ER-RAHMAN (C.C.)


“Dünyada, iman eden ve etmeyen herkese, rahmet edip  esirgeyen; sevdiğini, sevmediğini, dostunu, düşmanını ayırdetmeyerek bütün mahlûkatını nimet­lere mazhar kılan.”

Bu mübarek isim yüce yaratıcımızın rahmet sıfatını ifade etmekle beraber has isim olarak kullanılmış ve “Allah” lafza-i celâli gibi Cenâb-ı Hak'tan başkasına söylenmemiştir. İnsanlara “Abdurrahman” “Rahmanın kulu” mânâsına isim vermek güzeldir.

Âlem dolusu mahlûk bu mübarek ismin tecellisiyle ni­metlere gark olmaktadır. O kadar ki, dostu İbrahim'i rızıklandıran Yüce Allah, düşmanı olan Nemrut'un sof­rasından da zeytini, ekmeği eksik etmemiştir. Yani kendisini tanıyana da tanımayana da rızık veriyor. Merhametle muamelede bulunuyor.

Yine Allahü Teâlâ, hiç kimseyi hayata mazhar etmeye, dünyaya göndermeye, ona mal-mülk vermeye mecbur değildi. Fakat, Rahman isminin bir tecellîsi olarak bütün insanları ve bütün eşyayı rahmetiyle yaratmıştır.

M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde Fati­ha sûresini izah ederken şöyle demektedir:

“... Rahman olmanın Allah'a mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ ifade eder.

Yüce Allah Rahman olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar Allahu Teâlâ'nın Rahman, kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir.

Taşın taş, ağacın ağaç, insanın insan olması böyle zor­layıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından, kâinattaki her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur. Bundan do­layı Allah'ın Rahman oluşu bütün varlıklar için güven kaynağı ve hepsinin ümididir.

Göğünden yeryüzüne, gök cisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlılardan cansızlara, taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insan­larına, çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden is­yan edenine, mümininden kâfirine, Allah'ın birliğine ina­nanından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla korkudan kurtulmuştur. Fa­kat bu kadarla kalsa idi, ilim ile cahilliğin, hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan et­menin, îman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu. Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş ve hareketler­den hiçbir iz bulunmazdı.

İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama ile ilerleme ve yükselme imkânı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk, tabiatçılardan, cebriyecilerden olurduk. Hem kendimizi, hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik...

Ahlata armut, idris ağacına kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık, tar­lamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı sanatlar ve ustalıklar vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya özenmez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahman oluşu mutlak bir kemâl olmazdı.

Bundan dolayı Yüce Allah'ın kendi irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre nimetlerden mahrum et­mekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradenin toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara rahmetinden bir pay vermesi, hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil, İlâhî bir hikme­tin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı Yüce Allah, Rahman olmasından başka bir de Rahîm olmakla vasıflanmış ve Rahman oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahîm olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de bir pay vermiştir.

Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan varo­lan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahîm olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar. Bitkilerin, hayvan­ların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın Rahman oluşunun nice inceliklerini görür oku­ruz.

Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfa­larında, Peygamberlerin, velîlerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışarak ka­zanılan işlerde Rahîmiyetin tecellilerini okuruz.

Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde irade etmek Rahman oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rah­metidir.

Demek ki, Rahman oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılmazdık, yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zarurî yeteneklerden, en büyük ni­metlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahîm oluşundan gelen rahmeti olmasaydı yaratılıştan varolan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahman oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkân bırakmayan bir mutlak ümit, bir ezelî lütuftur. Allah'ın Rahîm oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin za­manı ve sorumluluğumuzun mükâfatı olan bir arzunun sebebidir.

Demek ki, Allah'ın Rahman oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mü'min ve kâfir eşit iken Rahîm oluşunun karşısında bunlar pek açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani:

“Bir bölük cennette, bir bölük de ateştedir.” (Şûra: 42/7) oluyor.

İşte dünya ve ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mü'min ve kâfirin Rahmân'ı, mü'minin Rahîmi denilmesinin sebebi budur.

“Rahman” lügatte de Allah'a ait olan sıfatlardandır. Ve bir fiille bağlantısı yoktur. Ezelîlik (başlangıcı olmamayı) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahîm de ise bu özellik yoktur. Ve bir fiille bağlantısı vardır.

Demek ki, zevalsizlik geçerlidir. Rahmân'ın rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zâtına ait bir sıfattır. Rahîm'in rahmeti de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiili sıfat olarak kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahman ile Rahîm, rahmetin değişik birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar. Demek ki, Rahman, Rahîm sıfatları yalnız pekiştirme (te'kid) için tekrar edilmiş değildir. Her birinin kendine has özel bir mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır.

Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü öbüründen daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta ve Allah'a vekâleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti, yüce nimetler, Rahîmin rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir, derler. Rahmân'ın kul­lanışı özel, ilgi alanı ise umumîdir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir. Ve işte Yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır.”

Yine Üstad M. Hamdi Yazır Haşr sûresinin son üç âyetinin izahında “Rahman” sıfatını şöyle açıklamaktadır:

“.,. Rahmet-i Rahmâniyye, hiçbir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan başlangıçta bahşedilen İlâhî rahmettir ki, mü'mini de kâfiri de, çalışanı da, çalışmayanı da çevreler. Meselâ: Başlangıçta var olma bu (yüce) rahmetin eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayva­nat bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allahü Teâlâ kâfirlere dahi dünyada rızık, akıl vesaire gibi nimet­ler bahşeder...

Rahmet-i Rahîmiyye ise, elde edilmesi için çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i Rahmâniyye'yi güzelce kullanarak çalışan kimselere verilen rahmettir ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı değildir. Sırf fazilet olan yüksek derecenin ise, sınırı ve sonu yoktur. İşte di­nin, takvanın, çalışma ve gayretin önemi bu sebepledir. Onun içindir ki: “Rahman, dünya ile Rahîm ise âhiretle ilgilidir.” denil­miştir.

Evet. Kâinat çölünde çadır kuran bütün mahlûklar Rahman sıfatının feyzine gark olmuşlardır. Denizlerdeki balıklardan semâlardaki yıldızlara ve meleklere kadar he­men her şey bu rahmetten nasibini almaktadır. Hiçbir kimse bir ücret ödemeden, bir gayret göstermeden bu ni­mete nail oluvermiştir. Ve yine bir kimsenin erkek olması, kadın olması, güzel olması, çirkin olması da kendi elinde değildir. Yüce Allah nasıl irade buyurmuşsa, o kul öyle yaratılmıştır.

Bir gün sokakta giden genç bir adama bir başka adam rastladı, biraz da kendisini beğenerek:

“Ey çirkin adam, dedi, yolumdan çekil!”

Genç adam, tam kâmil bir müslümana yakışan şekilde cevap verdi:

“A kardeş, yüzümü ben yaratmadım ki, onu dile­diğim gibi güzel veya çirkin yapayım! Rabbim öyle takdîr etmiş, ben ancak ona hamd ederim!”

Gerçekten doğru bir söz... Aslında kimsenin “Şu böyle, Şu şöyle!” demeye de bir hakkı yok. Çünkü insanın yaratılıp dünyaya gönderilmesi Allahü Teâlâ'nın rahmetinin eseridir. Rabbi kuluna böyle merhametle, rahmetle mua­mele eder de, kul, Rabbinin yaratıklarına Rabbinden ötürü şefkat göstermezse onun insanlıktan nasibi yok de­mektir.

Kalblerin incelmesi, şefkat ve merhametle dolması yine Allahü Teâlâ'nın güzel isimlerini anmakla olacaktır.

Cihanın evvelinde ve sonunda misli bulunmayan Nebiyy-i Zîşan (s.a.v) efendimiz:

“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” buyur­muşlardır. Gadab rahmetin zıddıdır. Yani ahlâk-ı İlâhînin muktezâsı değildir. Böyleyken bazı kere insanlığı felâketlerin vurması ve âfetler, halkın isyanı ve kendile­rine bahşedilen nimetleri kötüye kullanmaları neticesi ola­rak ikinci derecede tecellî eden Rabbânî bir hikmettir.

Eğer insanların isyanlarına karşı hemen ceza verilmiş olsa idi, belki âlemde kimse kalmazdı. Beşerin bunca isyanına ve nankörlüğüne mukabil Yüce Allah yine rahmetiyle muamele etmekte, düşmanlarına bile rızık vermekte­dir.

Şunu da unutmamak lâzımdır ki, âsîlere, Hakk'a baş kaldıranlara, mazlumları ezen zâlimlere karşı gadabın hükmü olan ceza olmasa idi, bu kere tâatle isyanın, iman­la inkârın, şükürle şükürsüzlüğün bir farkı kalmazdı. Hazreti Ebû Bekir (Radıyallahü Anh) Cennete gittiği gibi, küfrün başı Ebu Cehil de giderdi. Bu ise hikmete uymaz.

“Rahman” ism-i şerifi bize o sonsuz rahmet sahibinden ümit kesmememizi ve O'nun rahmetinin genişliğini anlat­maktadır. Âlemde bir lâhza yoktur ki, yaratıklar Yaratanın lütfuna mazhar olmasınlar...

Artık gör hikmeti:

 

Toprağa düşen dâneyi,

Rahmet-i Rahman büyütür.

Lâle, sünbül ve naneyi,

Rahmet-i Rahman büyütür!.

 

Çekirdek kabuğu yarsa,

Üzüm, incir her ne varsa,

Bir fidan yerde tutarsa,

Rahmet-i Rahman büyütür!..

 

Sayıya gelmez ki tek tek,

İsterse hep hesaba çek,

Arıları petek petek,

Rahmet-i Rahman büyütür!..

 

Keklik, ceylân, civciv, kuğu,

Anne rahminde çocuğu,

Dallarda her tomurcuğu,

Rahmet-i Rahman büyütür!..

 

Bir nazar et, göğe, yere,

Hangi şeye akıl ere?

Bir damlayı yüzbir kere,

Rahmet-i Rahman büyütür!.. [42]


kaynak
 [42] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 59-67.

Yorum Gönder

0 Yorumlar