Beş ayet olup,
Mekkidir.[1]
"Rabbinin fil
sahiplerine nasıl (muamele) ettiğini görmedin mi?"(Fil, 1).[2]
Fîl
Olayı
Rivayet olunduğuna
göre, Ashame en-Necaşî'den önceki Yemen hükümdarı Ebrehe ibn es-Sabbâh el-Eşrem,
San'â'da bir kilise yaptırır ve ona el-Kalîs adını verir. Maksadı ise, hacıları
oraya çekmektir. Derken, Kinane oğullarından birisi çıkar, o kiliseye,
geceleyin, büyük abdestini bozar... Bu durum da, Ebrehe'yi kızdırır.
Arablardan
birisinin bir ateş yakıp, rüzgarın o ateşi, kiliseye ulaştırıp, oraya yaktığı,
bunun üzerine de Ebrehe'nin Kabe'yi yakmaya yemin ettiği de ileri sürülmüştür.
İşte bu maksatla Ebrehe, beraberinde çok kuvvetli olan ve adı Mahmûd olan bir
fil ile birlikte, Habeşistan ve sair yerlerden topladığı ordu ile birlikte, yola
çıkar. Ki bu ordunun içinde, ayrı cinsten sekiz fil daha bulunmaktadır. Bu
sayının on iki ya da bin olduğu da ileri sürülmüştür. Mekke'ye yaklaşınca,
kendisini Abdulmuttalib karşılar ve ona, geri dönmesi için, Mekke'deki
mallarının üçte birini vermeyi teklif eder. Fakat o, kabul etmez. Derken,
ordusuna silah kuşatır ve o fili de ordunun önüne alır.
Onlar her ne zaman bu
fili, Harem-i Şerif cihetine doğru yönelttilerse, o çöker ve oradan kalkmaz.
Ama, Yemen'e veya diğer yönlere doğru yönelttiklerindeyse, koşarak gider. Derken
Ebrehe, Abdulmuttalib'e ait ikiyüz deveyi alır. Bunun üzerine Abdulmuttalib,
develerini geri almak maksadıyla, onların yanına gelir. İri yapılı birisi olduğu
için, Ebrehe ona önem verir.
Ebrehe'ye, "Kureyş'in efendisi ve Mekke kervanının
sahibi" diye takdim olunur. Abdulmuttalib ne maksadla geldiğini anlatınca da,
Ebrehe, "Gözümden düştün. Zira ben, senin ve atalarının dini demek olan Kâ'be'yi
yıkmak için geldim. Sen buna hiç aldırmadın; ama, alınan develerini istemek için
buraya kadar geldin!.." dedi.
Bunun üzerine Abdulmuttalib,
"Develerin sahibi
benim, o Beyt'in de sahibi vardır. Orayı, sana karşı koruyacaktır" dedi, sonra
da dönüp, Kâ'be'ye geldi ve Kâ'be'nin halkasına yapışarak şöyle demeye
başladı:
"Allahım, herkes kendi
helal malını müdafaa eder; sen de kendi malını koru! Bu gün seni, Salib'den yana
olan ve ona tapanlara karşı, kendi yandaşlarına (âline) yardım et. Onların haçı
ve güçleri, haddi aşarak, senin gücüne galib gelemesin. Eğer Sen Kâ'be'mizi
onların insafına terkedersen et, Sen bilirsin. Ya Rabbi, onlara karşı, Senden
başka umacağım kimse yoktur. Ya Rabbi, onlara karşı, bu harîmini Sen koru,
müdafaa et."
Bu duayı yaptı ve
döndü. Bir de ne görsün, Yemen tarafından bir takım kuşlar gelmiyor mu? Bunun
üzerine Abdulmuttalib şöyle demeye başladı:
"Vallahi, bunlar yabancı kuşlar, ne
Necidli, ne de Tihâmeli, yani Mekkeli..." Her kuşun gagasında bir, ayaklarında
da İki taş vardı ki, bunlar mercimekten büyük, nohuttan küçük idiler. İbn
Abbas'ın, bu taşı, Ümmühanî'nin yanında Kafîz gibi, burnu çizgili, tıpkı Zıfâr
kabilesinin gözboncuğuna benzer bir biçimde gördüğü rivayet edilmiştir. Taş,
adamın başından giriyor, aşağıdan çıkıyordu. Ve, her taşın üzerine, kime ait
olduğu da yazılmıştı. Böylece bu, Kâ'be'yi yıkmaya katılanların hepsi, yollarda,
vadilerde, helak olup, yok oldular. Ebrehe ise hastalandı, derken parmak uçları
düştü. Göğsü yarılıp, kalbi dışarı fırlayarak öldü. Derken, veziri Ebû Yeksûm,
geriye döndü, üzerinde de bir kuş uçup duruyordu. Necâşî'ye geri döndü ve durumu
ona anlattı. Hadiseyi anlatıp bitirince de, o taş onun üzerine düştü, Necaşî'nin
önünde yığılıp kaldı... Hz. Aişe (r.a)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ben, filin komutanını ve bakıcısını, kör-kötürüm olmuş, dilenir oldukları bir
vaziyette gördüm..." Ayetle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir:[3]
Hadise Çok Önce İken
Neden Denildi?
Birinci Soru: Bu hadise, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in peygamber olmasından uzun bir süre önce meydana gelmiş olmasına
rağmen, Cenâb-ı Hak niçin, görmedin mi?" buyurmuştur?
Cevap: Buradaki "görmek" ifadesiyle,
bilme ve hatırlatma manaları kastedilmiş olup, bu, bu haberin mütevatir bir
haber olduğuna bir işarettir. Böylece bu konudaki bilgi, kesin, kuvvet ve
açıklık bakımından, fiilen görmeye denk bir ilmi o muş olur. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, başkalarına (hadiseyi görmeyenlere) bir kınama yoluyla, "Onlardan
önce nice nesilleri helak etmiş olduğumuzu görmediler mi?" (Yasin, 31)
buyurmuştur. "Peki, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allah'ın her şeye kadir olduğunu
bilmedin mi?" (Bakara, 106) buyurmuştur?" da denilmesin; çünkü biz diyoruz ki,
buradaki fark şudur: İdraki tasavvur olunamayan şeyler hakkında, kadir olduğu
için, ilim maddesi kullanılır. Ama, mesela fiilin kaçması, gitmesi gibi, idraki
tasavvur olunan şeylere gelince, burada "görmek" hadisesi
kullanılabilir.[4]
Keyfe (Nasıl)
Kelimesindki İncelik
İkinci Soru:
Peni, Cenâb-ı Hak niçin buyurmuş da, buyurmamıştır?
Cevap: Zira varlıkların zatların
zatları olduğu gibi onların birtakım keyfiyetleri de vardır bu keyfiyetler
onların medlullerine delalet ederler. İşte bu keyfiyetlere, kelamcılar "Delil
ciheti, yönü" adını verirler. Medhe ve övgüye müstehak olma yani nitelendirme
imkanı, zatları görme ile değil, bu keyfiyetleri yakalamakla mümkün olur. İşte
bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onlar, üstlerindeki semaya bakmadılar mı? Onu nasıl bina
etmişiz..."(Kaf,6) buyurmuştur.[5]
İrhasat
Bu hadisenin, Cenâb-ı
Hakk'ın kudret, ilim, hikmetine ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şerefine delalet
ettiğinde ise şüphe yoktur. Zira, biz ehl-i sünnet mezhebine göre,
peygamberliklerini tesis için, peygamber olarak gönderilmezden önce bir takım
olağanüstü hallerin gösterilmesi mümkün ve vaki olup bunlara irhasat
denilmektedir. İşte bu yüzden ulema, bir kulunu Hz. Muhammed (s.a.s)'i
gölgelediğini söylemişlerdir.
Mu'tezi I e ise şöyle
demektedir: "Bu, caiz değildir." Bunu söyleyen Mu'tezile, muhakkak ki şunu iddia
etmiştir: O zaman da, meselâ Halib ibn Sinan veya Kus Ibn Sâlde gibi, bir nebî
ya da hatip mevcut idi. Bunların, mevcudiyetlerinin herkes tarafından bilinmesi
ve tevatür derecesine ulaşmış olması gerekmez. Çünkü, bu kimsenin, sayıca az bir
topluma peygamber olarak gönderilmesi muhtemeldir. İşte bu yüzden de, haberi,
çok duyulmamıştır.
Bil ki, fîl hadisesi,
dinsizler üzerinde, kendisini cidden hissettiren bir hadisedir. Zira dinsizler,
zelzele, kasırga, yıldırım ve Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle, geçmiş ümmetlere azab
ettiği diğer musibetler hususunda tutarsız bir takım şeyler ileri sürebilirler.
Ama, bu hadiseye gelince, burada, bu tür mazeret ileri sürme de mümkün değildir.
Çünkü, tabiatta ve diğer yol ve yöntemlerde, bir kuşun, gagasında ve ayaklarında
taşlar taşıyıp da, su toplama değil beriki topluma atıp, böylece o toplumun
helak etmesi diye bir şey yer almaz. Bunun, diğer tutarsız hadiseler gibi olduğu
da söylenemez. Çünkü fil yoluyla Hz. Peygamber (s.a.s)'in bi'seti arasında, kırk
yıllık bir zaman bulunur. Hz. Peygamber bu sûreyi okurken, Mekke'de, bu hadiseyi
görüp müşahede eden kimseler bulunuyordu. Şimdi eğer bu nasıl zail olmuş
olsaydı, onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'i bizzat şifahi olarak yalanlarlardı. Böyle
bir şey olmadığına göre, biz bu hadisenin tenkit edilecek bir yönü olmadığını
anlamış oluyoruz.[6]
Kelimesinin
Özelliği
Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin,
"kıldı, yarattı, amel etti.." demedi de, buyurdu?
Cevap: Çünkü, bir işin başlangıcı için
"kıldı" da, keyfiyet için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gölderi ve yeri
yarattı; karanlıkları ve nuru var etti" (En'âm, 1) buyurmuştur. ise, talepten
sonra kullanılan bir fiildir. Halbuki daha genel bir ifâdedir, daha genel bir
ifadedir. Binâenaleyh, bu ayette, Jtt'nın kullanılması daha münasip olmuştur.
Çünkü Cenâb-ı Hak, o kuşları yaratmış, o filin karakterini de, (o anda),
üzerinde bulunduğu karakterin aksine kılmıştır. Mekkeliler, Cenâb-ı Hak'dan,
Beytullah'ı korumasını istemişlerdir. Belki de onların içinde, duaları makbul
olacak kimseler vardır. Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, bu üç fiili zikredecek
olsaydı, o zaman söz uzardı. Böylece bu fiillerin üçünü de içine alan bir fiil
zikretmiştir.[7]
Niçin er-Rabb Değil De
Rab büke Denildi?
Dördüncü Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin,
dkj demiş de, dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap
verebiliriz:
1) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek
istemiştir: "Onlar, bu intikam alışımı gözleriyle görüp müşahede ettiler. Ama,
yine de putlara tapmayı bırakmadılar. Halbuki, ey Muhammed, sen, bu intikam
alışımı bizzat gözünle görmedin. Ama, bana şükretmek ve itaatta bulunmak
suretiyle, bunu itiraf edip kabul ettin. Böylece de, bu intikam alışımı gören,
(adeta) sen görmüş oldun. Böylece de, hiç şüphesiz, onlardan ayrıldın. Ben de,
onların içinden seni seçtim. Şimdi Ben, "Senin Rabbin" diyorum. Yani, Ben, senin
içinim, onlar için değil; tam aksine Ben, onların
aleyhineyim."
2)
Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, fil ordusuna bunu, seni ululumak ve senin
peygamber olarak gelişini kutlamak için yaptım. Bu demektir ki ben, seni, senin
toplumundan önce eğitenim. Binâenaleyh, sen bilfiil zuhur ettikten ve dünyaya
geldikten sonra beni eğitmeyi nasıl bırakabilirim?.." demek istemiştir ki,
bunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, kendisinin galib geleceği hususunda bir müjde
yatmaktadır.[8]
Teaccübün
Sebebi?
Beşinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi,
taaccüb sadedinde zikredilmiş bir ifadedir. Halbuki, bu tür şeyler, Allah'ın
kudretine nisbetle pek de ilginç değildir. Binâenaleyh, bu taaccübün sebebi
nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Kâ'be, Hz. Muhammed (s.a.s)'e
tabidir (ikinci derecede gelir). Bu böyledir, zira ilim, mes'ûd olmadan da ifa
edilir. Ama, alimsiz mescid olmaz. O halde alim, inci; mescid ise, onun sedefi
mesabesindedir. Sonra, o peygamber, Velîd ibn Muğîre'nin kendisiyle alay ettiği,
böylece de kalbi daralmış olan o muhterem zattır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Büyük bir hükümdar mescidini ta'n edince, onu yerle bir ettim, yok ettim..
Binâenaleyh, senin hakkında ileri geri konuşan kimseye gelince —ki sen, her
şeyin esası ve maksadısın— onları helak ve yok ederim" demek istemiştir ki, bu
cidden enteresandır.
2) "Kâ'be, senin namazında, kendisine
yöneldiğin kıblendir. Kalbin ise, bilgi ve marifetinin kıblesidir. Ben, senin
amelinin kıblesini, düşmanlardan korumaktayım. Şimdi, senin dinini kıblesini,
günahlardan ve masiyetlerden korumaz olur muyuz?" demektir.[9]
Ashab
Kelimesi
Altıncı Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin,
veya dememiş de, buyurmuştur?
Cevap: Çünkü, "sâhib", aynı cinsten
olur. O halde, ifâdesi, o topluluğun, hayvanlıkda, anlayışsızlık ve
akılsızlıkta, o fiilin cinsinden olduklarına delalet eder. Hatta, bunda şöyle
bir incelik vardır: İki kişi arasında arkadaşlık (beraberlik) varsa bunu ifade
etmek için, seviyece daha alt olan, üstte ki ne izafe edilerek "Bu şahıs falanın
sahibidir" denilir, yoksa bunun aksi yapılmaz (meselâ Ammar Sahlbu'n-Nebİyyi
denir, fakat Nebî Sahia Ammar denilmez). İşte bu yüzden, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in ashabına, "sahabe" adı verilmiştir. Binâenaleyh, ifadesi, o
topluluğun, o filden derece bakımından daha aşağı ve dûn olduklarına delalet
eder ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "hatta daha da sapık..." (A'râf, 179) ifadesinden
kastedilen budur. Şu hadise de bunu tekid eder: Onlar her ne zaman o fili, Kâ'be
tarafına döndürmeye çalışmışlarsa, o oraya dönmemiş ve o cihetten aksi
istikamete doğru kaçmıştır. Fil bu hareketiyle adeta, "Hakk'a isyanın bulunduğu
yerlerde, mahluka itaat edilmez. Benim azmim ve iradem, medhe layık bir azmdir.
Onlar o, adi azim ve iradelerini terketmediklerine göre, hem niye bu azim ve
irademi terkedecekmisim?" demek istemiştir ki, böylece bu, o filin, o
topluluktan daha iyi halli olduğuna delalet eder.[10]
Kul Hakkının
Önemi
Yedinci Soru: Kureyş kafirleri, ta
öteden beri, Kâ'be'yi putlarla doldurmamışlar mıydı? Bunun, Kâ'be'nin
duvarlarını yıkmaktan daha çirkin bir şey olduğundaysa, şüphe yoktur. Öyleyse,
Cenâb-ı Hak daha niçin, Kâ'be'yi yıkmaya gelenlere o azabı vermiş de, orayı
putlarla dolduranlara bir azabta bulunmamıştır?
Cevap: Çünkü, Kâ'be'yi putlarla
doldurmak, Allah'ın hakkını çiğnemek; orayı harab etmek ise, mahlukatın hakkını
çiğnemektir. Ki, bunun bir benzeri de, yol kesen ve meşru devlet reisine
başkaldırmış olan kimsenin durumudur. Bunlardan adam öldürenler müslüman
olmalarına rağmen, öldürülürler. Halbuki, yaşlı kimseler, körler, ibadetgâhlarda
bulunan din adamları, ve kadınlar, kafir bile olsalar, öldürülmezler. Zira,
bunların zararları, insanlara ulaşmaz.
Sekizinci Soru: Bu ayetin irabı
nasıldır?
Cevap: Zeccâc şöyle der: kelimesi,
ifâesiyle değil de, başka bir fiil ile, mahallen mansubtur. Çünkü istifham
harfidir.
Bil ki Allah Teâlâ,
onlara ne yaptığını belirtince, "O bunların, kötü planlarını boşa çıkarmadı
mı?"(Fil, 2) buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[11]
Keyd Kelimesinin
Manası
Bil ki, el-keydu bir
başkasına, gizlice zarar vermek istemetir. Buna göre şayet, "Peki, bu şey ayan
beyan ortada iken, Cenâb-ı Hak bu İşi niçin "keyd - tuzak" diye
isimlendirmiştir? Zira, karşı taraf, Kâ'be'yi yıkacağını açıkça söylüyordu..."
denilirse, biz deriz ki: Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama, onun kalbinde,
açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı. Zira o, Arablara olan
kıskançlığını içinde saklıyor, Kâ'be sebebiyle, Arablar için hasıl olan o şerefi
Arablardan ve onların beldesinden alıp, kendisine ve beldesine yöneltmek
istiyordu.[12]
İkinci
Mesele
Mu'tezi I e şöyle
demektedir: Tuzağın insanlara nisbet edilmesi, Allah'ın, kötü şeylere razı
olmadığının bir delilidir. Çünkü, eğer O, buna razı olmuş olsaydı, bu işi de,
tıpkı "Oruç, benim içindir" demek suretiyle yapmış olduğu nisbet gibi, Kendi
zatına nisbet ederdi."
Cevap: Nahiv ilminde, bir nisbe'nin
muteber olabilmesi İçin, o iki şey arasında ufacık bir münasebetin bulunmasının
yeterli olacağı hükmü yer almaktadır. Binâenaleyh, bu nisbe'nin güzel olması
için, bunun, onların irade ve isteklerine uygun olarak meydana gelmiş olması
için yeterli olmasın?[13]
Üçüncü
Mesele
ifadesi, "boşa çıkarmada, ibtâl
etmede..." manalarındadır. Nitekim birisi birisinin tuzağını boşa çıkarıp
zayi ettiğinde, denilir. Ki, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kafirlerin
duası, ancak zayi olup, boşunadır... "(Mü'min, 50) ayetidir. Babasının mülkünün
zayi ettiği için, İmrlu'l-Kays'ın da el-Meliku'd-Delfl denmesi de bundan
dolayıdır. Buna göre mana, "Onlar o kiliseyi yapmak suretiyle, o Kâ'be'ye
kastettiler. Hacıları o kiliseye çevirmek suretiyle bu işe başlamak istediler.
Ama, Allah Teâlâ, o kiliseyi yakmak suretiyle onların tuzaklarını boşa çıkardı.
Derken, onlar ikinci kez, Kâ'be'yi temelinden yıkmayı arzu ad ar da, Allah, o
kuşları onların üzerine salıvermek suretiyle, bu işlerini de boşa çıkardı"
şeklindedir. ifâdesini e ki nin manası, tıpkı Arapça'da, "Falancanın say ü
gayreti hüsranla sonuçlandı denilmesi gibi olup, "Onların çalışmaları, her
akıllının, bunun bir hata ve sapıklık olduğunu anlayacakları bir biçimde
hüsranla sonuçlandı..." demektir.[14]
Ebabîl
Kuşları
"O, bunların üzerine
sürü sürü kuşlar gönderdi"(Fil, 3).
Burada birkaç soru
sorulabilir:
Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, niçin,
habersiz olarak, buyurmuştur?
Cevap: Bu, ya tahkir için böyle
getirilmiştir. Çünkü, her zaman bu yapılan iş;
en hakir iş olursa,
Allah'ın fiili de, o nisbette harikulade ve en büyük olur. Yahut da, "tefhim"
içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak, adeta, "kuşlar, amma ne kuşlar! O ufacık taşları
atıyorlar, ama attıkları hiç boşa çıkmıyor, hedefini buluyor.." demek
istemiştir.
İkinci Soru: "Ebabil'' ne
demektir?
Cevap: Dilcilere gelince, meselâ Ebû
Ubeyde, bu kelimeye, "bölük bölük" manalarını verir ve Arapça'da meselâ "Atlar,
şuradan buradan, bölük bölük geldiler" denildiğini söylemiştir. Şimdi, bu
kelimenin müfredi var mıdır, yok mudur meselesine gelince, bu hususta da iki
görüş vardır:
a) Ahfeş ve Ferrâ'ya göre, bu kelimenin
müfredi yoktur ve bu tıpkı, tekil gibi, "dağınık",kelimesi
gibidir.
b) Bu kelimenin tekili vardır. Böyle
diyenler, şu üç izahı yapmaktadırlar.
1) Ebû Cafer er-Ruâsî, ki bu, güvenilir
bir zattır, bunun tekilinin, İbbâletun şeklinde olduğunu söylemektedir. Nitekim,
Arabi arın bir darb-ı meselinde de, "büyük demet" anlamına gelen, deyimi
bulunmaktadır. Şimdi, bu kuş toplulukları, intizamlı olmaları bakımından, demete
benzetilmişlerdir.
2) Klsâî de şöyle demektedir: "Ben,
nahivcilerin ifâdesinde olduğu gibi, dediklerini
duydum..."
3) Ferrâ da şöyle demektedir: "Eğer bir
kimse kelimesinin müfredinin, tıpkı, ifâdelerinde olduğu gibi, , îbâletun
şeklinde olduğunu söylemiş olsaydı bu, doğru olurdu."[15]
O Kuşların
Şekli
Üçüncü Soru: Bu kuşların şekil ve
şemailleri nasıldı?
Cevap: İbn Şîrîn, İbn Abbas'ın, "Tıpkı,
filin hortumu gibi hortumları, köpeğin patileri gibi pençeleri bulunan kuşlar
idi.." dediğini rivayet ederken, Atfi da, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Bunlar, deniz tarafından bölük bölük gelen siyah kuşlardı.." Belki
de, bunun sebebi, o kuşların, dış görünümlerinde siyah renkli, içlerinde de
küfür ve masiyetin siyahlığı bulunan bir topluluğun üzerine salıverilmiş
olmalarıydı.
Saîd ibn Cübeyr'den
de, bu kuşların, küçük beyaz kuşlar olduğu rivayet edilmiştir. Belki, bunun da
sebebi, küfür zulmetinin bu kuşlar sebebiyle bozguna uğrayıp sona ermesiydi.
Çünkü beyaz, siyahın zıddıdır. Bu kuşların, tıpkı yırtıcı kuşların başlarına
benzer başları bulunan yeşil kuşlar olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki,
bu kuşlar, bölük bölük olunca, belki de, bunların herbir grubu, başka bir şekil
üzere idiler. Binâenaleyh, herkes, gördüğünü tavsif etmiştir. Bu kuşların,
kırlangıçlarlar gibi, alaca oldukları da ileri sürülmüştür.[16]
Siccîl
"Ki bunlar onlara
pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı"(Fîl. 4).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:[17]
Birinci
Mesele
Ebû Hayve, "Allah veya
kuşlar attı" anlamında, şeklinde
okumuştur. Çünkü bu, cem-i müzezker için kullanılan bir zamir olup, fiil,
manadan dolayı müennes getirilmiş, şeklinde okunmuştur.[18]
İkinci
Mesele
Alimler, bu atmanın
keyfiyeti hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Mukâtil, şöyle der: Her kuş, biri
gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere, üç taş atıyordu ki, kimi öldüreceğine
dair ismi üzerinde yazılı bulunan bir adamı öldürüyordu. O taşlar, düştüğü yeri
delip, öte taraftan çıkıyordu. Eğer mesela, bir kimsenin başına düşmüşse, onun
makatından çıkıyordu.
2) İkrime İbn Abbas'ın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Allah Teâlâ, o taşları, fil ordusu üzerine salıverdi. O
taşlar, onlardan herhangi biri üzerine düştüğünde, orada bir kabarcık meydana
geliyor ve bu sebeple, çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu.
Bu, Safd İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu taşların en küçüğü, mercimek; en büyüğü
ise, nohut kadardır.
Bil ki, bazı kimseler,
bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Şimdi biz, mercimek tanesi gibi olan bu
taşlarda, ağırlık bakımından, insanın başından girip makatından çıkacak denli
bir güç ve kuvvet olduğunu söylemiş olursak, o zaman, kocaman bir dağın da,
ağırlığının olmayıp, ancak saman çöpü kadar bir ağırlıkta olduğunu da tecviz
etmiş olurduk. Bu ise, gözle görünen şeylerden bile güvenin kalkması anlamına
gelir. Çünkü, her ne zaman böyle bir şey caiz olursa, o zaman bizim
yanıbaşımızda nice güneşlerin ve ayların bulunduğu, fakat bizim onu
görmediğimiz, aynı şekilde, hür bir kimsenin de, kendisi doğuda bulunduğu halde,
mesela Endüiüs'de bir toprak parçası görmesini vb. şeyleri mümkün görmemiz
gerekirdi. Halbuki, bütün bunlar ise imkansızdır. Bil ki, bütün bu kimseler, biz
ehl-i sünnet ve'I-cemâat in itikadına göre olabilecek şeylerdir. Ancak ne var
ki, örf, böyle şeylerin olmadığı şeklinde cereyan etmektedir.[19]
Üçüncü
Mesele
Alimler "slccîl"in ne
demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Siccîl, sanki de kafirlerin azabının
kaydedildiği divanlarının (amel defterlerinin) bir ismidir. Bu tıpkı, «Icctn'in
kafirlerin amel defterlerinin özel ismi olması gibidir. Buna göre sanki,
"Azabları yazılı ve tedvin edilmiş, azab türünden biri taş ile" denilmek
istenmiştir ki bu manaya göre, kelimenin iştikakı, "salıvermek" demek olan
"Iscâl" kökündendir. Su dolu büyük kovaya da, "seci" denmesi böyledir. Bu
defterlere, içinde onların azablan yazıldığı için bir ad verilmiştir. Çünkü
azab, hem, "O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar saldı" ayetinden, hem de,
"Onlar üzerine bir tufan saldık" (A'raf, 133) ayetinden anlaşıldığı üzere,
"salıverme" sıfatı ile nitelenmiştir. Binâenaleyh ifâdesi, "Allah Teâlâ'nın bu
kitaba yazdığı şeylerden olmak üzere..." manasınadır.
2) Ibn Abbas "siccîf'in manasının, "bir
kısmı taş bir kısmı çamur" manasında olmak üzere, Farsça "senk" (taş) ve "kil"
olduğunu söylemiştir.
3) Ebû Ubeyde şöyle der: "Siccîl, şedîd
(kuvvetli) manasınadır."
4) Siccîl, dünya semasının
adıdır.
5) Siccîl, cehennemden bir taştır.
Çünkü slccîn, cehennemin isimlerinden biridir. Binâenaleyh "nûn", lâm'a
çevrilmiştir.[20]
Asfin
Me'kûl
"Derken (Allah)
onları, yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi"
Bu ayetle ilgili
olarak birkaç mesele var:[21]
Birinci
Mesele
Alimler "asf'ın ne
demek olduğu hususunda bir takım izahlarda bulunmuşlardır ki biz bunları, Rahman
12. ayetin tefsirinde zikrettik. Alimler
burada da şu izahları yapmışlardır:
a) Bu, tarlada, hasad sonrasında katan
rüzgarın kırıp geçirdiği, hayvanların yediği ekin
yaprağıdır.
b) Ebü Müslim, "asf", samandır. Çünkü
Hak Teâlâ, "zu'l-asfı ve'r-reyhân" (samanlı ve kokulu...)" (Rahman, 12)
buyurmuştur. Zira asf, rüzgarın toz halinde savurduğu ve taneden ayırdığı
şeydir. Bu şey, yenildiği zaman iyice utanır, hiçbir mukavemeti kalmaz"
demiştir.
c) Ferrâ, "asf, başak oluşmazdan önce,
ekinin, sapını saran yapraklardır" der.
d) Asf, içi yenilen, kabuğu kalan tane
demektir.[22]
İkinci
Mesele
Alimler, "me'kûl"ün
tefsiri hususunda da şu izahları yapmışlardır:
a) Me'kûl, yenilmiş şey demektir. Bu
izaha göre burada şu iki ihtimal söz konusudur.
Birinci İhtimal: Mana, "hayvanları
yeyip, sonra da yediklerini dışkı olarak atıp, bu dışkının kuruyup dağılan ekin
ve saman" şeklinde olmasıdır. Böylece bu ekinlerin, biribirlerinden ayrılışları,
dışkının parçalarının dağılmasına benzetilmiştir. Fakat buradaki ifade,
Kur'ân'ın edeb üslubuna göre gelmiş bir İfade olup, tıpkı, "O ikisi (yani Isâ
(a.s) ile Hz. Meryem) de yemek yerlerdi"(Mâide,75) diyerek, def-İ hacette
bulunduklarını kastetmesi) gibidir. Bu, Mukâtilin Katâde'nin ve Atâ'nın
rivayetine göre İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür.
İkinci İhtimal: Bu teşbih, ekinin
yapraklarına kurt düşüp, onu delik deşik ettiği zamanki ekin yaprağına yapılmış
bir benzetmedir.
b) "Me'kûl", Allah onları, tanesi
yenilmiş, geriye samanı kalmış bir ekin gibi yaptı" demektir. Bu takdire göre
ayet, "Allah onları, tanesi yenilmiş saman gibi yaptı" manasında olur. Bu tıpkı,
"yüzü güzeldir" manasında, "Falanca güzeldir" denilmesi gibidir. Böylece
"me'kûl"ün, asf (saman) İle olan ilgisi, tanelerinin yenilmiş olması
bakımındandır, ünkü bu mana malumdur. Bu görüş de, Hasan el-Basrî
'nindir.
c) "Me'kûl", ilyer|ilen şeyler" demek
olup, canlıların yediği" manasınadır. Çünkü yenilmeye elverişli olan her şeye
"me'kûl" denir. Buna göre ayet, "Allah onları, hayvanların yediği saman gibi
kıldı" manasındadir. Bu da İkrlme ile Dahhak’ın görüşüdür.[23]
Üçüncü Mesele
Bazı kimseler şöyle
demişlerdir: Hacılar Kâ'be'yi harab etmişlerdir. Fakat bundan ötürü hiçbir
hadise meydana
gelmemiştir. Böylece,
Fîl hadisesinin, bu şekilde olmadığına delalet etmiş olur. Böyle olsa bile, bu
hadisenin sebebi, Kâ'be'ye saygıdan başka birşeydir."
Cevap: Biz, bu hadisenin, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, peygamber olarak gönderileceğinin bir işareti olduğunu daha önce
anlatmıştık. Çünkü böylesi bir hadiseye, o (a.s) gelmezden önce gerek vardır.
Fakat Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat peygamber olarak gönderilip, peygamberliği
kesin delillerle pekiştikten sonra artık böylesi birşeye ihtiyaç kalmamıştır.
Allah Teâlâ en iyi bilen ve en iyi hükmedendir. Salat-u selam, efendimiz Hz.
Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)![24]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/411.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/413.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/413-414.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/414.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/414-415.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/415.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/415-416.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416-417.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/417.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/417-418.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418-419.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/419.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420-421.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421-422.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/422.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder