31 Aralık 2018 Pazartesi

Vaizlerde olması gereken Edep


İmam-ı Şa’ranî Hazretleri[1] buyurdu,

“Hiçbir zaman cemaate bir söz söylemek üzere oturmadım ki, o asırda o beldede bu vazifeyi asaleten uhdesinde tutan mutasarrıftan destur talep etmeyeyim.”

Bu da bütün vaizlere olması gereken edeptir. Kim bir yerde bir şey konuşacak olursa o vazife üzerinde asaleten bulunan oradaki ümmeti Muhammediyeyi irşada zahir ve maneviyatında himayeye müvekkel olan bir veliyullah bulunur.
Edep, o makamda oturan kimseden derhal destur talep etmektir. O desturu verdikten sonra onun söylediği kelâmı hazır olan cemaatin kalbine nakşetmesi o zatın vazifesidir. Bizim vazifemiz yok. Santral nasıl fişi takar gibi oradan fişi takar o cereyan artık kalplere gelir, kalpten kalbe gider. Buradan gelen yine oraya çarpıp döner, kalpten çıkan söz kalbe girer. O olmadıktan sonra işimiz havadır.

İşte o, imamı Şaranî Hazretlerinin bize talim etmiş olduğu mükemmel bir edeptir. Evvela söyleyen kimsenin tevazu makamına ermesi lazımdır. Ne kadar aşağıya tenezzül ederse o kadar aşağıya füyuzat iner. Sular dağın tepesine doğru yürümez en aşağıda olan vadilere doğru akar gider. Yukarıdakiler mahrum kalır ama aşağıdakiler o feyzi alır.

Onun için ilk oturan kimse o feyzi üzerine çekebilmek için edeple oturması lazımdır. Kendinden söylemeye başlayan kimse kendine bırakılır. Kendi kendisindeki ile iktifa eden kimse ihtiyaç arz etmeyen kimsedir. Kendini yeterli gören kimseye başka yerden bir imdat verilmez.

Lakin imdat arayan kimseye talip olan kimseye boyuna verir. Her taraftan onun için ilk edep burada kendimizi boş bilerek, hiçbir şey bilmeyici muhtaç sıfatında olup onlardan bize gönderilecek füyuzatı içmek ve içirtmektir, maksadımız odur.

Biz, bilici olarak oturduğumuz vakitte onlardan bir imdat bize gelmez, o yolu keserler. Aman bize bir imdat diyerek münacat edip yalvaran kimselere o imdat boyuna yetişir.

“Eşhedüenlâ ilâheillalah vahdehu lâ şerikeleh ve eşhedü enne seyyidenâ Muhammeden abduhu ve habibuhu ve resulûhu (S.A.V), Mevlânâ hadiynâ kelimeteyni şehadeten indeke ya rasullullah.” 


[1] İmam-ı Şa’ranî Hazretleri: (Mısır, 1493–1565) Evliyanın büyüklerindendir. Saçını uzattığı için şa’ranî lakabıyla tanınırdı. Mizan-ı Şar’anî adlı eseri çok meşhurdur. Allah sırrını takdis etsin.

Ali İmran Suresi 97.ayet-i kerime tefsiri



بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم



Hamd, âlemlerin Rabbi



ve övülmeye lâyık olan Allah’a ki;



“O doğmayan ve doğurmayandır ve



hiç bir zata eşit değildir“



O’nun ismi aziz ve O’nun zikri büyüktür.







Resulü Muhammed Mustafa s.a.v.’e



Ve diğer Enbiyâya salâtı selâm olsun. Allah’ın rahmeti Ashâb-ı Kiramın üzerine kıyamete kadar devam etsin.



بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم





Eşhedüenlâilâheillallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhû ve resulûhu. İşte bu, Estaizübillâh: Ali İmran Suresi/97.ayet-i kerime

«ve men dehalehu kâne amina ve lillâhi alen nâsi…» [1]
وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ ءَامِنًا وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ 

«… men dahale hısnî emine’l azâb »

Hem âyet-i kerîme, hem hadîs-i kudsî. Bu kelime-i şahâdet; ümmet için, bü­tün beni âdem için emn-ü eman dairesidir ki, Ve men dehalehu kâne amina: Bu daireden içeri girene emn-ü eman var. 
Alel ıtlak; hiçbir şey kendisine tesir etmeyen o daireye girdi demektir.

Lâ ilahe illallah hasni; lâ İlahe illallah kelâmıdır.

Vemen dahalehu kane amin­en; Allah-u Zülcelâl, 

“O kelâmdan içeri girene emn-ü eman verdim” di­yor. O kal’adan içeri girdikten son­ra, o kal’anın içindeki adam emin olur.

─ O kimin kal’ası­dır?

Allahû Zülcelâl bizzat kendisine nisbet edip söylüyor: “Benim kal’amdır.” O Allah’ın kal’ası­nın içerisine girip, Allah’ın emn-ü emâna koyduğu kulu oradan çalacak kim olabilir? Kimde salahiyet var? 
Bir iblis değil, kâinattaki zerrât miktarında, adedinde ebalise, ins ve cinnî ile beraber şeyâtîn mevcut olsa; o kal’adan içen giren kimseyi dışarı alamaz, bitti. İster şaka yoluyla söylensin, ister cid­di söylensin Lâ ilâhe illallah dendi, bitti. 
Bu, mühim meseledir. Zahire bakma, “oraya batmış, şuraya bat­mış” deme, Lâ ilâhe illallah dedi mi, bitti. Allah-u Zülcelâl, “Ben’im kal’amdır, bir defa ben onu aldım” diyor, itiraz edecek adam var mı? Dışarı çıkartmaya ne hak ve salâhiyetimiz var. Manası açık;

« ve men dehalehu kâne amina ve lillâhi alen nâsi…»

Bir kerre söyledi mi, isterse şaka yoluyla söylesin, bitti. Şakayla te­tik atan adamın attığı kurşun vurmaz mı? Öldürmez mi?

“Yahu ben şakayla tetiğe dokunmuş idim!”

Şa­ka diye vurmadan, tesirini göstermeden kurşun kalır mı? Sen ne zannettin lâ ilâhe illallah demeyi? 
Peygamber-i zîşan’ın lâ ilâhe illallah dediği bir tevhidini, mizanın bir kefesine koysalar, bütün ümmeti Muhammedî’nin ve onunla beraber bütün geç­miş ümmetlerinin hepsinin günahını öbür kefeye koysalar; tüy gibi tartar, hiç ehemmiyeti kalmaz. Daha Peygamber-î zîşan o mizana nelerini koyacak. Peygamberi ne zannediyoruz?

Peygamberi bizim gibi zanne­diyoruz. Daha peygamberi tanıyamadık. İmam el Busayrî (Rahimehullah) Hazretleri[2], onunla bizim aramızdaki farkı fikrimize bir parça yaklaştırabilmek için bize en ednâ bir tabir yapmış,

Bismillâhirrahmanirrahîm, “Muhammedün beşerün veleyse kelbeşeri, bel-hüve yakutun ve’n-nasü kelhukerü.”

O da beşerdir. Yakutta taş­tır amma çakıl taşlarının arasında yakut taşının kıymeti neyse, öteki beşerin arasında da en edna ola­raktan, o peygamberi öyle bil.

─ Yakut ile kara taşın arasında ne fark var?

“O peygamberin beşer oluşu ile senin beşerliğini, yakut ile ne kadar kıymet farkı varsa, sende öyle bil” diyor.

DUA

Hiçbir şeye mâlik olmayan, kendi nefsi üzerinde hiçbir hükmü olmayan abd’ler sıfatı ile senin bâbına geldik ya Rabbi! Senin kapına talip olarak yöneldik ya Rabbi, he­pimiz Senin inâyetine, senin hidâyetine muhtâç olarak hem ellerimizi, hem kalplerimizi sana açarak geldik ya Rabbi! Senin bâbına gelip el açanları, gö­nül açanları geri çevirmeyen Mevlâ’mız Sensin. Habîbin hürmetine, habîbin ümmetlerine tahsis bu­yurduğun mânevî olan mâidelerden bize lutfeyle.

«Allahümme elhimnâ ruşdenâ ve iznâ min sururî enfüsinâ.»

Habibinin bu duası ile senin huzuruna geldik ya Rabbi! Bizi rüşde, hayrın kemâline, Senin kulluğunun şerefine ulaştıracak ilhamdan bizi mahrum eyleme ve bizi nefsimizin şerrinden sakla ya Rabbi! Aczimizi ikrar ederek senin kapına geldik; Sen, huzurunda aczini ikrar edenleri seversin. Sen kapına boş gelenleri seversin, sen kapına yoklukla gelenleri, varlıkla şenlendiren Hakk’sın. Ya Rabbi, bu­rada bulunan kullarını toplayan Sensin, toplatan Sen­sin, söyleten Sensin, dinleten Sensin, bizi dinleyi­cilerden kıl ya Rabbi! Dinleyip de en iyisine tabi olanlardan kıl ya Rabbi! Bizim lisanımızı sen doğ­rult ya Rabbi! Ya Seyyidî. Ya Resûlullah medet, me­det ya Sultanû’l Enbiya, medet ya Resûlullah, sizin şefkat ve şefaatiniz olmadan, o ezelî inayet kimseye ulaşamaz. Sizin huzurunuzda da sizden şefaat dile­nerek geldik ya Ekreme’l Halkallah. Ey bütün mahlûkatın içerisinde lütfü kerem denizi olan şanlı Nebi! Bize şefkat, şefaat nazarınızdan lütfen bir nazar kılınız. Esselatü ve’sselamu aleyke ya Seyyidî, ya Resulûlah.

Kaynak (Şeyh Nazım Kıbrısi Sohbetlerinden)

[1]Âli İmran Suresi: 97

[2] İmam el Busayri: (1212 Mısır, Busayr – 1295 İskenderiye) Hadis ilminde, hattatlıkta ve bilhassa şiirde çok ileri seviyelere ulaşmıştı. Resulullaha (a.s.) olan sevgisini, aşkını anlatan Kaside-i Bürde isimli şiiri ise en meşhur olanıdır.

27 Aralık 2018 Perşembe

Hanefi mezhebine göre, teravih, küsuf namazları cemaatle kılınabilir..



Hanefi mezhebine göre, teravih, küsuf namazları cemaatle kılınabilir.
İstiska namazında farklı görüşler vardır. İmam Azam’a göre, istiska namazı cemaatle kılınamaz. İmam Muhammed’e göre ise, münferit olarak kılındığı gibi, cemaatle de kılınabilir. 
Bayram namazlarının cemaatle kılınması zaten vaciptir. Bunların dışındaki -teheccüd namazları da dahil- nafile namazları cemaatle kılmak mekruhtur.(bk. el-Mevsuatu’l-Fıkhıye, 12/154-155)
Şafii ve Hanbelilere göre, -teheccüd de dahil- diğer bütün nafile namazlar hem münferit hem cemaatle kılınabilir. (a.g.y)
İbn Teymiye’ye göre, gece / teheccüd namazı, tahiyyetu’l-mescid, kuşluk namazı gibi cemaatin meşru olmadığı nafileleri cemaatle kılmayı âdet haline getirmek bid'attir, mekruhtur. Fakat bu nafile namazların ara sıra cemaatle kılmakta bir sakınca yoktur. (bk. Mecmuu’l-Fetava, 23/413-414)
Medreselerde de Şafii ve Hanbeli mezheplerinin görüşüne göre cemaatle gece namazları kılınabilir.

25 Aralık 2018 Salı

Tüm sorunlarımızın sıkıntılarımızın cevabı Kasas Suresi 10



NASIL SARSICI BİR DURUM İÇİNDE OLURSANIZ OLUN, BİLİN Kİ ALLAH DURUMUNUZDAN HABERDARDIR ve HERAN MÜDAİL OLUP SİZİ RAHATLATABİLECEK KUDRETE SAHİP.. 

ZİHNİNİZE VE KALBİNİZE HUZUR VEREBİLİR. SİZE SÜKUNET VEREBİLİR. BU ENDİŞE, KORKU, YAS, ÖFKE, HERHANGİ BİR HİS OLABİLİR; SİZİ YARALAYAN ŞEY NEYDİYSE ALLAH O YARAYI TAMAMEN KALDIRABİLİR..

DUAMIZ ŞU OLMALI;

"BU YARAMI VE SIKINITIMI BÜTÜNÜYLE KALDIR ALLAH'IM VE MÜMİNLERDEN, GERÇEKTEN İNANANLARDAN OLMAMI SAĞLAYACAK O METANETİ VERMENİ, SAĞLIKLI, DUYGUSAL VE MANEVİ BİR HAYAT YAŞAYABİLMEYİ İSTİYORUM." diye yalvarmalıyız.      


Kasas Suresi 10.ayetinin tefsirinde göreceksiniz ki sorunlarınızın cevabı var! Tüm insanlar kendilerini büyük sarsıntılara uğratan olaylar yaşamıştır. Sevdiğimiz insanların bizi üzmesi, hastalıklar, sevdiklerimizin bize yaşatacağı acılar. Ebeveynlerimizin ve çocuklarımızın bize söyledikleri ya da söyleyecekleri şeyler gibi bir çok şey bizi üzecektir.

Hayatımızda sarsıcı deneyimler yaşayacağız işimiz evimizi kaybetmek gibi.. Bu acıları çeken insanlar bir daha eskisi gibi olamayacaklarını ve hayatlarına devam edemeyeceklerini hissederler.
Büyük umut veren bir ayettir. Kasas Suresi 10.ayet.

Mealen (Diyanet Vakfı): "Musa´nın anasının yüreğinde yalnızca çocuğunun tasası kaldı. Eğer biz, (vâdimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı." 

Musa (as)'ın annesi çocuğunu alıp suya bırakmak gibi muazzam bir imtihanla sınanmıştı. Bir annenin çocuğunu öylece suya bırakması gerekiyordu. Bir annenin bunu yaptığını bile hayal etmesi mümkün değildir ama iki seçeneği vardı: 
Ya çocuğunun gözü önünde askerler tarafından hunharca katledilmesini izleyecekti. Ya da onu su geçirip geçirmediğinden emin olmadığı bir sepete koyup nehre atacaktı.

Eğer kendisine kalmış olsaydı. Böyle bir şey yapacak gücü kendinde bulamazdı. Allah ona o gücü verdi.

"VE ASHABA FUÂDU UMMİ MÛSÂ FÂRİGÂN: Musa (as) annesinin kalbi boş kaldı. Yani çocuğunu öylece bırakmak zorunda kalmanın ve uzaklaşmasını izlemenin verdiği o travmayla Çocuğunun uzaklara gittiğini görüyor ve artık ona yetişemiyor, başına ne geleceğini bilemiyordu.
Ya boğulursa? Ya bir timsah onu yerse? Ya o korkunç askerler onu yakalarsa? Hiçbirini bilmiyor. Aklından en kötü ihtimaller geçiyor olabilir. Allah onun kalbinin boş kaldığını söyler, FÂRİGAN, kalbi bomboş kaldı, tamamen duygusuz.

Hani insan sarsıcı bir haber olunca kalakalır ya gözlerini bile kırpmazlar, konuşmazlar. Duygusal olarak felç olmuşlardır. İşte Musa (as)'ın annesi de o durumda 'İN KÂDET LE TUBDÎ BİHÎ' Neredeyse sırrını ele verecekti.
Neredeyse arkasından koşarak "O benim yavrum, o benim yavrum" diye bağıracaktı; ama eğer bunu yapsaydı çocuk öldürülürdü.
Allah bundan sonra der ki, 
"LEVLÂ EN RABATNÂ ALÂ KALBİHÂ: Eğer biz onun kalbini güçlendirmeseydik, eğer biz onun kalbini bağışlamış olmasaydık, kalbini korumuş olmasaydık.
Allah onun FUÂD'ını diyor, FUÂD yani kızgın bir yürek ve aynı ayette FUÂD yerine "kalp" kelimesi kullanılıyor, kalbini sakinleştirdi. ve onu normal haline geri döndürdü. Allah bunu kendisinin yaptığını anlatıyor.

Duygusal olarak travma geçirmiş ve asla eski haline dönemeyecek insanlar olduğunu biliyoruz. Neden? Çünkü Allah onların kalplerini bağlamamıştır. Allah bunu yapmamıştır. Biz insanların bazen duygusal açıdan kendiliğinden iyileşmesi mümkün değildir, Bu ayette ise öğreniyoruz ki Allah bizi iyileştirebilecek ve hayatımıza devam etmemizi sağlayacak güce sahip.
Kendinize "seni affedecek gücüm yok" diyebilirsiniz ama Allah kalbinizi bağlayıp size o gücü vereceğini söylüyor.

Kendinize "Bu olanlar beni mahvetti, hayatıma devam etmemin artık hiçbir yolu yok" diyebilirsiniz. Ama Allah'a iman hayatımıza devam etmemiz için size yeter. 
"LEV LÂ RABATNÂ ALÂ KALBİHÂ: Eğer biz kalbini bağlamış olmasaydık"
"Lİ TEKÛNE MİNEL MU'MİNÎN: Müminlerden biri olabilmesi için".
Hangi anne çocuğunu suya bırakıp bir daha asla onu göremeyecek olmanın sarsıntısından kurtulabilir? Nasıl bu durumu sineye çekecek? Ama Allah ona öyle bir güç vermiştir ki sadece bu durumun üstesinden gelmediği gibi ardından aklını başına toplayıp kız kardeşini de çocuğunun arkasından yollamıştır. Allah ona müdahale etmemiş olsaydı düşünecek hâli bile kalmazdı.
Yani Allah bizim duygularımıza müdahale eder. Müdahale edecektir ve Musa (as)'ın annesi bir peygamber değildi. Sadece bir inanandı, yani bu sizin ve benim gibi insanlar için de fırsat olduğu anlamına gelir.

Secdelerde kendimiz ve ümmet için dua edelim Allah'a emanet olunuz.

Emine Kaya
(Ehl-i sünnet)

20 Aralık 2018 Perşembe

Dua Kaderi Değiştirir mi?, Rahman Suresi 29.ayet, Ra'd Suresi 39. ayet, Bakara 186



"Kader zaten belirlenmişse dua onu nasıl değiştirebilir ki" diyen olabilir. Zaten yazılmışsa dua kısmetimi nasıl değiştirebilir?

Kısaca kaderin farklı türleri vardır. Farklı türde hükümler vardır. Allah (cc) tarafından levh-i mahfûz'da yazılmış olan vardır.  İçinde her şeyin dikkate alınmış olduğu 'Korunmuş Levha'da Örneğin 80 sene yaşaman gerekiyordu dua ettin iyi bir amel işledin, Allah hükmünü 90 yıla çıkarır. Bu 
levh-i mahfûz'da zaten hesaba katılmıştır. 

يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ

Rahman Suresi 59/29 Göklerde ve yerde olan kimseler her şeyi O'ndan isterler; O her an kainata tasarruf etmektedir.

Her bir gün Allah(cc) planlıyor ve her şey melekler tarafından her gün yazılıyor. Bunların hepsi değiştirilebilir. Allah (cc) Kur'an'da bunu söylüyor. 

يَمْحُو اللّهُ مَا يَشَاء وَيُثْبِتُ وَعِندَهُ أُمُّ الْكِتَابِ

Ra'd Suresi 13/39 (Allah (cc) dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır."

Yani duanız gerçekten kaderi etkiliyor. Aynı yemeniz ve içmeniz ömür sürenizi bir gün için daha uzattığı gibi. Dua bu kadar hayatidir. Evet, duanın kaderiniz üzerinde böyle bir etkisi var. 

Ve Resulullah (sav) der ki:"Hiç bir şey kaderle dua ve salih amel gibi mücadele etmez ve kaderi onlar gibi değiştirmez." Ve hiç bir şey ömrün sadakanın uzattığı gibi uzatmaz. 

İmam Nevevi demiştir ki (ra): "Buradan Allah (cc) bazen daha uzun yaşaması öngörülmüş insanların ömrünü günahları sebebiyle kısalttığı sonucu da çıkarabiliriz."

İyi amelleriniz, ömrünüzü uzatmanıza vesile olabilir.
Kötü amelleriniz de onu kısaltmanıza bir vesile olabilir. Yani duanızın gücünü hafife almayın lütfen.

Duanız kişisel ve toplumsal değişimin en büyük aracıdır. Sahip olduğunuz en büyük araçtır. Dua ile ilgili sadece kısa bir yorum Ramazan ayetinin içerisinde 

وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُواْ لِي وَلْيُؤْمِنُواْ بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ

"Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar." (Bakara Suresi 186)
Benim dikkatinizi çekmek istediğim kısım أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ
"Çağrıda bulunan her bir kişinin çağrısına, çağrıyı yaptıkları anda karşılık veririm" Bu demek oluyor ki Allah, anında cevap veriyor.
Ama bu cevaba bir şart koymuş أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ 
"Onlar bana icabet etsinler" 
Yani sen Allah'tan bir şey istiyorsun, ama ayet diyor ki Allah'ta senden bir şey istiyor. Yani "Allah benim için bir şey yapmıyor" diyemezsin 
Allah "Denedin mi ki ?" diye sormaz mı?  
Allah bizden tamamen ve anında mükemmel şekilde bir icabet istememiş. Bir düşünün namaz kılabilmemiz için bile vakitler tayin etmiş bize icabet etmemizi kolaylaştırmıştır. 
Hemen icabet değil isticabe koymuş (Duanın Allah tarafından kabul olunması) 
"En azından bana icabet etmeye çalışın." 
En azından sizden yana bir gayret görelim. Ondan sonra dualarınızın Allah tarafından cevaplanmasını bekleyebilirsiniz. Tövbede ısrar ederek salih amelle başlayabiliriz bu gayrete.. 

Allah bizleri, bize ve ailemize yaptığı çağrıya gerçekten icabet edenlerden eylesin.   

Nouman Ali Khan videolarından faydalanarak kaleme aldım.

Emine Kaya

18 Aralık 2018 Salı

Şehitlik



Şehid, kelime olarak kesin bir haberi veren, bildiğini söyleyen, hazır olan, bulunan, bir hadiseye şahid olan, şahitlik eden. Dinî anlamda, Allah rızası için, O’nun yolunda canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması veya onun Yüce Allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta ruhunun doğrudan doğruya Daru’s-Selâm’da (Cennet’te) bulunması veya Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.



Arapça bir kelime olan şehid, “şehi-de” fiilinden türemiş olan bir isimdir. Mastarı, şehâdettir. Şehidin çoğulu, “şuhedâ” ve “eşhâd” olarak gelir (el-İsfahânî, el-Müfredât, 267 vd.; et-Tahtavî, Haşiye ala Merâki’lFelâh, Mısır 1970, 516 vd).



Kur’an’da otuz beş dolayında “şehid” kelimesi ve yirmi civarında da, çoğulu olan “şuheda” kelimesi geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle beraber, Kur’an’da geçen “şehid” kelimesi, daha çok şâhid manasınadır. Şehid, aynı zamanda Yüce Allah’ın isimlerinden biridir. Bir kaç âyette de, bu manayı ifâde etmektedir. Bu âyetlerden birinin meâli şöyledir:



Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında âyetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb’inin her şeye şâhit olması, (her şeyi görmesi) yetmez mi?” (Fussilet, 41/53). Bu anlamdaki şehid için, “Şehâdet” ve “Şâhid” kelimeleri incelenmeli.



Burada konumuz olan şehid ise Kur’an’da daha çok “ka-te-le” fiilinin mechûlü ile, Allah yolunda öldürülme anlamında kullanılmaktadır. Şehidlik büyük bir derecedir. Şehidler hem Allah’ın övgüsünü ve hem de Hz. Muhammed (s.a.s)’in sevgisini kazanan bahtiyar insanlardır.



Yüce Allah, şehidlerin ma’nen ölmediklerini, onlara ölüler denilmemesinin gerektiğini, Kur’an’ın değişik yerlerinde dile getirmiştir:



Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma. Hayır, (onlar) diridirler. Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarında henüz (şehid olup) kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığı, onların da üzüntüye uğramayacakları müjdesiyle sevinmektedirler. Allah’ın nimeti ve keremiyle ve Allah’ın mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler” (Âlu İmran, 3/169, 170, 171).



Mesrûk (r.a) Abdullah’a bu âyette zikredilen şehidlerin halini sormuş, o şöyle cevap vermiştir: Biz de bunu Hazreti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’e sormuştuk. Bize şu cevabı vermişti: “Şehidlerin ruhları yeşil kuşların karnındadır. Onların arşa asılı kandilleri vardır. Diledikleri gibi cennette serbestçe dolaşır, sonra o kandillere geri dönerler” (Müslim, İmâre, 121; Ebû Davûd Cihâd 25; Tirmizî, Tefsiru Sure, 3/19; İbn Mâce, Cenâiz, 4; Cihâd, 16).



Allah yolunda ruhunu teslim eden şehidlerin amellerinin boşa gitmeyeceği, büyük ecir ve sevap kazanacakları, Kur’an’da şöyle haber verilmiştir:



Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satarlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz” (en-Nisa,4/74).



“(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyunlarını vurur. Nihâyet onları iyice vurup sindirinceye kadar bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harb ağırlığını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız). Allah dileseydi, (kendisi) onlardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor). Allah yolunda öldürülenler (yok mu, Allah) onların yaptıkları işleri zâyi etmeyecektir”(Muhammed 47/4).



Şehidlerin günahlarının af olunacağı da, Kur’an’da müjdelenmiştir:



Rabb’leri onlara karşılık verdi: Ben, sizden erkek, kadın, hiç bir çalışanın işini zâyi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Göç edenler yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler… Elbette onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Yaptıklarına), Allah katında bir karşılık olarak (bu nimetleri vereceğim). Şüphesiz karşılıkların en güzeli Allah katındadır” (Âlu İmrân, 3/195).



Peygamberimizin, şehîd olmanın fazileti hakkında söylemiş olduğu iki hadisin meali de şöyledir:



“Cennete giren hiç bir kimse, dünya üzerindeki her şey kendisine verilse bile, dünyaya dönmek istemez. Ancak şehid müstesnadır. O, göreceği ikramdan dolayı tekrar dünyaya dönüp on defa daha öldürülmeyi (şehid olmayı) temenni eder”(Buhârî, Cihâd 6; Müslim, İmâre,108,109; Neseî, Cihâd 33).



“Muhammed’in nefsi, elinin kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşmak ve öldürülmek, sonra savaşmak ve yine öldürülmek, sonra yine savaşmak ve öldürülmek isterdim” (Buhâri, İman, 26; Müslim, İmâre,103,107; Neseî, Cihad, 37).



Şehid olmada ölçü, Allah’ın rızasıdır. Allah rızası için mücâdele eden, O’nun adını yüceltmek için çaba sarfeden, cihâd içinde bulunuş ve bu yolda canını veren de, şehid olmuş olur.



Bir a’râbî Hz. Muhammed (s.a.s)’in huzuruna gelerek: “Ya Resûlullah! Bir adam ganimet için, diğeri şöhret için, öbürü riya ve gösteriş için savaşır. Hangisi Allah yolundadır?” diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s) şu cevabı vermiştir:



Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır” (Buhârî, İlim, 45; Cihâd,15; Müslim, İmre,150,151; İbn Mace, Cihad,13; Ahmed b. Hanbel, IV, 392, 397, 402, 405, 417).



Diğer bir hadiste de, Hz. Peygamber (s:a.s) önemli olan üç hususu misâl olarak ortaya koymuştur: Şehid olmak, âlim olmak ve hayırsever zengin olmak. Bu üç önemli ve faziletli durumda olan insanlar, Allah’ın rızasını düşünmeyerek, çeşitli menfaat, riya ve gösteriş duyguları ile hareket ettikleri takdirde, şehid, âlim ve hayırsever olmanın kendilerine hiç bir faydası olmaz. Bunların akıbetleri Cehennemdir:



“Ebu Hüreyre (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Hz. Muhammed (s.a.s) şöyle buyurmuş:



“Kıyamet gününde aleyhine hükm olunacak halkın birincisi, şehid edilen bir adam olacaktır. O kişi Allah’ın huzuruna getirilir. Allah, ona verdiği nimetleri bir bir anlatır. O da bunları bilir, hatırlar. Yüce Allah ona:



-Bu nimetlerin arasında ne yaptın? diye sorar. O, şu cevabı verir:



-Senin rızan için savaştım ve nihâyet şehîd oldum. O zaman Allah şöyle der:



-Yalan söylüyorsun! Fakat sen, hakkında kahraman denilsin diye savaştın ve netice de de bu söz söylendi. Allah’ın emri üzerine o kişi yüzüstü sürüklenerek Cehenneme yollanır.



İkinci olarak, ilim öğrenmiş, başkalarına öğretmiş, Kur’an’ı okuyan biri Yüce Allah’ın huzuruna getirilir. Allah, ona da verdiği nimetlerini tek tek anlatır. O da bu nimetleri anlar, kabul eder. Yüce Allah ona şöyle sorar:



-Bu nimetlerin içinde bulunurken, benim için ne yaptın? O kişi, şu cevabı verir:



-Senin rızan için ilim öğrendim, Kur’an’ı okudum ve başkalarına da öğrettim, okuttum. Ondan sonra AIlah ona şöyle der:



-Sen yalan söylüyorsun! Sana âlim, ne güzel okuyor, denilsin diye okudun. İlim öğrenmeyi, Kur’an’ı okumayı, başkasına öğretmeyi ve okutmayı, riya ve gösteriş için yaptın. Nihâyet senin için bu övgüler de yapıldı. Allah’ın emri üzerine bu adam da yüzüstü sürüklenerek Cehenneme atılır.



Üçüncü olarak, Allah’ın kendisine zenginlik ve çeşitli mallardan verdiği bir kişi getirilir. Allah, bu kişiye de verdiği nimetleri ayrı ayrı anlatır. O da, bu nimetleri bilir, hatırlar. Yüce Allah ona da şu soruyu sorar:



-Bu nimetlerin arasında bulunduğunda, ne gibi hayırlı işlerde bulundun? Kişi şu cevabı verir:



-Senin rızan için, sevdiğin her türlü hayır yollarına harcamada bulundum. Allah, onun bu cevabı üzerine söyle der:



-Sen yalan söylüyorsun! Sana cömert desinler diye bu hayır yollarına harcamada bulundun. Bu yardımları, riyâ ve gösteriş için yaptın. Sonra, Allah’ın emri üzerine bu kişi de, yüzüstü sürüklenerek Cehenneme yollanır” (Müslim, İmâre, 52; Neseî, Cihâd, 22; Ahmed b. Hanbel, III, 322).



Hanefî mezhebi âlimlerinin görüşlerinin istikametinde, şehîdleri üç kısma ayırmamız mümkündür:



1-Dünya ve âhiretin şehîdi: Kâfirlerle savaştığı sırada, düşman tarafından öldürülen veya asiler, yol kesen soyguncular tarafından öldürülen yahut evine giren hırsızların ağır bir cisim veya kesici bir alet kullanarak öldürdükleri kimsedir. Savaş alanında yaralı bulunan, yaralarından, göz veya kulağından kanlar akan ve bu durumda vefât eden kişi de, bu kısım şehîdlerdendir. Mal, can, namus ve benzeri müdafaalarda, zulüm ve haksızlıkla, suçsuz yere öldürülen kişi, kimin tarafından öldürülürse, öldürülsün, bu şehîdlerden sayılır. Müslüman, âkil, baliğ olduğu halde, hayız, nifas ve cünüplükten temiz olarak şehîd olanlar yıkanmaz, kefenlenmez, kanları ve elbiseleriyle gömülürler. Ancak onların üzerindeki kürk, palto, parke, silah, mest ve benzeri fazlalıklar çıkarılır. Yıkanmadan gömülmeleri, Hz. Muhammed (s.a.v)’in: Onları kanlarıyla gömün” (Neseî, Cenâiz, 82, Cihâd, 37; Ahmed b. Hanbel, III, 299, V, 431) şeklinde hadisine dayanmaktadır. Bu kısım şehîdlerin her birine, “hükmî şehîd” denir. Bu kısma giren şehîdler, elbiseleriyle gömülünce, elbiseleri onlar için kefen sayılır. Vücutlarının her tarafı elbiseleriyle örtülür. Elbiseleri vücutlarını örtmek için yetmezse, başka bir şeyle örtülmeleri temin edilir.



2-Âhiretin şehîdi: Bir kısım şehîdler de, yalnız âhiret hükmü bakımından şehîd sayılırlar. Hata yoluyla öldürülen ve varislerine diyet verilmesi gereken kimse ile savaş veya asilerle çatışma sırasında yaralanıp da, çatışma bittikten sonra bir tarafa çekilerek yiyip içtikten, konuştuktan veya uyuduktan yahut ilaç kullandıktan yahut da aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefât eden müslüman gibi…



Âkil ve baliğ olmayan yahut hayızlı, nifaslı veya cünüp iken şehîd olanlar da, bu kapsama girmektedirler.



Bunlar diğer ölüler gibi yıkanır, kefenlenir ve namazı kılındıktan sonra gömülürler.



Bir de, yanarak ölen, suda boğulan, göçük, çığ, toprak veya bina altında kalan, vebâ gibi salgın hastalıklardan vefât eden, veya akrep sokmasından ölen, gurbette veya ilim yolunda ya da cuma gecesinde vefât eden müslümanlar da bu hükümdedir. Doğumdan vefat eden kadın da böyledir. Hz. Muhammed (s.a.s)’in bu kısma giren, savaş dışındaki şehîdler hakkında söylemiş olduğu hadisler vardır (Bakınız, Buhârî, Ezan, 32, Cihâd, 30; Müslim, İmâre, 164; Tirmizî, Cenâiz, 65, Fedâilu’l-Cihâd, 14; Ahmed b. Hanbel, I, 22, 23, II, 323, 325).



3-Dünya şehîdi: Kalbinde Allah rızasını taşımayan, başka duygu ve düşüncelerle hareket eden riyâkâr ve gösteriş ehli münafıklar, müslümanlarla beraber savaşa katıldıkları zaman, kâfirler tarafından öldürülürlerse, dünya hayatında şehîd muamelesine tabi tutulurlar. Bunlar da “hükmî şehîd” sınıfından kabul edilir, yıkanmaz, cenâze namazları kılınır ve elbiseleriyle gömülürler. Fakat, yukarıdaki hadislerde ifâde edildiği gibi, Allah onların kalbini bilir. Âhirette kendilerine herhangi bir mükâfat yoktur. Cehennem ateşi ile cezalandırılırlar. Böyle insanların gerçek yüzünü Allah bilir. İnsan olarak bizler, tam manasıyla bilemeyiz. Onların hakkında, dış görünüşlerine, hal, hareket ve davranışlarına göre hükmederiz (İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, Mısır tsz. I, 848 vd; el-Meydanî, el-Lubâb, İstanbul, tsz, I, 135 vd; Abdurrahman el-Cezirî, Kitabu’l-Fıkhi ala’l-Mezahibi’lArbaa, Mısır, tsz. I, 527 vd).



Hazreti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in zamanından günümüze kadar, çok sayıda insanlar, Allah rızası için, Tevhid mücâdelesi için, Allah’ın adını yüceltmek ve emrini hakim kılmak için canını verip şehid oldu. Bunların başında Yasir ve hanımı Sümeyye gelmektedir. Ammar b. Yasir’in babası Yasir, bir köle idi. Bir cariye olan Sümeyye ile evlendirilmişti ve bu evlilikten Ammar dünyaya gelmişti. Bu mütevazi ailenin fertleri, hep beraber müslüman olmuşlardı. Bekir oğulları, bunların üçünü de azad etmişlerdi. Müşrikler onlara çok eziyette bulundular. Yasir ve hanımı Sümeyye, müşriklerin zulmü neticesinde şehid olmuşlardı. Ammar anasız ve babasız kalmıştı. Hazreti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem), onlara dua etmişti. Yasir ilk erkek ve hanımı Sümeyye ilk kadın şehid olmuştu. Bu şehidlik kervanı, herhangi bir yer veya zamanda noktalanmadı ve noktalanmayacak, kıyâmete karar devam edecektir (es-Suheylî, er-Ravdu’l-Ünf, Kahire, 1965, III, 201, 220; İbn İshâk, es-Sire, mad. 239, 240; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, V, 3131).



Şehid olan insanların kul hakkı dışındaki bütün günahları affedilir. Şehid olmak, herkese nasib olmayan büyük bir şereftir ve mü’minler için mükemmel bir nimettir. Güzel bir şekilde yaşamak, ondan sonra Allah yolunda O’nun rızası için şehid olmak, her mü’minin hayal ettiği bir mutluluktur. İmân sahibi olan insanın böyle bir şuur ve düşünce ile yaşaması, Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından ne kadar güzel bir şekilde övülmüştür!..: “Şehid olmayı Yüce Allah’tan samimi olarak dileyen kimseyi, Allah, rahat yatağında vefat etse bile, şehidlerin derecesine eriştirir” (Müslim, İmâre, 156, 157; Ebû Davud, İstigfâr, 26; Neseî, Cihâd, 36; ibn Mâce, Cihâd, 15).



Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Şehitler beş kısımdır: Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan, suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehit olanlar. “
Buhârî, Cihâd 30; Müslim, İmâre 164. Ayrıca bk. Buhârî, Ezân 32; Tirmizî, Cenâiz 65



Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Siz kimleri şehit sayıyorsunuz?” diye sordu. Sahâbîler:
– Yâ Resûlallah! Kim Allah yolunda öldürülürse o şehittir, dediler. Peygamber Efendimiz:
– “Öyleyse ümmetimin şehitleri oldukça azdır” buyurdu. Ashâb:
– O halde kimler şehittir, yâ Resûlallah! dediler. Resûl-i Ekrem:
– “Allah yolunda öldürülen şehittir; Allah yolunda ölen şehittir; bulaşıcı hastalıktan ölen şehittir; ishalden ölen şehittir; boğularak ölen şehittir” buyurdu.
Müslim, İmâre 165. Ayrıca bk, İbni Mâce, Cihâd 17



Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Malı uğrunda öldürülen kimse şehittir. ”
Buhârî, Mezâlim 33; Müslim, Îmân 226. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21; Nesâî, Tahrîm 22, 23, 24; İbni Mâce, Hudûd 21



Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Ebü’l-A’ver Saîd İbni Zeyd İbni Amr İbni Nüfeyl radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Malı uğrunda öldürülen şehittir; kanı uğrunda öldürülen şehittir; dini uğrunda öldürülen şehittir; ailesi uğrunda öldürülen şehittir. ”
Ebû Dâvûd, Sünnet 29; Tirmizî, Diyât 21



Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir adam geldi ve:
-Yâ Resûlallah! Bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım? dedi. Resûl-i Ekrem:
– “Ona malını verme” buyurdu.
– Benimle savaşmaya kalkarsa ne dersin? diye sordu;
– “Sen de onunla savaş” cevabını verdi.
– Adam beni öldürürse? dedi; Peygamberimiz:
– “Sen şehit olursun” buyurdu.
– Peki ben adamı öldürürsem? deyince, Efendimiz:
– “O cehennemdedir” buyurdu.
Müslim, Îmân 225


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı