1 Nisan 2012 Pazar

EL-MUSAVVİR (C.C.) “Tasvir eden, her varlığa bir şekil, bir suret, bir husu­siyet veren ve her şeyde kemâlinin izlerini gösteren.”


“Tasvir eden, her varlığa bir şekil, bir suret, bir husu­siyet veren ve her şeyde kemâlinin izlerini gösteren.”

Cihan bağında bir gül yetişmez ki, O'na suret veren Cenâb-ı Hak olmasın. O, öyle bir yaratıcıdır ki bahçelere güller hediye eder. Rahme düşen bir damla sudan fidan boylu bir delikanlı yaratır.

Yer başka, gök başka, güneş başka, ay ve yıldızlar başkadır. Melek başka, insan başka, cin yine bir başkadır. Hayvanat ise türlü türlüdür ki, bunların çeşidini saymaya imkân yoktur. İşte bütün bunları, her birine bir başka hu­susiyet, bir başka suret vererek yaratan Allah Teâlâ'dır...

Alemde milyarlarca insan vardır da, tamamiyle birbi­rinin aynı iki insan yoktur. Yine bunca insanın parmak iz­leri birbirini tutmaz. İki kardeş, bir anadan bir babadan meydana geldiği halde yine bir makinadan çıkma eşya gibi tıpkı öbürünün benzeri değildir. Yine insanların huy­ları, karakterleri de bir olmaz. Cihan toprağından başak toplayan insanların hiç taklit olunamıyacak imzası, mührü parmağının ucundadır. Hiçbir parmak izi diğerini tutmaz. Cenâb-ı Hakk'ın bu ikramı da düşünülmeğe değer. Cinayetleri çözmede parmak izleri en mükemmel delildir.

İşte bunlar, Yüce Allah'ın sonsuz rahmet ve hikmeti­nin bir eseridir. Eğer böyle eşya türlü türlü tasvir edilmeseydi, bir şeyi diğer bir şeyden ayırmak mümkün ol­mazdı. O takdirde insanlar ile hayvanların hususiyetleri bir olurdu ki, âlemde nizam diye bir şey kalmazdı...

Meselâ, bal yapan bir arıdan ipek böceğini ayıramaz­dık. Birer rahmet çeşmesi gibi süt akıtan inekten, kara gözlü ceylanları ayırmak da güç olurdu. Ve âlemde bu se­beple nice facialar yaşanırdı...

Ne yazık ki bazı insanlar bakıyor da göremiyor. Kâi­natta cereyan eden bu muazzam hadiseler bize hep O bü­yük Yaratıcının kudretini ve rahmetini izhar etmektedir.

Bir gör, bir bak ki, senin yere attığın tohumu beslemek, toprağını, bostanını sulamak için O'nun emriyle bulut sakalık yapmaktadır. Bulutlar omuzunda su taşıyarak ge­tirip senin bostanına döküyor. Sen bunu görüyorsun da “Yağmur yağdı” diyorsun...

A adam! Kılıç gibi parlayan şimşek bulutları önüne katıp senin bahçenin üzerine getirmeseydi, sen yağmuru nereden görecek, suyu nereden bulacaktın?

İşte “el-Musavvir” ism-i şerifi Hâlık-ı Zîşanın ya­ratıcılık sıfatını ifade ediyor. Allah'ın bu sıfatının en canlı ve en açık izlerini, nişanlarını kendinde görebilirsin. Çünkü, kaşını, gözünü, elini, ayağını, yüzünü, başını ve saçını sen yapmadın, bütün bunları O kerîm mabudun lütfetti... O'nun kudretiyle ve rahmetiyle kaç boğum bir araya getirilerek kalem tutan eller yaratılmıştır...

Hele bir bak: Tırnağın, sakalın, saçın uzuyor. Bunların Çıkmasına, uzamasına mani olamıyorsun. Zaman zaman kesiyor, başlarını buduyorsun. Bir de burnun uzasaydı, kulağın uzasaydı onları nasıl kesecektin? Kendin, kendi vücuduna bile mâlik değilsin. İşte bunları düşün de rabbine kullukta kusur etme...

Bize dâima şöyle demek düşer:



Ey Rabbim! Senden gayri baş vurmuşsam ben kime,

Bildim ki o da âciz ve muhtaç bir hekime!..



Söz yine Tefsirin:

“el-Musavvirü = Musavvir'dir, yaratıkların suretlerini ve hallerini takdir edip, dilediği şekilde icad ederek tasvir eden ancak O'dur. Nitekim bu husus şu âyetlerde ifade edilmektedir:

“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur.” [79]

“O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkib etti.” [80]

Rağıb der ki: “Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp diğerlerinden farkedildiği şeydir. Bu da iki kısımdır: Birincisi, hissedilen surettir ki, onu hem sıradan hem seçkin insanlar, hatta hayvanlardan birçoğu da idrak eder. Me­selâ görülen bir hayvanın sureti gibi. Biri de makul olan surettir ki, bunu bütün insanlar değil ancak seçkinler an­lar. Meselâ, insana mahsus olan akıl, düşünce ve eşyanın birbirlerine nazaran hususiyetlerini ifade eden mânâlar gibi ki,

“Sizi yarattık, sonra size biçim verdik.” [81] şeklindeki âyetlerde iki surete de işaret edilmiştir.” [82]

Yaratmak, yoktan var etmek Allah Teâlâ'ya mahsus­tur. O bir şeyi yaratırken ne örneğe, ne maddeye, ne müddete, ne yardımcıya, ne de hiçbir şeye muhtaç değildir. Âyet-i kerimelerde de ifade edildiği gibi, bir şeyi yapmak murad ettiğinde sadece ona “Ol!” der, o şey de hemen oluverir. İşte Yüce Rabbimiz, şu muazzam kâinatı, yerleri, gökleri, güneşleri, ayları, bir “Kün = Ol!” emriyle, yaratmıştır.

İnsanlardan bazı aklı kıt adamlar vardır ki, kendileri gibi fânilere, âcizlere, iki gün sonra toprak olan adamlara, “şunu yarattı, bunu yarattı!” demek cehaletini gösteriveriyorlar. İnsan, hiçbir şey yaratmaya muktedir değildir. Ancak, yine Allah'ın verdiği akıl, ilim, kuvvet ile bir şey meydana getirebilirler. Meselâ: Mimar Sinan'ın Süleymaniye camisinde olduğu gibi. Ne var ki, bu cami yoktan var edilmemiş, Allah'ın yarattığı maddeler bir araya getirilerek inşâ edilebilmiştir. Fakat bu eserin mey­dana gelmesinde ne kadar insan bir araya gelerek emek vermiş, nefes tüketmiştir. O güzel bir eserdir gerçekten. Süleymaniye'yi görüp hayran olan insanlar, gök kubbeye hiç bakmazlar mı? Orada bir noksan, bir yırtık, bir çirkinlik görmek mümkün mü?

Hele şu ataistlere şaşıyorum. Bu kadar aptallığı may­munlar bile beceremez.

Anan öle a adam! Sen âleme yel ölçmeye mi geldin?



Niceye bir güzellik, gel de şu mehtabı gör.

Ruhun incisi gibi can besleyen âb'ı gör!

Cihanın çemeninde bu cennet, bu safa ne?

Hemen Rabbini zikret, keremi, sevabı gör!.. [83]


kaynaklar
[79] Âl-i İmran: 3/6.

[80] İnfitar: 82/8.

[81] A’raf: 7/11.

[82] Hak Dini Kur'an Dili, 7/528.

[83] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 110-114.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı