Zât-i keriminden başka hiçbir ilâh bulunmayan, tek ve benzersiz, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, kâmil sıfatlara sâhib, ezelî ve ebedî hayat ile kaaim olan Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. Yani Zât-i Sübhânisine mahsus ism-i âlemdir. Ve sayılan isimlerin içinde İsm-i A'zam'dır.
Doksan dokuz ismin tuğrası, sultanı, serveri desek hata etmiş olmayız. Allah dediğimiz zaman bütün isimleriyle, saltanatıyla ve kemâl sıfatlarıyla beraber Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûda delâlet eder. Ve her şey o mübarek isimde cem edilmiştir.
O'nun muhteva ettiği mânâyı kemaliyle anlamak imkânı yoktur. Meselâ: Denizlere kol kol ırmaklar akar, ırmakların ucu denize kavuştuğunda ırmağın suyu denizde kaybolur. Yani deniz haline gelir. İşte diğer isimler de Allah isminin içinde böyledir. Çünkü Allah ism-i şerifi Zât-ı kibriyâ'nın özel ismidir. Yine Kur'an-ı Kerim'in en büyük âyeti olan “Âyetü'l-Kürsî” Allah ismi ile başlamaktadır. Kur'an-ı Kerim'de (2788) lâfza-i celâl mevcuttur.[20] İç gözlerine hikmet sürmesi çekilen Allah'ın velî kulları hep bu ism-i şerifi anarak yüceliklere kanat açmışlardır.'
Yine bu mübarek isme hürmet gösterenler İlâhî rahmete mazhar olmuşlar, kerametle taçlanmışlardır.
Şimdi şu hale bakınız:
Zünnun Mısrî (k.s.) bir gün kırlara çıkmıştı. Orada iki gözü kör bir kuş gördü. Kuş ağaçtan yere indi gagasıyla toprağı eşerek altın bir kutu çıkardı. İçindeki soyulmuş susamdan doyuncaya kadar yedi. Sonra yerden bir başka kutu çıkardı. O kutu da su doluydu. Kanıncaya kadar suyunu içti. Kutuları tekrar yere gömdü ve kanat çırparak ağacın dalına kondu. Topraktaki yerler birden belirsiz oldu.
Bu müthiş manzarayı gören Zünnun candan gönülden Allah'a tevekkül etti ve Allahü Teâlâ'nın mahlukatına karşı olan bu rahmeti onun gönlünü deryalar gibi coşturdu. Birkaç mil gitti. Önüne bir virane çıktı.
Viranede üç beş derviş kılıklı adam. Onlara selâm verdi ve geceyi o kulübede geçirdi. Zünnun bir küp de altın buldu. İnsanları deli dîvane eden çil çil altın.
Küpün kapağı üzerinde Allah ism-i şerifi yazılı idi. Elini küpe sokup altınları çıkardı, avuç avuç dervişlerin eteğine döktü ve dedi:
“Haydi seni sevenlerin koynuna gir!” Tahtayı da kendi alıp bir köşeye uzandı. Uyandıkça Allah ismi yazılı tahtayı öpüp başına koyuyor, gözlerine sürüyordu. O derviş kılıklı kişiler altınları nasıl sevip mest oldularsa, Zünnun da Allah ism-i şerifini öptükçe bin kat daha mest oluyordu. Derken bir rüya gördü. Ona nida ediliyordu:
“Ey Zünnun! Arkadaşların altın ve cevher aldılar. Sen benim adımı azîz tuttun, öpüp başına koydun. Ben de seni dünya ve âhirette azîz kılacağım!”
Ve gerçekten Rabbi Teâlâ onu azîz kıldı. Tâ o günden bugüne Zünnun hayırla yâd edilmektedir, kıyamete kadar da bu hâl devam edecektir. O, altınları değil, Allah'ın mübarek ismini öpüp başına koyduğu için bu devleti elde etmiştir. İşte Allah isminde böyle tecelliler ve sırlar vardır. Allah diyen hiçbir zaman mahrum kalmaz. Evet:
Rabbim! Güzel adını haz ile çağırırım.
Gündüz, gece, kış, bahar, yaz ile çağırırım!
Benim ümit gözüme hikmet sürmeleri çek,
Kapının eşiğinde naz ile çağırırım!..
Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır, Fatiha sûresinin izahını yaparken Allah ism-i şerifini şöyle açıklıyor:
Allah, gerçek İlâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel isimdir. Yani Kur'an bize bu en yüce ve en büyük Zâtı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak bizim ve bütün kâinatın O'na olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce Zât, kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve kemâle ermesinde tek yaratıcı olduğu gibi “Allah” yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır.
Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telâfisi imkânsız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi, “Allah” özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, mânâsız bir toz ve dumandan ibaret kalır.
“İşte “Allah” yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı hâlinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği Allahü Teâlâ'nın zâtına delâlet eden, yalnızca O'na ait olan has bir isimdir.”
“Allah”zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın Selbî ve Sübûtî bütün zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir:
“O Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını kendisinde toplamıştır”, sadece “Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd” demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemâl sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan “Vâcibü'l-Vücûd'un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir.”
“Bunun bir özeti de: “Hakkıyla Mâbud = Hakiki ilâh” mânâsına dır. “Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı” veya “Hâlik-ı Küll” her şeyin yaratıcısı ile de iktifa edilebilir. Bunları Allahü Teâlâ'nın ismi ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” yüce isminden duyduğumuz bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu has ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan “Allah” yüce ismi ile yine Allah'tan başka hiçbir İlâh anılmamıştır.
“Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?” (Meryem: 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir.” [21]
Evet. Yüce yaratıcımızın zât-ı kerîmi nasıl tek ve benzersiz ise, “Allah” ism-i şerifi de öyle benzersiz. Bir kul tâ candan yürekten “Allah” dediğinde Cenâb-ı Hakk'ı bütün sıfatlarıyla anmış olur. Hattâ şeyhler müridlerine bu ismi tâlim buyururlar. Meselâ: Her gün seher vaktinde üç bin defa Allah ismini zikret derler. O kişi de böyle yapa yapa ma'rifet nurları elde eder. Zaten en büyük ibadet Allah'ı zikretmektir.
İnsan bu mübarek ismi kalbiyle zikrede zikrede rabbine karşı sevgi ve muhabbeti dayanılmaz hâle gelir. Bunun tasavvuf cihanında çok örnekleri vardır.
Arifler sultanı diye şöhret bulan Bayezid-i Bestâmî bir gün Allah'ın zikriyle meşguldü. Tamamiyle dünyadan el çekmiş, manevî iklimlere kanat açmıştı. O an adamın biri geldi, evin kapısını güm güm diye yumrukladı. Büyük velî içeriden seslendi:
“Kimi arıyorsun?” Dışarıdaki cevap verdi:
“Bayezid'i arıyorum!”
Bayezid-i Bestâmî Hazretleri bir âh etti ve dedi ki:
“A adam, yoluna devam et, çünkü içeride Allah'tan gayrisi yok!”
Kapıdaki adam değirmen taşlan gibi döne döne başını alıp gitti...
İşte bu hâl, Allah'da fena bulmaktır ki, böyle devlet herkesin eline geçmez.
Ben ancak şöyle derim:
“Kime, nereye gider, yetîm senin, dul senin.
Bir başka kapı bilmez, Yâ Rabbi, bu kul senin!
Züleyhâ'lar, Yûsuf'lar, aşkına kanat açtı,
Sen öyle sultansın ki, zengin ve yoksul senin!..” [22]
Dört Husus:
a) Ulûhiyete mahsus sıfatlar.
b) Allah ism-i şerifinin bir ism-i cami' olması.
c) Vâcibü'l-Vücûd'un mânâ ve mefhumu.
d) Allah isminin İsm-i A'zam (En büyük) olması. [23]
1- Ulûhiyyete Mahsus Sıfatlar:
Allahu Teâlâ Bir'dir. Ulûhiyyet yalnız O'na mahsustur. Çünkü yaratan O'dur. O, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddestir.
Eşi, misli ve benzeri olmadığı gibi, mülkünde de ortağı yoktur. O, dilediğini azîz, dilediğini zelîl eder. O'nun kudretinin karşısında durabilecek bir güç mevcut değildir.
Yaratır,
Yok eder,
Diriltir,
Öldürür,
Aziz eder,
Zelîl kılar,
Rızık verir,
Rızkı daraltır,
Zengin eder,
Mahrum bırakır.
Yani hiç kimse “Bunu niçin böyle yaptın?” diye O'na soramaz. Gökler O'nun, yer O'nun, Cennet O'nun, Arş-ı Kerîm O'nundur. O, hiçbir şeye benzemediği gibi, yine bir başka şeyle kıyas etmek de mümkün değildir. [24]
Allah'ın Sıfatları:
Yüce yaratıcımızın güzel ve mübarek isimleri yanında, eşsiz ve benzersiz sıfatları da vardır.
Allah'ın sıfatları zatî, sübûtî ve fiilî, olmak üzere üçe ayrılır. [25]
A) Zatî Sıfatlar:
Vücûd
Kıdem
Beka
Vahdâniyyet
Muhâlefetün li'1-havadis
Kıyam binefsihî
Zatî sıfatlar dediğimizde, Allahü Teâlâ'nın zatıyla birlikte olan, ondan ayrı kabul edilmeyen sıfatlardır ki, bunlara “Selbî sıfatlar” da denir.
Vücûd: Var olmak. Eğer Allah (Azze ve Celle) var olmasaydı hiçbir şey var olmazdı. Kâinatın şu muazzam nizamı ve kâinatta var olan herbir şey onun varlığına en büyük delildir.
Güneş O'nun, ay O'nun, yer O'nun, semâ O'nun, Bütün varlıklar fâni, herşey dâima O'nun!..
Kıdem: Evveli olmamak. Varlığının başlangıcı diye bir şey yoktur. O kadîm ve ezelîdir. Diğer varlıklar gibi yokken var olmuş değildir. Eğer öyle olsa idi kendisini var eden bir mûdde muhtaç olurdu. Başkasına muhtaç olan nasıl hak mâbud olsun? Demek ki Allahü Teâlâ'nın varlığı zatının icabıdır.
Beka: Sonu olmamaktır. Allahü Teâlâ ebedîdir. Varlığının sonu yoktur. Halbuki âlemdeki her varlığın bir önü, bîr de sonu vardır. O kadar ki, âlemin de sonu gelecektir. Yüce Allah bütün eksikliklerden münezzehtir. O'nu yok edebilecek bir güç tasavvur edilemez.
Vahdâniyyet: Allahü Teâlâ'nın bir olması, tek olmasıdır. Ulûhiyyetinde ve sıfatlarında herhangi bir ortak ve benzeri olmamaktır. O'nun misli, dengi, benzeri asla düşünülemez. Zerreden küreye kadar herşey O'na muhtaçtır, O'nun emriyle doğar, O'nun emriyle ölür.
Güneş lâlesi O'nun emriyle gülümser, mehtap O'nun kudretiyle gecenin zülüflerini okşar. Gündüz geceyi, gece gündüzü hep O'nun keremiyle takip eder.
Muhâlefetün li'1-havâdis: Zâtı Kibriya olan Allah hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey de O'na benzemez. Allah Ezelîdir, varlıklar ise sonradan meydana gelmiştir. Hiç yaratan, yaratılanlar gibi olur mu? Eğer yaratılanlara benzese idi, o takdirde bir mucide muhtaç olurdu, vâcib ve ganî olamazdı.
Kıyam bi-nefsihî: Var olmasından bir başkasına muhtaç olmamak. Allah (Azze ve Celle), herhangi bir şeye zerre kadar dahî muhtaç değildir. Her şeyi yaratan ve her şeyi hakkıyla bilen elbet O'dur. “O, bir şeyin olmasını dilediği zaman, O'nun emri sadece “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” [26]
Sübûtî Sıfatlar:
Hayat: Diri olmak. Allah Azze ve Celle diridir. Hiç ölü olan bir şey yapmaya mâlik olabilir mi? Halbuki Yüce Allah her lâhza milyonlarca varlığı hayat sahnesine sürmektedir. Bir an düşünelim: Şu bir an içinde âlemde ölümle pençeleşenler vardır, dünyaya gelenler vardır. Bir yerden bir yere gidenler vardır. Toprakta güller bitmekte, dallar üstünde kuşlar ötmektedir. Âlemde ne hârikalar meydana gelmektedir.
Kuru dallar üstünde O yaratır dut bize.
Ey Âdem evlâtları, fayda vermez put bize!
Nimetini saymaya sayılar kâfi gelmez,
Hep Hakkın ikramıdır: Ceylân, arı, hût[27] bize!
İlim: Her şeyi kemaliyle bilmektir. Cihanı yaratan Allah, olmuşu, olacağı, gizliyi, aşikarı ve her şeyi bilir. Çünkü her nesneyi yaratan O'dur. Yaratan bilmez mi.
Geçmişi, geleceği, kalblerde olanı, gözlerin hain bakışlarını ve herşeyi kemâliyle bilir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden hariç değildir.
Semi': İşitmek. Yüce Allah her şeyi işitir. En gizli sesler, hareketler O'nun işitmesinin dışında kalamaz. Ve O'nun işitmesi yaratıkların işitmesine de benzemez. Kulağa, sese bir başka nesneye de ihtiyaç duymaz.
Basar: Görmek. Bu, Allahü Teâlâ'nın görme sıfatıdır. Kâinatın hiçbir ikliminde, hiçbir noktasında, hiçbir yerinde O'nun göremiyeceği veya işitemiyeceği hiçbir şey mevcut değildir. Bir şeyi görmesi, başka bir şeyi görmesine mâni olmaz.
İrâde: Dilemek, Azîz ve Celîl olan Allah, her istediğini, dilediği gibi yapar. Lâlenin başına kına yakmak onun için nasıl kolaysa, bir anda milyonlarca yıldızı fezanın boşluğunda ırmaklar gibi akıtmak da öyle kolaydır. Dilemezse yapmaz. Kâinatta olmuş, olacak ne varsa, hepsi Allah'ın dilemesi ve irâde etmesiyle olmuştur ve olacaktır. O'nun istemediği bir şeyi O'na zorla yaptıracak bir kuvvet yoktur. O, nice zâlimleri tahtından kara toprağa indirmiştir. Eğer Firavun'un elinde bir kudret olsaydı denizde helak olur muydu? Yine Nemrut'un ateşi Cenâb-ı İbrahim'i yakması lâzımdı. Ama, Allahu Teâlâ dilemediği için ateş İbrahim'e gülistan oldu.
Kudret: Gücü her şeye yeter olmak. İrâde sahibi olan Allah (Azze ve Celle), her şeye yeten bir güce de mâliktir. O'nun yapamayacağı bir şey düşünülemez. O, bir şeyi vücuda getirmek için zamana ve mekâna da muhtaç değildir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
“Göklerin ve yerin gaybını sadece Allah bilir. Kıyametin kopuşu, ancak bir göz kırpması veya daha kısa bir zaman kadardır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.” [28]
Evet:
Şek ve şüpheden arın, düşün, bak neye kadir,
Allah âlemin rabbi, Allah her şeye kadir!..
Kelâm: Yüce Allah'ın söylemesidir. O, öyle Allah'dır ki, ses, harf, kelime veya cümleye muhtaç olmaksızın konuşma, söyleme sıfatına mâliktir.
Mukaddes kitabımız Kur'an, Allahu Teâlâ'nın kelâm sıfatının tecellisidir ve Rabbimizin kelâmıdır. Yani mahlûk değildir. Yine Kur'an-ı Kerim'deki:
“Allah Musa ile de bizzat konuştu.” [29] âyeti “Kelâm” sıfatının delilidir. Elbet O'nun konuşması, mahlûkların konuşması gibi değildir.
Tekvin: Allahü Teâlâ'nın yaratma, yoktan vücuda getirme, var etme sıfatıdır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelîdir. Yüce Allah bu sıfatıyla herhangi bir şeyi yok iken var eder, var olanı da yok eder. Yani yüce yaratıcının mahlûklar üzerindeki icraat ve tasarruflarını bildiren sıfatlar, hep buna râcidir. Yaratmak, öldürmek, rızık vermek, azap etmek, diriltmek gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına bağlıdır.
Evet:
Semâ, güneş, ay, yıldız, fezanın Halikı O.
Cennet, cehennem, Rûz-i cezanın Halikı O!
Tesadüfün eseri olur mu bunca varlık?
Toprak, hava, ateş, su!... Hazânın Halikı O!..
O bütün âlemlerin rabbidir. Ne fikir, ne idrâk, ne tasavvur, ne şu, ne bu; O'nun sıfatlarını kemâliyle anlar. İnsanların önderleri olan Peygamberler O'nun bildirdiği kadarını bilirler. Ve ümmetlerine de ancak akıllarının alabileceği miktarda bilgi sunarlar. Bütün âlem halkının ilmi, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi yanında denizlerde bir damla bile olamaz.
A iyi adam! Bir bak, bir gör ki, O Hâlik-ı Kerîm, feleği değirmen taşları gibi döndürmekte, gündüze gönül genişliği, geceye can sıkıntısı vermektedir. Kapımızı çalan gülen sabahlar da O'nun bir ikramıdır.
Koyun, kuzu, ceylan, karınca, keklik, arı, tırtıl ve böcek, O'nun çemeninden gül toplamaktadır. Bütün bu âciz mahluklarının rızkını hep o hazırlayıp vermektedir.
Arıda balı, yılanda zehri, denizde inciyi, kuru dallar üstünde yeşil yaprağı, rahme düşen bir damla erlik suyunda fidan boylu bir delikanlıyı, annelerin göğsünde sütten çeşmeleri hep O Yaratır...
Sığırcık kuşuna nağmeyi, bülbüle feryadı; güle işveyi, şahine gökte uçmayı, balığa denizde yüzmeyi öğreten kimdir? Âlemde nice insanlar vardır ki, cihan denilen bu toprak küreyi tabiat sopası zanneder. Allahü Teâlâ'nın sonsuz kudretini akıllarına getirmeyip “doğa, doğa!” diyenler kendilerine çok yazık ediyorlar.
Şu bir gerçektir ki, ırmağın yüzüne parlak ayna tutan kimse su içmiş olmaz, ancak ırmak kenarında biraz hava almış olur. Balık da ağaca çıkmaz, fakat balığın ağaca çıktığını görürsen bil ki, onun ölüsü oraya çıkmıştır... Evet:
O Zât-ı Zülcelâli kim kalkarsa inkâra,
Her iki âlemde de olacak yüzü kara!.. [30]
2- Allah İsm-i Şerifinin İsm-i Cami’ Olması
Daha evvelce de ifade ettiğimiz gibi “Allah!” dediğimizde, ulûhiyyete mahsus bütün sıfatları kendinde cem eden O Zât-ı Kibriya'yı hatırlarız. Bu mübarek isim sadece Cenâb-ı Hakk'a has bir isimdir. Mahlûklardan hiç birine bu reva görülmez. İşte “Allah” ism-i celîli Hâlik-ı Zîşan Hazretlerine delâlet ettiği için kendisine “İsm-i Cami'“denir.
Bu isim aynı zamanda “Esmâü'l-Hüsnâ” nın birinci ismidir ve isimlerin sultanıdır... [31]
3- Vâcibü'l-Vücûd’un Mana ve Mefhumu
Vâcibü'l-Vücûd demek, varlığı zarurî olan, bir lahza dahi yokluğunu farzetmek imkansız bulunan zat demektir. Vâcib, zarurî mânâsına, vücud, varlık manasınadır.
O'nun varlığı zâtının muktezâsıdır. Eğer O olmasaydı, bu baş döndürücü âlem nasıl meydana gelirdi?
İmam Gazali (Rahmetullahi Aleyh) şöyle demektedir: “Bütün varlıkları var eden bir varlık bulunmasa, ya her şey kendi kendine var olur, yahud hiçbir şeyin var olmaması lâzım gelir. Her şeyin kendi kendine var olması, akla uygun bir şey değildir. Çünkü, kendi kendine var olmak, kendinden evvel kendisinin var olmasını îcab eder. Kendinin hep var olması, yani Vâcibü'l-Vücûd olması gerekir. Böyle olsaydı, yok iken sonradan var, yahud var iken sonradan yok olmazdı.
Halbuki, her mahlûk yok iken sonradan var oluyor ve tekrar yok oluyor. Bundan da, hiçbir mahlûkun Vâcibü'l-Vücûd olmadığı anlaşılır. Zaten kendi kendine var olmak, aklın kolayca anlayabileceği bir şey değildir.”
Sadece nedamettir şaşı kişinin kârı,
Olmalıdır, ey adam, sende ibret nazarı!.. [32]
4- Allah İsm-i Şerifinin İsm-i A'zam Olması
“Allah” ism-i celîli, Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. “Esmâü'l-Hüsnâ” nın içinde İsm-i A'zam'dır. Bu mübarek isimde öyle hususiyetler var ki, öteki isimlerde bulunmaz.
Bir kere, bu isim bir alemdir ve Esmâü'l-Hüsnâ'dan ilk gelmiş olanıdır. Yine ilk gelen âyet Besmele-i Şerife'dir. Bütün bir sûre halinde ilk gelen de Fatiha süresidir.
Varlığın nuru ve Allah'ın aziz nebisi şöyle buyurmuşlardır:
“Besmele Allah'ın isimlerindendir ve Besmele ile Allah'ın ism-i a'zamı arasında, gözün beyazlığı ile siyahlığı arasındaki gibi yakınlık vardır.”
Besmelede de ilk isim Allah ism-i şerifidir. Sonra Rahman ve Rahim isimleri zikredilir. Her hayırlı işe başlanırken de yine Allah adı ile başlanır.
Esmâü'l-Hüsnâ içinde de bu mübarek isim asıldır. Öteki isimler buna tâbidir.
Bilindiği gibi, Allah ism-i şerifi, Cenâb-ı Kibriya'nın Zât-ı sübhânîsine mahsustur. Mecaz yoluyla dahî olsa, Allahu Teâlâ'dan başkasına asla söylenmez.
Âlemde ahmakların ve kâfirlerin başı diyeceğimiz Firavun bile kendi kavmine karşı:
“Ene Rabbükümü'1-a'lâ = Ben sizin en yüce rabbinizim!” [33] dedi. Fakat, “Enellah = Ben Allah'ım!” demedi. Zâten diyemezdi de. O zaman ona kargalar bile gülerdi.
Ama, öteki isimler böyle değil. Bunlar ad olarak bazı insanlara verilebilmektedir. Meselâ: Azîz, Kerîm, Rahîm, Halîm, Hasîb, Reşîd gibi. Esası şöyle olması daha uygundur: Abdü'l-kerîm, Abdü'1-Azîz... Kerîmin kulu, Aziz'in kulu mânâsına...
Merhum M. Hamdi Yazır tefsirinde diyor ki:
“Allah ismi” “Tanrı adı” ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine “Allah” adıyla başlamış, “Tanrı adı” dememiştir ve o bahrin sonunda “Birdir Allah, andan artık tanrı yok” diyerek Tanrı kelimesini İlâh karşılığında kullanmıştır.”
“... İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zâtını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkânsızdır.” [34]
Diğer bir husus da şudur ki: İmanın temeli olan “Kelime-i Şehadet” sadece bu mübarek isimle hâsıl olur. Başka bir isim müslüman olmak için kâfi değildir.
Meselâ: Bir Hıristiyanın, bir puta tapanın, müslim olmak için önce “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” demesi ve diliyle dediğini kalbiyle tasdik etmesi lâzımdır.
Yani: Kelime-i Şehâdeti veya Kelime-i Tevhidi tam olarak söylemesi için “Allah” ism-i şerifine ihtiyaç vardır. Bunun yerine “eşhedü enlâ ilahe ille'l-Melik” yahud “Eşhedü enlâ ilahe îlle'r-Rahmân” veya “Eşhedü enlâ ilahe ille'r-Rezzâk...” denilse, Kelime-i Şehadet söylenmiş olmaz ve İslâm'a girilmiş de olmaz. Mutlaka: “Eşhedü enlâ ilahe illallah” demek lâzımdır.
Yukarıda da geçtiği üzere “Allah” ism-i şerifi tek ve eşsiz olarak Zât-ı Hakkı ifade eder. O'nun has ve özel ismidir. Bu sebeple o mübarek isimde akılların kavrayamayacağı sırlar gizlidir.
Evet:
İstersen aşk-ı vefa,
Sen, Allah de, Allah de.
Her nefes ve her defa,
Sen, Allah de, Allah de!..
Bunun misli bulunmaz.
Verir gönüllere haz,
Alnından öpecek yaz,
Sen, Allah de, Allah de!..
Aldırma aksın yaşın,
Bu olsun arkadaşın,
Dara düşerse başın,
Sen, Allah de, Allah de!..
Bir kuş olur can kafeste,
İşte budur ulvî beste,
İlk nefes ve son nefeste,
Sen, Allah de, Allah de!..
Kur'an-ı Kerim’in yüzlerce âyetinin sonunda Cenâb-ı Hak, önce has ismini zikrediyor, sonra sıfatlarını nazara veriyor. Meselâ
“İnnellâhe alâ külli şey'in kadîr = Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” “İnnellâhe Vâsi'ün alîm = Şüphe yok ki, Allah Vâsi'dir, hakkıyle bilicidir.” (Yani Rahmet ve kudreti, lütfü müsâadesi geniştir.)
“İnnellâhe ma'assâbirîn = Hiç şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” “İnnellâhe Gafurun Rahîm = Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”
Demek ki, sır ve hikmet bu mübarek isimde cem edilmiştir. Öyle olduğu için bu mübarek isim gönüllere gözler açar, velîler ve âşıklar bunu söylemeye doymazlar.
Zamanın ay yüzlü pîri Feridüddîn-i Attâr, henüz tasavvuf yoluna girmeden sahibi olduğu dükkanda alış verişle uğraşırken bir gün karşısına bir derviş çıktı:
“Ey canım Attâr, dedi, bana Allah için bir şey ver!” Fakat o hiç duymamış gibi davrandı. Derviş sordu:
“Söyle! Sen ne olmak istersin?”
Attâr, şöyle göz ucuyla bakıp gülümsedi ve dedi ki:
“Senin gibi olmak!”
Derviş alev alev yanan gözlerini ona dikti:
“Benim gibi hâ! Nerde o devlet?” Attar sordu:
“Niçin olmasın? Beni bu işe lâyık görmüyor musun?” Derviş öfkeyle soludu:
“Ey Attâr! Sen benim olduğum gibi olabilir misin?” Attar karşılık verdi:
“Elbette olurum!..”
Dervişin elinde tahtadan oyma bir çanak vardı. Onu hemen başının altına koyup yere uzandı ve gönlünün tâ derinliklerinden gelen bir sesle haykırdı:
“Allah!”
Ve birden can verdi. Bu müthiş manzarayı gören Feridüddîn-i Attâr derhal değirmen taşları gibi dönmeye başladı ve o da “Allah!” dedi ve kendisini tasavvuf deryalarına attı. Böylece ona aşk cihanının yolu açıldı...
Ve sonra şu incileri âleme saçtı:
“Ey canlara can olan Allah! Bütün canlar, künhüne ermekte âciz. Bir nişan elde edememişler. Ben ne söylersem söyliyeyim, seni nasıl översem öveyim; sen, hepsinden münezzehsin!” [35]
Bir Başka Hikmet:
“Allah” isminin hem lafzında hem mânâsında topluluk vardır. Şöyle ki: Bu mübarek ismi teşkil eden harfler tek tek kaldırılmış olsa, mânâyı bozmak imkânı yoktur ve yine Cenâb-ı Zât-ı Hakk'a delâlet eden bir ism-i alem olarak kalır.
Meselâ: İsmin başındaki hemze kaldırılacak olsa “Lillâhi” olur. Bunun Kur'an-ı Kerim'de karşılığı vardır:
“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır.” [36]
Birinci lâm kaldırılıp “Lehû” dense, bu kere de: “Lehû mülkü's-semâvâtı vel ardı” âyeti karşımıza çıkar. Bu lâm da kaldırılıp sâdece “Hû” dense yine aynı mânâdır. Yine Allahü Teâlâ'ya delâlet eder:
“O, öyle Allah'dır ki, kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur.” [37] âyet-i celilesi gibi...
İsm-i şeriften yalnız bir “He” kalsa yine Zât-ı Kibriya'ya delâlet eder. Çünkü “He” de “Esmâü'l-Husnâ” dan bir isimdir. Hem öyle ki bu dahî Zât-ı Ulûhiyyete bir nişane...
İşin daha da ibretli ve hikmetli tarafı var: Âlemde her canlı mahlûk, teneffüs etmek suretiyle istese de istemese de Yüce Allah'ı zikretmektedir.
İnanan da inanmayan da buna mecbur. Nefes aldıkça, hayatta kaldıkça bu böyle devam eder. “Ben nefes almadan yaşarım!” diyebilecek bir arslan henüz yaratılmamıştır.
O inkarcılar, o şucu, bucular var ya, bilmeden Allah'ı anmaktadırlar. Çünkü nefes alıyorlar. “He” harfinin mahreci göğüsten ve ciğerlerden gelen nefes ile çıkar. Buna göre, her nefes, “He” harfidir. Her nefes “He” harfi olunca, teneffüs eden her mahlûk farkına varmadan her nefeste şanı yüce Allah'ı bu ismiyle anmaktadır.
O kadar ki, Allahü Teâlâ'yı anmak bittiğinde o canlının da hayatı son bulmaktadır. Bir kâfir, bir maddeci, bir bilmem ne, inkârda zirvelere çıksa, nefesi onu her dakika yalanlamakta ve ona şöyle haykırmaktadır:
Ey hünersiz, ey bilgisiz adam! Kendine yazık ediyorsun! Benim varlığım, O'nun sonsuz kudretinin bir eseri. Ben durduğum an, sen ölüm uykusuna dalmış, hayattan silinmiş olursun! Vah sana, vah!
Evet, ne desem?
Cenge mi girişirsin, ey ham adam, Hak ile?
Senin beynini deler, bir zerre toprak ile!.. [38]
Mânâda Topluluk
Yine mânâ cihetiyle de bu mübarek isim, öteki isimlerin hepsini kendinde toplamıştır. Diğer isimlerde bu cemiyet yoktur. O isimler yalnız bir sıfat yahut bir fiile delâlet ederler.
Şimdi şu isimlere bir göz atalım:
a) Er-Rahmân, yalnız rahmeti,
b) Er-Rezzâk, yalnız rızkı,
c) Er-Rahîm, yalnız merhameti,
d) El-Gaffâr, yalnız mağfireti,
e) El-Kadir, yalnız kudreti,
f) Es-Semî', yalnız işitmeyi,
g) El-Azîm,yalnız azameti ifade eder.
Fakat Cenâb-ı Hakk'ın has ismi olan “Allah” ism-i şerifi bütün isimlerin mânâlarını hepsini birden toplu olarak ifade eder. Demek ki bir kimse “Yâ Allah!” dediğinde yüce yaratıcımızı bütün isimleriyle ve bütün sıfatlarıyle anmış olur.
Bu sebeple “Esmâü'l-Hüsnâ” içinde “Allah” ism-i şerifi ism-i a'zamdır. Şânı büyük, bereketi bol, feyzi ve inayeti ebedîdir. O mübarek ismin feyziyle gönüllerde cennet çiçekleri açmış, velîler ve âşıklara bu isim gıda olmuştur.
Yukarıda da geçtiği üzere bu mübarek ismi lâfız olarak bozma imkânı yoktur. İnsan isimlerinden herhangi bir harf kaldırılacak olsa, artık o isim olmaktan çıkar ve bir mânâ ifade etmez.
Meselâ: Hasan isminin başından (H) harfini kaldırsak (asan) sonundan (N) harfini alsak, geriye (Hasa) kalır. Şerîf isminin başından (Ş) harfini kaldıracak olsak (Erif) kalır ki bir mânâ taşımaz. Buna mukabil “Allah” ism-i şerifinin hangi harfini alırsak alalım, onu bozmak ve mânâsını değiştirmek ihtimali yoktur. Bu dahî düşünülmesi gereken sır ve hikmetlerden...
Evet:
O ne madde, ne cevher. Zât-ı Kibriya tekdir,
Selim akıllar O'nu imanla bilecektir!..
Arifler sultanı Bayezîd-i Bestamî Hazretlerine:
“Ey Hak erlerinin başı, denildi, ism-i a'zam hangi isimdedir?”
Ay yüzlü mânâ pîri dedi ki:
“O, öyle bir isimdir ki, onun çizilmiş bir sınırı yoktur. Fakat sen, kalbini Allahü Teâlâ'nın vahdaniyyeti için boşalt, mâsivâdan kalbini temizle. Bu durumda olduğun zaman rabbini dilediğin bir isimle zikret!” [39]
Kullar Ne Yapmalı?
Kul, bir gedâ olduğu için her an sultanın emrinde bulunması gerekir. Rabbinin sonsuz kudret ve azametini tanıyan bir kimse artık nasıl olur ki, ona isyan edebilsin!..
Allah dediğimizde, bütün âlemlerin Rabbi, mülkünde ortağı olmayan, eşi ve benzeri bulunmayan Zât-ı Kibriya'yı hatırlarız. Bizim hayata mazhar oluşumuz O'nun rahmetinin eseridir. Bir zamanlar ne biz vardık, ne içinde bulunduğumuz bu kâinat vardı. Hatta zaman da yoktu, mekân da yoktu, yokluk bile yoktu. Bütün bunları vücuda getiren, bütün eşyayı icat eden Allahü Teâlâ'dır. O kadar ki, bir lahza âlemi kendi haline bırakacak olsa gökler yerler birbirine geçer, yıldızlar kar taneleri gibi dökülür ve hiçbir şey yerinde kalmaz
Bir düşünelim ki: Güneş binlerce senedir kâinata ışık tutmakta, dünya onun etrafında dönmekte ve fakat onun sıcaklığı hiç eksilmemektedir. İnsanlar dünya kadar ateş yaksalar nihayet o ateşe dağlar dayanmaz ve ateş söner. Güneş lâlesini durmadan güldüren bu muazzam kudrete inanmamak, kafası olup da aklı olmayan kişilerin harcıdır.
Ya şu ırmaklar? Bunların suyu nereden geliyor? Binlerce senedir Nil nehri aynı heybetle akıp gitmektedir. O su devamlı yaratılmasaydı Nil'in akması mümkün olur muydu?
İnkâr ve hüsran çölüne çadır kurup gözlerini güneş ışığına kapayanlar sadece kendilerine dünyayı karanlık yaparlar. Onların inkâr etmesiyle hiçbir hakikat yok olmaz.
Bir damla suyun insan olarak varlık bulması ve o insanın hayat bulunca kendisini yaratan sonsuz kudreti tanımaması, tanımak da istememesi ne büyük felâket...
Bir lâhza, bir nefes yoktur ki, insanlar ve diğer mahlûklar Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine, keremine mazhar olmasın... Rahman ve Rahîm olan Allah, toprakta taneler yarattığı gibi, o taneleri kırıp öğütecek dişler de vermiştir. Ya mide içinde olan harika fabrika nedir? Yediğin bir lokma, hangi makinalardan geçip kan haline gelmektedir?
A adam! Bu kadar körlük olur mu?
Evet:
Semâ, güneş, ay, yıldız, toprak, hava, su O'nun.
Misk ü anber Onundur, gülün kokusu O'nun!
Bütün güzellikleri yaratan Hak, ey oğul,
Rahmeti inmededir gökler dolusu O'nun!..
Kur'an-ı Kerim, inkâr batağında çırpınan kavmine karşı Nuh (a.s.)'un söylediklerini şöyle nazara verir:
“Niye siz, Allah'tan korkmazsınız (O'nun azametini tanımazsınız)? Halbuki O, sizi, türlü türlü hallerde yaratmıştır, görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış?”
“Ay'ı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de kıldı bir kandil.”
“Allah sizi (babanız Âdem'i) Arz'dan yaratıp meydana çıkardı. Sonra sizi oraya döndürecek ve sizi bir daha çıkışla (kabirden) çıkaracak.”
“Allah sizin için Arzı (yeryüzünü) bir döşek yapmıştır. O'nun geniş yollarında gezinesiniz diye.” [40]
Allahü Teâlâ'nın bütün nimetleri gözler önünde gün gibi aşikârken nankörlük etmek, şükür, zikir, duâ ve tazarru bilmemek, taşların bile kalbini sızlatacak kadar büyük bir derttir.
Allah ism-i şerifi bize bütün hazinelerin kapısını açıyor ki, her halükârda yüce Allah'a şükretmek ve ubudiyette bulunmak lâzımdır. Hem de yalnız dil ile şükür değil, belki bütün azalar ile durmaksızın O'na hamd ve şükür etmek gerekir. Aldığımız bir nefes, şükür istediği gibi, verdiğimiz nefes de yine şükrü icap ettirir.
Cenneti ve cennetin fevkinde dîdâr neş'elerini istiyorsak, Allah ism-i şerifini dilimizden düşürmememiz lâzımdır. Sadece dil ile söylemek de kâfi değil, bütün varlığımızla O'na bende olmalıyız...
Cennetten gül toplamak saadetine erenler hep bu yolla yüceliklere kanat açmışlardır.
Ebû Süleyman Dârânî (k.s.) demiştir ki:
“Ma'rifetin sırrı, iki cihanda muradı Bir'den gayri olmamaktır.”
Mevlânâ'mız, âşıkların en yamanı ve ariflerin tacı (k.s.) buyuruyorlar ki:
“Âşıkların sevinci ve gamı Allah'tır. Onların el emeği ve ücretleri de yine O'dur.”
“Her kimde, güzel Allah'dan maadasına bir aşk varsa; o aşk, şeker yemek kadar tatlı bile olsa, yine can çekişmektedir.”
“Ey müştak u mest olan kimse! Asıl iş o iştir ki, onu işlerken ölüm gelsin, öyle hayırlı bir işte ölümün gelmesi hoştur!”
Ben derim ki: Kim Allah emrinde Elif gibi dosdoğru olur ve Rabbini bu güzel isimlerle zikrederse iki cihanın saadeti ona bağışlanır. O istemese de nimetler ardınca yürür.
Ay, Ülker, güneş nice zamandır parlayıp duruyor, fakat kör onu nereden bilecektir. Kulağından gaflet pamuğunu çıkarmayan adam, ırmağın çağıltısını, bülbülün feryadını, sığırcık kuşunun nağmesini nereden duyacaktır?
Ey hamd, şükür ve senanın tek sahibi, ey bütün âlem halkının rabbi. Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ibâdete layık hiçbir ilâh yoktur.
Sensin ilâh, rab bana,
Yâ Azîzü,Yâ Celîl.
Verme ızdırab bana,
Yâ Azîzü,Yâ Celîl!
Can lâlemi har etme,
Sen sonumu nar etme,
Bir başkaya yâr etme,
Yâ Azîzü,Yâ Celîl!
Bırakma bana beni,
Bende et sana beni,
Erdir ihsana beni,
Yâ Azîz ü, Yâ Celîl! [41]
Kaynaklar
[20] Üç-beş adet fazla veya eksik olabilir. Ben bu kadar sayabildim. Müellif.
[21] Hak Dini Kur'an Dili, 1/43. Daha geniş bilgi için oraya müracaat.
[22] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 33-38.
[23] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 38.
[24] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 38-39.
[25] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 39.
[26] Yasin: 36/82. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 39-41.
[27] Hût: Büyük balık.
[28] Nahl: 16/77
[29] Nisa: 4/164.
[30] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 41-45.
[31] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 46.
[32] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 46-47.
[33] En-Nâziât: 79/24.
[34] Hak Dini Kur'an Dili, 1 /44.
[35] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 47-51.
[36] Bakara: 2/284.
[37] Haşr Sûresi, son ayet.
[38] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 52-53.
[39] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 53-55.
[40] Nuh: 71/13-20.
[41] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 55-59.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder