AYET VE HADİSLERLE ESMÂÜ'L-HÜSNA
Önsöz
Ey nihayetsiz kudret ve kemâl sahibi olan Allah'ım! Senin mübarek ismini anarak söze başlıyorum. Çünkü senin ismin dudağa tat verir, senin ismin kalbe şifa ve safadır. Alemde zerre küre ne varsa, herbir güzel isimlerinin tecellilerine mazhardır. Beni de bu yolda rahmetinin tecellisine mazhar et.
Sana hamd eder, her işimde Senden yardım dilerim. Benim kırık dökük sözlerimi, Velî kullarının uğurlu sözleri gibi gönül uyarıcı ve ciğer yakıcı eyle. Batıl bir söz söylemekten beni muhafaza buyur. Göklerin, yerlerin ve bütün âlemlerin sultanı sen olduğun gibi, sözlerin sultanı da yine sensin.
Ey hamd, şükür ve senanın tek sahibi.
Ey şeref ve yücelik sahibi.
Ey iftihar ve güzellik sahibi.
Ey söz ve vefa sahibi.
Ey af ve rıza sahibi.
Senden af ve rıza talep ediyoruz.
Ey bir damla suya perî gibi güzellik veren Rabbim! Senin güzel isimlerinin bahçesinden güller demetlemek ne hoştur. Kimse seni kemaliyle bilmeye kadir değildir. Bu yolda akıl ayağı çamura batıp kalır. Ama sen bir kulunun elinden tutarsan ona yollar açılır, sen perdeyi aralarsan hikmetler zahir olur. Ben yalnız senin katından ümitliyim. Sana sadece iyiler iltica etmez, günahkârlar da senin kullarındır. Sen yalnız iyilere ikramda ihsanda bulunacak olsan, mücrimler kime gidip yalvaracaklar?
Yâ Rabbi! Senden daima muradım yine sensin!
Salât ve selâmın en güzeli cenâb-ı Muhammed Mustafa üzerine olsun.
Ey Hâlik-ı Zîşanım! Ezelden ebede kadar malûmat-ı ilâhîyen adedince efendimiz ve sultanımız Muhammed'e, âl ve ashabma salât ve selâm olsun.
A dostlar!
Bir düşününüz ki bir zamanlar biz yoktuk. Yerler, gökler, yerlerde göklerde olanlar da yoktu. Hattâ zaman bile yoktu. Bütün bunları Cenâb-ı Hak vücuda getirdi.
O bir şeye “Ol!” deyince, o şey hemen oluverir. Onun kereminin rüzgârı taşları ayna yapar. Bütün âlem dolusu halk O'nun kerem sofrasmdan rızıklanır. Toprak altındaki âciz karıncanın rızkını O takdir ettiği gibi, filin yiyeceğini de yine O hazır edip verir.
Yılanda zehri, arıda balı, denizlerde inciyi, kuru dallar üstünde kırmızı gülleri hep O yaratır. O'nun kudretine bir sınır, bir nihayet yoktur. Evet:
Karıncaya mide, pireye kanat.
Ol deyince oluverir o saat!
Dahası var: Gözle görülmesine imkân olmayan küçük mikropçukların midesini, dişini, gözünü O vücuda getirir. O kadar ki, zerreden yüz kat küçük bu mikropçuklar koca koca adamları devirir, yatağa düşürür. Bütün bunlar O'nun mübarek isimlerinin başka başka tecellileridir.
Her varlık O'nun isimlerinin gülistanından nasib alır. Kimde kudret vardır ki, O'nu tam olarak bilsin... Ancak herkes kendi ilmi kadar ve Allah'ın kendisine bildirdiği kadar bilebilir.
Bu hususta peygamberler de O'nun ilmine muhtaçtırlar. Gönüllerine ne vahyedildi ise bildikleri sadece odur. Yine herkesin marifeti dahi bir değildir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin Allah bilgisi ile ümmetinin bilgisi elbette bir olamaz. Hattâ bütün insanlık âleminde O'nun ufkuna erişecek kimse de yoktur. Öyle olduğu halde Sultan Nebi çok kere:
“(Ey Rabbim!) Seni hakkıyle bilemedik!” derlerdi.
Akıl şimşeği onun vasfının eteğine el eriştiremez. Eşi, benzeri, misli olmayan, mülkünde tek olan Cenâb-ı Hakk'ın künhüne erişilmesi imkânsızdır.
Cebrail (a.s.) bile O'nun kudret ve Celâli karşısında hayrete düşmüştür. Çünkü Cebrail'in Rabbi de O'dur. Arş da O'nun hükmüyle durup dinlenir. Cennetler de O'nun rahmetinin güzelliğinden sadece bir daldır.
O'nun celâl şimşeği âlemin teline bir dokunacak olsa hiçbir şey hayatta kalmaz. O daima hükmünde galibdir. “Rahman” sıfatının tecellisi olarak verir de verir. Bu mü'min, bu kâfir demez. O'na bütün mahlukatı doyurmak ve rızıklandırmak güç gelmez. Bir anda binlerce mahlûku yok etmek veya yoktan var etmek de güç değil. O sadece “Ol!” der, O'nun murâd ettiği şey hemen vücuda geliverir.
Kur'an-ı Kerim bize şunu haber veriyor:
“(Allah) hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.” [1]
İşte gönülleri hikmet nuru ile doldurulan kimselerle hikmetten mahrum kişilerin O'nu bilmesi bir olmaz. O'nu bilmenin mektebi İslâm'dır. Ve o medresenin muallimi nebiler sultanıdır. Ve O'nun kitabı Kur'an'dır.
Kur'an-ı Kerim bize Vahdet bahçesinden öyle kapılar açıyor ki akıllar hayretinden parmağını ısırır. O'nun kudret ve azameti akıl dağlarını titrettiği gibi, bu yolda vehim kuşuna da geçit yoktur. Yani onun büyüklüğü her şeyi âciz bırakır.
Evet:
Zât-i ehadiyyeti nasıl kavrarız ki biz?
Vehim kuşuna yol yok, akıl şimşeği âciz!..
Rabbi kerîmine karşı Resûl-i Kibriya'nın bir niyazı vardır ki hakikatin tâ kendisidir. Rahmet Nebi (s.a.v) izhâr-ı ubûdiyyet eyleyerek şöyle dedi:
“(Ey Mâbud-i Zîşanım!) Ben, seni, lâyık olduğun veçhile sena edemem. Sen, kendini nasıl sena etti isen öylesin.”[2]
Gerçekten öyledir. Allahü Teâlâ nebilerinin, velîlerinin ve dostlarının gönüllerini açar, ma'rifetinin nurunu o kalblere indirir ve O nur ile onlar rablerini bilirler. Yani kendilerine ne kadar ilim ve hikmet verildiyse bilgileri o kadardır. Veliler serdârı Şâh-ı Nakşibend (k.s.) demiştir ki:
“Kalblerin büyüklüğü aslında birdir; lâkin onlardaki ma'rifetlerin büyüklüğü başka başkadır.”
Vahye mazhar olan Nebiyy-i Zîşan efendimizin kalbindeki ma'rifetle diğer insanların bilgisi elbette bir olamaz. Arslanın pençesi ne kadar kuvvetli olsa da gökte uçan şahine erişme ihtimali yoktur.
Diğer insanlara karşı nebiler ve velîler de böyledir. Nebiler vahyin bereketine mazhardır. Velîler dostluk kâsesinden ma'rifet nuru içmişlerdir. Yine de herkesin aldığı mesafe bir değildir. Şu çarpıcı levhaya bir bakınız:
Zamanın ulusu ve Ehl-i Sünnet imamlarının övüncü Ahmed bin Hanbel Hazretleri, çok kere Bişr-i Hafî (k.s.)'yi ziyarete giderdi.
Bir adam, bir gün büyük imamı Bişr Hazretlerinin huzurunda gördü de dedi ki:
“Ey zamanın İmamı, ey din yolunda kendisine uyulan! Sen bilgi sahibi bir insansın. Hadis ve sünnette seni kimse geçemez. Senden daha bilgili adam âleme ayak basmaz artık. Fakat burada, şu çıplak ayaklı dervişin yanında işin ne senin? Hiç lâyık olur mu ki sen ona gelesin?”
İmam Ahmed (k.s.), yanağına tombul bir gülücük kondurup:
“A kişi, dedi, evet, ben hadis ve sünnette ödülü kaptım. Bilgim onun bilgisinden çok, ilmim onun ilminden ileri... Ben her şeyi ondan iyi biliyorum. Ama o, Allah Teâlâ'yı benden iyi biliyor!”
İşte bütün mes'ele... İnsanlardan, çok kimseler vardır ki, Allah'a iman ettim dediği halde, Allahü Teâlâ'nın sıfatlarında hataya düştüğü için helak olmuştur.
Kur'an'ın, sünnetin ve İslâmın dışında O'na varacak bir yol yoktur. O'nu bilmenin mektebi de sadece İslâm'dır. Müslüman, imanın mihverinde, Kur'an'ın gölgesinde, sünnetin bahçesinde O'na yol bulacaktır.
O'nun Zât-ı Kerîmini düşünmek yasak edilmiştir. Çünkü hayalimize gelen herşey mahlûktur, hayâl de öyle... O'nun yaratıklarına bakmak kâfi... Yaratan hiç yaratılan gibi olur mu?..
Koca şair ve büyük âşık Fuzûlî öyle söz eder ki, artık ben ne diyeyim?
“Amma çü sana kadîmdir zât
İdrâk sana yeter mi heyhat
İdrâkimize kemâl-i hayret
Tevhidine bes durur delâlet
Endîşe-i zât kılmak olmaz
Bilmek bu yeter ki bilmek olmaz.”
(Ama senin zâtın kadîm olunca, seni kavramak mümkün mü?
Ne yazık! Seni kavrayabilmedeki şaşkınlığımızın büyüklüğü senin bir oluşuna yeterlidir.
Senin zâtını düşünmek olmaz.
Seni bilmenin imkânsızlığını bilmek yeter.)
O'nun muhabbetinin deryasına yelken açanlar işte böyle hayrete düşmüşlerdir. Asıl hayret edilecek şey ise kafası olup da aklı olmayan bazı insanların O'na eş-ortak koşmalarıdır.
Sesimizin son perdesiyle haykıralım ki: O'nun eşi, benzeri, mülkünde ortağı yoktur. O'nun sonsuz kudreti karşısında dağlar eteklerini suya daldırıp kalmışlardır.
Evet: Yerlerin, göklerin, Arş'ın sahibi, bütün âlem halkının Rabb-i Kerimi O'dur.
O, “Ol!” deyince ateş üstünde güller destelendi, yokluktan varlık husule geldi. Nice yokları var etmek, nice varlıkları da yok etmek O'nun için pek kolaydır.
Âlemde dönüp duran bütün hâdiseler O'nun “Esmaü'l-Hüsnâ” sının tecellisidir. İnsan O'nu bu sıfatlarla tanımaya çalıştı mı ilâhî ma'rifete mazhar olacaktır. O'nu tanıdıkça, O'na karşı sevgi ve muhabbeti de artacaktır...
İşte bu küçük eser, inşaallah İlâhî muhabbetlere kapı açacak, O'nun güzel isimlerinin ikliminde muhabbet balı akıtan arılar gibi kanat vuracaktır.
İslâm büyükleri, Allah'ın velî kulları ve söz sultanları, eserlerinin başına mutlaka münâcaat koymuşlardır. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim dahi Allah Teâlâ'ya hamd ve münâcaatla başlamaktadır. Zaten O'na açılmayan eller ve gönüller her şeyden mahrumdur. Dünya sultanlarından bir şey talep edildiğinde çok kere kızarlar, halbuki Allah Azze ve Celle kendisinden istenmeyince gadap eder. Kul, O'ndan ne kadar çok dilekte bulunursa rabbi de onu o kadar çok sever.
Ben, O'nun keremine güveniyor ve O'na el açıyorum.[3]
Münâcaat
Yalnız sana kulluğum, sana benim niyazım,
Kudretinin eseri, ey Rabbim, alın yazım!
Garîb kime baş vurur, sensin tek dost, sensin yâr,
Kul seninle huzurlu, kul seninle bahtiyar!..
Sen ezelî mahbubsun, değil ki yeni sevdim,
Tâ “Kalû Belâ” da ben, ey Rabbim, seni sevdim!
Senin kerem bulutun, çiçeğime verir su,
Zaman boyu eksilmez: Kuş sesi, gül kokusu!
Sensin ebedî sultan, muhtaç vezîr, şah sana,
Kulluğu devlet bilir, nice padişah sana!
Nimetlerin sayısız: Hurma, zeytin, dut senin,
Bizim her zerremizde rahmetin mevcut senin!..
Alemde sünbül, çemen, sen dilersen var olur,
Nerde görülmüştür ki, ustasız duvar olur?
Yerler, gökler, güneşler, hepsi senin îcâdın,
Zerrelerin nabzında çarpıyor kudsî adın!
Akıl, idrak hep âciz, künhüne varmak muhal,
Senin vahdaniyetin zâtına mahsus bir hâl!
Mülk senindir, harnd sana, sensin Ma'bûd-ı Zîşan,
Kâinatın nizamı bir olduğuna nişan!.. [4]
Kaynaklar
[1] Bakara: 2/269.
[2] Müslim.
[3] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 5-12.
[4] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 12-13.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder