Nüzul Sebeblerînî Bilmenin Yararları

Nüzul Sebeblerînî Bilmenin Yararları
Nüzul sebeblerini bilmenin birçok yararı vardır. îmâm Bedreddin ez-Zerkeşî, "el-Burhân"ında, İmâm Celaleddin es-Suyûti ise "el-İtkân"ında bu yararları zikretmişlerdir. Biz burada en önemli olanlannı aşağıdaki şekilde zikretmekle yetineceğiz:
1- Hükmün vazoluşuna neden olan hikmeti bilmek. Şüphesiz ki, hikmeti bilmek mümini, Allah'u Teâlâ'nın ahkâmını tenfiz etmeye (yerine getirmeye) ve O'nun emrettiği şeylerle amel etmeye teşvik eder; çünkü O, söz konusu hükümlerin yerine getirilmesi, emirlerle amel edilmesi sonucunda ortaya çıkacak yararları ve meziyetleri apaçık görmekte hiçbir güçlük çekmez. İşte o zaman Allah'a olan imânı kuvvetlenir ve O'na daha yakinen inanır. Diğer tarafta hikmeti bilmek, inanmayanları da Allah'u Teâlâ'nın ahkâmına inanmaya teşvik eder; çünkü o da, bu ah­kâmın boş yere va'zedilmeyip, insanlığın yararlarını gerçekleş­tirmek ve onun mevkiini yükseltmek üzere çalışmak için va'zedildiğini kolayca görür.
2- Âyetlerin ifade etmek istedikleri manalara vâkıf olmak ve bu husustaki vâki olabilecek güçlükleri gidermek hususunda sebebi nüzulden yardım istemek (yararlanmak). Çünkü, Kur'ân-ı Kerim'de Öyle âyetler vardır ki, onlardan neler kastedildiği, ancak nüzul sebepleri bilindiği takdirde anlaşılabilir. Öyle ki, şayet bu sebebler bilinmemiş olsaydı, âyetleri anlama hususunda hataya düşülmüş olunurdu.
İmam el-Vahidi bu konuda şöyle der: "Kıssalarına ve nüzul sebebine vâkıf olmadıkça, âyetlerin tefsirini bilmek mümkün değildir."
İbn Teymiye de bu konudaki görüşünü şöyle ifade.eder: "Nüzul sebebini bilmek, âyetin anlaşılmasına yardım eder; çünkü, sebebin bilinmesi musebbebin yâni (sebebin ortaya çıkardığı sonucun) bilinmesine neden olur.
İbn Dakîk el-İd ise şöyle der: "Âyetin nüzul sebebini açıklamak, Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği manaların anlaşılması hususunda en güvenilir yoldur".
Şimdi nüzul sebeblerini bilmenin yararlarına dair Kur'ân-ı Kerim'den örnekler sunalım.
Bakara Sûresi'nin 115. âyetinde Allah'u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Doğu da Batı da Allah'ındır. O halde, ne tarafa yönelirseniz yönelin, Allah oradadır. Şüphesiz Allah, (her yeri) kaplayan ve (herşeyi) bilendir."
Bu âyetin zahir manası, insanın, dönmeyi dilediği herhangi bir yönde (istediği tarafa yönelerek...) namaz kılabileceğine, dolayı­sıyla ister seferi, isterse mukim olsun, Kabe'ye doğru dönme­sinin gerekli olmadığını ifade etmektedir. Ancak, âyetin seferde iken nafile namaz kılan ve kıbleyi bilmediği için içtihadına göre namaz kılan kimse hakkında nazil olduğu bilinince, âyetin zahir manasının kastedilmediği, fakat kastolunanın, seferde iken nafile namaz kılan veya kıbleyi bilmediği için içtihadına göre namazı eda eden kimseye gösterilen kolaylık olduğu anlaşılır. Ez-Zerkeşi "el-Burhan" adlı eserinde bu ayetle ilgili olarak şunları söyler: "Sadece âyetin lafzından anlaşılan manayla yetinmiş olsaydık, ister seferde, isterse hazarda olsun, namaz kılan kimsenin, namazda kıbleye dönmesinin gerekli olmaması icap ederdi. Oysa böyle bir durum icma'a aykırıdır. Görüldüğü gibi, sebebi bilinmedikçe âyetten kasdolunan mana anlaşılmamaktadır. Bu âyet, Hz. Peygamber Meke'den Medine'ye giderken, devesinin üzerinde, devesinin onu yönelttiği yöne doğru namaz kıldığı bir sırada nazil olmuştur. Böylece âyetten neyin kasdedilmiş olduğu anlaşılmış olmaktadır.
Bakara sûresinin 158. âyetinde ise Allah Teâlâ şöyle buyur­maktadır: "Safa ve Merve, Allah'ın alâmetlerindendir. O halde kim Beyt'i (Kabe'yi) hacceder, ya da umre yaparsa, bu iki yeri tavaf etmesinde bir sakınca yoktur. Kim içinden gelerek bir iyilik yaparsa (bilmiş olsun ki) Allah iyiliğe iyilikle mukabele eder ve (iyiliği hak edeni) bilendir." Âyetin zahirî manası, Safa ile Merve arasında sa'y yapmanın farz olmamasını gerektirmektedir. Ancak âyetin nüzul sebebi şu olaydır: Sahabe, câhiliyye adetlerinden olduğu gerekçesiyle, Safa ve Merve arasında sa'y yapmaktan endişe duyuyor ve dolayısıyla bundan kaçınıyordu. Söz konusu âyet nazil olarak onların bu endişesini bertaraf etti. Bu ise, sa'y yapmanın farz olduğunu ortadan kaldırmaz.
Âl-i İmrân sûresinin 188. ayetinde ise, şöyle buyurulmaktadır: "Yaptıklarından hoşlanan ve yapmadıkları ile de övülmek iste­yenler yok mu! Sakın ama sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanma! Çünkü elem verici azap onlar içindir." Mervân b. el-Hakem söz konusu âyetin manasını anlamakta güçlük çekerek şöyle dedi: "Şayet yaptıklarından hoşlanan ve yapmadıkları ile de övülmek isteyen her insan azap görecekse, o zaman bu, hiç birimiz azaptan kurtulamayacağız demektir." İşte Mervan’ın âyetin gerçek manasını anlamakta karşılaştığı bu müşkil, Abdullah b. Abbâs (r.a.)'ın ona âyetin sebebi nüzulünü açıklamasına kadar sürmüştür. Âyet, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Ehli kitapa bir şey sorması, onların ise hakikati gizleyip ona başka bir şey söylemeleri, hal böyle iken, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e kendilerini san­ki, ona doğru cevap vermiş gibi göstermeleri ve bu da yetmiyormuş gibi, bir de bunun için övülmek istemeleri yani Allah elçisinden kendilerini övmesini istemeleri üzerine nazil olmuştur. Âyeti gerektiği şekilde anlayınca, Mervân'ın kalbi itminan bulmuş ve âyetteki tehdidin mü'minler için değil, fakat, ehli kitab için olduğunu söylemiştir.
Yine, Yüce Allah, Talâk süresinin 4. ayetinde şöyle buyur­maktadır: "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ve henüz âdet görmemiş olanların iddetleri hususunda şüpheye düştü iseniz biliniz ki, onların iddetleri üç aydır." Bazı imamlar, âyetten geçen "İn ertebtum" ibaresindeki şarttan neyin kasdedildiğini anlamakta güçlük çekmişlerdir. Öyle ki, zahiriye mezhebi, hayızdan kesilen kadının bu konuda şüpheye düşmediği takdirde, iddet bekleme­yeceği görüşüne kail olmuştur. Ancak âyetin nüzul sebebi şarttan neyin kasdedildiğini açıklayarak, bu konuda gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Ayetin nüzul sebebi şudur: Kadınların iddetleri ile ilgili "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler", "İçinizden ölenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört. ay on gün beklerler" âyetleri nazil olduğu zaman, sahabe, "Kadınların iddetlerinden sadece zikredilmeyenler kaldı ki, onlar da yaşlı kadınlar ile küçük kız çocukların iddetleridir. Bunun üzerine "Kadınlarınız içinde hayızdan kesilenler ile..." âyet-i nazil oldu.
Böylece açıkça görülmektedir ki; âyet onların iddetleri ile ilgili hükmü bilmeyen ve dolayısıyla, onların da iddet beklemelerinin gerekli olup olmadığı veya iddetlerinin Bakara sûresinde zikredilen kadınların iddetleri gibi olup olmadığı hususunda şüpheye, düşen kimseye hitaptan ibarettir. O halde, "İn ertebtum" ibaresinin manası, "onlarla ilgili hükmü anlamakta müşkilât çekiyorsanız ve iddetlerini nasıl bekleyeceklerini bilmiyorsanız, onlarla ilgili hüküm budur" demektir.
3- "Hasr" şüphesini ortadan kaldırmaktır. İmam eş-Şâfıî "De ki, bana vahyolunanda, yiyen bir kimsenin yiyecekleri içinde, leş, akıtılmış kan, domuz eti (ki o pistir) veya günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvan dışında, yenmesinin haram olduğuna dair bir şey bulamıyorum." âyet-i ile ilgili olarak şunları söyler. "Kafirler, Allah'ın helal kıldiklannı haram, haram kıldıklarını ise helal kıldıkları ve böylece ters düşüp O'na muhalefet ettikleri zaman, söz konusu, âyet, onların gayelerine karşı çıkmak üzere nazil olmuştur. Sanki Allah onlara şöyle de­miştir: "Sizin haram kıldıklarınızdan başka helâl, helal kıldıklarınızdan başka da haram yoktur." Bu durum aynen şuna benzemektedir. Biri sana, "Bugün tatlı yeme" derken sen de ona, "Bugün tatlıdan başka bir şey yemeyeceğim" dersen, burada amaç sadece karşı çıkmaktır, oysa, hakikati inkâr veya red etmek diye birşey asla söz konusu değildir. Buna göre Allah sanki: "Sizlerin helal kılmış olduğunuz, leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başka haram yoktur" şeklinde buyurmuştur ve böylece bunların dışındakilerin helâl olduğunu kasdetmemiş olmaktadır. Çünkü amaç haram kılmayı tesbit etmektir. Yoksa helâl olanları belirlemek değildir. İmam el-Harameyn bu konuda şöyle der: Bu son derece güzel bir görüştür.
Şayet İmam eş-Şâfîî çıkıp da daha önceden bu görüşü (ifade etmiş) ortaya koymamış olsaydı. İmam Mâlik'in, haramların âyette zikrolununlarla hasredilmesine (sınırlanmasına) karşı çıkmasına cevap vermezdik. Buna göre, âyetteki hasr, Allah (c.c.) tarafından kasdedilmemiş olup, şeklî bir hasr'dan başka bir şey değildir. Bundan maksat ise, Allah ve Resulünün kâfirlere muhalefet etmeleri ve amaçlanna zıt bir şekilde onlarla muamelede bulunmalarıdır.
4- Hakkında âyet inen kimsenin adının bilinmesi ve böylece başkası ile kanştınlmaması için âyette müphem olanın belirtilmesidir. Çünkü başkası ile karıştırılacak olursa, suçsuz olan itham olunabilir. Suçlu ise af edilebilir. Mesela, Mervân b. el-Hakem "Ana ve babasına "öf, bıktım sizden! Benden evvel bu kadar nesiller gelîp geçtiği (ve hiç biri dirilmediği halde) beni (diriltip kabirden) çıkarılmakla mı korkutuyorsunuz?" diyen kimse... " âyetinin Abdurrahman b. Ebû Bekir hakkında nazil olduğunu söylemişti. Bunun üzerine mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) ona karşı çıkmış ve kendisine âyetin nüzul sebebini açıkla­yarak şöyle demiştir; "Allah'a yemin ederim ki, O, (Abdurrahman b. Ebî Bekr) değildir. Şayet bu âyetin kimin hakkında indiğini söylemek isteseydim, söylerdim. Allah'a yemin ederim ki, Ebû Bekir'in ailesi hakkında benim suçsuz olduğumu gösteren âyetler dışında hiçbir âyet nazil olmamıştır."
5- Kur'ân'ın ezberlenmesinin ve anlaşılmasının kolaylaştırıl­ması ve böylece âyeti dinleyen herkesin zihninde vahyin yer etme­sidir. Bütün bunlar nüzul sebebi bilinince daha kolay olur. Çünkü, sebeblerin neticelere, hükümlerin olaylara ve olayların da şahıslara, zamanlara ve mekanlara bağlanması... İşte bütün bun­lar, eşyanın zihinde yer etmesi, oraya nakşedilmesi ve gerek­tiğinde kolayca hatırlanması için bir sebeptirler. Bu çağrışım kanununun bir sonucudur.
6- Ayetlerin nüzul sebeplerine vâkıf olmak, onların ulaşmak istedikleri gayeyi anlamaya, ihtiva ettikleri sim ve amaçlan kavra­maya yardımcı olur. Bu âyetler hakkında düşünmek ve tedeb-bürde bulunmak, onlara göre amel etmek bakımından en etkili yoldur. Çünkü yüce Allah Sa'd süresinin 29. âyetinde, âyetlerin üzerinde düşünmemizi emretmektedir. "(Bu) mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler ve aklı selim sahipleri öğüt alsınlar."
Şunu bilmek gerekir ki, sahâbi, Kur'ân'dan bir âyet hakkında bir şey söylediği zaman, onun bu sözü, bâzan âyetin nüzul sebebini açıklayıcı, bâzan da âyetin manasını tefsir ve şerh edici mahiyette olur.
Eğer, "Ayetin ya da ayetlerin nüzul sebebi şudur" derse, bu ibare, nüzul sebebinin zikredilmesi hususunda bir nass teşkil eder. Eğer, Falan hâdise vukubulduğu ya da Hz. Peygamber (s.a.v.)'e falan konuda soru yöneltildi de falan falan (şu şu) âyetler nazil oldu" derse, bu ibare de nüzul sebebinin açıklanması hususunda bir nass hükmündedir. Çünkü, âyet ya da âyetlerin, olayın veya sualin vuku bulması üzerine nazil olduğunu zikretmektedir. Bunun anlamı şudur: Nüzul sebebi, söz konusu olay ya da sualdir.
Daha önceki ibare gibi bu ibare de, nüzul sebebinin belirlenmesi bakımından açık iki sığa (kalıp) hükmündedir. Çünkü başka türlü anlaşılmalan mümkün değildir.
Eğer sahâbi "Bu âyetlerden maksat şudur veya bu âyet şunu delalet etmektedir veya bu âyetten şu anlaşılıyor" gibi ya da buna benzer ibareler kullanılıyorsa, ya da âyetin müfredatı ile ilgili şerhler yapıyorsa (bil ki) bütün bunlar, âyetin tefsiri ve medlulünün beyanı sadedinde açıklamalardır.
Eğer "Bu âyet falan şey hakkında nazil oldu" derse, bu ibare, kendisiyle aynı zamanda hem nüzul sebebinin hem de âyetin manasının kasdedümesine müsait bir ibaredir.
"Bu âyet falan kimse, müminlerden, kafirlerden, ya da kitab ehlinden bir topluluk veya falan hâdise hakkında nazil oldu" derse, bu sözden kasdolunan âyetin nüzul sebebidir.
"Falan şeye teşvik ya da falan şeye irşad için indi" derse, bundan kasdolunan âyetin tefsîridir.... "falan şey hakkında nazil oldu" şeklinde ibaresinin tefsir kitablannda sık sık yer alması üzerine, İmam ez-Zerkeşi "el-Burhân" adlı eserinde şunları söyler; "Sahabe ve tabiin'in âdetinde bilindiği üzere, onlardan biri "bu âyet falan şey hakkında nazil oldu" derse, bununla, o, bu âyetin şu hükmü ihtiva ettiğini kasdeder, yoksa bunun âyetin nüzul sebebi olduğunu kasdetmez.
"Bu âyet falan şey hakkında nazil oldu" şeklindeki sahabe sözü, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ulaşan merfu hadis hükmündedir. Eğer kendisine ulaşan sened sahîh olur ve Mücâhid, İkrime ve Said b. Cübeyr gibi, sahabeden nakilde bu­lunan tefsir imamlarından olursa, daha önce zikrettiğimiz tüm hususlarda tâbiin de tıpkı sahabe gibidir. Nüzul sebepleri içinde sadece senedi sahîh, sübûtu kesin olanların, âyetlerin ruhuna ve hedefine uygun düşenleri, siyak ve sıbakıyla uyum halinde bulu­nanları, İslâm akidesinin esaslarından hiç biri ile çatışmayanları, şeriatın naslanndan hiç biriyle çelişki halinde bulunmayanları, İslâm alimlerinin üzerinde icmaya vardıkları ve ümmetin nza göstererek ve kabul ederek naklettikleri kaidelerden hiç biriyle çelişkiye düşmeyenleri zikretmekle iktifa edeceğim.
Senedi ve metni zayıf olan, âyetlerin genel anlamı ile ruhuna uygun düşmeyen, siyak ve sibakı ile uyum halinde bulunmayan, dinin esaslarından biri ile çelişen, İslâm'ın naslanndan biri ile çatışan, veya İslâm alimlerinin üzerinde icmaya vardıkları kaide­lerle çelişkiye düşen haberlere gelince, onlara hiç bir şekilde değer vermeyeceğiz ve onları çalışmamıza almayacağız.
Ayetin ya da Sûrenin nüzûlu için bir çok sebep mevcut ise, senet bakımından en sıhhatli, rivayet târiki bakımından en kuvvetli olanını ve âyetin ya da sûrenin manasına en uygun düşenini zikretmeyi tercih edeceğiz. Tercih bakımından sebebler eşit seviyede iseler, bu takdirde, içlerinden en faydalı olanları ve en çok meziyet ihtiva edenleri zikredeceğiz. Yalnız Allah'tan yardım dileriz. Çünkü tevfik Allah'tandır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder