14 Nisan 2012 Cumartesi

Almanya'yı karıştıran Kur'an tartışması!


Selefi stantlarında dağıtılan Kur'an'a Alman medyasından destek geldi
Almanya’nın birçok kesiminde Selefiler’in kurduğu stantlarda Kur'an-ı Kerim dağıtılması nedeniyle başlayan tartışmalar sürerken, kampanyanın ilk bölümünde büyük bölümü cezaevlerindekilere olmak üzere 300 bin kutsal kitap dağıtıldı.

Almanya'da büyük yankı uyandıran “Lies/Oku” adı verilen kampanya, Köln’de yaşayan Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından, “tehlikeli bir Selefi vaiz” Filistinli işadamı Ebu Naci tarafından başlatıldı. 25 milyon kitabın 35 Alman kentinde dağıtılması planlanan kampanya için iddiaya göre yapılan bağışların çoğu Türklerden geldi. Kuran-ı Kerim'in Baden-Württemberg’deki bir matbaada basıldığı ve çok sayıda Kuran-ı Kerim’in okul ve hapishanelere dağıtıldığı belirtildi.
Radikal İslamcı gruplar arasında gösterilen Selefiler, kısa süre önce 25 milyon Kuran-ı Kerim’i Almanca konuşulan ülkeler olan Almanya, Avusturya ve İsviçre’de ücretsiz dağıtma ve kutsal kitabın bulunmadığı ev bırakılmamasını hedeflemesi Almanya'daki çeşitli kesimlerin tepkisine neden oldu.

TEPKİLER ARTTI
Filistin kökenli milyoner işadamı İbrahim Ebu Naci ve Protestanlık’tan çıkarak Müslüman olan ve radikal İslamcı propaganda çalışmalarında öne çıkan Pierre Vogel adlı Selefinin öncülüğünde yürütülen Almanca Kuran kampanyası tepkilere neden oldu. Federal Parlamento’daki partilerin temsilcileri, Kuran dağıtımının yasaklanmasını, bazı İslamcı kuruluş temsilcileri de kampanyanın durdurulmasını istedi.
Başbakan Merkel’in Hıristiyan Birlik Partisi Meclis Grup Başkanı Günter Krings, Kuran-ı Kerim'e karşı olmadıklarını ancak Selefilerin kampanyasının din özgürlüğüne ve toplumsal barışa zarar verdiğini öne sürdü. Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir de sorunun kutsal kitabı Selefiler’in dağıtmasının sorun oluşturduğunu Almanya’daki Müslümanların büyük çoğunluğunun radikal İslamcıları reddettiğini söyledi.
Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm ise kampanyayı Selefiler’in düzenlemesi nedeniyle Kuran dağıtımını yakından takip ettiklerini söyledi.

MEDYADAN DESTEK
Alman televizyonları bu konudaki tartışma ve çeşitli görüşleri ekranlarına taşırken, Stuttgarter Zeitung, bu konudaki tepkilerin gereksiz olduğunu savundu. Gazete, köktendinci Müslümanlar olarak nitelendirdiği kesimin Almanya'da 25 milyon Kuran-ı Kerim dağıtmaya çalıştığını belirtirken, "Ne var bunda? Bunu yasaklatmaya çalışmak hem orantısız bir tepki göstermek, hem de bütün Müslümanlara kötü bir sinyal vermek olur. Bu nedenden ötürü, kaş yapayım derken göz çıkartılmamalıdır. Din hürriyeti, Anayasamızın teminatı altındadır” diye yazdı.

Mars yüzeyinde 'fil' bulundu


Viking-1 uzay aracının 1976 yılında tespit ettiği “Mars’taki Yüzün” ardından, ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) Mars keşif aracı, Kızıl Gezegen’in yüzeyinde koca bir “fil” buldu.
Mars Reconnaissance Orbiter uzay aracının HiRISE kamerası tarafından bu ayın başlarında çekilen fotoğrafta beliren fil, kuruyan lav akıntılarından meydana geliyor. İnternette büyük merak uyandıran fotoğraf kısa sürede o kadar büyük bir tartışma konusu oldu ki, Arizona Üniversitesi’nden gök bilimci Alfred McEwen, HiRISE sitesinde esrarengiz fil hakkında açıklama yaptı:


“Gördüğümüz şekil, psikolojide ‘pareidolia’ olarak tanımlanan kavramın içine giriyor. Örneğin, bulutlarda saklı yüzler görmek gibi doğada saklı olduğunu sandığımız ses ve görüntüleri fark etmemiz böyle tanımlanıyor. Aslında fotoğrafta gördüğümüz şey, Mars’ın lavlarla kaplı bölgeleri arasında en genci olan Elysium Planitia’nın kenarıda oluşan bir akıntı. Lav seli çok geniş alan kaplayabiliyor. Hatta zamanın bu sellerin tıpkı su gibi çok hızlı bir şekilde bir alanı kapladığını düşünürdük.”


BİR ‘MARS FİLİ’MİZ EKSİKTİ

Bilim insanları, tıpkı Dünya’da olduğu gibi, lav akıntılarının Kızıl Gezegen’de belli bir coğrafi alana yayılmasının bir yıl ile on yıllar alabildiğini tahmin ediyor. Gök bilimciler, zamanla filin hortumunun uzayarak bozulabileceğini veya akıntıların güçlü olması halinde filin daha uzun bir zaman orada kalabileceğini ifade etti.







NASA’nın sadece bir göz yanılması olduğunu iddia ettiği, bazı gök bilimcilerin ise üzerine on yıllardır geometrik ölçümler yaptığı “Mars’taki Yüz”, belki düşük çözünürlükte çekilmiş olabilir. Ancak HiRISE ile görüntülenen koca bir fil kafası ve gözü gerçeğinde olması beklendiği gibi doğru yerde bulunuyor.




Muhiddin Arabi Hz bundan 700 yıl öncesi yaşayıp bizlere kadar intikal eden birçok eser bırakan bir mübarek. Hazretin bize bıraktıgı bu eserlerden Futuhat-ı Mekkiye 1.Cilt Bölüm: 8 okumanızı rica ediyoruz.

Google earth’ün yeni sürümü olan 5.1 sürümünde MARS gezegenini de aynı Dünyayı gezer gibi gezebiliyorsunuz. Bu gezintinizi şimdi size vereceğimiz koordinatlar bölgesinde yaparsanız ilginç bir yazı ile karşılaşacaksınız.

GOOGLE MARS KOORDİNATLARI:

85′47 37 91 G 3 25 07 10 D

85′43.53.35 G 2 47.56.46.D

85′43 09.66 G 2 38.40.67 D

MARSIN ALTTAKİ KUTUP BÖLÜMÜNDE GÖRÜLMEKTEDİR







Bu yazı Arapça es selam olarak açık bir şekilde görülmektedir.

Bu yazının yan bölümlerinde’de yine HİLAL’ler bulunmaktadır.

Muhuddin Arabi hzleri de bakın eserinden bu durumu nasıl açıklıyor.

Allah’ın (c.c) izniyle kainatta izin verilen yerlere kadar tayy-ı mekânla gezen kutuplardan biridir. Gezip gördüğü yerlerde geleceğin insanlarına Mars’ta olduğu gibi Selam ve benzeri izler bırakmıştır. Hatta gezdiği yerlerin tamamını “Hakikat Arzı” olarak nitelendirmiştir. Futuhat-ı Mekkiye adlı eserinin 1.cilt 8.bölümünde bu gezilerinden bahsetmiştir.

“-Orada bembeyaz kafûrdan bir yere girdim içinde çeşitli mekânlar vardı. Birisi ateşten daha sıcaktı. İnsan onun içine girer ve o ateş insanı yakmaz. Orada bazı mekanlar ılık bazı mekanlar soğuktu…

13 Nisan 2012 Cuma

Mü”min ne ta'n edici, ne lanet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayasızdır..HAYIRLI CUMALAR


ـ5344 ـ1ـ عن ابن مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # لَيْسَ الْمُؤْمِنُ بِطَعَّانٍ، وََ لَعّانٍ، وََ فَاحِشٍ، وََ بَذِيءٍ[. أخرجه الترمذي.»الطَّعَّانُ« الذي يطعن في أعراض الناس ويقع فيها، ومنه الطعن في النسب، وهو القدح فيه.و»البََذَاءُ« الفحش في القول.



1. (5344)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Mü”min ne ta'n edici, ne lanet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayasızdır." [Tirmizî, Birr 48, (1978).][2]



AÇIKLAMA:



1- Şarihler, mü'mine yakıştırılamayan  bu vasıflara yer veren insanın tekfir edilmeyeceğini belirtirler. Bu maksatla mü'min kelimesini "kâmil mü'min" diye  kayıtlarlar. Şu halde  kötü söz sarfetme alışkanlığı olan insan imanını kaybetmez ise de imandaki kemali kaybeder. Mü'min kişinin, şahsî planda hadisi mutlak ifadesiyle anlayıp "ağzımdan çıkan kötü söz imanımı tehlikeye atıyor" diyerek kötü söz sarfetmekten kaçınması gerekir. Kulluk ve Fahr-ı  Kâinat'a  ümmetlik edebi bunu gerektirir. Fakat kötü söz sarfeden kimseleri tekfire yeltenmemek gerektiği de  bilinmelidir.

2- Hadiste geçen kelimelerin hepsini kötü söz olarak anlamamız mümkün ise de, aralarında mana farklılıkları da var. Şöyle ki:

*  Ta'n etmek: Ayıplamak, şerefini düşürmek, izzet-i nefsini kırıcı kusur izafe etmek demektir.

* Lanet etmek: "Allah'ın  lanetine uğra", "lanet olsun", "mel'un" gibi tabirleri kullanmaktır. Allah'ın rahmetinden uzak olasın manasına gelir.

* Fahiş söz; kaba ve çirkin olan, kabalığı pek açık, söylenmesi çirkin olan sözdür, fuhşa müteallik müstehcen söz manasına da anlaşılabilir.

* Beziy; hayasız demektir. Zaten gerçek bir hayaya sahip olan insanın ağzından, önce vasfedilen kelamlar çıkmaz. en-Nihaye'nin açıklamasına göre beziy, lisanında fuhşiyat olan yani ağzı bozuk dediğimiz kimseye denmektedir.[3]

12 Nisan 2012 Perşembe

Köprü faciası için soruşturma başlatıldı

Çaycuma'daki köprü faciası için soruşturma başlatıldı

 Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Çaycuma'da Filyos çayı üzerindeki köprünün çökmesine ilişkin, idari ve adli soruşturma başlatıldığını bildirdi.

Yıldırım ile Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, köprünün çöktüğü bölgede incelemelerde bulundu.

Burada gazetecilere açıklamada bulunan Binali Yıldırım, köprünün neden çöktüğüne yönelik bir çalışma yürütüldüğünü belirterek, ''Teknik çalışma bir yandan sürüyor, bir yandan da idari soruşturma başlamış durumda. Kaybolan ve muhtemelen hayatını kaybeden vatandaşlarımızın olması dolayısıyla bir adli soruşturma da, eş zamanlı olarak başlamış durumda'' dedi.

KAYBOLAN MİNİBÜS BULUNDU
Zonguldak'ta köprünün çökmesi sonucu yolcularıyla Filyos Çayı'nda kaybolan minibüs bulundu.

Filyos Çayı'nda kaybolan minibüs bulundu Zonguldak Valiliği İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü ekipleri ile deniz polisi su altı ekibi tarafından sabah saatlerinde başlayan arama kurtarma çalışmalarında minibüsün bazı parçalarına ulaşıldı. Ekipler, minibüsün de aynı yerde olabileceği düşüncesiyle çalışmaları yoğunlaştırdı. 

 kaynak

EL-VEHHÂB (C.C.) “Türlü türlü nimetleri daima veren, nimetinin arkası kesilmeyen.”

EL-VEHHÂB (C.C.)


“Türlü türlü nimetleri daima veren, nimetinin arkası kesilmeyen.”

Bu mübarek isim, bize hibe edilen nimetlerin gerçek sahibinin Allahu Teâlâ olduğunu ihtar etmektedir. O ka­dar ki gökler dolusu nimet yeryüzüne akarken bu mü’min, bu kâfir, bu münafık, bu zalim denilmez. Cihan toprağında mekân tutan herkese Allah'ın bahşişi ulaşır.

Yine her mahlûkun yaradılışı da, Yüce Allah'ın bir bahşişi, bir keremidir. Çünkü hiçbir mahlûk kendi yaratılışında zerrece hak sahibi değildir.

Herşey Allah'ın dilemesiyle ve rahmetiyle olmuştur. Bildiğiniz gibi hibe: Hiçbir karşılık ve menfaat bekleme­den birine bir malı, bir nimeti bağışlamaktır.

“El-Vehhâb” ism-i şerifi, bu mânânın çoğunluğunu ifade etmektedir. Bu da, gece, gündüz, kış, yaz, bahar, aydınlık, karanlık demeden, her yerde ve her şeyi verebil­mek kudretidir. Dünya sultanlarından hiç biri zaman mekân boyunca buna kadir olamazlar. Çünkü onlar da bir başkasına muhtaçtırlar.

Allah Teâlâ, yerdekilerin de, göktekilerin de, denizde­ki balıkların da, karadaki ceylanların da ihtiyacını her an karşılamaktadır. Fil, o koca gövdesiyle açlığa mahkûm edilmediği gibi, aciz bir karınca da rızıksız kalmaz. Büyüğün, küçüğün, insanın, hayvanın ve herbir varlığın hacetini O'ndan başka kim karşılayabilir?

Kuru dallar üzerindeki kırmızı güller ona muhtaç olduğu gibi, gökte uçan şahinler de O'na muhtaçtır. Bir kaplan, pençesinin kuvvetiyle tavşan avlayamaz, ancak Cenâb-ı Hakk'ın kendisine takdir ettiği kadarına gücü ye­ter.

Yine bir kimse “Benim fidan boylu bir oğlum olsun” diye dayatamaz. Bütün âlem bir araya gelse eğer Allah takdir etmemişse, o kişinin evlât sahibi olması imkân­sızdır.

Çok kere insanlar nimetlerin içinde yüzerler de farkında olmazlar. Hiçbir şey ödemeden bunca nimete mazhar olan insan artık nimetin şükrünü ifa etmezse, ona insan sıfatı nasıl lâyık olur? Biz bu kadarcık nimetle de kalacak değiliz. Allah'ın bir de mü'minlere âhirette ve­receği nimetler vardır ki, onların sonu yoktur ve sayıya hesaba gelmez.

O halde yine rabbimizin bir âyeti ile soralım:

“Ey İnsan! O (lûtf-ü) keremi bol rabbine karşı seni aldatan ne?” [87]

Evet:


Allah'a dayan, terket, hüsrana varan yolu,

O'ndan başka kim açar, sonu daralan yolu? [88]
Kaynaklar
[87] İnfitar: 82/6.

[88] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 120-122.

NASR SURESİ Nasr suresi üç âyettir ve Medine'de nazil olmuştur.

NASR SURESİ


Nasr suresi üç âyettir ve Medine'de nazil olmuştur. Enes b. Malik diyor ki:

"Resuİullah, sahabilerinden bir adama: "Ey filan evlendin mi?" dedi. Adam: "Hayır vallahi ya Resuİullah, benim evlenecek hiçbir şeyim yok." dedi. Resuİullah : "Sende yok mu?" dedi. Adam: "Evet

var." dedi. Resullullah:"O, Kur'an'ın üçte biridir." dedi ve buyurdu ki: "Sende yok mu?" Adam: "Evet var." dedi. Resullullah: "O, Kur'anm dörtte biridir, "dedi.[1]

Hz. Aişe diyor ki:

suresi indikten sonra Resulullah hiçbir namaz kılmadı ki onun içinde  "Ey rabbim, seni teşbih eder ve sana hamdederim. Ey Alfahiıfa sen beni affet." demiş olmasın.[2]

Hadisin diğer bir rivayetinde de Resulullahın bu duayı, namazın rüku ve sücudlannda okuduğu rivayet edilmiştir.[3] O Abdullah b. Abbas diyor ki: suresi nazil olunca Resulullah:
 -"Kendi ölümüm kendime bildirildi." buyurdu ve bu surenin indiği yılda ru­hunun alınacağını beyan etmiş oldu.[4]

Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediğini rivayet ediyor:

- "Ömer, Bedir'e katılan yaşlı kişilerle birlikte beni meclisinde bulunduru­yordu. Bazıları da bu durumdan dolayı kızar gibi oldular. Dediler ki:
- "Niçin bu­nu aramıza katıyorsun? Bizim, bunun kadar oğullarımız var."
Ömer dedi ki:
-"Bunun, sizin de bildiğiniz gibi belli bir mevkii vardır."
Abdullah b. Abbas di­yor ki: "Birgün Ömer yine beni davet etti ve onların içinde bulundurdu." Abdul­lah b. Abbas devamla diyor ki: "Ben, Ömer'in, beni onlara göstermek için ça-ğırdğını anladım. Ömer, Allah tealimin  -"Allanın yardımı ve fetih geldiği zaman" kelamı hakkında ne diyorsunuz?" diye sordu.
Orada bulunanlardan bir kısmı:
 "Bize zafer geldiği ve fetih lutfedildiği zaman Allaha hamdetmemiz ve ondan af dilememiz emrolunmuştur." dediler. Diğer bir kısmı ise sustu, hiçbir şey söylemedi.
 Bunun üzerine Ömer bana:
-"Ey İbn-i Abbas, sen de böyle mi söylüyorsun?" dedi. Dedim ki:
-"Hayır." Dedi ki:
- "O halde ne diyorsun?" Dedimki:
-"Bu sure Resulullahın ecelidir. Allah bunu ona haber vererek buyurdu ki:
-"Allahın yardımı ve fetih geldiği zaman bu senin ecelinin alametidir. Rabbini hamd ile teşbih et ve ondan mağfiret dile. Şüphesiz ki o, tevbeleri çokça kabul edendir." Bunun üzerine Ömer dedi ki: "Ben de bun­dan ancak senin söylediğin manayı anlıyorum."[5]

- Abdullah b. Abbas diyor ki: inince Resulullah Fatıma'yı çağırdı.

Ona: "Ölüm haberim bana bildirildi." dedi. Bunun üzerine Fatıma ağladı. Resu­lullah: "Ağlama. Çünkü bana ilk kavuşacak sensin." dedi. Bunun üzerine Fatıma güldü. Resulullahm hanımlarından bazıları da onun güldüğünü gördüler ve "Ey Fatıma önce ağladığını daha sonra da güldüğünü gördük." dediler. Fatıma: "O bana, ölümünün kendisine bildirildiğini söyledi. Ben bunun üzerine ağladım. Sonra o, "Ağlama çünkü bana ilk kavuşacak olan sensin." dedi. Bunun için de güldüm." dedi.

Resulullah buyurdu ki: "Allanın yardımı ve fetih geldiği zaman işte Ye­men halkı geldi. Onlar, kalbleri en yumuşak insanlardır. İman Yemenlidir, Hik­met de Yemenlidir."[6]

Taberi'nin rivayetinde hadisin son bölümü şöyledir: "Yemen halkı geldi." Denildi ki: "Ey Allahın Resulü, Yemen halkı nedir?" Resululllah, "Onlar kalble­ri ince, tabiatları yumuşak bir kavimdir. İman Yemenlidir, Fıkıh Yemenlidir, Hikmet Yemenlidir."

Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

"Resulullah: "Allahı hamd ile tesbih ederim. Ondan af diler ve ona tevbe ederim." duasıni çok söyler oldu. Dedim ki:, "Ey Allahın Resulü, senin: "Allahı hamd ile tesbih ederim. On­dan af diler ve ona tevbe ederim." sözünü çokça söylediğini görüyorum." Resu­lullah: "Rabbim bana, ümmetimde bir alâmet göreceğimi bildirnişti. Onu gör­düğümde: "Allahı hamd ile tesbih ederim. Ondan af diler ve ona tevbe ederim." sözünü çokça söyleyecektim. Ben onu gördüm. O da: "Allahın yardımı ve fetih (Mekke'nin fethi) geldiği zaman, insanların, Allahın dinine bölük bölük girdik­lerini gördüğün zaman rabbini hamd ile teşbih et ve ondan mağfiret dile. Şüphe­siz o, tevbeleri çokça kabul edendir." süresidir." dedi.[7]

Ümmü Seleme, Ebul Âliye, Amr b. el-Ass, Abdullah b. Mes'ud ve diğer müfessirler bu surenin inişinden sonra Resululullahın, Allahı hamd ile çokça tes­bih ettiğini rivayet etmişlerdir.[8]



Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla.



1-3- Ey Muhammcd, Allahın yardımı ve fetih geldiği ve insanların, Allahın dinine bölük bölük girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini hamd ile tesbih et ve ondan mağfiret dile. Şüphesiz o, tevbeleri çokça kabul edendir.

Ey Muhammed, Kureyşe karşı sana Allahın zaferi geldiği ve Mekke'nin fethedildiği zaman insanların ve Yemen halkının grup grup, Allahın dini olan İslama girdiklerini gördüğünde rabbini överek, layık olmadığı sıfatlardan tenzih et ve ondan mağfiret dile. Zira o, tevbeleri çokça kabul edendir.[9]


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Tirmizi, K. Fadail el-Kuran, bab: 10, Hadis no: 2895

[2] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sure: 110, bab: 1

[3] Bkz. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sure: 110, bab: 1

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.I, S.217

[5] Buhari. K. Tefsir el-Kur'an. Sure: 110, bab: 3

[6] Darimi, K el- Mukaddime, bab: 14

[7] Müslim, K.es-Salah, bah: 220, Hadis no: 484

[8] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/254-259.

[9] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/259.

11 Nisan 2012 Çarşamba

MESED SURESİ (Tebbet Suresi)

MESED SURESİ (Tebbet Suresi)


Mesed suresi beş âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur. Abdullah b. Abbas (r.a.) diyor ki:

"Ey Muhammed, önce en yakın akrabalarını (kavminin ihlaslılarını) uyar."[1] âyeti nazil olunca Resulullah Safa tepesine çıktı. Oradan: "Ey sabah vaktine erişmiş insanlar." diye seslendi. "Bu kim?" dediler. Sonra toplanıp ona gittiler. Resulullah: "Söyleyin bana eğer sizlere: "Şu dağın eteğinden atlıların çı­kıp geleceğini haber verecek olsam bana inanır mısınız?" dedi. Onlar da: "Biz senin hiç yalan söylediğini görmedik." dediler. Resulullah: "Şüphesiz ki ben sizleri önünüzdeki (gelecek olan) şiddetli bir azapla uyarıyorum." dedi. Ebu Le-heb: "Elin kurusun (kahrolasın) bizi, başka bir şey değil de bunun için mi bura­ya topladın?" dedi. Sonra kalkıp gitti. Bunun üzerine suresi indi."[2]

Başka bir rivayette İbn-i Abbas şöyle demiştir:

"Resulullah "Batha"ya çıktı. Dağa tırmandı. Sonra: "Ey sabah vaktine erişmiş insanlar." diye seslendi. Kureyşliler toplanıp ona gittiler. Resulullah: "Söyleyin bana, ben sizlere, düşmanın sabah veya akşam baskın yapacağını söy­leyecek olsam bana inanır mısınız?" dedi. Onlar da: "Evet." dediler. Bunun üze­rine Resulullah: "Şüphesiz ki ben sizleri, önünüzdeki (gelecek olan) şiddetli bir azapla uyarıyorum." dedi. Bunun üzerine Ebu Leheb: "Sen bizi bunun için mi topladin? Elin kurusun, (kahrolasın) dedi. İşte bunun üzerine aziz ve celil olan Allah suresini indirdi.[3]

Rahman ve Rahim olan Allahm adıyla.

1- Elleri kurusun Ebu Lchcb'in. Zaten kurudu da.

Âyette zikredilen Ebu Leheb, Resulullahın amcalarından biridir. Asıl adı "Abdüluzza b. Abdülmuttalib"dir. Bu kişi Resulullaha çok eziyet ediyor, onu hakir görüyor ve onun dinini ayıplıyordu. Surenin nüzul sebebinde de zik-redildiği gibi, Resulullaha sertçe karşı çıktığı bir sırada bu sure nazil olmuştur.

"Elleri kurusun." diye tercüme edilen "Tebbet Yeda" kelimesi, Katade ve İbn-i Zeyd tarafından "Hüsrana uğrasın.1' şeklinde izah edilmiştir. Buna göre âyetin manası: "Ebu Leheb'in yaptıkları boşa çıksın ve hüsrana uğrasın, zaten boşa çıktı ve uğradı da! şeklindedir.[4]

2- Ona ne malı ne de kazandığı fayda verdi.


Abdullah b. Abbas ve Mücahid âyette zikredilen "Kazandığı" ifadesin­den maksadın, "Çocukları" demek olduğunu söylemişlerdir.

Bir kısım müfessirler "Ma ağna" ifadesinin başında bulunan harfinin, olumsuzluk takısı olduğunu söylemişlerdir.. Meal buna göre hazırlanmıştır.

Diğer bir kısım müfessirler ise harfinin soru edatı olduğunu söy­lemişler ve âyete şu şekilde mana vennişlerdir: "Allahm azap ve gazabına karşı Ebu Leheb'in malı ve kazandığı çocuklar, kendisine ne fayda sağlamıştır?" Ta-beri de âyeti bu şekilde izah etmiştir.[5]



3- O, yakında alevli bir ateşe girecektir.



Ebu Leheb, kıyamette, yanıp tutuşan bir ateşin içine girecektir.[6]



4-5- Boynunda, liften yapılmış bir ip bulunan, odun taşyan o karısı da.



Âyette zikredilen "Ebu Leheb'in karısı." Harb'in kızı "Erva"dır. Bu ka­dın Ebu Süfyan'ın kızkardeşi olup "Ümmü Cemil" ismiyle meşhurdur. Kureyşin ileri gelen kadınlarındandır. Resulullaha düşmanlık eden kocasına, inkarcılığın-' da devamlı yardımcı olmuştur. Âyet-i kerimelerde bu kadının, dünyadaki sıfatı ve âhirette uğratılacağı azap zikredilmeketdir. Bu kadının sıfatlarından biri de, "Odun taşıyan" diye tercüme edilen sıfatıdır.

Bir kısım müfessirler bu sıfatı, zahiri manasında alarak kadına, sırtında dikenler taşıyıp Resulullahın geçeceği yollara döktüğünden kendisine bu sıfatın verildiğini "Odun"dan maksadın da "Dikenler" olduğunu söylemişlerdir. Abdul­lah b. Abbas, Yezid b. Zeyd, Dehhak ve İbn-i Zeyd bu görüştedirler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu kadın dikenleri yüklenip getirir ve onlan Resulullahın yolu üzerine atardı ki Resulullahın ve sahabilerinin ayaklarım yaralamış olsun. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Diğer bir kısım müfessirler ise "Odun taşıyan" sıfatının mecazi anlamda kullanıldığını, bu kadına insanlar arasında koğuculuk yaptığı ve Resulullahı ayıpladığı için bu sıfatın verildiğini söylemişlerdir. Yani kadın koğuculuk yapa­rak insanları birbirine düşürmüş böylece odun taşıyarak ateş yakmış gibi olmuş­tur. Veya. dünyada iken koğuculuk günahını işleyerek cehenneme, kendisini ya­kacak odunu beraber götürmüş gibidir." demektir.

İkrime, Mücahid ve Katade bu sıfatı bu şekilde izah etmişlerdir.

Bazı müfessirler de bu kadının, Resululahı fakirlikle ayıpladığı için ken­disinin de "Odun taşıyan" sıfatıyla ayıplandığını söylemişlerdir.

"Liften yapılmış" şeklinde tercüme edilen ifadesi müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.

Abdullah b. Abbas, bu ifadeden maksadın: "Mekke'de bulunan ve kendi­leriyle odun taşınan ipler." demek oluğunu, İbn-i Zeyd ise "Yemen'de biten bir ağacın lifinden yapılan ipler" demek olduğunu söylemiştir.

Urve b. Zübeyr ise ifadesinden maksadın, başka bir âyette zikredilen "Yetmiş arşın boyunda demirden bir zincir" olduğunu söy­lemiştir.

Süfyan es-Sevri ise bu ifadeden maksadın, "Cehennemde onun boynuna sarılacak gerdanlık halini alacak ve yetmiş arşın boyunda olacak olan bir ip ol­duğunu söylemiştir.

Mücahid ise ifadesinden maksadın, "Makaranın ortasındaki demir." olduğunu söylemiştir. Buna göre âyetin manası, "O kadının boynunda, makaranın ortasındaki demirden uzanan bir ip vard.r." demektir.

Katade'ye göre ise ifadesinden maksat, "Kadının boynunda bulunan ve katır boncuğundan yapılan bir gerdanlıktır.

Taberi bu ifadeden maksadın, çeşitli maddelerden yapılmış bir ip" oldu­ğunu söylemenin daha doğru olacağını ifade etmiş ve Leşinin, lif, demir ve ağaç kabuğu gibi şeylerden yapılmış bir gerdanlık ola-bileceğini söylemiştir.[7]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] Şuara Suresi, 26/214

[2] Buharı, K-Tefsir el-Kıır'an, Sure: 111, bab: 1

[3] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sure: 111, bab: 2

[4] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/262-263.

[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/263.

[6] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/263.

[7] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 9/264-265.

EL-KAHHÂR (C.C.) “Her şeye gâlib ve ve hâkim. Bütün varlıkları emir ve iradesi altında döndüren.”

EL-KAHHÂR (C.C.)


“Her şeye gâlib ve ve hâkim. Bütün varlıkları emir ve iradesi altında döndüren.”

Yerde gökte ve bu ikisinin arasında ne varsa, herşey O'na râm olmuş, boyun eğmiştir. Cebrail (Aleyhisselâm)'-den tutun da bir kelebeğe kadar her varlık O'nun kudret elindedir.

O, güneşleri yerinden sökecek, yıldızları dökecek olsa, hiç kimse O'na mani olamaz. O'nun kudretinin önünde durabilecek bir arslan yoktur.

Bu mübarek isim, Yüce Allah'ın kahhar sıfatının, her veçhile üstün ve daima galib olduğunu ihtar etmektedir. Çünkü Kahr, bir şeye ona hor, hakîr ve helak edebilecek şekilde galib olmaktır. O kadar ki, Allah (Azze ve Celle), sonsuz kudretiyle, güç ve nihayetsiz kuvvetiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır. Alemler dolusu halk, gökler dolusu melek O'na ramdır.

O bir şeyi helak edecek olsa, artık hiçbir kuvvet O'nun önünde duramaz. Kahrına yerler, gökler, güneşler, aylar dayanamaz. Zaman mekân boyunca isyanı tufanlaşan ve Peygamberlerine karşı şeytan ile aynı safta yer alan nice ümmetleri ve milletleri kahrı ile mahv ve perişan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bunların ibretli kıssaları vardır.

Bir misal olarak Nuh tufanı kâfi... Dağların tepesine tırmanan kâfirler bile kendilerini Allah'ın kahrından kurtaramamışlardır.

Dünyamızda çok kere fırtınalar, zelzeleler, seller, âfetler olur. Bunlar tesadüfen olmaz. Koca koca ağaçların köklerinden söküldüğü, sarayların, köşklerin yere geçtiği, o hak tanımaz zâlimlerin karıncadan daha âciz bir hale geldiği görülmüştür. Demek ki Allah Teâlâ bazı kere de Kahhâr sıfatı ile tecellî etmektedir ki, gaflette olanlar uyansın ve Rabbinin büyüklüğü karşısında aczini bilsin...

Allah'ın kahrı karşısında lütfü da vardır. O eğer lütfü ile muamele etmeseydi, cihanda taş taş üstünde kalmazdı. Allah, lütfü için de, kahrı için de sebepler, vasıtalar vücuda getirmiştir. Gönül bağında iman sünbüllerinin boy vermesi gibi. Bir yere iyilik ağacı dikmek gibi. İnsaf, adalet, doğruluk, hakka vefa gibi bütün güzel huylar ve hareketler Allah Teâlâ'nın lütfuna ulaştıran vasıtalardır ki, “Zerre kadar hayır işleyen onun karşılığını görecektir.”

Bunun zıddı olarak, şirk, isyan, cehalet, zulüm, adam öldürmek, yalancılık, rüşvet, zina, kumar, içki ve bütün kötü huylar da kahrına bir davetiyedir. Kalblerdeki nuru söndürücü bu kötü ahlaktan dönülmedikçe selâmet bekle­mek beyhudedir. Yani bu günahlara ve kötülüklere tevbe edilmedikçe insana azap dokunur. Ve bu gibi çirkin huy­lar O'nun kahrına çarptıran sebeplerdir ki, dünyanın orasında, burasında zuhur eden felaketler bunun açık bir ifadesidir.

Kul ne yapmalıdır? Kulun padişahın kapısından başka gidecek yeri yoktur. Başka kapıya gidenler hep eli boş dönerler. Başkasından isteyenler mahrum kalırlar.

Biz Allah Teâlâ'nın lütfunu ve rahmetini istemek duru­mundayız. O'nun kahrını dileyenler de bulunur. Çünkü herkesin cüz'î iradesi vardır. O'na isyan edenler, onun pençe-i kahrından kurtulamazlar.

Kuşun ayağını vaktinde bağlamak lâzımdır. Kafesten uçan kuşun arkasından ah vah etmek faydasızdır.

Tâ gönülden yürekten şöyle niyaz edelim:

“Ey herşey kendisine boyun eğen,

Ey herşey kendisi için oluşan,

Ey herşey kendisiyle vücudda duran,

Ey herşey kendisine yönelen,

Ey herşey kendisinden korkan,

Ey herşey kendisini tesbih ve tenzih eden,

Ey herşey kendisiyle ayakta duran,

Ey herşey kendisine huşu duyan,

Ey herşey kendisine varan,

Ey herşeyin fânî olup da kendisi bakî olan (Allah'ım!) Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka (ibadete lâyık) İlâh yoktur. Sen emansın; bizi cehennem ateşinden halâs et.” [86]

Kaynaklar
[86] Cevşenü'l-Kebîr. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 118-120.

Allah Yolunda Cîhad

Cihadün Fi Sebilillah (Allah Yolunda Cîhad)


Allah yolunda cihad, sahâbe-i kirâm'm vazgeçilmeziydi. İslâm garib olarak geldi. Ama çok kısa bir zaman zarfında beşeriyet alemi içinde yayıldı, devlet olup uygulama imkânına kavuştu. İslam'ın hakikatten mahrum topluluklara ulaştırılması ve hakikatsiz kalmış topluluklar arasında sür'atle yayılmasının temel sebeblerinden biri de, Ashâb-ı Kirâm'm dini mübini İslâm'ı yaymak ve hayata âmir kılmak için her türlü fedakârlığı göze almalarıydı. Sahabeler; Allah Rasûlü'nün has talebeleri, İslâm ordusunun asil askerleri, Allah'ın kullarına Hakk'ın nazarıyla bakan, gönülleri merhamet, şefkat, hizmet, doğruluk, istiğna ve diğergamlık gibi risâlet nurlarîarıyla dolu takvayı azık edinmiş cihad ehli kimselerdir.

Sahabeler iman içinde bir hayat yaşayarak sahip oldukları Rabbanî değerler uğrunda fedakârlığın her türünü üstlenmiş, cihad-ı ekberi de ciahd-ı asgari da gereği gibi hakkıyla yerine getirme şevki ve gayreti için­de olmuş ve kendilerinden sonraki müslüman nesillere hareketli ve bereketli örnekler miras bırakmış fedailerdir. Onlar için hayat iman ve cihad ile anlam kazanıyordu. Nitekim sahabe neslinden Hz. Hüseyin (R.a.) şöyle diyor: "Hayat; iman ve cihaddır." Sahabe neslinin indinde "iman için cihad, cihad için iman" asla vazgeçilmez öncelikli bir müşterektir. Sahabe neslinin cihad anlayışı kendi nevi şahsına mün­hasırdır. Sahabe neslinin cihadı, İslâm imanını hayata dönüştürme eylemi idi. Dolayısıyla imanı hayata dönüştürürken önüne çıkan engelleri acı­madan bertaraf etmek, insanla İslâm arasındaki engelleri kaldırmak, insanlığı İslâm ile barıştırmak için her türlü cehdü gayreti göstermek, sahabe için cihad cümlesindendi.

Ashâb-ı Kiram için; "Gecelen zahid, gündüzleri mücahidi" tabirini kullanır. Bu tabirin kullanılması, sahabe neslinin kendi özgü meziyetlerinden ileri gelmiştir. Sahabe neslinin kendisine özgü meziyetlerinden birisi de, RasûlüIIah (sav)'in emrinde veya emriyle cihad yapmalarıydı. Rasûlüllah (sav)'in emrinde onunla ile birlikte cihad etmiş olmak, sonraki müslüman nesillerin sahip olamadıkları farklı bir bahtiyarlıktır. Bakınız tâbiun neslinden Süfyan b. Uyeyne (Rh.a.), Abdullah b. Mübarek hakkındaki görüşünü beyan ederken şunları söylü­yor: Sah âb elerin durumlarını ve Abdullah İbn-i Mübarek'in duru­munu inceledim. Nebi (sav) ile sohbette bulunmuş onun maiyetin­de/emrinde cihad etmiş olmaları dışında Abdullah'dan daha üstün bir yönlerini göremedim. [154]

Sahabelerin cihadı, Allah yolunda olmakla mukayyeddi. Allah yolun­da cihad; mü'min insanın hayatı imana adaması ve bu adayışmı kalbiyle, eliyle, diliyle, servetiyle fiilen ispatîamasıdır. Sahabeler bunu yapmış­lardır. Sahâbe'de cihad, başlı başına bir yaşam tarzıdır. Sahabeler cihad'ı terketmeyi, kendi eliyle kendisini tehlikenin içine atmak olarak biliyordu. [155]

Sahabe nesli, Allah yolunda rızkını kılıçların gölgesinde arayan bir nesildir. İmam Muhammed (Rh.a.) "Siyer-i Kebir" adlı eserinde Rasûlüllah (sav)'in şu hadisini kaydediyor: Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

“Allahû Teâla, kıyametin kopmasına yakın bir zamanda beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında yahut mızrağımın gölgesinde (ravinin şüphesidir) kıldı. Bana muhalefet edene de zillet ve küçüklük verdi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse o onlar­dandır."

"Beni kılıçla gönderdi" sözünden maksad, beni Allah yolunda cihad etmek üzere gönderdi, demektir. Rasûlüllah (sav)'in Tevrat'taki vasfı şöyledir:

“Düşmana karşı savaşla mamur bir Peygamberdir. Cesaretin şid­detinden gözleri kırmızıdır." Ümmetinin vasfı ise şöyledir:

"Kitapları kalblerinde saklı ve kılıçları omuzlarındadır.” [156]

Sahabe nesli, mücahidliği Kur'an ayetleriyle tescil edilmiş bir nesildir. Onlar, Rasûlüllah (sav) ile birlikte onun emrinde cihad ederek mücahid oldular. Allahû Teâla buyuruyor:

“Allah'a iman edin ve Rasûlü ile birlikte cihada gidin." diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden mal mülk sahibi olanlar senden izin istediler ve "bırak bizi oturanlarla beraber oturalım" dediler.” [157]

“Onlar, oturanlarla beraber oturmaktan hoşlandılar. Kalblerine mühür vuruldu. Bundan dolayı onlar anlayışsızdırlar.” [158]

“Fakat Peygamber ve onunla beraber olan müminler mallarıyla; canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır. Murada eren­ler de İşte onlardır.” [159]

“Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İçlerinde ebedi kalacaklardır. İşte o büyük kurtuluş budur.” [160]

Ashâb-ı Kiram, cihadsız cenneti düşünmeyen bir nesildir. Sahabeler, cihadlarıyla cenneti hakeden cennetliklerdir. Onların cihadı, fitneden eser kalmayıncaya ve din de (hayat sistemi de) bütünüyle Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine has kilınmcaya kadar devam eden bir cihaddır. Allah yo­lunda cihadın kıyamete kadar devam eden bir ibadet olgunu kabul etmek, Ashâb-ı Kirâm'ı izlemenin değişmez asgari şartîarındandır.

Kendilerini mevsimlik cihad anlayışlarına kaptıranlar, sahabenin izinde yürümeyenlerdir. Dolayısıyla cihadsız bir nesil, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmaz. Allah yolunda cihad, sahabenin hayat tarzıdır. Sahabe, hayatını ve servetini cennet karşılığında Allahû Teâla'ya satan kârlı nesildir.

Sahabeler dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, Allah yolunda cihad onların asla ve kafa vazgeçemedikleri öncelikli müştereklerindendi. Onlar, mazeretsiz terk-i cihadı, nifak alâmeti kabul ediyorlardı. Nitekim Sahabe neslinden Hz. Ebu Bekir (R.a.) der ki: "Cihadı terkeden , zillete düşer." Cihad öyle bir ibadettir ki; ihyası izzetin garantisi, terki ise zilletin davetiyesidir. Cihadsız gün geçirenler, zelil olmaya mahkûm­durlar. Kısacası; Ashâb-ı Kirâm'm yolunda gitmek ve onların kıvam .göstergelerinden hayatımıza izler taşımak izzet, bunu ihmal etmek ise zil­lettir. Sahabe keyfî, küfrî ve cebrî güçlere boyun eğmemiştir. Aksine sahabe nesli, keyfî, küfrî ve cebrî kadroların iktidarlarını, düzenlerini ortadan kaldırmak için adeta cihadı nimet bilmiştir. Onlar Allah yolunda şehid olmayı hayattan daha çok sevmişlerdir.

Yukarıda mahiyeti izah edilen Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergeleri, hangi çağda ve mekânda olursa olsun, İslâm adına ve müslümanları temsilen oluşturulan tüm oluşumlarının vazgeçilmezleri sayılırlar. Çalışma programlarında Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergelerine yer vermeyen oluşumlar, Rasûlüllah (sav) ve O'nun sahabelerinin üzerinde bulundukları yolun üzerinde sayılmazlar. Yani sahabelerin hassasiyetlerini hassasiyet edinmeyenler, sahabenin yolunda sayılmazlar.

Netice olarak Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergeleri, bir kurtuluş nes­linin cennetlik belgeleridir. Onları hayata taşımak, yeniden Asr-ı Saadeti oluşturma imkânına kavuşmaktır. Yeni Asr-ı Saadetler oluşturmak isteyenler, Ashâb-ı Kirâm'in kıvam göstergelerini gündemlerine taşımak mecburiyetindedirler. Bunun da yolu sahabelerin hayatlarını inceleyerek, onların fıkıhlarını anlamak ve onların İslâm'ı yaşadıkları gibi yaşamaktır.

Hayat muallimi olarak Rasûlüllah (sav)'ın örnekliğinde ve önder­liğinde İslâm'ı anlamak ve yaşamak, herkese nasib olmayan Rabbani bir nimettir. Bu nimete sadece sahabe nesli nail olmuştur.

Sahabe nesli, Allahû Teâlâ ve Rasûlünün tezkiye ve ta'diline mazhar olduğu için, İslâm dinini anlamada ve yaşamada ölçü kabul edilmiştir.

Fıkhu's sahabe denildiğinde iki şey aklımıza gelmelidir: Birincisi sahabeleri oldukları gibi tanımaktır. İkincisi ise sahabelerin İslâm'ı anla­maları ve yaşamalarıdır. Sahabenin İslam'ı anlaması yani fıkhı özeldir. Çünkü saâbenin kavli ve fiili dinde delil kabul edilmiş ve onlardan sonra gelen müslüman nesiller için bağlayıcı olmuştur. Bunun için tarih boyun­ca her iki boyutuyla fıkhu's sahabe hep İslâm ümmetinin gündeminde olmuştur.

Akide ve iman dünyasında ortaya çıkmış olan, tarihin haber verdiği şerefli bir topluluğun haberleri ne uydurulmuş bir olaylar manzumesidir, ne de olur olmaz söylenmiş sözlerdir.

Bütün bir tarih, güvenilirlikte, doğrulukta ve hakikati araştırmada İslâm tarihi ve kahramanlarının şahid olduğu böylesi bir zaman dilimine şahid olmamıştır. Çünkü bu devrin öğrenilmesi ve araştırılması uğrunda harikulade beşerî bir gayret ortaya konulmuştur. Yüce İslâm alimleri, İslâm'ın ilk asrında küçük bir fısıltı ve kıpırdanmayı dahi ihmal etmek­sizin araştırma laboratuarına getirmişler, tenkit süzgecinden geçir­mişlerdir.

Allah Rasûlünün eşsiz sahabesinin şerefli tabloları, her ne kadar efsane gibi görense de efsane değildir. Bilakis bunlar, o yüce kimselerin şahsiyet ve hayatlarında şekil bulmuş hakikatlerdir. Ve onlar zirveleşenlerdir, ışık saçanlardır. Yazarların ve vasfedenlerin istedikleri kadar değil, bizzat o hakikatlerinin sahiplerinin, enginlik ve kemal yolunda olağan üstü gayret sarfedenierin istedikleri kadardır. Şu nokta önemlidir ki; tarih, adalet ve kemalin gerçekleşmesi için azm ve niyetlerini pekiştirmiş ve bu uğurda hayatlarını ortaya koymuş, sınırsız cesaret ve kahramanlık örneği göstermiş, Allah Rasûlü'nün etrafında, öbeklenen insanlar gibi başka bir topluluğa şahit olmamıştır.

Sahabeler, tam beklendikleri zamanda ve söz verildikleri günde geldi­ler... Onlar, Peygamberleriyle (sav) beraber, müjdeleyici ve kulluk edici olarak geldiler. Hayat, kölelik zincirini kıracak, insanlığı şu anda ve gele­ceğinde hür kılacak kahramanlar beklerken, onlar, peygamberlerinin (sav) arkasından, devrimci ve hürriyetçi olarak geldiler. Ve hayat, insanlık medeniyeti için yeni ve sağlam doğuşlar ortaya koyacak insanları bek­lerken, onlar, öncüler ve uzak görüşlü olarak geldiler. Bunlar, kısa bir zamanda bu kadar şeyi nasıl sığdırabilirlerdi? Koca bir imparatorluğu köhne bir âlemin başına geçirip, onları atılmış birikinti haline nasıl getire­bilirlerdi. Bütün bunların ötesinde, bütün bir insanlığı, tevhid ışığı ile aydınlatacak ve onu ebediyete kadar muhafaza edecek böyle bir oluşumu ışık hızıyla gerçekleştirmeye nasıl güç yetirebilirlerdi?

Hiç şüphesiz bütün bu gerçekleşenler bu mucizeleri, büyük mucize Kur'an-ı Kerim'in nüzulünün, Rasûl-ü Emin'in tebliğinin ve ümmetinin, nurlu yola baş koymasının yansımalarından başka bir şey değildir.

Sahabe nesli, öncelikli olarak Kur'an'dan, sünnetten Allahû Teâla'ya olan kulluğunu kemale erdirmek için hükümler istinbat etmiştir. Bakınız Abdullah İbn-i Abbas (R.a.) şöyle diyor: "Hanımımın benim için süslendiği gibi, ben de onun için süslenmek istiyorum. Zira Allahû Teâla "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet süresi beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine helâl olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları da, barışmak istedikleri takdirde o süre içersinde onları geri almaya daha layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki meşru hak gibi, kendilerinin de haklan vardır. Yalnız erkekler için, onların üzerinde bir derece vardır. Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."

Kitap ve sünnete göre düşünmek suretiyle kitap ve sünnet bağlısı olarak yaşamak, sdahâbe gidişatını takib etmekle mümkündür. Şunu kabul etmek gerekir ki Hz. Peygamber (sav)'in ilk işi; İslâm'ın şahıs­larında canlandığı bireyler sahabeler de bu kıvamı temsil eden ilk müslüman nesildir.

"Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz ve Celil olan Allah'ın hatırlandığı kimselerdir.” [161] hadisi, hem bu gayeyi hem de sahabe neslinin genel niteliğini tespit ve tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki: Sahabeler, Kitap ve Sünnet ehlidir. Sahabelerin yolunu izlemek, Kitap ve Sünnet'e uymak anlamına gelir. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine tabi idiler. Sünnet'e ittiba eden Kur'an'a tabi olmuş demektir. Sahabeler bu konuda en önde gelenlerdir. Rasûlüllah (sav) sahabelere Kur'an'm lafzını getirip bildirdiği gibi, man­asını açıklamıştır, "insanlara ne indirildiğini açıklayasın diye.” [162] ayetinin öncelikle sahabeleri kapsadığı açıktır. Dolayısıyla sahabe fıkhı; Allahû Teâla 'nın ayetlerinden, Rasûlüllah (sav) 'in sahih sünnetinden isa­betli hükümler çıkarmak ve ihtilaflı konuların çözümüne ulaşabilmek için anlamı açık olan muhkem ayetlerden hareket etmek, sahih hadislerin beyanlarını dikkate almak, nassları bütünlük içinde anlamaya çalışmak, nakli ve aklî bir zaruret bulunmadıkça nassların zahirine bağlı kalıp akit nakle tabi kılmaktır.

Sahabeler, vahyin fikir işçiliğini yapmışlardır. Kur'an'dan hüküm istinbat ederken kendi nefislerine pay çıkarmayı devre dışı bırak­mamışlardır. Bakınız Allahû Teâla şöyle buyuruyor:

"Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yansında ve üçte birinde kalk­tığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yap­tığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu saya­mayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın îütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'an'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. [163] Kendiniz için gön derdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” [164]

Burada Allah'ın lütfün dan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yanyana zikredilmiş olmalarında bunların ikisinin de mükâfatta birbirlerine yakın olduklarına işaret vardır. Beyhaki "Şuab-ı İman" da ve daha başkaları Hz. Ömer (R.a)'in: "Bana ölümün geleceği haller içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir dağın iki bölüntüsü arasında Allah'ın lütfundan bir şey aradfğım sırada ölümün bana gelmesidir." dediğini ve bu âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. [165] Dikkat edilirse, sahabe önce kendi nefsi için ayet-i kerime'den ders ve vazife çıkarıyor. Sahabenin fıkhında Allah yolunda ve Allah'ın hükmüne bağlı kalan tüccarla, mücahid eşdeğerdi. Şunu bilelim ki; sahabeler fikıhleri gereği ticaretleri cihad, cihadları ticaret olan bir nesildi. Allah yolunda ticareti cihada dönüş­türmek ve cihad atmosferinde tutmak, sahabenin fıkhına ittiba etmenin gereğindendir.

Abdullah b. Ömr (bir rivayette Abdullah b. Abbas) "İnsanın kıldığı namaz, bazen başına belâ olur" diyor. Bu nasıl şeydir. Allah rızası için kılman bir ibadet nasıl belâ olur? diyorlar. Abdullah (R.a.) da şöyle cevap veriyor: İnsan namaz kılar ve hayatı boyunca bu namazına devam eder, fakat bu namazı kendisini münkerden/kötülükten ve fahşadan nehyetmez/alıkoymaz. Bayatı boyunca -Ben namaz kılıyorum- zanneder fakat hayatın sonunda iş muhasebeye ve muhakemeye geldiğinde, esas kriter ve ölçü ortaya konulduğunda kıldığı namazların Allah'ın istediği ve Peygamberin öğrettiği namaz olmadığı ortaya çıkınca, bu namazlar bu adamın başına belâ olur, çünkü kendisini aldatmıştır" diyor. [166]

Sahabe fıkhı, her konuda vahyi öne çıkarma fıkhıdır. Kur'an ayetini tanımamak, bilmemek sahabeleri mahzun ederdi. Yani hüzünlü hale getirirdi. [167] Sahabelerin gündemini Kur'an ayetleri oluşturuyordu. Onların bütün çaba ve gayretleri, Allah'ın kitabını Allah'ın muradına göre öğrenmek ve uygulamaktı. Bakınız Abdullah b. Mesud (R.a.) şöyle diyor: "Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birinin olduğunu bilseydim, bineklerin ulaşabildiği yere kadar gider, ondan istifade ederdim.” [168]

Sahabelerin hepsinin seviyesi bir değildi. Onların Kur'an-ı Kerim'i anlama hususunda seviyeleri farklı farklı idi. Bakınız Tabiun neslinden Mesruk (Rh.a.) şöyle diyor: "Kur'an-i Kerim'i fıkhetme/anlama, kavrama hususunda sahâbelrin kimi bir kişiyi, kimi iki kişiyi, kimi on kişiyi, kimi yüz kişiyi, kimi de tüm insanlığı sulayıp doyuracak düzeyde bir anlayış sahibi idiler. [169] Dikkat edilirse, sahabeler, İslâm ümmetinin fıkıh mual­limleridir. Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın muradına göre anlaşılmasında Kur'an'm ilk nesli olan sahabenin Kur'an fıkhı, İslam ümmetini bağlar.”

Kitap ve sünnet bağlısı yaşamanın örnekleri olan sahabelerin fıkhını hor ve hakir görme hakkına hiçbir müslüman sahip değildir. Kim ne derse desin, Allahû Teâla'nın kendilerinden razı olduğu, kendilerinin de Allahû Teâla'dan razı oldukları bizzat Kur'an tarafından haber verilen bir neslin fıkhı, Allahû Teâla'ya kulluk eden herkesi bağlar.

 Kaynaklar
[154] Siyeru A'lâmi'n Nübelâ/Zehebî, C:8, Sh: 390

[155] Tirmizî, Tefsir: 3.

[156] Sieyr-i Kebir/İmam Muhammed/Şerh: Serahsi, Ter: M. Said Şimşek, C:l, Sh: 38, İst/1980

[157] Tevbe: 9/ 86.

[158] Tevbe: 9/ 87.

[159] Tevbe: 9/88.

[160] Tevbe: 9/89.

[161] Sünen-i İbn-i Mace, Zühd: 4

[162] Nahl: 16/44

[163] Hayırlı işlere mal sarfedin

[164] Müzemmil: 73/20

[165] Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C:8, Sh:5444, İst/1971

[166] Vahiy Kültürü/Ruhi Özcan, Sh:95, İ-t/1996

[167] İbn-i Kesir, Tefsiru'l Kur'ani'l Azim, C:3, Sh: 414; Allame Alûsî, Ruhu'l Meani, C:l, Sh: 5

[168] Kurtubî, el- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an, C:l, Sh:35; Zerkeşi, el- Burhan Fi Kur'an, C:2, Sh;157, Beyrut/1972

[169] Zehebi, et- Tefsir ve'l Müfessirun, C:l, Sh-38 Kahşre/1989.


EL-ĞAFFÂR (C.C.) “Çok affedici ve (kullarının ayıblarını) örtücü.”



EL-ĞAFFÂR (C.C.)


“Çok affedici ve (kullarının ayıblarını) örtücü.”

Bu mübarek isim bize, dağlar kadar büyük günahımız olsa da, Allah'ın rahmetinden ümit kesmememizi ihtar etmektedir. Çünkü hiç bir günah ve suç, Allah'ın rahmetin­den büyük olamaz. Eğer insanların günahları üstüne bir perde çekilmemiş olsaydı, belki sokağa âlemin içine çıkacak halimiz kalmazdı.

Beşer şaşar demişlerdir. İnsan günah ve hata edebilir. Asıl olan günah ve hatada ısrar etmemek, hemen Allah Teâlâ'nın dergahına yüz tutup O'ndan mağfiret dilemek­tir. “Ben mahvoldum, artık Allah beni affetmez” demek hatanın en büyüğüdür. Aklımızın alamayacağı büyük­lükte günah olsa bile Allah'ın rahmeti ve mağfireti hep­sine yetişir. Cenâb-ı Kibriya'nın mağfiret sıfatı bize gün görmemiş incilerden daha parlak ümitler bahşetmektedir.

O kadar ki, şirk kuyusuna düşen bir insan dahi hemen o halinden döner, Allah'ın varlığına, birliğine ve Resûl-i Zîşanın getirdiklerine iman ederse, bu iman Allah ta­rafından kabul edilir ve o adam kendi nefsini ebedî olarak cehennemde yanmaktan kurtarır.

Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve kevser havuzunun sahibi Cenab-i Nebi (s.a.v):

“Tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir!” buyur­muşlardır. Gönül aynasının kirlerini tevbe süngerinden başka silecek bir şey de yoktur. Bedenimizi, elbisemizi su ile nasıl pak ve temiz ediyorsak, manevî kirlerimizi de tevbe suyu ile gidermek lazımdır.

Günah deryalarına gark olan kimse günahını küçük görür, istiğfar etme ihtiyacı duymazsa, gün gelir gönül ci­hanı tamamen kararır ve belki de onun felâketi olur.

İnsanın iki büyük düşmanı vardır. Şeytan ve nefis. Bunlar iki ahbap çavuştur ki, bunların elinden selâmet bu­lan kişi, her belâdan halâs olur.

Açık açık günah işleyenleri ve “sen benim kalbime bak!” diyenleri çok görmüşsünüzdür. İşte bu söz felâketin tâ kendisidir. İnsan günahından nedamet duymadıkça nasıl affa uğrar?

Evet:



Ölünün dili olsa diyecekti ki sana:

Ben fırsatı kaçırdım, tevbe et günahına!..



İnsanı yokluktan varlık âlemine getiren, ona göz, gönül, akıl ve lisân bahşeden Allahü Teâlâ Kerîm kita­bında buyuruyor ki:

“Rabbini tesbih et, O'na hamdeyle ve O'ndan mağfiret dile. Muhakkak ki O tevbeleri son derece ka­bul edendir.”[84]

Şeyh Sadi, Gülistan’da şöyle hikaye eder:

“Bir gün bir sarhoş, şarabın tesiriyle bir mescidin odasına girdi. Orada Cenâb-ı Hakk'ın kerem eşiğine baş koyup inledi. Gözyaşları ile yerleri suladı:

“Yâ Rabbi, Yâ Rabbi, diyordu, beni Firdevs-i A'lâya koy. Bana cemalinle ikramda bulun!”

Bu hali gören müezzin, sarhoşun yakasından tuttu:

“Ey akıldan, dinden gafil adam, dedi, senin mescid ile ne münasebetin var? Sen ne amel işledin de hacet diliyorsun? Hiç sıkılmadan da Allah'tan Firdevs'i istiyorsun. Vah sana vah! Bu çirkin yüze naz yakışır mı? Sen kimsin, Allah'tan cennet istemek kim? Haydi işine!”

Sarhoş bu sözleri işitince ağladı:

“Ey efendi, dedi, ben bir hata işledim, kötülüğe bulaştım. Benden elini çek! Bana dokunma! Zaten yaralı olan kalbimi de kırma! Cenâb-ı Hakk'ın lütfuna günahkâr­lar da ümitlenirler. Buna teaccüp mü ediyorsun? Hem ben senden de bir şey istemiyorum. Tevbe kapısı herkese açıktır. Allahu Teâlâ'nın mağfireti o kadar büyüktür ki, o büyüklüğün yanında ben kendi günahımı büyük görmek­ten utanırım!”

Gerçekten bu söz sarhoş sözü de olsa doğrudur. Cenâb-ı Hakk'ın kapısı sadece iyilere açık olacaksa, kötüler nereye gitsin, kime iltica etsin?

Ulemânın bildirdiğine göre her günahtan tevbe etmek vaciptir. İşlenen günah yalnız Allah'a karşı olup kul hakkına taalluk etmiyorsa, bu gibi günahtan tevbe etme­nin üç şartı vardır:

a) O günahı terk etmek,

b) Günahı işlediğine pişman olmak,

c) O günahı bir daha işlememeğe azmetmek...

Meselâ: Farz namazları vaktinde kılmamak, büyük bir günahtır. Namazların vaktinde eda edilmesi ise mağfirete vesiledir. [85]
Kaynaklar
[84] Nasr: 110/3.

[85] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 115-117.

10 Nisan 2012 Salı

Beni Yalnız Bırakma


Hasretimsim

Kavuşmadan ayrılık hasretindeyim ben
Kimse anlamaz halimden
Anlatmak da istemem zaten
Bu bir yolculuk Taa Asri saadete giden
Gül Sultanım sana Hasretim ben
Kimse anlamaz halimden
Hasretim dile gelmez
Gözlerimden dökülür ıslanır kelimeler
Görse gönül hücrei saadette seni..
Taaa şimdiden halimdir sana gelen
Ya Rasülallah hasretimsin sen
Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammed
Beytullah'ın her karışında
Medine'nin çöl fırtınasında
Hacıların gözyaşlarında aşklarında
Sen varsın bana da misafir ol
Benim Gül Sultanım
Oraya geldiğimde bana da misafir ol..
Bu gönül seni bekleyecek
Tüm bakışlarda her taşta
Her fırtınada seni arayacak.
Attığım her adımda seni arayacak
Bana da gel olur mu
Beni Yalnız bırakma..

Emine Kaya 10.04.2012

Kur'ân Tilâveti

Tilavetü'l Kur'an (Kur'ân Tilâveti)


Ashâb-ı Kiram, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü ile tarih sahnesine çıkmış olan nurlu bir nesildir. Sahabeler, müslüman kimliğinin farkına Kur'an-ı Kerim ile varmışlardır. Sahabeler; Kur'an-i Kerim'in muhatapları ve nüzulünün şahidleridir.

Onların cennetlik kalitelerini gösteren tanıtıcı özelliklerinin arasında Kur'an tilâvetinin yer alması, bu neslin diğer nesillerden ayrıcalıklı nite­liğini oluşturan en temel hayat kaynağı Kur'an-ı Kerim'i dikkatlere sun­mak anlamına gelmektedir. Şunu bilelim ki; müslüman kişi ve toplum­ların müslümanhk seviyesi ve kıvamı, Kur'an-ı Kerim ile ilişkilerinin kesintisizliğine ve sağlamlığına bağlıdır. Kur'an-ı Kerim'i merkezine oturtmayan bir hayat, İslâm ölçüleri çerçevesinde tek kelimeyle batıl ve atıl bir hayattır.

İslâm kültürünün kaynağı ve başlangıcı Kur'an'dır. Kur'an ile irti­batını kesen bir neslin İslâm kültürü olamaz. Çünkü İslâm kültürü, vahiy kültürüdür. Kur'an ile irtibatını kesen bir insanın vahiyden haberdar olması mümkün değildir. Sahabeler vahiyden uzak düşmemek için, Allahû Teâla'nın muradına ve rızasına uygun bir hayat yaşamak için Kur'an tilâvetini, eğitimini hayatlarının büyüteçleri haline getirmişlerdir. Nitekim İslâm'ın başlangıç yıllarında Rasülüllah (sav) "Kur'an", "Ayet", "Sure", "Vahy" gibi kavramların müslümanların kafa ve kalblerinde iyice yerleşip billurlaşmasına kadar Kur'an'ın ihmaline herhangi bir şekilde ve sebeple yol açmamak için, kendi sözlerinin bir müddet yazılmasını bile yasaklamıştır. Rasülüllah (sav)'in bu tavrı, İslâm toplum­ları ve müslüman bireyler için Kur'an-ı Kerim'in, ne derece hayatî bir konumda olduğunu ve olması gerektiğini tespit, tescil ve teşhir eden metod değeri pek yüksek tarihi bir nebevi uygulamadır. Bu durumun şuu­runda olan sahâbîler bir yandan Kur'an-ı Kerim'e gösterdikleri özenle dikkat çekerlerken bir taraftan da Kur'an'ın ihmal edilip edilmeme endişe ve güvenine dayalı olarak hadislerin yazılmasından başlamak üzere diğer bilimsel faaliyetlere olumlu veya olumsuz tepkilerde bulunmuş ve yak-aşımlar sergilemiş olmalarıyla Kur'an kaynaklı düşünce, kültür ve nedeniyet dünyasının ilk temsilcileri olmuşlardır. Hz. Ömer (R.a.) bir ıitabesinde şöyle der: "Kur'an okuyun ki onunla tanınasınız; onunla amel edin ki Kur'an ehlinden olasınız.” [145]

Sahabeler; Hz. Muhammed (sav)'in vahiy kültürünün temsilciğini yapan ilk medenî müslümanlardır. Elbetteki bütün müslümanlar mede-ııdir. Sahabeler arasında Kur'an-ı Kerim; tefekkür ile tertili üzere okunan, bellenen, uygulanan, hayata dönüştürülen, ihmal ve ihlal edilmesine asla göz yumulmayan bir kiatptır. Yani sahabe hayatının özünde kitap olarak Kur'an vardır.

Hayatü's sahabe, Kur'an zengini bir hayattır. Allahû Teâla buyuruyor:

“Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, "Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?" der. Fakat mü'minlere gelince, aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar.” [146]

Bu ayet-i kerime, sahabe döneminde Kur'an tilâveti ve Kur'an eğiti­minin bir zenginlik kaynağı kabul edildiğini göstermektedir. Kur'an eğiti­minden geçmeyen, Kur'an'ı tilavet etmeyen ve Kur'an'ı anlamaya yanaş­mayan bir kişi mü'min de olsa îslâmî açıdan kültür fukarası sayılır. Kur'an zengini bir hayatın nasıl gerçekleştiğini Abdullah İbn-i Mesud (R.a.) şöyle açıklıyor: "Bizden bir sahâbî, Kur'an-ı Kerim'den on ayeti öğrendiği zaman, ayetlerin anlamını iyice kavramadan, onlarla amel etmeden başka ayetleri öğrenmeye kalkışmazdı.” [147]

Ashâb-ı Kiram, Kur'an tilâvetini öncelikli olarak önemsemiş, Kur'an ayetlerini anlamayı ve hayata dönüştürmeyi en mühim mesele haline getirmiştir. Enes b. Malik R.a. rivayet ediyor: "Ashâb-ı Kiram bir âyet-i kerime hakkında ihtilafa düşerlerdi. Bu sefer: Bu âyeti Rasûlüllah (sav) filan oğlu filana okutup öğretti derlerdi. Kimi zaman bu kişinin bulunduğu yer Medine'den üç günlük uzaklıkta olurdu. Ona haber gönderilir, bu adam getirilir ve şöyle denilirdi: Rasûlüllah (sav) şu âyeti sana nasıl okutup öğretti? O da, öğrendiği şekliyle söyler ve onun dediği gibi yazarlardı.” [148]

Abû Abdurrahman es-Sulemî (R.a.) şöyle demiştir: "Biz, Kur'an-ı Kerîm'den on âyet-i kerîme öğrendik mi, o on âyetin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğrenmedikçe bîr sonra ki on âyeti öğrenmeye geçmezdik."

Abdullah İbn-i Ömer (R.a.) rivayet ediyor: "Bu ümmetin ilkleri döneminde Rasûlüllah (sav)'in ashabından faziletli olan bir kimse, Kur'an-ı Kerim'den ancak bir sure ya da ona yakın bir miktar ezber­lerdi. Onlara Kur'an gereğince amel etmek ihsan buyrulmuştu.” [149]

Allah'ın arzında her mü'min insan kabı ve kapasitesi kadar Kur'an'dan istifade eder. Sahabelerin kıvamını oluşturan müşterek ihmal edilmez ve vazgeçilmez nokta, onların Kur'an âyetlerini Peygamber (sav)'in örnekliğinde ve önderliğinde hayata dönüştürmüş olmalarıdır. Sahabeler, Kur'an ile hukuklarını hep canlı tuttular. Onlar arasında yaygınlaşan ve sonraki müslüman nesillere intikal eden her gün belli bir miktar Kur'an okuma; "Hizb", Kur'an'ı tümüyle ezberleme; "Hıfz" ve hassaseten Ramazan aylarında Kur'an-ı Kerim'i baştan sona okuyup din­leme; "Mukabele" gelenekleri, Kur'an ile zenginleştirilmiş hayatın tilâvet ağırlıklı uygulamalarından bazı güzelliklerdir. Sahabelerin Kur'an tilâvetine olan düşkünlükleri ve Kur'an'ı baştan sona okuyup hatmetme iştiyakları, Rasûlüllah (sav) tarafından "haftada bir hatim" sınırla­masının getirilmesine sdebep olmuştur. [150] Münkir ve müşriklerin yasaklan ve dayakları, mü'minleri Kur'an öğrenmekten ve başkalarına öğretmekten alık oy amam ıştır. Ebû Talha (R.a.) rivayet edi­yor: "Birgün mescide girdiğimde Rasûlüllah (sav)'in açlıktan karnına taş bağlamış olduğu halde, ayakta suffe ehline Kur'an okuttuğunu gördüm.” [151] Ashâb-ı Kiram, aç kalmaya, susuz kalmaya tahammül etmiş, ama bir an olsun Kur'an'sız kalmaya tahammül etmemiştir.

Ashâb-ı Kiram'ın en önemli özelliklerinden birisi de, müslüman kimliklerini ibraz etmeye, inançlarını izhar ve insanlara ulaştırmaya Kur'an tilâvetiyle başlamış olmalarıdır. Onlar, hayatm müslümanca yaşanmasının yolunun tilâvetü'l Kur'an'dan geçtiğine inanıyorlardı. Kur'an okumayan, anlamayan, dinlemeyen, Kur'an ayetlerini uygulamayan ve bilgi dağar­cıklarında Kur'an'dan ayetler bulunmayanlar, harebe ev gibidirler. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Hafızasında Kur'an'dan bir şey bulun­mayan beden, harab olmuş ev gibidir.” [152] Rasûlüllah (sav)'in bu beyan ve tesbitinde gündeme gelen harabelikten, mahrumiyetten sahabe nesli uzaktır. Çünkü sahabe nesli, hadimu'l Kur'an'dır. Kur'an okumak, Kur'an ayetlerini anlayıp uygulamak, sahabe neslinin en önemli günlük faaliyetlerinin başında yer alır. Bir rivayette şöyle buyruluyor:

"Ashâb-ı Kiram, Kur'an-ı Kerim'i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini iste­mezlerdi. Günlerine Kur'an ile başlarlar, göz rahatsızlığı önlanlara da Mushaf-ı Şerife bakmalarını tavsiye ederlerdi.” [153]

Ashâb-ı Kiram, Kur'an-ı Kerimi Allah'ın emri ve fermanı bilir, gece gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir ve ona göre bîr hayat yaşamaya çalışırdı. Dolayısıyla sahabe kıvamından hayatımıza izler taşıyabilmemiz için önce Kur'an-ı Kerim'i okumayı öğrenmemiz ve her gün belli bir düzen dahilinde o ilahî kelâmı okuma alışkanlığını kazan­malıyız ve sonra da mümkün olduğunca onun dünyasında onu anlayıp imkânlar ölçüsünde Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği çerçevesinde kalmak kaydıyla yaşamaya çalışmamız gerekir. Aksi halde Kur'an tilâve­tini önemsemezsek, gereksiz görürsek Ashâb-ı Kiram'in yolundan ayrıl­ma tehlikesinin içine düşmüş oluruz. Ashâb-ı Kirâm'ın yolundan ayrılanlar, Kur'an'sız kalanlardır.

Kur'an tilâvetinin Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilmez öncelikli müştereki olması, keyfi, küfrî ve cebrî güçler tarafından Kur'an eğitiminin yasak­landığı, Kur'an öğrencilerinin birer şakî gibi takibe tabi tutulduğu günümüz İslam coğrafyasında Ashâb-ı Kiram yolunda yürümeye ahdet­miş biz müslümanlara her gün Kur'an tilâvetiyle güne başlama mesuliyetiyle birlikte evlerimizi birer "Beytu'l Kur'an" haline getirme sorumluluğunu da yüklemektedir. Şunu unutmayalım ki; keyfî, küfrî ve cebrî güçlerin tehditlerine, dayatmalarına aldırış etmeden Kur'an'la beraber olup güne Kur'an'la başlayan ve günü Kur'an ile kapatanlar, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda olanlardır.
Kaynaklar
[144] Nazmu'l Mutenâsire Minel Hadisi'l Mütevatire/Kettanî, Sh: 89, Beyrut/1983

[145] Uyunu'l Ahbar/İbn-i Kuteybe, C:2, îh:235, Kahire/1973;El-Ikdu'l Ferid/İbn-i Abdirrabihi, C:2, Sh:132, Beyrut/ty

[146] Tevbe: 9/ 124

[147] Siyeru A'lâmi'n Nübelâ/Zehebî, C:4, Sh: 271

[148] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:l Sh:53-54, Mısır/1967

[149] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:l Sh:39-41, Mısır/1967

[150] Buharı, Fedailu'l Kur'an:34

[151] el- Hilyetü'l Evliya/İsfehani: 1/342, Kahire/1375

[152] Tirmizî, Sebavu'l Kur'an: 18

[153] Et-Terâtibu'l İdâriyye/Kettânî, C:2, Sh:197



Mescid İmârı

İmaretü'l Mescid (Mescid İmârı)


Ashâb-ı Kiram, yüzlerinde secde izi olan mâbed neslidir. Çünkü sahabeler, kendi İslamî kimlik ve kişiliklerinin farkına mescidde varmışlar ve kendilerini mescidde tanımışlardır. Mâbed nesli olmak, sahâblerin alâmet-i farika niteliğindeki özelliklerinden birisidir.

Mescid; alnı secdeli olanların şahsiyet üniversitesidir. İslâm öncesi Mekke toplumu için Kabe ne idiyse, Medine İslâm toplumu için de Mescid-i Nebî o idi. İlk İslâm toplum yapısının Mescid-i Nebî merkezli ve eksenli inşâ edilip geliştirildiğine tanıklık etmiş olan sahabeler, gerek ferdî ve gerekse toplum hayatları bakımından "olmazsa olmaz İslâm müessesesi" olarak mescidi tanımış bilmişlerdir. Sahabeler açısında mescidde olmak, hayatta olmakla eşdeğerdi. Bundan ötürüdür ki, müslümanlar tarihi boyunca mescid, merkez kurum, İslâm şehirciliğinin kalbi, baş müessesesi olarak varlığını devam ettirmiştir. Bu durum, sahabelerin fethettikleri yerlerde mescid merkezli bir yapıyı kurmuş ve geliştirmiş olmalarındandır.

Mescid îmân İslâm dinine mensub olmanın tabiî bir sonucudur. Çünkü her din kendi çevresini oluşturur, kendi çevresinde yaşanır ve oluşturduğu çevresiyle tanınır. Bu gerçeklik, sahabeler eliyle bütün müslüman hal­kalara intikal ettirilmiştir. Mescid îmân, İslamî kimlik ve kişiliğin misyonundandır. Mescidlerin îmân; maddî îmâr ve manevî îrnâr yani inşâ ve ihya olmak üzere iki şekilde gerçekleşir.

Allahû Teâla tarafından ibadet ihtiyacım karşılama imkân ve mekânı olarak bütün yeryüzü mescid kılınmıştır. Rasülüllah (sav) buyuruyor:

“Tüm yeryüzü bana temiz olarak mescid kılındı.” [131] Bu hadis-i şerife göre mü'minler taralından îmâr edilen mescidler, kâinat mescidinin birer tercümesidirler.

Tüm yeryüzü müslümanlar için mescid kılınmış olmasına rağmen, inşâ anlamında mescid îmân, müesseseleşme, kimlik ibrazı ve fiilî tebliğ bakımlarından toplumsal bir ihtiyaçtır.

Allah'ın arzının her hangi bir yerinde İslâm yerleşiminin gerçekleştiği mescidle ispat edilmiştir. Çünkü mescid; Allah'ın hükmüne ve haki­miyetine mutlak teslimiyetin nişanesidir. Mescidler, Allahû Teâla'dan başkasına kulluk edilemeyeceğinin alâmetleridir. Onları da ancak Allah'tan başka hiç kimseden korkmayan ve zorbalara boyun eğmeyen nıü'minler îmâr edebilir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Müşrikler kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini îmâr etmeleri mümkün değildir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak kalacak­lardır.” [132]

Mescid îmân, tevhid merkezli kutsal bir eylemdir. Küfür, şirk ve tuğyan içindekilerin, inşâ ve ihya olarak mescidleri îmâra ehliyetleri ve haklan yoktur. Mescid îmân, müslüman duruşun müessese planında tanıtımı demektir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'dan başka hiç kimseden kork­mayan kimseler îmâr ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.”[133]

Mescidler, Allahû Teâla'ya kulluk mekânlarıdır. Oralarda sadece ve sadece Allah'a kulluk edilir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Mescitler kuşkusuz Allah'ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvar­mayın.” [134]

Mescidier lillah içindir. Onları özelleştirip şahısların, meşreblerin, öncülerin şahsi malları haline getirenler, mescidlere ihanet edenlerdir. Tağutlara, zorbalara isyan ederek sadece ve sadece Allahû Teâla'ya kul­luk eden hiçbir kimse meşreb, mezheb, kavim ve kabile farkından ötürü mescidlerden menedilemez. Şayet edilirse tuğyan olur.

Sahabeler mescid etrafında kenetlenmişlerdi. Onlar için mescid, salih amellerin merkezi idi. Sahabelerin mescid ile olan ilişkileri askerlerin kışla ile olan ilişkileri gibiydi. Sahabeler; mescidi kışla, kendilerini İslâm ordusunun askerleri, Rasûlüllah (sav)'i de İslâm ordusunun baş komutanı kabul edip itaat ediyorlardı.

Müslümanlar tarafından yapılmış olan her hangi bir mescidde Allahû Teâla'nın şeriatına muhalif kanunların, yasaların propagandası yapılırsa, cahili hakimiyetlere boyun eğmeye nıü'minler teşvik edilirlerse o mescid, mescid olmaktan çıkmış olur.

Sahabeler, mescidleri hem îmâr etmişler ve hem de ihya etmişlerdir. Şunu bilelim ki; ihya anlamında mescid imârının ilk adımı, fiilen mescide devam etmektir. Mü'min insanın fiili olarak mescide devam etmesi, başlı başına bir iman ve İslâm göstergesidir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Mescide devam ettiğini gördüğünüz kişinin imanma/müslüman olduğuna şehadet/tanıklık ediniz.” [135]

Mescidler, medeniyet mektebleridir. Oralarda medenîler yetişir. Mescidlerin imârından, inşâsından, çoğalmasından rahatsız olup nefret edenler, genelde medeniyet düşmanı mürtecilerdir!

Mescid îmân, İslâm'ı yayma ve topluma âmir kılma faaliyetinin merkezidir. İnanç dünyasının mekân planında anlatımı ya da inancın mekâna aktarımı diye de değerlendirilebilecek olan mescid îmân, çevrenin İslâm'la donatılmasının ilk temel adımıdır. Şunu bilelim ki; müslüman kimliğin sosyalleşme rehberi sünnet, merkezi ise mesciddir. Mescidlerin çoğalmasından hoşlanmayan münkir ve müşriklerin değişik yollar ve gerekçelerle mescid îmârım engellemeye çalışacakları hatta aynı yoldan aynı kurumlarla karşı girişimlerde bulunabilecekleri Mescidi Dırar" olayı ile tescil edilmiştir.

Mescidleri işlevsiz kılma teşebbüsleri ve mescidlere yönelik düşman­ca tavırlar, şirk mesabesinde bir zulmü ifade ederler. Allahû Teâla buyu­ruyor:

“Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.” [136]

Bu ayet-i kerime'ye göre İslam'da mescid/cami, mâbed dokunulmazlığı esastır. Müslümanlar tarihi fırasetle incelendiğinde görülecektir ki; İslâmî yerleşim birimlerinde Mescidler, "harem bölgesi" konumunda mukaddes merkezlerdir. Mescidlere yapılan saldın, bizzat İslâm'a ve bütün müslümanlara yapılmış olan saldırıdır. Bundan ötürüdür ki, Mescide karşı mescid anlamına gelen "Mescid-i Dırar" ı ortadan kaldır­maya bizzat Rasûlüllah (sav) karar vermiştir. Özellikle şu gerçeği bilmek­te tayda vardır: Mescid-i Dırar hadisesi, mescid imârında ihyâ'nın inşâ'-dan daha çok önemli oldğunu gösteren Kur'an kaynaklı tarihi bir gerçek­tir.

Devr-i cahiliyyede ruhbanlığa soyunmuş Ebû Amir Rahip adında meşhur birisi vardı. Bu adam, münafıkların reisi İbn-i Selül'ün halasının oğluydu. Rasûlüllah (sav)'in Medine'ye hicreti ve Medine'de İslâm Devleti'ni kurması bunun çok zoruna gitti. Mekke Fethi'nden sonra Taife; Taifliler müslüman olunca da Şam'a kaçtı.

Ebû Amir Küba'da münafıklara; "Ben sizin şu Mirbedinizze(koyun ağılı anlamına gelen bu sözle Küba mescidini kasdederek) giremem. Orada beni tanıyıp başıma iş açacaklar çıkabilir" demiş; onlar da: "Biz bize ait bir Mescid yaparız. Sen de bizimle oturur orada konuşursun" diye cevap verdiler. Sonra da adıyla mescid müessesesini kötüye kullanmasını amaçlayan bir yapının yapılmasını karara bağladı. Ebû Amir, taraftarları­na ayrıca şu talimatı verdi: "Siz gücünüz yettiğince kuvvet ve silah hazır­layın. Ben de Rum Kralı Kayser'e gidip asker getireceğim. Muhammed ve Ashabını Medine'den süreceğim." Kendisi gittiği yerde Hıristiyan olup kaldı. Bu İslâm düşmanı aynı zamanda zifafa girdiği gecenin sabahında Uhud ordusuna katılmakta gecikmemek için acele ederken yıkanması gerektiğini unutan ve savaşta şehid düşen, Rasûlüllah (sav)'in kendisini meleklerin yıkadığını bildirdiği ve dolayısıyla "Ğasilu'l Melaike" diye meşhur Hz. Hanzala (R.a.)'ın babasıdır. [137]

Münafıklar tarafından Ebû Âmir'in talimatlarının gereği yerine getiril­di. Kısa zamanda Ebû Âmir riyasetinde 12 münafık Küba mescidi karşısında bir mescid yaptılar. Ve mescid'in de İmamlığına Mücemmi' b. Câriye'yi tayin ettiler. Böylece Küba mescidinden kopmalar meydana geldi. Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir münafık olmadığı halde ve gerçek durumu de bilmediği için bu mescide kereste yardımında bulundu. Rasûlüllah (sav) Tebük savaşı için hazırlıklarda bulunurken, beş kişilik bir münafıklar heyeti gelip ve gerçek amaçlarını gizleyerek meşruiyet kazanmak adına Rasûlüllah (sav)'e

"Ey Allah'ın Rasûlü! yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve isteyenlerin namaz kılmaları için bir mescid yaptık. Ayrıca sel geldiği zaman Küba mescidine gidemiyoruz. Böylesi durumlarda namazımızı kendi mescidimizde kılmak istiyoruz. Bu arada sizinde gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanızı da rica ediyoruz" dediler. Münafıkların bu isteğini Rasûlüllah (sav) savaş sonrasına erteledi. [138] Tebük savaşı dönüşünde Rasûlüllah (sav) ile ordusu "Zû Evân" denilen Medine yakınlarında bir yerde konakladılar. Münafıklar yine gelip Rasûlüllah (sav)'i mescidlerine davet ettiler. İşte tam bu sırada Allahû Teâla gerek bu mescid ve gerekse bu mescidi yapanlar hakkında Hz. Muhammed (sav)'i bilgilendirip haber verdi:

“Bir de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslü-manlarm arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Râsûlü'ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var. "İyilikten başka bir maksadımız yoktu." diye yemin de edecekler. Fakat bun­ların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.” [139]

“O mescit içinde sen kesinlikle namaza durma. Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz kılmana daha layıktır. Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır. Allah da arınmış, ak-pak olmuş olanları sever.” [140]

“O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.”[141]

“Onların kurmuş oldukları bu türlü binalar, kalpleri parça parça olmadıkça, kalblerinde bir nifak düğümü olup kalacaktır. Allah, Alîmdir, Hakimdir.”[142]

Bu ayet-i kerimelerin inzalmdan sonra Rasûlüllah (sav), Malik b. Duhşum ile Asım b. Adiy'i (Allah kendilerinden razı olsun) o mescidi ortadan kaldırmakla görevlendirdi. Görevli bu iki sahabe yapraklı hurma dallarından bir demet alıp ateşiedikten sonra, Akşam iie Yatsı namazı arasında Mescid-i Dırar'a vardılar ve orayı ateşe verip yaktılar, yıktılar. Mescid'i-i Dirâr'ın yakılması üzerine münafıklar cemaati dağıldı. Ebû Lübâbe, iyi niyetle verdiği kereste enkazını topladı ve evinin yanma bir kulübe yaptı. Ancak o kulübede ne bir çocuk doğmuş, ne bir güvercin yavru yapmış ne de bir tavuk kuluçkaya yatıp civciv çıkarmıştır. [143]

Rasûlüllah (sav) ve ashabı, Mescid istismarını önlemeyi mescid imârından saymışlardır. İslâm ve müslümanlarm aleyhine kullanılmak üzere oluşturulan müessesenin adı mescid de olsa mutlaka yıkılması gerekir. Mescid'e karşı mescid yoluyla İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeye kalkışmak, düşmanlığın en amansız şeklidir. İslâm'a ve müslü­manlara karşı kurulan komplolar mescid görünümünde de olsa asla ve kat'a kabul edilmez.

İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen kurumların ve kuruluşların isimleri ne olursa olsun, mescid-i dırar cümlesinden sayılır­lar. Böyle kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmak, mescid-i dırarlan ortadan kaldırmak demektir. Mescid-i dırar katagorisine giren yani İslâm'a ve müslümanlara zararlı olmayı hedefleyen müessesesîerden, kurum ve kuruluşlardan uzak kalmak ve oraları zararsız hale getirmek için çalışmak, gerekirse böyle kurum ve kuruluşları yıkıp ortadan kaldır­mak, başlı başına bir sünnettir. Sahabeler, mescid-i dırarı Rasûlüllah (sav)'in emriyle yıkmakla bu sünneti ihya ettiler.

Dikkat edilirse mescid îmân, sahabe neslinin nezdinde çok yanlı ve yönlü Rabbani bir hizmettir. Mescid-i takvaları inşâ ve ihya etmek, mescid-i dırar'ları ise yakmak, yıkıp ortadan kaldırmak, Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilemez öncelikli müştereklerindendir.

İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen tüm mescidler, müesseseler, kurultaylar, parlamentolar, beynelakvam/kavimlerarasi ku­rum ve kuruluşlar, mescid-i dırar hükmündedirler. Bunları ortadan kaldır­mak için mücadele etmeyenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmazlar.

Ashâb-ı Kiram, kimden gelirse gelsin ve hangi seviyede olursa olsun, İslâm'ın müesseselerini, kurum ve kuruluşlarını İslâm karşıtı düşünce ve erin işine gelecek doğrultuda kullanmayı hedefleyen girişimlerin, teşebbüslerin şiddetle karşısında olmuş ve fiili olarak bu girişimci ve teşebbüscülerle savaşmıştır.

Mescid îmân, cennetlik bir faaliyettir. Rasûlüllah (sav) mütevatir bir hadisinde şöyle buyuruyor:

"Her kim Allah için bir mescid bina eder­se, Allah da onun için cennette bir ev bina eder.” [144]

Ashâb-ı Kiram mescid imârını önemsemekle, öncelikli faaliyet haline getirmekle- cennetlik faaliyetleriyle cennetlik bir nesil olduğunu ortaya koymuştur Bu nedenle diyoruz ki; sahabelerin yolu cennet yoludur. Faaliyetleri ise cennetlik faaliyetlerdir. Sahabeler ve sahabelerin Cennetlik faaliyetlerini önemsemeyip küçümseyenler, sahabenin yolun­dan ayrılıp başka başka yollara gidenlerdir.

Kaynaklar
[131] Buharî, Salat:56; Müslim, Mescid: 3-5; Ebu Davud, Salat:24

[132] Tevbe: 9/17.

[133] Tevbe: 9/18.

[134] Cin: 72/ 18

[135] Tirmizî, İman:8

[136] Bakara: 2/114.

[137] El-Camiu Ki Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:8, Sh: Sh:257, Mısır/1967.

[138] Es-Siyertü'n Nebiyye/İbn-i Hişam, C:4, Sh; 173-174

[139] Tevbe: 9/107

[140] Tevbe: 9/108

[141] Tevbe: 9/109

[142] Tevbe: 9/110

[143] İslam Tarihi/M. Âsim Köksal, C:9, Sh:251-256

[144] Nazmu'l Mutenâsire Minel Hadisi'l Mütevatire/Kettanî, Sh: 89, Beyrut/1983


Sünnete İttîba Etmek

İttibau's Sünne (Sünnete İttîba Etmek)


Vahyi öncelikli yaşayanların toplumu, kitaba sarılan toplumdur. Kitaba sarılmak, sünneti yaşamakla mümkündür. Rasûlüllah (sav)'in sünneti, İslâm cemaatinin vazgeçilmez nizamname sidir. Rasûlüllah (sav)'in sün­netine ittiba etmeden İslâm cemaatı varlığını devam ettiremez.

İslâm davasını anlamada, yaşamada ve savunmada müslümanların örnek ve önderi Hz. Muhammed (sav)'dir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Şüphesiz ki sizin için Rasûlüllah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve Âhiret gününe ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.” [116]

Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğini önemsemeyen, onun sünnet-i seniyyesine ittiba etmeyi gereksiz görenlerin oluşturdukları topluluk, İslâm düşmanlarının kalabalığından sayılır.

Yeryüzünde peygamberlerin beşeri plandaki sorumluluk ve önderlik çerçevesinin adı, ümmettir. Hz. Muhammed (sav) için bu çerçeve, "ümmet-i davet" ve "ümmet-i icabet" olarak tüm dünyalıları içine almaktadır. Sünnet ise, Rasûlüllah (sav)'in bu sorumluluk ve önderlik çerçevesine göre Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri, beyanı ve uygulamasıdır.

Ümmet-i icabet dediğimiz İslâm ümmetinin sosyolojik bir vakıa olarak gerçekleşmesinde Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği ne ölçüde gerek­li, etkili ve vazgeçilmez ise, ümmet yapısının devamında da onun sünneti/uygulamaları prensip ve pratik olarak aynı ölçüde ve değerde gerek­li ve vazgeçilmez bir önderlik ve rehberlik konumuna sahiptir. Sahabeler; .günlük işlerinden, devletlerarası ilişkilerine varıncaya kadar pratik haya­tın her safhasmda vazgeçilmez örnek ve önder olarak Rasûlüllah (sav)'in sünneti seniyyesini almış ve ona uymaya çalışmışlardır.

Ashâb-ı Kiram, "Dünyada sünnet, Âhirette cennet" ilkesiyle hareket ediyordu. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in bilgilendirme ve yönlendirme­siyle şahsiyet bulmuş kimselerdir. Sahabeler, Rasûlüllah (sav) hayatta iken nasıl ondan başka örnek ve önder tanımıyor idiyse, O'nun vefatından sonra da onun yaşayışı, gidişatı demek olan sünnet-i seniyyesinden başka bir hayat ölçüsü ve örneği tanımamışlardır. Ashâb-ı Cirâm, hep onunla, onun yolunda olmaya çalışmış, onun anlayış ve yaşayışını kendi­lerinden sonrakilere fıiii vasiyyet ve "sahabe sünneti" olarak bırak­mışlardır. Buracıkta sahabe sünneti tabirini tarif etmeye çalışalım.

Sahabe sünneti; Rasûlüllah (sav)'in gerek kavlî, gerek fiilî ve gerek­se takrirî/tasvip ve tecviz olarak sünnetine uyma hassasiyeti, dikkati, titiz­liği ve uygulamasıdır.

Sahabe sünneti; özellikle ve öncelikle Rasûlüllah (sav)'in yaşayışının, vazgeçilmez hayat ölçüsü olarak sahabeler tarafından mümkün olduğun­ca aynen yaşanmış olmasıdır. Rasûlüllah (sav)'in sünnetlerini yaşayarak yaşatmak ve sonraki nesillere aktarmak, sahabe sünnetidir.

Sahabe sünneti; ister genişlikte olsun ve isterse darlıkta olsun, Rasû­lüllah (sav)'in sünnetine kesintisiz ittiba etmektir. Hayatta sünnetin neye uygun olup olmadığını değil, neyin sünnete uygun olup olmadığını kont­rol etmek, sahabe sünnetididr. Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav)'in sün­netine uygun olmayan sözleri ve fiilen meşru ve makbul kabul etmezdi. Çünkü İslâm'da imanın sosyalleşme rehberi, sünnettir. Zira inanılan ilkelerin yani dinin emirler, yasaklar ve şüpheliler olarak müslümanlar tarafından nasıl uygulanacağı, İslâm'ın nasıl yaşanacağı sünnet'in örnek­liği, önderliği, Rasûlüllah (sav)'in hayatı/yorumu olmadan bilinmez ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilemez. Sünnet'in önüne geçen bir din yorumu ve yaşantısı olmaz/olamaz. Bilindiği gibi, her hangi bir uygula­manın, amelin amel ve ibadet olarak kabul görmesi için üç temel şart vardır. Bunların birincisi sahih imandır. İkinicisi, sağlam/iyi bir niyettir. Bu, işin görünmeyen yönüdür.

"Ameller niyetlere göre değerlendirilir." [117] hadisi bu şartı ortaya koyar. Üçüncüsü, şekil/uygulama biçimi olarak, Sünnet'e uygunluk. Bu da görünen yönüdür.

"Benim namazı kıldığımı gördüğünüz gibi namazı kılınız/kıldırınız.” [118] hadisi ibadetlerin sünnete uygun olma zorunluluğunu;

"Kim bizim dini­mizde olmayan birşey (amel/inanç) uydurursa o merduddur/reddedilmiştir.” [119] hadisi, genel anlamda, yani prensip olarak sünnet'in bu tayin ediciliğini belirlemekte­dir. Binaenaleyh sosyolojik anlamda dinin kimliğini ve tabiî müslüman kimliğini de tayin, tesbit eden ve tanımlayan sünnettir. Bir başka deyişle sünnet, dinî kimlik ve kişilik için sıhhat ölçüsüdür.

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetini reddetmeyi ve keyfi olarak terketmeyi, küfrî bir dvaranış olarak görüyorlardı. Nitekim Ashâb-ı Kirâm'dan Abdullah İbn-i Mes'ud (rh.a.) şunları söylüyor:

"Şu beş vakit namazı, ezan okunan mescidlerde cemaatle kılmaya bakın. Şüphesiz ki bunlar sünen-i hüda'dır. Allah, Rasûiüne sünen-i hüdayı açıklamıştır. Allah'a yemin ederim ki ben, kesin münafıklar hariç, sahabelerin beş vakit namazı cemaatla kılmayı hiçbir zaman terketmediklerinm şahidiyim. Vallahi ben, iki kişinin koltuklarına girip -ayakları yerde sürünerek- saftaki yerine kadar götürülen saha­beler gördüm. Sizden evinde namaz kılacak bir yeri olmayan yoktur. Eğer mescidleri terkeder de farz namazları evlerinizde kılarsanız, Nebinizin sünnetini terketmiş olursunuz. Eğer Nebinizin sünnetini terkederseniz, sapıttınız gitti demektir.” [120]

Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in görüşü; sünnetin işlenen amellerin sıhhat ölçüsü olduğu yönündedir: "Söz ancak amel ile, amel ve söz ancak niyet ile, niyet, söz ve amel de ancak sünnet'e uygun olmakla mak­bul olur/bİr değer ifade eder.”[121]

Şunu kabul etmek gerekir ki; Hz. Peygamber (sav)'in ilk işi; İslâm'ın şahıslarında canlandığı bireyler yetiştirmek olmuştur. Sahabeler de bu kıvamı temsil eden ilk müslüman nesildir.

"Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz ve Celil olan Allah'ın hatırlandığı kimse­lerdir.” [122] hadisi, sahabe neslinin genel niteliğini tesbit ve tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki; Sahâbîler, Kitap ve Sünnet ehlidir.

Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine tabi idiler. Sünnet'e ittiba eden Kur'an'a tabi olmuş demektir. Sahabeler, bu konuda en önde gelen­lerdir. [123]

Sahabeler, her hangi bir ameli işleyecekleri zaman önce o amel husu­sunda Rasûlüllah (sav)'in, sözlerini, uygulamalarını araştırırlardı. Ra­sûlüllah (sav)'in uygulamalarına uygun amelde bulunmak, onlar için meşruluk alâmetiydi. Bu durum, aynı zamanda bütün müslüman nesiller için geçerlidir. Sünnete uygun olmayan hiçbir amel meşru sayılmaz.

Allah'ın kitabını Allah'ın muradına göre anlama ve yaşama hususunda "Rasûlüllah (sav)'in sünneti/uygulaması bize yeter" demek, sahabe nesli kıvamında müslümanlık kalitesine ulaşmış olmak demektir. Hayat örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav) Kitaptan sonra bize sünneti miras bırakmıştır. Sünnet'e karşı en ufak bir kayıdsızlık, laubalilik, Peygamber (sav)'e ihanet sayılır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:

"Size sımsıkı yapıştığınız zaman asla yolunu sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve.[124] Sünnet,  Müslüman  kimliğini  dokuyan  ve  koruyan  Peygamber mirasıdır.[125] Bu nebevi mirası gözünün nuru gibi koruyup kendisinden sonraki nesillere aktaran nesil, sahabe neslidir.”

Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba, sahabe sünnetidir. Sahabe sünneti de sünnetten sayılır ve İslâm ümmetini bağlar. Onunla amel edilmesi gerekir. [126] Ashâb-ı Kiram, İslâm ile ilgili hemen herşeyi ilk kez duyan ve ilk kez yaşayan, uygu­layan, İslâm yapılanmasına kuruluş aşamasında şahid olan ve katkıda bulunan hayırlı nesildir. Sahabeler için Sünnet en tartışılmaz pratik delil ve örnekti. Sünnette yerini bulamadıkları şeylere asla iltifat etmezlerdi. Bir çok soruya; "Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu veya şöyle yaptı, yapardı" diye cevap vermeleri, hem kendileri ve hem de tüm müslümanlar için sünnetin tartışılmaz, itiraz edilemez bağlayıcı bir delil olduğu anlayışından kaynaklanıyor ve meseleleri çözmede onların öncelikli yön­temi yani "sahabe sünneti" anlamına geliyordu.

Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav) ile birlikte iman eden ve inançları ile ilgili öğrendiklerini asla tartışma konusu yapmadan "duyduk ve uyduk" pratikliği içinde yaşayan amele dönüştüren ve bunda asla tembel davran­mayan model nesildir. Allahû Teâla buyuruyor:

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde mü'minlerin sözü ancak "duyduk/işittik ve uyduk/itaat ettik" demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.”[127]

Sahabeler, kitap ve sünnete uyma hususunda pratik insanlardı. Sahabelerin pratikliği, genellikle en küçük bir teredüde yer vermeyecek ölçüdeydi. Sahabeler bu dünya hayatını Allah'ın bir nimeti, her türlü hay­rın temeli ve sebebi olarak kabul ediyor, bu hayatta Allah'a yaklaşıyor, kendilerine takdir edilen insanlığın kemal derecesine amel ve gayret­leriyle ulaşmaya çalışıyorlardı. [128] Onların tek amaçları Allah'ın rızası idi. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmeyi, Allahû Teâla'ya olan sevgi­lerinin bir gereği biliyorlardı.Allahû Teâla buyuruyor:

"De ki: Eğer siz Allah seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[129]

Bu ayet-i kerime'nin ilk muhatablan, hiç kuşkusuz sahabelerdi. Sahabeler, Allah'ın rızası peşinde koşan müslümanlar olarak, bu koşu­larını Rasûlüllah (sav)'e uyulması gereken her konuda imkânları nisbetinde ona/sünnet-i seniyyesine uymak suretiyle ameliliğin değişmeyen ve en doğru yöntemini uygulamışlardı.

Sahabeler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bir amel işleyecek­leri zaman hemen Rasûlüllah (sav)'in o hususla ilgili sözlerini ve uygula­malarını soruştururlar, araştırırlar, sünnete uygun olanı yaparlardı, sün­nete uygun düşmeyenleri de tereddüdsüz terkedip redederlerdi. Sünnete ittiba etme hususundaki bu tavır, bu hassasiyet, sahabelerin vazgeçilmez ameli/pratik müşterekleri idi.

Kur'ân-ı Kerim, nasıl Efendîmiz'in risaleti ve sunduğu mesaj mevzuunda hassasiyet gösteriyor, sahâbe-i kiram da, aynı şekilde O'ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz'in (sav) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O'na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'in tabiriyle, O'ndan gelen her şeyi "içiyor" gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, İsrâiloğulları'nın ruhuna buzağı sevgisi içirildiği gibi, onların ruhuna da hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (sav) sevgisi öyle içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur'ân-ı Kerim, mes'eleyi bir iman mevzuu olarak ele alıy­or ve:

"Hayır hayır; Rabbine aııdolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî mes'elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir tes­limiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar” [130] buyuruyordu. Onların yaşadıkları hayatın saniyeleri, saliseleri, âşireleri hep bu hassasiyet içinde geçiyordu. Hayatlarını bu ölçüde bir hassasiyet içinde geçiren insanların, O'nun sünnetine karşı lâkayd kalmaları düşünülemez.

Netice olarak Ashâb-ı Kirâm'ın lügatmda sünnete ittiba necattır/kurtu­luştur. Sahabelerin sünnet fıkhını kısaca; "Rasûlüllah (sav)'in yaptığını yapmazsak helak oluruz, inancı doğrultusunda her yönüyle bütün bir hayatı sünnet'e göre, sünneti de lafız mana ve maksadıyla anlayarak hay­atı değerlendirmek ve disipline etmektir." diye özetlemek mümkündür. Dolayısıyla sünnetin önüne gerek kendi din yorumlarını ve yaşantılarını ve gerekse başkalarının din yorumlarım ve yaşantılarını geçirenler, Ashâb-ı Kirâm'm yolundan ayrılanlardır.

Kaynaklar
 [116] Ahzab: 33/ 21

[117] Buharî, Bedu'l Vahy:l, İman: 41

[118] Beyhakî, Es- Sünenü'l Kübra, C:2, Sh: 345, Haydarabad/ 1355

[119] Buharî, İ'tisam:20, Büyü: 60; Müslim, Akdiye: 17-18

[120] Sahihi Müslim/ Müslim, Kitabu'l Mesacid: 257, Mısır/ 1956; Sünen-i Ebu Davud /Ebu Davud, Kitabu's Salat: 46, Beyrut/ ty.; Sünen-i İbn-i Mace/İbn-i Mace, Kitabu'l Mesacid: 14, Mısır/ 1952

[121] El-Müsned/Humeydî, C:2, Sh:546, Kahire/ty

[122] Sünen-i İbn-i Mace/İbn-i Mace, Zühd:4; EI-Müsned/Ahmed b. Hanbel, C:6, Sh: 409

[123] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan, Sh:57-68, İst/2002

[124] Muvatta/İmam Malik, Kader: 3, El- Müstedrek/Hâkim, 1, 93

[125] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan, Sh: 69, İst/2002

[126] Tahlilu's Sünne/Mustafa Çelik, Sh:231, Ankara/1999

[127] Nur: 24/51

[128] Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybeti?/H. Nedvi, Sh: 94

[129] Âl-i İmran: 3/31.

[130] Nisa: 4/65

[131] Buharî, Salat:56; Müslim, Mescid: 3-5; Ebu Davud, Salat:24

[132] Tevbe: 9/17.

[133] Tevbe: 9/18.

[134] Cin: 72/ 18

[135] Tirmizî, İman:8

[136] Bakara: 2/114.



Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı