Tefhimu'l Kur'an - Saf Suresi Ayet 6 - (1.Bölüm)

Tefhimu'l Kur'an - Saf Suresi Ayet 6 - (1.Bölüm)

وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَابَنِي إِسْرَائِيلَ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ (6)

Saf Suresi Ayet 6- Bir zamanlar(6) Meryem oğlu İsa da: "ey İsrail Oğulları, ben size gönderilmiş Allah elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı(7) doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed (8) adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim " demişti. Fakat onlara apaçık deliller gelince: "Bu apaçık bir kandırmacadır" dediler.(9) 
6. Bu İsrailoğulları'nın ikinci önemli isyanıdır. Birincisinde onlar, yükselme dönemlerinin başlangıcında, ikincisinde ise çöküş dönemlerinde isyan etmişlerdir. Daha sonra, onların çöküşü kesinleşmiş ve ebediyyen Allah'ın gazabına maruz kalmışlardır. Bu iki vakıanın burada beyan edilmesinin amacı, Müslümanları İsrailoğulları'nın Allah'ın peygamberine itaatsizlik etmelerinin getirdiği sonuçtan haberdar etmektir.
7. Bu ayet, üç anlama gelmektedir ve her üçü de doğrudur. Birincisi, Hz. İsa demek istiyor ki, "Ben, yeni, garip ve ender bulunan bir din getirmedim. Bu dini daha önce Hz. Musa da getirmişti. Ben Tevrat'ı tekzip etmeye değil, bilakis tasdik etmeye geldim. Aslında tüm peygamberler, öteden beri kendilerinden önce gelen peygamberleri teyid ve tasdik etmişlerdir. Dolayısıyla benim peygamberliğimi reddetmenize bir neden yoktur."
İkincisi, "Benden önce Tevrat'ta benim gönderilmeme dair verilen müjde, işte şimdi gerçekleşiyor. Tevrat'taki kayıtların doğru olduğunu ispatlamak için Rabbim beni size göndermiştir. Bu yüzden bana karşı çıkmayın, aksine geçmişteki peygamberlerin müjdelediği peygamberlerin geldiğine sevinin."
     Üçüncüsü, Bu ayet ile daha sonraki ayet birleştirilince şöyle bir anlam ortaya çıkar. "Ben Allah'ın Rasulü Ahmed'in gelişine dair Tevrat'ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyaya geldim. Ben de onun geleceğini bildiririm." Son yorum Hz. İsa'nın (a.s) Hz. Muhammed'in (s.a) gelişiyle Hz. Musa'nın kendi ümmetine verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir.
Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Musa'nın şöyle dediği nakledilir: "Allah'ın Rab, senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir Peygamber çıkaracak, onu dinleyeceksin, nasıl ki Horeb'de toplantı günlerinde: "Bir daha Allah'ın Rabbin sesini işitmeyeyim ve artık bu büyük ateşi görmeyeyim ve ölmeyeyim" diye Allah'ın Rab'den istedin. Ve Rab bana dedi: Söylediklerini iyi dediler. Onlar için kardeşleri arasında senin gibi bir Peygamber çıkaracağım ve ona emredeceğim, herşeyi onlara söyleyecek. Ve vaki olacak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek olan adamdan ben hesap soracağım." (Tesniye: 18, 15, 19)
Tevrat'ın bu açık ihbarı, Hz. Muhammed'den (s.a) başka hiç kimseye uymaz. Bu ihbarda Hz. Musa (a.s) Allah'ın şu müjdesini veriyor: "Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir Nebi çıkaracağım." Bir milletin kardeşlerinden, bizzat o milletlerin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur.
    Şayet gelecek Nebi'nin Beni İsrail'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman yalnızca, "Aranızdan bir Nebi vereceğim" demek kafi gelecekti. Bu nedenle İsrailoğulları'nın kardeşlerinden burada, İsmailoğulları'nın kastedilmiş olması daha akla yatkındır. İsmailoğulları, Hz. İbrahim'in torunları olduğundan, İsrailoğulları'nın yeğenleridir de aynı zamanda. Üstelik, Hz. Musa'dan (a.s) sonra İsrailoğulları'ndan sadece bir tek ve büyük bir nebi gelseydi, o zaman bu haber doğru kabul edilebilirdi. Ama Kitab-ı Mukaddes'te de belirtildiği gibi, İsrailoğulları'ndan Hz. Musa'dan sonra pekçok nebi çıkmıştır.
    Burada verilen müjdede, bir noktaya dikkat edilmelidir. Gelecek nebinin tıpkı Hz. Musa (a.s) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbette ki bu benzerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve kılık kıyafet bakımından bir benzerlik değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insana tıpa tıp benzemez. Bu benzerlik her iki nebinin nübüvvet payesi ve özelliği ile ilgili sayılmaz. Çünkü, bu benzerlik Hz. Musa'nın ardından gelen tüm peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra, Hz. Musa ile Hz. Muhammed'in (s.a) ortak yanlarını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Bu özellik ve benzerlik gerçekten Hz. Musa ve Hz. Peygamber (s.a) arasında vardı. Hz. Musa'yı müteakip İsrailoğulları arasında çıkan peygamberler, hep Musevi şeriatın savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir şeriat getiren sadece Hz. Muhammed'tir.
    Bu açıklama ve yorum, Tevrat'taki şu ifadelerle daha da kuvvetleniyor: "Toplantı günü, Horeb'de Rabbine yaptığın müracaata uygun olarak size bir Nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim. Ben senin gibi bir Nebi gönderecek ve onun ağzına kelamımı koyacağım?" Burada bahsedilen Horeb, Hz. Musa'nın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Musa'nın Allah'ın nuruyla ilk kez karşılaşması ve O'nun sesini duyması kendisini müthiş derecede sarsmış ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada bahsedilen, İsrailoğulları'nın müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Horeb dağında olduğu gibi korkunç şartlar altında verilmemesiyle ilgilidir. Bu vakıa Kur'an'da da kayıtlıdır. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'te de benzeri rivayetler vardır. (Bkz. Bakara: 55-56-63, A'raf: 155-171 ve Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 19: 17-18) Buna cevap olarak Hz. Musa (a.s) İsrailoğulları'na Allah'ın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki, "Onlara göndereceğim peygamberin ağzına kendi kelamımı koyacağım."
    Demek ki, bundan böyle şeriat verilirken Horeb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah'ın Kitabı ile gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra Tevrat'taki haberin Hz. Muhammed'den (s.a) başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Musa'dan sonra dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlak nizamı getiren Hz. Muhammed'dir. Bu şeriatın verilmesi sonrasında, Horeb dağında İsrailoğulları'nın toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay da vuku bulmamıştır.
    8. Bu, Kur'an-ı Kerim'in en önemli âyetlerindendir. İslâm düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmeye çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü yapmışlardır. Çünkü bu ayette Rasulüllah'ın (s.a) , ismi açıkça verilmek suretiyle ve Hz. İsa'nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu konunun etraflıca ele alınması gerekiyor.
    a) Görüldüğü gibi, sözkonusu ayette Hz. Peygamber'in (s.a) adı "Ahmed" olarak belirtilmiştir. Ahmed'in iki anlamı vardır. Birincisi, Allah'ın en çok medhini yapan kişi. İkincisi, en çok medhedilen kişi veya kullar arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber'in (s.a.) çeşitli isimlerinden birinin "Ahmed" olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebu Davud, Tayâlisi'de, Hz. Ebu Musa Eşari'nin bir rivayeti şöyle nakledilmiştir: "Ben Muhammed'im ben Ahmed'im ve ben Haşir'im..." Benzeri rivayetler Hz. Cübeyir bin Mut'am tarafından İmam Malik, Buharî, Müslim, Darimî, Tirmizî ve Neseî de de nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu mübarek ismi sahabiler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan bin Sabit'in bir şiiri şöyledir:
Allah ve Arş'ın etrafında toplanan melekler,
Ve bütün temiz varlıklar Bereketli Ahmed'i methettiler.
    Tarih kitaplarında da Hz. Peygamber'in (s.a.) isminin hem Muhammed hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber Efendimiz'den önceki bütün Arap edebiyatında "Ahmed" isminin hiç kullanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra Ahmed ve "Gulam Ahmed" (Ahmed uşağı) isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki bunun haddi hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, Peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar popüler, tutulmuş, beğenilmiş ismin az oluşudur. Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı, Müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed koyacaklardı? Ahmed olmadan, Gulam Ahmed olmak mümkün müdür?
     b) Yuhanna İncili'nde, Hz. Mesih'in gelişi sırasında Beni İsrail'in üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz. İlyas'ın ikinci gelişi) ve "o Nebi" idiler. İncil'in ayetleri şöyledir:
    "Ve Yohanna, (St. Jhon, Johannes, Hz. Yahya) tanıktır ki, Yahudiler Kudüs'ten kendisine, "Sen kimsin" diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne müsbet cevap verdi, ne menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını söyledi. Onlar sordu; Öyleyse sen kimsin? Sen İliyah mısın? O dedi ki, "Ben değilim." (Sonra dediler ki) "Sen o nebi misin?" O dedi ki "hayır". Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, "Ben sahrada çağıran birinin sesiyim, ki siz Tanrı'nın yolunu düzeltebilesiniz. Onlar ona sordular, "Madem ki sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de o peygambersin, o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?" (1:19-25)
    Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrailoğulları Hz. Mesih'le Hz. İlyas'ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahya (a.s) değildi. Bu üçüncü nebi veya peygamberin geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrailoğulları arasında sadece "o nebi" kelimelerini söylemek, kendisine yapılan bir işaret sayılıyordu. Yani, "Hakkında Tevrat'ta müjde verilen nebi" olarak tarif etmeye de gerek yoktu. Ayrıca, sözü edilen peygamberin dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, "Ey İsrailoğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Öyle bir peygamber gelmeyecektir."
    c) Şimdi gelin, Yohanna İncili'nde (St. Jhon İncili) Bölüm 14'ten 16'ya kadar sürekli olarak yer alan gelecek peygamber hakkında müjde ve haberlere bir göz atalım:
"Ve ben Babam'a yalvarırsam o size ikinci yardımcıyı gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde edemeyeceği Hak Ruhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir (Ama) siz onu bilirsiniz, çünkü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur." (14:16-17) "Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, pederim, Ruhu'l Kudüs adına size göndereceği yardımcı size herşeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi hatırlatacaktır." (14:25-26) Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın önderi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. (14: 30)
    "Ama, size Pederim tarafından size göndereceğim Yardımcı yani "Hakikat'ın Ruhu" size gelince benim için şahitlik yapacaktır." (15:26)
"Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalıdır. Zira ben gitmesem o Yardımcı size gelemeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim" (16:17)
"Ben size bazı diğer şeyler de söylemek istiyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, kendi tarafından hiçbir şey söylemeyecektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini verecektir. O size Celâlimi (öfkemi) gösterecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder'in olduğu herşey benimdir. Onun için dedim ki, benden alacak ve size verecektir." (16: 12-15) .
    d) Yukarıda geçen ibarelerin anlamını tayin etmeden önce şunu bilmekte fayda vardır ki, Hz. İsa ve o dönemin Filistin'lilerinin konuştuğu halk dili, "Arami" dilinin bir lehçesi olan Süryanice idi. Hz. İsa'nın doğuşundan 200-250 sene evvel, Seluk (Seleucide) döneminde bu bölgede İbranice'nin kullanılmasına son verilmiş ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi Seluki ve daha sonra Roma İmparatorluğunun etkisiyle bölgeye Helence de girmişti. Fakat bu dilin kullanım alanı; hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkilere yükselmek isteyen ve Yunan etkisi altında kalan insanlar arasında varolan sınırlı alandı. Filistin halkı genellikle Süryanice'nin değişik bir lehçesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam'da konuşulan Süryanice'den farklıydı. Filistin halkı Helence'ye o kadar yabancıydı ki, Miladi 70'de Romalı General Titus Kudüs'lülere hitap etmek isterken konuşmasını Süryanice'ye tercüme ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple, Hz. İsa'nın arkadaş ve öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
    Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil'in dördü de, Hz. İsa'dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. İsa'nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahi rivayetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivayetler daha sonra Süryanice'den Helence'ye çevrilmişti. İncillerin hiçbiri Miladi 70'ten önce kaleme alınmamıştı. Yohanna İncili ise, Hz. İsa'dan yaklaşık 100 yıl sonra muhtemelen Türkiye'nin Ege bölgesinin Ephesus (Efes) kentinde bitirilmişti. Buna ilaveten, bu İncillerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Halbuki, İncillerin ilki Helence yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve şurdan burdan müsveddeler halinde toplanan Helence İncillerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. İsa'dan sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkansızdır.
    İncil'de değişiklikler yapılmasına ilişkin şüphemizi kuvvetlendiren unsur, Hıristiyanların Mukaddes Kitap'ta her türlü tahrifi caiz saymalarıdır. "Enyclopadea of Britanica"nın Bible maddesinde şu satırlara rastlanıyor:
"İncillerde bu tür belirgin değişiklikler kasten yapılmıştır. Meselâ bazen bütün bir ibare başka kitap ve kaynaklardan İncillere eklenmiştir. Bu tür tahrifat, İncil'in metnine, uygun gören yazarların, buldukları her yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan ileri geliyor. Bu yazar ve derlemeciler İncil'i daha derli toplu ve faydalı yapmak maksadıyla kendilerinden de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini yetkili sayıyorlardı... Birçok ilave ve çıkarmalar da ikinci asırda yapılmıştı ve bunların kaynağı bilinmiyordu..."
     Böyle bir durumda, İncil'de geçen Hz. İsa'nın sözlerinin aynen nakledildiği veya bunlarda bir değişiklik yapılmadığını söylemek gerçekten çok zordur.
Üçüncü ve en önemli husus da, Filistin'in Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra yaklaşık 300 yıl kadar Hıristiyan tebaanın dilinin Süryanice olmasıdır. Tarihi kayıtlara göre Filistinli Hıristiyanlar, ancak dokuzuncu yüzyılda Süryanice yerine Arapça konuşmaya başladılar. Bu Süryanice konuşan Hıristiyanlardan ilk üç yüz yılda Müslüman alimlere geçen Hıristiyan rivayetlerinin daha sağlam ve geçerli olduğu söylenebilir. Zira, diğer Hıristiyan kavim ve alimlere, Hıristiyanlığın temel inanç, felsefe ve gelenekleri Süryanice'den Helence'ye daha sonra da Latince'ye tercüme edilmek suretiyle ulaşmıştı. Halbuki, Hz. İsa'nın ağzından çıkan sözler Filistin'de uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların ilk etapta iyi korunduğu daha yakın bir ihtimaldir.
    e) Bu inkâr edilmez tarihi hakikatlerin ışığında Yohanna İncili'nin yukarıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. İsa'nın kendisinden sonra gelecek bir Peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğuna tanık oluruz. İsa (a.s) bu şahsiyeti "Dünyanın Lideri" "Ebediyyen Yaşayacak", "Doğruluğun bütün yollarını gösterecek" ve bizzat kendisi (Hz. İsa'yı) "Teyit edecek" bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Ruhul-Kudüs (Kutsal Ruh) ve "Hakikat'ın Ruhu" gibi kelimeler ilave edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki öğretileri evrensel olup herkesi kapsayacak ve kıyamete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir hususiyeti de "yardımcılık"tır. Tercümede biz "Yardımcı" kelimesini kullandık.
    Hıristiyanlar Yohanna İncili'nin Helence asıl nüshasında geçen kelimenin "paracletus" olduğunda israr etmektedirler. Ama bunun manasını tespit ederken kendileri de ihtilafa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca "Paraclate"nin anlamı şunlardır: Bir yere çağırmak, yardıma çağırmak, ikâz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs. Helence'de bu keimenin karşılığı şunlardır: Teselli etmek teskin etmek ve cesaret vermek. İncil'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa orada buna yukarıdaki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. Origen, bu kelimeye bazı yerde 'teskin eden' ve bazı yerde 'takbih eden' olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, sözkonusu kelimenin geçtiği ibarelerden hiçbirinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer mütercimler "Öğretmen" ve "Hoca" olarak çevirmişlerdir. Ama Yunanca'nın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Tutalian ve Augustein ise "Avukat" ve "Vekil" kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları "yardımcı", "teskin eden ve teselli eden" sözcüklerini kullanmışlardır. (Bkz. Encyclopadea of Biblical Literature, "Paracletus" maddesi.)
     f) İşin ilginç yanı, Yunanca'da sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, "Periclytos"un bulunmasıdır. Bu kelimenin manası, "medh edilmiş"tir. Görüldüğü gibi bu kelime, Arapça Muhammed'in hemen hemen aynısıdır. Hem teleffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve adet edinmiş olan Hıristiyan din adamları, Yohanna'nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle "Paracletus" yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yohanna İncili'nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tespit etmek imkansız kılınmıştır.
    g) Ancak vereceğimiz karar sadece bu hususa bağlı değildir ve çok şükür ki değil. Zira, Yohanna'nın Yunanca İncili'nde müstakbel peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla halletmiyor. Bir kere, bu İncil de Süryanice'den Yunanca'ya çevrilmiştir. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan Hz. İsa'nın kullandığı Süryanice kelimelerdir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişam'ın Siyeri Nebevi'sinde vardır. Siret-i İbn Hişam da sadece aradığımız kelime bulunmakla kalmıyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimelerin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hişam, Muhammed bin İshak'a atfen Yohannes (Yohanna) İncili'nin                                               15. Bölümü ayet 23 ilâ 27 ve Bölüm 16 ayet 1'in tümünü tercüme etmiştir.
Adı geçen tercümede Yunanca "Paracletus" kelimesi yerine "Munhamanna" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshak ya da İbn Hişam bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: "Munhamanna" kelimesi Süryanice'de Muhammed (Methedilmiş) ve Yunanca da "Pericletus" anlamına gelmektedir. (İbn Hişam, cilt 1, s: 248)
     Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli Hırisityanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768'de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve alimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç te zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüzbinlerce Hıristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice'nin hangi sözcüğünün Yunanca'nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak'ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, "Munhamanna" geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hişam bunun Arapça "Muhammed" kelimesi ya da Yunanca "Pericletus" sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. İsa'nın Hz. Peygamber'in (s.a.) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yohanna İncili'nde geçen kelimenin aslında "periclytos" olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan "paracletus" olarak değiştirildiği de hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor.
    h) Bundan daha eski tarihi delil, Habeşistan Kralı Necaşi'ye bir avuç Müslümanın gidip kendisine İslamiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Hz. Abdullah bin Mesud'un (r.a) rivayetine göre, Habeşistan'a hicret etmiş olan Müslümanlar Kral Necaşi'nin huzuruna çağrılınca heyet başkanı Hz. Cafer bin Ebu Talib (r.a) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşi dedi ki, "Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben O'nun Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum. İncil'de zikri geçen elbette O'dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu İsa bize vermişti." (Müsned-i Ahmed) . Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca'fer ile Ümmü Seleme (r.a) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necaşi, Hz. İsa'nın bir nebinin geleceğini müjdelediğini biliyordu.
    Bu hikaye ile ayrıca, İncil'de Hz. Muhammed (s.a) Mustafa'nın (s.a) gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşi'nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (s.a) olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivayet ve hikayeden, Hz. İsa'nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi'nin bilgi kaynağının Yohanna İncili mi yoksa başka İncil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

Yorum Gönder

0 Yorumlar