ama şakır şakır yağmur yağan bir gece evine dönmektedir. Çamur içindeki bir kâğıt dikkatini çeker. Üzerinde besmeleyi görünce yerden alır. Çamurlarını siler, öper, koklar. Eve gelince gül yağları ile siler duvara asar. O gece Merv âlimleri rüyalarında Bişr’i görürler ki onların bile özlediği manevi ikramlar içindedir.

Rabbinden haber var

Ulema Bişri arar, sorar, mâlum yerlerde bulurlar. Onu dışarı çıkarırlar. Rengi sapsarıdır. Korkuyla sorar.

-Siz burada… Hayrola?

-Sana Rabbimizden haber var.

-Biliyorum, bana çok kızıyor.

-Aksine seni çok seviyor.

-Ama nasıl olur?

-Sen dün gece çamurdan bir kâğıt buldun mu?

-Buldum.

-Yerden aldın mı?

-Aldım.

-Öpüp kokladın mı.

-Kokladım?

-Güzel kokular sürüp duvara astın mı?

-Astım.

-İşte Allahü teâlâ da ismini temizlediğin gibi seni temizledi ve o kâğıda hürmet ettiğin için adını aziz kıldı.

Bişr son kez meyhaneye girer, arkadaşlarıyla vedalaşır. O anı hatırlamak için hayatı boyunca yalınayak dolanır çünkü tevbe ettiğinde ayakları çıplaktır. İşte bu yüzden adı ‘Hafi’ (yalınayaklı) kalır.

Nereden nereye

O günden sonra ilim peşinde koşar. Önce dayısının medresesinde okur. Sonra Mekke, Kûfe, Basra ve Şam’a gider.

Çok alim tanır, çok kitap okur, ilim meclislerine katılır, ezber yapar, notlar tutar. Nitekim Bağdat’a gelir. Fudayl bin İyad, Muafa bin İmran ve İmam-ı Malik ile birlikte bulunur. Maruf-i Kerhi Hazretleri ile dost ve sırdaş olur. Nurlu dergâhına birçok genç gelir gider ki Sırriy-i Sekati bunlardan biridir. Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hafi Hazretlerine karşı çok hürmetkârdır. Talebeleri sorarlar:

-Efendim hadiste eşiniz benzeriniz yok, fıkıhta müctehidsiniz. Bişr gibi bir dervişin kapısında ne arıyorsunuz?

-Evet hadis ve fıkhı ondan iyi bilirim ama o kalp ilimlerinde hepimizden iyidir.

Birgün askerler bir mahkûmu meydana çıkarırlar. Suçu ağır olmalıdır. O kadar çok kırbaç vururlar ki derileri yarılır. Etlerinden sızım sızım kan sızar. Lâkin genç bir kere bile sesini çıkarmaz. Muhafızlar kan ter içinde kalır, nefeslenmek için dururlar. Bişr gence sokulup sorar:

-Biliyor musun tahammülüne hayran kaldım.

-Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki. Kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni görüyor.

İyi ama Allahü teâlâ seni her an görüyor. Onun edebini gözetmeyi hiç düşünmedin mi?

Genç öyle bir ‘Allah’ der ki kendinden geçer. Yüzlerce kırbaca direnen vücut bu aşka tâkat getiremez. Muhafızlar yanına koştuğunda çoktan can vermiştir.

Hoca hekim olunca

Bişr-i Hafi her hadiseden hikmet alır. Mesela Abadan civarlarında bir saralı görür ki, toprağa düşmüş çırpınmaktadır. Yanına varınca cüzzamlı ve kör olduğunu farkeder. Yaralarına üşüşen karıncalar etlerini koparmaktadırlar. Başını kucağına alıp su verir. Genç kendine gelince ‘sen de kimsin?’ diye sızlanır, ‘hem Rabbimle arama niye girdin?’

Aslında Bişr-i Hafi mükemmel bir tabibdir. Bitkileri ve baharatları çok iyi tanır ve onları ustalıkla kullanır. Otlardan köklerden mi yoksa dualarının bereketiyle mi bilinmez Allahü teâlâ onun hastalarına şifa dağıtır.

Bir gün evine girerken tefekküre dalar. ‘Bağdat’ta bunca insan var. Kimi Yahudi, kimi Hıristiyan. Ben ne yaptım ki bu devlete kavuştum? Onlar neyi yapmadılar ki mahrum kaldılar?’ Böyle düşünürken sabah ezanları okunmaya başlar ki o hâlâ eşiktedir.

Bişr-i Hafi ölümüne doğru birisinden ödünç gömlek alır ve kendi gömleğini bir fakire bağışlar. Hasılı ardından bir gömlek bile bırakmaz. O Bağdat’a geldikten sonra hayvanlar yerleri kirletmezler çünkü mübareğin yalınayak dolaştığını bilirler. Bağdatlılar hayvanların eskiye döndüklerini farkedince ‘Eyvah’ derler, ‘Bişr-i Hafi ölmüş olmalı’

Bişr-i Hafi buyurdular ki

* İki şeyden kaçın: ‘Çok yemekten ve çok konuşmaktan’

* Dünyada aziz olmak isteyen diline sahip olsun. Şahitlik yapmasın, imam olmasın, ziyafetlere katılmasın.

* Sabır Allah-ü teala’yı kullara şikayet etmemektir.

* İnsanlar arasında tanınmak isteyen ahiretin tadını alamaz.

* Şöhreti seven Allah’tan korkmaz.

* Övülmekten hoşlanmak ahmaklıktır.

* Sabır susmaktır. Konuşan, susandan daha fazla vera sahibi olamaz.

* Kötü insanlarla arkadaşlık yapan iyi kimselere sui zan eder.

* Dün öldü, yarın doğmadı, bugün can çekişiyor. Sen bu anı değerlendir.

* Topal bir karınca düşünün. Bir buğday için saatlerce uğraşır, didinir, tam yuvasının ağzına getirir ki taneyi kuş kapar. Ölüm kuşu da böyledir. Kimse dünyadaki emeline kavuşamaz.

Kaynak: Huzura Doğru

Evlilikte Denklik (Küfüv)




Evlilikte Denklik (Küfüv)

Kelime olarak küfüv, denklik ve eşi olmak demektir. Fıkıhda ise, evlenecek olan çiftlerin, birbirlerine bazı konularda denk olmaları demektir.
Evlenmede denklik, kadınlar için erkekte aranır. Yâni bir erkeğin, evleneceği kadına, müslümanlık, neseb, hür olma, meslek ve zenginlik gibi niteliklerde denk durumda bulunması, özellikle kadını korumak için öngörülmüştür.
Mezhepler, evlenecek kişiler arasında dindârlık bakımından eşitlik bulunmasının kesinlikle gerekli olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Bunun yanında Hanefîler, erkeğin soy bakımından, kadından daha aşağı olmaması gerektiğini söylemişlerdir.
(113)
İslâm hukûkunda denklikten maksad, evlenecek eşler arasında dînî, ekonomik ve sosyal seviye bakımından yakınlık ve denklik bulunmasıdır. Bu denkliğin, hem çiftler arasında, hem de hısımları arasında seâdet,  huzûr ve sevgiye vesîle olacağı düşünülmüştür. Evlilikte denklik, bir sıhhat şartı değil, bağlayıcılık şartıdır. Yâni denklik, evlilik için mecbûrî bir şart olmayıp, ancak âile seâdetinin te’mîni içindir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ali (r.a.)’a hitâben şöyle buyurmuşlardır: 
"Üç şeyi geciktirme:  Vakti gelince namazı; hazır olduğunda cenâzeyi; dengini bulunca evlenecek kızı..." (114)
Ayrıca başka bir hadîs-i şerîfde:
"Kadınları denkleriyle evlendirin, onları velîleri evlendirsin.. On dirhemden az mehir yoktur." (115) buyurulur.
Hanefîler’e göre denklik (kefâet), altı yerde aranır. Bunlar: Dindârlık, İslâm, hürriyet, neseb, mal ve meslektir.
1. Dindârlık: Dînî kurallara bağlı olmayan ve ahlâk bakımından zayıf olan fâsık bir erkek, iffetli ve fazîletli bir kadına denk sayılmaz. Aynı şekilde, dînî kurallara bağlı olmayan ve ahlâk bakımından zayıf olan fâsık bir kadın da, iffetli ve fazîletli bir erkeğe denk sayılmaz. 
2. İslâm: Burada denklikten maksad, kocanın müslüman olması değildir. Zîrâ  kocanın müslüman olması, evliliğin sıhhat şartıdır. Müslüman olmada denklik, kocanın,
babası veya büyükbabası bakımından aranır. 
3. Hürriyet: Çoğunluğa göre köle, hür olana denk değildir.
4. Neseb: Bu konudaki denklik, Araplar arasında geçerli sayılmıştır.

5. Mal: Eşlerin, aynı derecede mal ve servet sahibi olması da, evlilikte önemli bir unsurdur. 

6. Meslek: Evlenecek erkek ve kadının velîlerinin iş ve meslekleri arasında bir denkliğin bulunması gerekir. (116)
Ayrıca çiftler arasında boy ve güzellik gibi fizîkî ölçülere de dikkat edilmesi, eşlerin anlaşabilmeleri ve birbirleriyle uyum sağlayabilmeleri açısından önemli bir husustur. Netice olarak İslâm hukukçularının büyük
çoğunluğu, nikâhın mûteber olmasında kocanın kadına denk olmasının şart olduğunda müttefiktirler. Denkliğin, mutlakâ dindârlık ve güzel ahlâkda aranması gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Asr-ı seâdetteki tatbîkâta  bakıldığında da denkliğin, en başta dindârlık ve güzel ahlâkda arandığı açıkça görülür.
Ashâb-ı kirâmdan Sehl b. Sa’d es-Sâidî (r.a.) anlatıyor:
"Birgün Rasûlullâh (s.a.v.)’in huzûrundan bir adam geçti. Hz. Peygamber (s.a.v.) yanında oturanlardan birine;
"Şu geçen hakkında ne dersin?" buyurdu. O da:
"Eşrâfdan biridir. Vallâhi kız istese kendisine verilmesine, bir şey hakkında konuşsa, sözünün dinlenmesine çok lâyıktır." cevâbını verdi. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz sustular. Bir müddet sonra bir başkası geçti. Bu sefer yine:
"Ya bunun hakkında ne dersin?" buyurdu.
Adam cevap verdi:
"Yâ Rasûlallâh, bu müslümanların fakirlerinden biridir. Kız istese reddedilmeye, bir şey hakkında şefâat etse,
kabul olunmamaya ve konuştuğu vakit, sözü dinlenmemeye lâyıktır." 
Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular:
"(Hayır) bu (adam), yeryüzü dolusunca öbüründen hayırlıdır." (117)
Evlenecek eşler, güzellik ve zenginlik câzibesine kapılarak ahlâkı ve dîni zayıf kadınlarla evlenmemelidirler. Böyle evlilikler, çoğu zaman hüsranla neticelenmektedir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, dâimâ dindâr olan kadınların tercih edilmesini tavsiye buyurmuşlardır. Hakîkatte denklik; erkeğin değil, kadının menfaatine yönelik bir haktır. Eşlerin, gönül ve görüş birliğine sâhip olmaları da zarûrîdir. Zîrâ, bu yönlerden anlaşamayan
çiftler, mutlu bir hayât yaşayamazlar.

Eserin yazarı: Osman Ersan Eser: KADININ
DEĞERİ VE HAKLARI

16 Nisan 2013 Salı

ARAKANLI MÜSLÜMANLAR TECAVÜZ KAMPLARINDA..!!!



ARAKANLI MÜSLÜMANLAR TECAVÜZ KAMPLARINDA..!!!
Müslümanlar Kutlu Doğum Haftasına hazırlanırken Ebu Gureybin ardından ikinci çığlık Arakandan yükseldi...
Irak’ta ABD tarafından yönetilen Ebu Gureyb cezaevinde Müslüman esirler tecavüz ve işkenceye maruz kalmış Amerikalı askerlerin işledikleri insanlık suçları, hiçbir şey olmamış gibi yanlarına kâr kalmıştı. Şimdi Arakanlı Müslümanlar da tıpkı Iraklı Müslümanların yaşadığı dramın benzerini yaşıyor. Budistlerin saldırıları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalarak derme çatma çadırlarda yaşayan, açlık ve sefalet yüzünden çocuklarını, eşlerini, ailelerini kaybeden Müslümanlar daha büyük bir eziyetle karşı karşıya. Conilere özenen Budist askerlerin esir aldıkları savunmasız Müslüman kadınları seks kölesi olarak kullandıkları ortaya çıktı.

Bu utancın sorumlusu kim?
Birleşmiş Milletler, NATO gibi ne kadar uluslararası kurum varsa adeta hepsi Müslümanların aleyhine çalışmak için kurulmuş. Dünyanın neresinde Müslümanlara yönelik bir saldırı, katliam, soykırım olursa olsun bu kurumların hiçbiri kılını dahi kıpırdatmıyor. Filistin’de İsrail’in katliamlarına seyirci kalan bu uluslararası kurumlar, Irak, Sudan, Mali, Keşmir, Somali, Bangladeş’te yaşanan katliamlara seyirci kalırken Arakan’da tüm dünyanın gündemine taşınan Budist soykırımına karşı da kör sağır ve dilsizi oynuyor. Suskun kalarak Budistleri şımartan ve dolaylı yoldan Müslümanların katledilmesine destek olan bu kurumların bize öğrettiği en önemli gerçek Müslümanların bir araya gelerek bir an önce İslam Barış Gücü’nü kurarak mazlum ve mustazaf Müslümanların yardımına koşmak.

Yürekleri dağlayan gerçek

Arakanlı Müslümanlar canlarını kurtarmanın yanısıra bir de namus imtihanıyla karşı karşıyalar. Gönüllü gazetecilerin kurduğu “Vice” adlı internet sitesinde yayınlanan haberde, Myanmar’da Arakanlı Müslümanların sadece Budistler tarafından kötü muamele ve şiddete maruz kalmadıkları, aynı zamanda ordu tarafından kurulan askeri kamplarda seks kölesi olarak çalıştırıldıkları ve tecavüze uğradıkları ortaya çıktı. “Vice” sitesi adına Arakan’daki Sitve kasabasına giden gazeteci Assed Baig, Myanmar’da askeri kamplarda seks kölesi olarak çalıştırılan Arakanlı kadın ve kız çocukların korkunç hikâyesini anlattı.
Arakanlı Müslümanlar canlarını kurtarmanın yanısıra bir de namus imtihanıyla karşı karşıyalar. Gönüllü gazetecilerin kurduğu “Vice” adlı internet sitesinde yayınlanan haberde, Myanmar’da Arakanlı Müslümanların sadece Budistler tarafından kötü muamele ve şiddete maruz kalmadıkları, aynı zamanda ordu tarafından kurulan askeri kamplarda seks kölesi olarak çalıştırıldıkları ve tecavüze uğradıkları iddia edildi.
“Vice” isimli internet sitesi adına Arakan bölgesindeki Sitve kasabasına giden gazeteci Assed Baig, Myanmar’da askeri kamplarda seks kölesi olarak çalıştırılan Arakanlı kadın ve kız çocukların korkunç hikâyesini anlattı.
Arakan bölgesinde, evlerinden ve yurtlarından edilen Arakanlı Müslümanların yaşamak zorunda bırakıldıkları kampların büyük bir bölümünün Sitve kasabasında yer aldığını belirten Baig, Müslümanların bu kamplarda maruz kaldıkları zorlukları haber yapmak için gittiği bölgede korkunç bir gerçekle karşılaştığını belirtiyor.

ILO soruşturma istedi
Myanmar’a gittiğinin ilk haftasında Sitve’de bazı Müslüman kadınların askeri bir kampta zorla tutulduğunu öğrendiğini belirten gazeteci Assed Baig, “Arakan bölgesinden gelen Müslüman kadınların, Myanmar ordusu tarafından askeri bir kampta tutulduğuna dair güçlü kanıtlar olduğunu öğrendim. Bu kanıtlar ve veriler Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) ulaştırıldı. Söz konusu kanıtlardan yola çıkan ILO, Mymanmar hükümetinden bu konuda bir soruşturma başlatmasını ve tutsak kadınların serbest bırakılmasını talep etti.”

Kadınlar ve kız çocukları seks kölesi
Arakanlı Müslüman kadınların, Sitve’de 270’inci Alay Komutanlığı’na ait üste seks kölesi olarak tutuldukları belirtildi. Görgü tanıklarından, Sitve’nin 5 km dışında Myanmar ordusunun 270’inci Alay Komutanlığı’na ev sahipliği yapan askeri üste, 20 Müslüman kadın ve 8 yaşından küçük 3 çocuğun tutulduğunu öğrendiğini belirten Baig şunları anlatıyor: “Görgü tanıklarından Emine, bir gün kampın yakınından geçerken, kendisine seslenen kadınlar olduğunu duymuş. Emine’nin Müslüman olduğunu öğrenen kadınlar, yardım için yalvararak başlarından geçen korkunç olayları anlatmışlar. Müslüman kadınlar, her gün birçok askerin kampa gelerek kendilerine tecavüz ettiğini belirtmiş.”
Ailelerinin bu durumdan haberdar olmadığını belirten askeri kamptaki kadınların geçtiğimiz yıl Haziran ayındaki olaylar sırasında buraya getirildiklerini ifade etmişler.

“Duyulursa bizi öldürürler”

Myanmar’ın Bağımsızlık Günü törenlerinde askerlerin büyük bir kısmı kutlamalar için kamp dışına çıkınca Emine, Müslüman kadınlarla yeniden bağlantı kurmuş. Kadınlar askeri kampta yaşadıklarını şu cümlelerle dile getirmiş: “Uzun zamandan beri bu kamplarda tutuluyoruz. Bugün bizi rahat bıraktılar çünkü özel bir misafirleri var. Burada tutulduğumuz etrafa yayılırsa, bizi öldürürler.” Görgü tanığı Emine, kamplardaki bazı kadınların tecavüz sonrasında hamile kaldıklarını da belirtiyor.

“Bütün Müslümanlar ölünceye kadar bekleyecek misiniz?”
Myanmar’da son dönemde Müslümanlara yönelik saldırıların artması üzerine bir grup Arakanlı Müslüman, New York’ta BM Genel Merkezi yakınındaki Dag Hammarskjold parkında gösteri düzenledi. Grup lideri Yusuf İkbal, “Müslümanlar Myanmar’da herhangi bir yerde ve zamanda yaşanacak olası bir soykırıma karşı savunmasız şekilde korku içinde yaşıyor” diye konuştu.
İkbal, sözlerini şöyle devam ettirdi:
“Biz bütün inancımızı yitirdik. BM, Myanmar hükümetinin başarısız olduğu bu konuda, insanların güvenliğini sağlamakla sorumlu. Şu an Myanmar’da hükümet, Müslümanları öldüren terörün sponsorluğunu yapmaktadır.”
Yağmurlu havaya rağmen protestolarına devam eden grup, acil şekilde bağımsız bir BM araştırması ve gerekli ise BM Barış Gücü’nün görevlendirilmesini istediklerini belirtti. “Bu olmazsa, 6 milyon Müslüman ölecek. BM yetkililerine sormak istiyoruz. Bütün Müslümanlar ölünceye kadar bekleyecek misiniz yoksa şimdi mi harekete geçeceksiniz?” diyen İkbal, seslerini duyurmak için protestolara devam edeceklerini belirtirken, tüm dünya Müslümanlarını bu konuda yardıma çağırdı

SUİ KYİ Müslümanlarla görüşmeyecek!

Myanmar’ın Arakan bölgesinde Müslümanların hedef olduğu katliama sessiz kalmasıyla tepki çeken ‘Nobel ödüllü’ muhalif lider Aung San Suu Kyi, 27 yıl aradan sonra geldiği Japonya’da Müslümanlarla bir araya gelmeyecek. Suu Kyi’nin ev hapsinde olduğu dönemde Myanmarlılarla ortak gösteriler yapan Müslümanların, Suu Kyi ile görüşmesine engel olundu

Japonya’daki Burmalı Arakanlılar Birliği’nin (BRAJ) lideri Zaw Min Htut, Japonya’da yaşayan Myanmarlıların oluşturduğu organizasyonun Suu Kyi’yi karşılama ekibine Müslümanları dâhil etmediğini söyledi. Min Htut, “Myanmarlı gruplarla, Suu Kyi’nin serbest bırakılması için pek çok kez gösteriler yaptık. Ancak 20 yıldır beraber çalıştığımız insanlar, bize karşı ayrımcı bir tutum sergiledi.” dedi. Zaw Min Htut, Myanmarlı grupların Müslümanların karşılamaya katılmalarına karşı çıktığını belirtti. Japonya gibi özgür bir ülkede böyle bir ayrımcı tutum karşısında üzüntü duyduklarını kaydeden Min Htut, “Myanmar’da uzun yıllardır karşı karşıya kaldığımız ayrımcılığın bir benzerini de Japonya’da yaşadık” dedi. 200 kadar üyesi olan BRAJ’ın lideri Min Htut, Nobel ödüllü lider Suu Kyi’nin tam olarak ne düşündüğünü bilmediğini de sözlerine ekledi. Min Htut, “Görüşme imkanımız olsaydı Arakanlı Müslümanlar için bir şeyler yapmasını talep edecektik” dedi. Myanmar’daki Budist gruplar arasındaki Müslüman karşıtı havanın büyüdüğüne dikkat çeken Min Htut, “Bu yüzden Suu Kyi konuşmak istemiyor olabilir” ifadelerini kullandı. Arakan Müslümanlarının sorunlarının çözülmesi adına uluslararası toplumun harekete geçmesi gerektiğini kaydeden Min Htut, “Türkiye bu noktada öncü rol alabilir.” dedi.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı