16 Mayıs 2011 Pazartesi

Ashabı Kiram'ın Etrafındaki Şüpheler

Ashabı Kiram'ın Etrafındaki Şüpheler


Ashâb-ı Kiram, nezih bir nesildir. Onların etrafında meydana getirilen şek ve şüpheler, İslâm dini etrafında meydana getirilmek istenen şek ve şüphelere eşdeğerdir. Yani Ashâb-ı Kirâm'm etrafında meydana getirilen şüpheler, İslâm'ın etrafında meydana getirilmek istenen şüphelerden sayılırlar.
Ashâb-ı Kiram düşmanlığı, İslam düşmanlığıdır. Ashâb-ı Kirâm'a şüpheyle bakan ve yaklaşan, Rasûlüllah (sav)'e şüphe ile bakmış ve yak­laşmış olur. Sahabelere yapılan saldırı, İslam'a yapılan saldırıdır. Bu nedenle diyoruz ki; her kim nesil olarak ashâb-ı kirâm'ı kötüleyip aleyh­tarlığını yaparsa, bizzat İslam'ın aleyhtarlığını yapmış olur.
Ömer Nasuhi Bilmen (Rh.a.) der ki: "Ashâb-ı Kiram, arasında münazaa/ihtilaf zuhur ettiği zaman, ashâb üç fırkaya ayrılmıştı. Bir fırka, hakkm İmam Ali (r.a.) tarafında olduğuna delil ile, ictihad ile bilmiş, ona yardımı iltizam eylemişti. Diğer bir fırka da hakkın diğer tarafta olduğu­na yine delil ile, ictihad ile kail bulunmuş, bu tarafa meyletmişti. Üçüncü fırka ise tevakkuf etmiş/durmuş bir tarafı diğerine delil ile tercih etmemişti.”
Binaenaley bu üç fırkadan her biri kendi içtihadına göre amel etmiş, kendi zimmetine düşen vacibi edaya çalışmıştı. Artık bunların haklarında ta'n ve melâmet için nasıl mecal olabilir? Şu kadar var ki, cumhuru ehl-i sünnete göre; hak, İmam Ali (R.a)'ın canibinde/tarafında idi. Muhalifleri ise hatâ yoluna salik bulunmuşlardı. Fakat bu hatâ, bir hatâyi içtihadı olduğu cihetle melâmetten, ta'andan uzaktır, tahkirden münezzeh, teşri'den beridir. Hz. Ali (R.a) şöyle demiştir: "Kardeşlerimiz bize bağy ettiler, onlar ne kâfirdirler, ne de fasıktırlar. Çünkü onların te'villeri vardır ki kendilerini küfr-ü fısktan meneder.” [44]
Sahabelerin hepsi adildir. Onların adaletine Allah'ın Rasûlü, İslâm'ın imamları şahidlik etmişlerdir. Kesinlikle bütün sahabe masum değildirler. Günahları vardır. Yani Rasûlüllah (sav)'in hiçbir sahabesine "ismet" sıfatı vacip değildir. Ehl-i sünnet ve'l Cemaat'in katında, Peygamberlerin dışında hiçbir kimseye "ismet" sıfatı vacip değildir. Ancak sahabenin günahı sabit olan adaletlerini yıkmada herhangi bir etkisi olmaz. Zira bundan korunmuşlardır. İnsan olmanın bir gereği olarak onlardan bir hata sadır olsa, bu hata onların bazılarının birtakım kebairi/büyük günahları işlemiş olduğu sabit olmuştur. Onlar derhal o büyük günahtan vazgeçme­ye ve o hatadan tevbe etmeye koşuşurlardı. Onu telafi etmek için kendi­lerine had vurulmasına derhal razı olurlardı. Nefislerini hesaba çeker, ona uymazlardı. Onlar salih amelleri çokça işliyorlardı. [45]
Sahih bir yolla sahabelerden sabit olanlar, eğer onların adil oluşlarında bir şüphe meydana getirirse, bilinsin ki, bu ancak bir te'vil veya bir ictihad ile onlardan sadır olmuştur. Onlar içtihadlarında yanılsalar dahi sevab sahibidirler. Çünkü vahyin fikir işçiliği, mükâfaatsız değildir!
Müfessirin ulemadan İmam Kurtubî (Rh.a.) şöyle diyor: "Sahabeler­den hiç kimseyi yüzdeyüz bir yanılgıya nisbet etmek caiz değildir. Çünkü onların hepsi yaptıklarında içtihad ediyorlardı. Yaptıklarıyla Allah'ın rızasını arıyorlardı. Onların hepsi bizim için önderdirler. Allahû Teâla, onların aralarında başgösteren münakaşalara burnu­muzu sokmamakla bizi mükellef kılmıştır. Onları ancak en güzel bir şekilde anmak, sahâbî olmalarından dolayı hürmetlerini gözetmekle bizi mükellef kılmıştır. Allahû Teâla onları affettiğini ve onlardan razı olduğunu bize haber vermiştir.”
İlim adamlarından birisine ashabın kendi aralarında döktükleri kanlar hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir:
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir ve siz onların işlediklerinden sorumlu olmayacaksınız.”[46]
Yine ilim adamlarından birisine aynı soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: "Sözünü ettiğiniz kanlara Allah elimi bulaştırmamış, ben de dili­mi onlara daldırmıyorum." Bu ilim adamı, bununla bir hataya düşmekten sakınmayı ve bazıları aleyhine isabet edemeyeceği bir hüküm vermekten uzak durmayı kasdetmiştir.
Hasan-ı Basrî (Rh.a.)'e, sahabelerin arasındaki çarpışmaların hükmü sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Sahabe arasında ortaya çıkan o çarpışma; Hz. Muhammed (sav)'in ashabının hazır bulunduğu, bizim de hazır bulunmadığımız, kendilerinin bildiği, bizimse bil­mediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaşmazlıklarda da haddimizi bilir, orda dururuz."
El- Muhasibî (Rh.a.) de dedi ki: "İşte biz de el-Hasen'in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz ki, onlar içine girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. Üzerinde ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi olu­ruz. ihtilaf ettikleri yerde ise dururuz ve kendiliğimizden bid'at bir görüş ortaya koymayız. Onların ictihad ederek Allahû Teâla'nın rıza­sını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü onlar dinleri husu­sunda itham altında tutulan kimseler değildir.”[47]
İbn-Teymiyye (Rh.a.) der ki: "Sahabeler hususunda nakledilen kötülük ve onlara ta'n teşkil eden hareketlerin çoğu yalandır. Ya o nakledilenlerin tamamı yalandır veya tahriftir. Onlara fazlalık ve eksiklikler katılmış, bu surette artık yalan ve tahkir ifade eder hale gelmişlerdir.”[48]
Bilinmesi gereken hakikatlerden birisi de şudur: Ashâb-ı Kiram iftira etmez, fakat Ashâb-ı Kirâm'a iftira edenler bulunur, onlara söylememiş oldukları, yapmamış bulundukları şeyleri isnad edenler görülebilir.[49]
Tarih boyunca Ashâb-ı Kirâm'a iftira edenler hep olagelmiştir. Ancak iftiracıların iftiraları Ashâb-ı Kirâm'm yüceliğine halel getiremez.Çünkü onların makamı çok yücedir. Bakınız Selef-i Salihin, "Sahâbîlik mer­tebesine hiçbir mertebe denk gelmez" inancını taşıyordu. [50]
Ebû Zerr el-Gıfari (r.a.)dan nakledilen rivayette ise;
"Siz, bilenleri çok, konuşanları az bir dönemde yaşıyorsunuz. Bu ortamda kim bildiklerinin onda birini terkederse, sapar (veya helak olur). Bilenleri az, konuşanları çok bir zaman gelecektir. O ortamda bildiğinin onda birini yaşayan kurtulur” [51] buyurulmaktadır.
Bu iki rivayetin birbirini desteklediği açıktır. Rivayetlerde sosyal gerçek ve şartlara göre dini yaşama oranlarının değişebileceği, nimet-külfet dengesinin ve zaruret kavramının zamana göre takdir edileceği müştereken ortaya konulmaktadır. Tümü elde edilemeyenin tümden terkedilmemesi gerektiğine, sorumluluğun şartlara bağlı olarak değer­lendirileceğine dikkat çekildiği de anlaşılmaktadır. Zira bilinen bir gerçektir ki İslâm'da güç yetirilemeyecek bir sorumluluk söz konusu değildir. Nitekim geçmişte bilginler bu rivayetlerin karamsarlığa ve umutsuzluğa düşmemek gerektiğini vurguladığını, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ağırlaşan şartlarda ayakta kalabilme teşviki içerdiğini söylemişlerdir. Meselâ Münâvî'nin kaydettiğine göre İmam Gazali hadisi şöyle yorumlamıştır: "Hadisin ikinci kısmındaki öyle bir devir gelecek ki o gün yaşayanlardan emrolunduğunun onda birini yerine getiren kurtulur müjdesi olmasaydı, olumsuz amellerimize bakarak bizlerin ye's ve ümitsizliğe kapılmamız kaçınılmaz olurdu. Oysa şimdi biz, Rabbimizden bize, zatına yakışır şekilde muamele etmesini, fazl ve keremiyle kötü amellerimizi örtüp gizlemesini dileriz. [52]
Sahabe dönemi gibi emniyetin ve izzet-i İslâm'ın tam olduğu bir dönemde emir ve nehiylerin terk ve ihmali, tamamen kişisel kusurlardan ileri gelir ki bu, helake götürücü bir durumdur. Ancak İslâm'ın ve müslümanların zayıf düştüğü, zulmün ve fışkın yaygınlaştığı, İslâm'a hizmet ve yardım edenlerin azaldığı devir ve ortamlarda müslümanlar güç yetiremedikleri için bazı emirleri işleyemediklerinden dolayı mazur sayılırlar. Dolayısıyla da yükümlüleklerini ne ölçüde yerine getirebilirlerse, -şartların olumsuzluğu sebebiyle- o ölçüden daha fazla mükafat görürler. Bazen tek bir amel veya eylem, bütünüyle İslâm'ı temsil etmeye yetebilir. O amel ve eylemi yerine getiren de dini bütünüyle yaşamış gibi hem topluma mesaj vermiş hem de Allah katında değer kazanmış oiur. Nitekim sevgili Peygamberimiz bir başka hadis-i şeriflerinde
"Ümme­timin bozguna uğradığı dönemde terkedilmiş bir sünnetimi yaşayan ve yaşatan (yüz) şehit sevabı kazanır” [53] buyurmak suretiyle bu gerçeği açıkça" ortaya koymuşlardır.
Bu açıdan bakıldığında yukarıdaki hadîs-i şerifler, zor şartlarda inananlar için ümit ışığı, teselli kaynağı ve hizmet teşviki anlamı taşı­maktadır. "Kıyamet şartlarında bile fidan dikme." tavsiyesi, [54] bu anlamdaki teşvikin en uc naktasını oluşturmakta ve müslümana "sen yapabildiğin kadar hizmeti yapmaya bak, yaşayabildiğin Ölçüde inançlarını yaşa­maya çalış" mesajını vermektedir.
Her iki rivayeti birden değerlendirdiğimiz zaman, bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan olmanın tüm zamanlarda kurtuluş sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Bundan ötürüdür ki, bir kurtuluş nesli olarak sahabe; bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan bir vahiy nesildir. Bu sebeple son zamanlarda giderek yaygınlaşan İslâm'a ait her ilke ve uygulamayı tartışan toplum olma eğilimi, sonuçta yaşanabilecekleri de ihmale götüre­ceği için ciddi bir tehlikeyi gündeme getirmektedir. Üstelik bu tartışmalar, büyük çoğunluğu itibariyle bilimsel amaçlı ve kendi zemininde bilimsel usul ve yöntemlerle de yapılmamaktadır. Ya sistemin kabulleri ve kutsal­ları adına ve hatırına ya da dünya egemenlerine şirin görünmek ve belli odaklara selam vermek adına, ilgisiz ortamlarda, konuya kendi boyutları çerçevesinde vâkıf olmayan sunucu ya da programcılar yönetiminde medyada gerçekleştirilmektedir.
Bu tür girişimler belki tartışma programlarına reyting, tartışmacılara yalancı ve geçici bir şöhret sağlıyor olabilir. Ancak bilginin yaşanması, din pratiğinin derinlik ve yaygınlık kazanması yani sosyal bilinçlenme ve düzelme adına hiçbir getiri sağlamamakta, sadece saf zihinlerde kafa karışıklığı  üretmekte  ve  çoğu  pratik/amel  kaçkını  kişilerde  yalancı düşürmez. Bu nedenle diyoruz ki; "Meliklik" dönemi, Hz. Muaviye (R.a.)'ı sahâbî olmaktan çıkarmaz. Filhakika amme-i ulemaca kabul edilen kavle göre; Resûl-i Ekrem (sav)'i velev bir defa olsun, müslüman olduğu halde görmek şerefine nail olan ve müslüman olarak âhirete irtihal eden her zat, ashâb-ı kiram'dan sayılır.[55]
Hz. Muaviye (R.a.) sahâbe'dendir. Hz. Muaviye (R.a.) ile Hz. Ali (R.a.) arasındaki muhalefete rağmen, İslam alimleri Hz. Muaviye'yi bir sahabe olarak kabul etmişler ve hayırla anmışlardır. Bakınız bu alimler­den birisi de Şemsu'l Eimme İmam Serahsi (Rh.a.)'dır. İmam-ı Serahsi, saltanat döneminde zalim sultanlar melikler tarafından kuyu hapsine atılmış ve onsekiz sene kuyu hapsi yatmıştır. Kuyu hapsinde hiçbir kitaba bakmadan yazdığı "El- Mebsut" adlı otuz cildlik eserinde Hz. Muaviye için "Radıyallahu Anhu Allah ondan razı olsun" ifadesini kullanmıştır. [56] Biraz düşünmek gerekmez mi? İmam-ı Serahsi, saltanat sisteminin hışmına uğramış, onlarm kuyu hapsinde onsekiz sene hapis yatmış meselede müctehid olan bir alimdir. Hilafet adına saltanata karşı çıkmada İmam-ı Serahsi bizden fersah fersah önde gelir. Buna rağmen O, Hz. Muaviye için defalarca "Radıyallahu Anhu/Allah ondan razı olsun" diyorsa, bize ne oluyor. Haddimizi bilmeliyiz.
Ashâb-ı Kiram, bir bütündür. Onlarm arasında ictihad farklılığından dolayı meydana gelmiş olan ihtilafları gerekçe gösterek "Sahabe Ka­dılığı" rolüne bürünerek onları yargılamak, tekfir edip tahkir etmek, İs­lâm ümmetinin vazifesi değildir. Böyle birşey İslâm ümmetine hayr ye­rine musibet getirir. Bundan Ötürüdür ki, İslâm ulemasından İbn-i Hacru'l Askalanî (Rh.a.) şöyle diyor: "Bir kişiyi Rasûlüllah (sav)'in ashabın­dan birine dil uzatıp onu küçültür ve aleyhinde atıp tutar bir halde görürsen bil ki, o zındıktır. Bunun nedeni şudur: Allah'ın Rasûlü gerçek bir peygamberdir. Kur'an haktır. Peygamberin getirdiği hak­tır. Bütün bunları bize ulaştıran sahabedir. Sahabeyi tenkis eden/küçümseyen, horlayan kimselerin hedefi; onlarm şahidliğinİ, güvenirliğini yaralamak ve böylece Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini iptal etmektir. Öyleyse sahabelere değil, bilakis sahabelerin aleyhinde konuşanlara hücum etmek daha uygundur. Çünkü onlar zındıktırlar.”[57]
Bizim vazifemiz, sahabeleri yargılamak değil, onlara ittiba etmektir. Sahabe nesline karşı istiğna duygusuna kapılarak "Bizim sahabeye ihtiy­acımız yoktur. Biz de sahabe olabiliriz. Sahabelerin bizden ne fark­ları var ki?" gibi iddialara sarılanlar, hadlerini aşanlardır. Bakınız bu konuda Said Nursî (Rh.a.) şöyle diyor: "Enbiyadan sonra nev'i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve 7 Cemaatin icmaı, bir hüccet-i katladır. Hiç kimse Sûre-i Fethin âhirinde, sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyyeye mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliyye nokta-i nazarın­da yetişilemez. Sahabelerin kurbiyyet-i İlâhiyye noktasındaki makamları­na velayet ayağiyle yetişilemez.
Sahabeler İslamiyet'in tesisinde ve envar-ı Kur'aniyyenin/Kur'anî nurların neşrinde saff-ı evveli teşkil ederler. Sahabelerin bütün ümmetin hasenatından/iyiliklerinden "sebeb, fail gibidir" sırrınca hissedardırlar. Sahabeler; hem Cemaatı İslamiyyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinden, hem Şems-i Nübüvvet ve sirac-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek içim hakikî sahabe olmak lazım geliyor.” [58]
Ashâb-ı Kiram, kıyamete kadar hayrla yad edilecek bir nesildir. İslâm ümmetinin vazifesi, sahabeleri bir bütün olarak hayırla yadetmektir. Ashâb-ı Kiram, ehl-i hayr'dır. Ashâb-ı kiramın her birinin ismini hürmet­le, saygı ile söylemelidir. Birinin adı söylenince "radıyallahu anhu-Allah ondan razı olsun" denir. İkisi için "radıyallahu anhümâ Allahü teâlâ o ikisinden razı olsun" Birkaçı veya hepsi söylenince "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn" veya kısaca "radıyallahu anhüm-Allah onların hepsin­den razı olsun" denir. Ashâb-ı Kiram, hayrıyla, faziletiyle diğer nesiller­den farklıdır. Şimdi Ashâb-ı Kirâm'in farklılıklarını izah etmeye gayret edelim.

KAYNAKLAR
[44] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları/Ö.Nasuhi Bilmen, Sh:186-187, İst/1975
[45] Ashâb-ı Kiram Etrafındaki Şüpheler/M. Salih Ekinci, Sh:18, İst/1986
[46] Bakara: 2/134
[47] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (İmam Kurtubi) C: 16, Sh: 321-322, Mısır/ 1967
[48] Minhacu's Sünne,C:3, Sh:I9, Beyrut/ty
[49] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadlan/Ö.Nasuhi Bilmen, Sh: 60, İst/1975
[50] El- İsabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbn-i Haceru'l Askalanî, C:l, Sh: 8-9, Beyrut/ty
[51] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 155; Hâkim, Müstedrek, I, 529
[52] Münâvî, Feyzu'l-kadîr, 11, 556
[53] Münzirî, et-Terğîb ve't-terhîb, 1,41; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, I, 172
[54] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 184, 191; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, IV, 63
[55] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları/ Ö.Nasuhi Bilmen, Sh:43-56, İst/1975
[56] ES- Mebsut/C:12, Sh:ilO, Mısır/1324
[57] El-İsabe Fi Temyizi's Sahâbe/C:l, Sn: 7, Beyrut/ty
[58] Sözler/Said Nursî, Sh:516-521, İst/1977

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı