26 Aralık 2017 Salı

Fil Suresi Tefsiri Kebir, Namaz Sureleri Tefsiri


Beş ayet olup, Mekkidir.[1]

"Rabbinin fil sahiplerine nasıl (muamele) ettiğini görmedin mi?"(Fil, 1).[2]

Fîl Olayı


Rivayet olunduğuna göre, Ashame en-Necaşî'den önceki Yemen hükümdarı Ebrehe ibn es-Sabbâh el-Eşrem, San'â'da bir kilise yaptırır ve ona el-Kalîs adını verir. Maksadı ise, hacıları oraya çekmektir. Derken, Kinane oğullarından birisi çıkar, o kiliseye, geceleyin, büyük abdestini bozar... Bu durum da, Ebrehe'yi kızdırır. 
Arablardan birisinin bir ateş yakıp, rüzgarın o ateşi, kiliseye ulaştırıp, oraya yaktığı, bunun üzerine de Ebrehe'nin Kabe'yi yakmaya yemin ettiği de ileri sürülmüştür. İşte bu maksatla Ebrehe, beraberinde çok kuvvetli olan ve adı Mahmûd olan bir fil ile birlikte, Habeşistan ve sair yerlerden topladığı ordu ile birlikte, yola çıkar. Ki bu ordunun içinde, ayrı cinsten sekiz fil daha bulunmaktadır. Bu sayının on iki ya da bin olduğu da ileri sürülmüştür. Mekke'ye yaklaşınca, kendisini Abdulmuttalib karşılar ve ona, geri dönmesi için, Mekke'deki mallarının üçte birini vermeyi teklif eder. Fakat o, kabul etmez. Derken, ordusuna silah kuşatır ve o fili de ordunun önüne alır.
Onlar her ne zaman bu fili, Harem-i Şerif cihetine doğru yönelttilerse, o çöker ve oradan kalkmaz. Ama, Yemen'e veya diğer yönlere doğru yönelttiklerindeyse, koşarak gider. Derken Ebrehe, Abdulmuttalib'e ait ikiyüz deveyi alır. Bunun üzerine Abdulmuttalib, develerini geri almak maksadıyla, onların yanına gelir. İri yapılı birisi olduğu için, Ebrehe ona önem verir. 
Ebrehe'ye, "Kureyş'in efendisi ve Mekke kervanının sahibi" diye takdim olunur. Abdulmuttalib ne maksadla geldiğini anlatınca da, 
Ebrehe, "Gözümden düştün. Zira ben, senin ve atalarının dini demek olan Kâ'be'yi yıkmak için geldim. Sen buna hiç aldırmadın; ama, alınan develerini istemek için buraya kadar geldin!.." dedi. 
Bunun üzerine Abdulmuttalib,
"Develerin sahibi benim, o Beyt'in de sahibi vardır. Orayı, sana karşı koruyacaktır" dedi, sonra da dönüp, Kâ'be'ye geldi ve Kâ'be'nin halkasına yapışarak şöyle demeye başladı:

"Allahım, herkes kendi helal malını müdafaa eder; sen de kendi malını koru! Bu gün seni, Salib'den yana olan ve ona tapanlara karşı, kendi yandaşlarına (âline) yardım et. Onların haçı ve güçleri, haddi aşarak, senin gücüne galib gelemesin. Eğer Sen Kâ'be'mizi onların insafına terkedersen et, Sen bilirsin. Ya Rabbi, onlara karşı, Senden başka umacağım kimse yoktur. Ya Rabbi, onlara karşı, bu harîmini Sen koru, müdafaa et."

Bu duayı yaptı ve döndü. Bir de ne görsün, Yemen tarafından bir takım kuşlar gelmiyor mu? Bunun üzerine Abdulmuttalib şöyle demeye başladı: 
"Vallahi, bunlar yabancı kuşlar, ne Necidli, ne de Tihâmeli, yani Mekkeli..." Her kuşun gagasında bir, ayaklarında da İki taş vardı ki, bunlar mercimekten büyük, nohuttan küçük idiler. İbn Abbas'ın, bu taşı, Ümmühanî'nin yanında Kafîz gibi, burnu çizgili, tıpkı Zıfâr kabilesinin gözboncuğuna benzer bir biçimde gördüğü rivayet edilmiştir. Taş, adamın başından giriyor, aşağıdan çıkıyordu. Ve, her taşın üzerine, kime ait olduğu da yazılmıştı. Böylece bu, Kâ'be'yi yıkmaya katılanların hepsi, yollarda, vadilerde, helak olup, yok oldular. Ebrehe ise hastalandı, derken parmak uçları düştü. Göğsü yarılıp, kalbi dışarı fırlayarak öldü. Derken, veziri Ebû Yeksûm, geriye döndü, üzerinde de bir kuş uçup duruyordu. Necâşî'ye geri döndü ve durumu ona anlattı. Hadiseyi anlatıp bitirince de, o taş onun üzerine düştü, Necaşî'nin önünde yığılıp kaldı... Hz. Aişe (r.a)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: 
"Ben, filin komutanını ve bakıcısını, kör-kötürüm olmuş, dilenir oldukları bir vaziyette gördüm..." Ayetle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir:[3]

Hadise Çok Önce İken Neden Denildi?


Birinci Soru: Bu hadise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber olmasından uzun bir süre önce meydana gelmiş olmasına rağmen, Cenâb-ı Hak niçin, görmedin mi?" buyurmuştur?
Cevap: Buradaki "görmek" ifadesiyle, bilme ve hatırlatma manaları kastedilmiş olup, bu, bu haberin mütevatir bir haber olduğuna bir işarettir. Böylece bu konudaki bilgi, kesin, kuvvet ve açıklık bakımından, fiilen görmeye denk bir ilmi o muş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, başkalarına (hadiseyi görmeyenlere) bir kınama yoluyla, "Onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olduğumuzu görmediler mi?" (Yasin, 31) buyurmuştur. "Peki, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmedin mi?" (Bakara, 106) buyurmuştur?" da denilmesin; çünkü biz diyoruz ki, buradaki fark şudur: İdraki tasavvur olunamayan şeyler hakkında, kadir olduğu için, ilim maddesi kullanılır. Ama, mesela fiilin kaçması, gitmesi gibi, idraki tasavvur olunan şeylere gelince, burada "görmek" hadisesi kullanılabilir.[4]

Keyfe (Nasıl) Kelimesindki İncelik


İkinci Soru:  Peni, Cenâb-ı Hak niçin buyurmuş da, buyurmamıştır?
Cevap: Zira varlıkların zatların zatları olduğu gibi onların birtakım keyfiyetleri de vardır bu keyfiyetler onların medlullerine delalet ederler. İşte bu keyfiyetlere, kelamcılar "Delil ciheti, yönü" adını verirler. Medhe ve övgüye müstehak olma yani nitelendirme imkanı, zatları görme ile değil, bu keyfiyetleri yakalamakla mümkün olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, "Onlar, üstlerindeki semaya bakmadılar mı? Onu nasıl bina etmişiz..."(Kaf,6) buyurmuştur.[5]

İrhasat


Bu hadisenin, Cenâb-ı Hakk'ın kudret, ilim, hikmetine ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in şerefine delalet ettiğinde ise şüphe yoktur. Zira, biz ehl-i sünnet mezhebine göre, peygamberliklerini tesis için, peygamber olarak gönderilmezden önce bir takım olağanüstü hallerin gösterilmesi mümkün ve vaki olup bunlara irhasat denilmektedir. İşte bu yüzden ulema, bir kulunu Hz. Muhammed (s.a.s)'i gölgelediğini söylemişlerdir.
Mu'tezi I e ise şöyle demektedir: "Bu, caiz değildir." Bunu söyleyen Mu'tezile, muhakkak ki şunu iddia etmiştir: O zaman da, meselâ Halib ibn Sinan veya Kus Ibn Sâlde gibi, bir nebî ya da hatip mevcut idi. Bunların, mevcudiyetlerinin herkes tarafından bilinmesi ve tevatür derecesine ulaşmış olması gerekmez. Çünkü, bu kimsenin, sayıca az bir topluma peygamber olarak gönderilmesi muhtemeldir. İşte bu yüzden de, haberi, çok duyulmamıştır.
Bil ki, fîl hadisesi, dinsizler üzerinde, kendisini cidden hissettiren bir hadisedir. Zira dinsizler, zelzele, kasırga, yıldırım ve Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle, geçmiş ümmetlere azab ettiği diğer musibetler hususunda tutarsız bir takım şeyler ileri sürebilirler. Ama, bu hadiseye gelince, burada, bu tür mazeret ileri sürme de mümkün değildir. Çünkü, tabiatta ve diğer yol ve yöntemlerde, bir kuşun, gagasında ve ayaklarında taşlar taşıyıp da, su toplama değil beriki topluma atıp, böylece o toplumun helak etmesi diye bir şey yer almaz. Bunun, diğer tutarsız hadiseler gibi olduğu da söylenemez. Çünkü fil yoluyla Hz. Peygamber (s.a.s)'in bi'seti arasında, kırk yıllık bir zaman bulunur. Hz. Peygamber bu sûreyi okurken, Mekke'de, bu hadiseyi görüp müşahede eden kimseler bulunuyordu. Şimdi eğer bu nasıl zail olmuş olsaydı, onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'i bizzat şifahi olarak yalanlarlardı. Böyle bir şey olmadığına göre, biz bu hadisenin tenkit edilecek bir yönü olmadığını anlamış oluyoruz.[6]

Kelimesinin Özelliği


Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, "kıldı, yarattı, amel etti.." demedi de, buyurdu?
Cevap: Çünkü, bir işin başlangıcı için "kıldı" da, keyfiyet için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gölderi ve yeri yarattı; karanlıkları ve nuru var etti" (En'âm, 1) buyurmuştur. ise, talepten sonra kullanılan bir fiildir. Halbuki daha genel bir ifâdedir, daha genel bir ifadedir. Binâenaleyh, bu ayette, Jtt'nın kullanılması daha münasip olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak, o kuşları yaratmış, o filin karakterini de, (o anda), üzerinde bulunduğu karakterin aksine kılmıştır. Mekkeliler, Cenâb-ı Hak'dan, Beytullah'ı korumasını istemişlerdir. Belki de onların içinde, duaları makbul olacak kimseler vardır. Şimdi, Cenâb-ı Hak şayet, bu üç fiili zikredecek olsaydı, o zaman söz uzardı. Böylece bu fiillerin üçünü de içine alan bir fiil zikretmiştir.[7]

Niçin er-Rabb Değil De Rab büke Denildi?


Dördüncü Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, dkj demiş de, dememiştir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek istemiştir: "Onlar, bu intikam alışımı gözleriyle görüp müşahede ettiler. Ama, yine de putlara tapmayı bırakmadılar. Halbuki, ey Muhammed, sen, bu intikam alışımı bizzat gözünle görmedin. Ama, bana şükretmek ve itaatta bulunmak suretiyle, bunu itiraf edip kabul ettin. Böylece de, bu intikam alışımı gören, (adeta) sen görmüş oldun. Böylece de, hiç şüphesiz, onlardan ayrıldın. Ben de, onların içinden seni seçtim. Şimdi Ben, "Senin Rabbin" diyorum. Yani, Ben, senin içinim, onlar için değil; tam aksine Ben, onların aleyhineyim."
2)  Cenâb-ı Hak adeta, "Ben, fil ordusuna bunu, seni ululumak ve senin peygamber olarak gelişini kutlamak için yaptım. Bu demektir ki ben, seni, senin toplumundan önce eğitenim. Binâenaleyh, sen bilfiil zuhur ettikten ve dünyaya geldikten sonra beni eğitmeyi nasıl bırakabilirim?.." demek istemiştir ki, bunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, kendisinin galib geleceği hususunda bir müjde yatmaktadır.[8]

Teaccübün Sebebi?


Beşinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, taaccüb sadedinde zikredilmiş bir ifadedir. Halbuki, bu tür şeyler, Allah'ın kudretine nisbetle pek de ilginç değildir. Binâenaleyh, bu taaccübün sebebi nedir? Buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz:
1) Kâ'be, Hz. Muhammed (s.a.s)'e tabidir (ikinci derecede gelir). Bu böyledir, zira ilim, mes'ûd olmadan da ifa edilir. Ama, alimsiz mescid olmaz. O halde alim, inci; mescid ise, onun sedefi mesabesindedir. Sonra, o peygamber, Velîd ibn Muğîre'nin kendisiyle alay ettiği, böylece de kalbi daralmış olan o muhterem zattır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Büyük bir hükümdar mescidini ta'n edince, onu yerle bir ettim, yok ettim.. Binâenaleyh, senin hakkında ileri geri konuşan kimseye gelince —ki sen, her şeyin esası ve maksadısın— onları helak ve yok ederim" demek istemiştir ki, bu cidden enteresandır.
2) "Kâ'be, senin namazında, kendisine yöneldiğin kıblendir. Kalbin ise, bilgi ve marifetinin kıblesidir. Ben, senin amelinin kıblesini, düşmanlardan korumaktayım. Şimdi, senin dinini kıblesini, günahlardan ve masiyetlerden korumaz olur muyuz?" demektir.[9]

Ashab Kelimesi


Altıncı Soru: Peki, Cenâb-ı Hak niçin, veya dememiş de, buyurmuştur?
Cevap: Çünkü, "sâhib", aynı cinsten olur. O halde, ifâdesi, o toplu­luğun, hayvanlıkda, anlayışsızlık ve akılsızlıkta, o fiilin cinsinden olduklarına delalet eder. Hatta, bunda şöyle bir incelik vardır: İki kişi arasında arkadaşlık (beraberlik) varsa bunu ifade etmek için, seviyece daha alt olan, üstte ki ne izafe edilerek "Bu şahıs falanın sahibidir" denilir, yoksa bunun aksi yapılmaz (meselâ Ammar Sahlbu'n-Nebİyyi denir, fakat Nebî Sahia Ammar denilmez). İşte bu yüzden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabına, "sahabe" adı verilmiştir. Binâenaleyh, ifadesi, o topluluğun, o filden derece bakımından daha aşağı ve dûn olduklarına delalet eder ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "hatta daha da sapık..." (A'râf, 179) ifadesinden kastedilen budur. Şu hadise de bunu tekid eder: Onlar her ne zaman o fili, Kâ'be tarafına döndürmeye çalışmışlarsa, o oraya dönmemiş ve o cihetten aksi istikamete doğru kaçmıştır. Fil bu hareketiyle adeta, "Hakk'a isyanın bulunduğu yerlerde, mahluka itaat edilmez. Benim azmim ve iradem, medhe layık bir azmdir. Onlar o, adi azim ve iradelerini terketmediklerine göre, hem niye bu azim ve irademi terkedecekmisim?" demek istemiştir ki, böylece bu, o filin, o topluluktan daha iyi halli olduğuna delalet eder.[10]

Kul Hakkının Önemi


Yedinci Soru: Kureyş kafirleri, ta öteden beri, Kâ'be'yi putlarla doldurmamışlar mıydı? Bunun, Kâ'be'nin duvarlarını yıkmaktan daha çirkin bir şey olduğundaysa, şüphe yoktur. Öyleyse, Cenâb-ı Hak daha niçin, Kâ'be'yi yıkmaya gelenlere o azabı vermiş de, orayı putlarla dolduranlara bir azabta bulunmamıştır?
Cevap: Çünkü, Kâ'be'yi putlarla doldurmak, Allah'ın hakkını çiğnemek; orayı harab etmek ise, mahlukatın hakkını çiğnemektir. Ki, bunun bir benzeri de, yol kesen ve meşru devlet reisine başkaldırmış olan kimsenin durumudur. Bunlardan adam öldürenler müslüman olmalarına rağmen, öldürülürler. Halbuki, yaşlı kimseler, körler, ibadetgâhlarda bulunan din adamları, ve kadınlar, kafir bile olsalar, öldürülmezler. Zira, bunların zararları, insanlara ulaşmaz.
Sekizinci Soru: Bu ayetin irabı nasıldır?
Cevap: Zeccâc şöyle der: kelimesi, ifâesiyle değil de, başka bir fiil ile, mahallen mansubtur. Çünkü istifham harfidir.
Bil ki Allah Teâlâ, onlara ne yaptığını belirtince, "O bunların, kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?"(Fil, 2) buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[11]

Keyd Kelimesinin Manası


Bil ki, el-keydu bir başkasına, gizlice zarar vermek istemetir. Buna göre şayet, "Peki, bu şey ayan beyan ortada iken, Cenâb-ı Hak bu İşi niçin "keyd - tuzak" diye isimlendirmiştir? Zira, karşı taraf, Kâ'be'yi yıkacağını açıkça söylüyordu..." denilirse, biz deriz ki: Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama, onun kalbinde, açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı. Zira o, Arablara olan kıskançlığını içinde saklıyor, Kâ'be sebebiyle, Arablar için hasıl olan o şerefi Arablardan ve onların beldesinden alıp, kendisine ve beldesine yöneltmek istiyordu.[12]

İkinci Mesele


Mu'tezi I e şöyle demektedir: Tuzağın insanlara nisbet edilmesi, Allah'ın, kötü şeylere razı olmadığının bir delilidir. Çünkü, eğer O, buna razı olmuş olsaydı, bu işi de, tıpkı "Oruç, benim içindir" demek suretiyle yapmış olduğu nisbet gibi, Kendi zatına nisbet ederdi."
Cevap: Nahiv ilminde, bir nisbe'nin muteber olabilmesi İçin, o iki şey arasında ufacık bir münasebetin bulunmasının yeterli olacağı hükmü yer almaktadır. Binâenaleyh, bu nisbe'nin güzel olması için, bunun, onların irade ve isteklerine uygun olarak meydana gelmiş olması için yeterli olmasın?[13]

Üçüncü Mesele


ifadesi,  "boşa çıkarmada,  ibtâl  etmede..." manalarındadır. Nitekim birisi birisinin tuzağını boşa çıkarıp zayi ettiğinde, denilir. Ki, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kafirlerin duası, ancak zayi olup, boşunadır... "(Mü'min, 50) ayetidir. Babasının mülkünün zayi ettiği için, İmrlu'l-Kays'ın da el-Meliku'd-Delfl denmesi de bundan dolayıdır. Buna göre mana, "Onlar o kiliseyi yapmak suretiyle, o Kâ'be'ye kastettiler. Hacıları o kiliseye çevirmek suretiyle bu işe başlamak istediler. Ama, Allah Teâlâ, o kiliseyi yakmak suretiyle onların tuzaklarını boşa çıkardı. Derken, onlar ikinci kez, Kâ'be'yi temelinden yıkmayı arzu ad ar da, Allah, o kuşları onların üzerine salıvermek suretiyle, bu işlerini de boşa çıkardı" şeklindedir. ifâdesini e ki nin manası, tıpkı Arapça'da, "Falancanın say ü gayreti hüsranla sonuçlandı denilmesi gibi olup, "Onların çalışmaları, her akıllının, bunun bir hata ve sapıklık olduğunu anlayacakları bir biçimde hüsranla sonuçlandı..." demektir.[14]

Ebabîl Kuşları


"O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi"(Fil, 3).
Burada birkaç soru sorulabilir:
Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, niçin, habersiz olarak, buyurmuştur?
Cevap: Bu, ya tahkir için böyle getirilmiştir. Çünkü, her zaman bu yapılan iş;
en hakir iş olursa, Allah'ın fiili de, o nisbette harikulade ve en büyük olur. Yahut da, "tefhim" içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak, adeta, "kuşlar, amma ne kuşlar! O ufacık taşları atıyorlar, ama attıkları hiç boşa çıkmıyor, hedefini buluyor.." demek istemiştir.
İkinci Soru: "Ebabil'' ne demektir?
Cevap: Dilcilere gelince, meselâ Ebû Ubeyde, bu kelimeye, "bölük bölük" manalarını verir ve Arapça'da meselâ "Atlar, şuradan buradan, bölük bölük geldiler" denildiğini söylemiştir. Şimdi, bu kelimenin müfredi var mıdır, yok mudur meselesine gelince, bu hususta da iki görüş vardır:
a) Ahfeş ve Ferrâ'ya göre, bu kelimenin müfredi yoktur ve bu tıpkı, tekil gibi, "dağınık",kelimesi gibidir.
b) Bu kelimenin tekili vardır. Böyle diyenler, şu üç izahı yapmaktadırlar.
1) Ebû Cafer er-Ruâsî, ki bu, güvenilir bir zattır, bunun tekilinin, İbbâletun şeklinde olduğunu söylemektedir. Nitekim, Arabi arın bir darb-ı meselinde de, "büyük demet" anlamına gelen, deyimi bulunmaktadır. Şimdi, bu kuş toplulukları, intizamlı olmaları bakımından, demete benzetilmişlerdir.
2) Klsâî de şöyle demektedir: "Ben, nahivcilerin ifâdesinde olduğu gibi, dediklerini duydum..."
3) Ferrâ da şöyle demektedir: "Eğer bir kimse kelimesinin müfredinin, tıpkı, ifâdelerinde olduğu gibi, , îbâletun şeklinde olduğunu söylemiş olsaydı bu, doğru olurdu."[15]

O Kuşların Şekli


Üçüncü Soru: Bu kuşların şekil ve şemailleri nasıldı?
Cevap: İbn Şîrîn, İbn Abbas'ın, "Tıpkı, filin hortumu gibi hortumları, köpeğin patileri gibi pençeleri bulunan kuşlar idi.." dediğini rivayet ederken, Atfi da, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bunlar, deniz tarafından bölük bölük gelen siyah kuşlardı.." Belki de, bunun sebebi, o kuşların, dış görünümlerinde siyah renkli, içlerinde de küfür ve masiyetin siyahlığı bulunan bir topluluğun üzerine salıverilmiş olmalarıydı.
Saîd ibn Cübeyr'den de, bu kuşların, küçük beyaz kuşlar olduğu rivayet edilmiştir. Belki, bunun da sebebi, küfür zulmetinin bu kuşlar sebebiyle bozguna uğrayıp sona ermesiydi. Çünkü beyaz, siyahın zıddıdır. Bu kuşların, tıpkı yırtıcı kuşların başlarına benzer başları bulunan yeşil kuşlar olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki, bu kuşlar, bölük bölük olunca, belki de, bunların herbir grubu, başka bir şekil üzere idiler. Binâenaleyh, herkes, gördüğünü tavsif etmiştir. Bu kuşların, kırlangıçlarlar gibi, alaca oldukları da ileri sürülmüştür.[16]                                             

Siccîl


"Ki bunlar onlara pişkin tuğladan taşlar atıyorlardı"(Fîl. 4).
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[17]

Birinci Mesele


Ebû Hayve, "Allah veya kuşlar attı" anlamında,  şeklinde okumuştur. Çünkü bu, cem-i müzezker için kullanılan bir zamir olup, fiil, manadan dolayı müennes getirilmiş, şeklinde okunmuştur.[18]

İkinci Mesele


Alimler, bu atmanın keyfiyeti hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Mukâtil, şöyle der: Her kuş, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere, üç taş atıyordu ki, kimi öldüreceğine dair ismi üzerinde yazılı bulunan bir adamı öldürüyordu. O taşlar, düştüğü yeri delip, öte taraftan çıkıyordu. Eğer mesela, bir kimsenin başına düşmüşse, onun makatından çıkıyordu.
2) İkrime İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Teâlâ, o taşları, fil ordusu üzerine salıverdi. O taşlar, onlardan herhangi biri üzerine düştüğünde, orada bir kabarcık meydana geliyor ve bu sebeple, çiçek hastalığına benzer bir hastalık meydana geliyordu. Bu, Safd İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu taşların en küçüğü, mercimek; en büyüğü ise, nohut kadardır.
Bil ki, bazı kimseler, bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Şimdi biz, mercimek tanesi gibi olan bu taşlarda, ağırlık bakımından, insanın başından girip makatından çıkacak denli bir güç ve kuvvet olduğunu söylemiş olursak, o zaman, kocaman bir dağın da, ağırlığının olmayıp, ancak saman çöpü kadar bir ağırlıkta olduğunu da tecviz etmiş olurduk. Bu ise, gözle görünen şeylerden bile güvenin kalkması anlamına gelir. Çünkü, her ne zaman böyle bir şey caiz olursa, o zaman bizim yanıbaşımızda nice güneşlerin ve ayların bulunduğu, fakat bizim onu görmediğimiz, aynı şekilde, hür bir kimsenin de, kendisi doğuda bulunduğu halde, mesela Endüiüs'de bir toprak parçası görmesini vb. şeyleri mümkün görmemiz gerekirdi. Halbuki, bütün bunlar ise imkansızdır. Bil ki, bütün bu kimseler, biz ehl-i sünnet ve'I-cemâat in itikadına göre olabilecek şeylerdir. Ancak ne var ki, örf, böyle şeylerin olmadığı şeklinde cereyan etmektedir.[19]

Üçüncü Mesele


Alimler "slccîl"in ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Siccîl, sanki de kafirlerin azabının kaydedildiği divanlarının (amel defterlerinin) bir ismidir. Bu tıpkı, «Icctn'in kafirlerin amel defterlerinin özel ismi olması gibidir. Buna göre sanki, "Azabları yazılı ve tedvin edilmiş, azab türünden biri taş ile" denilmek istenmiştir ki bu manaya göre, kelimenin iştikakı, "salıvermek" demek olan "Iscâl" kökündendir. Su dolu büyük kovaya da, "seci" denmesi böyledir. Bu defterlere, içinde onların azablan yazıldığı için bir ad verilmiştir. Çünkü azab, hem, "O, bunların üzerine sürü sürü kuşlar saldı" ayetinden, hem de, "Onlar üzerine bir tufan saldık" (A'raf, 133) ayetinden anlaşıldığı üzere, "salıverme" sıfatı ile nitelenmiştir. Binâenaleyh ifâdesi, "Allah Teâlâ'nın bu kitaba yazdığı şeylerden olmak üzere..." manasınadır.
2) Ibn Abbas "siccîf'in manasının, "bir kısmı taş bir kısmı çamur" manasında olmak üzere, Farsça "senk" (taş) ve "kil" olduğunu söylemiştir.
3) Ebû Ubeyde şöyle der: "Siccîl, şedîd (kuvvetli) manasınadır."
4) Siccîl, dünya semasının adıdır.
5) Siccîl, cehennemden bir taştır. Çünkü slccîn, cehennemin isimlerinden biridir. Binâenaleyh "nûn", lâm'a çevrilmiştir.[20]

Asfin Me'kûl


"Derken (Allah) onları, yenmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi"
Bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele var:[21]

Birinci Mesele


Alimler "asf'ın ne demek olduğu hususunda bir takım izahlarda bulunmuşlardır ki biz bunları, Rahman 12. ayetin tefsirinde  zikrettik.  Alimler  burada  da şu  izahları yapmışlardır:
a) Bu, tarlada, hasad sonrasında katan rüzgarın kırıp geçirdiği, hayvanların yediği ekin yaprağıdır.
b) Ebü Müslim, "asf", samandır. Çünkü Hak Teâlâ, "zu'l-asfı ve'r-reyhân" (samanlı ve kokulu...)" (Rahman, 12) buyurmuştur. Zira asf, rüzgarın toz halinde savurduğu ve taneden ayırdığı şeydir. Bu şey, yenildiği zaman iyice utanır, hiçbir mukavemeti kalmaz" demiştir.
c) Ferrâ, "asf, başak oluşmazdan önce, ekinin, sapını saran yapraklardır" der.
d) Asf, içi yenilen, kabuğu kalan tane demektir.[22]

İkinci Mesele


Alimler, "me'kûl"ün tefsiri hususunda da şu izahları yapmışlardır:
a) Me'kûl, yenilmiş şey demektir. Bu izaha göre burada şu iki ihtimal söz konusudur.
Birinci İhtimal: Mana, "hayvanları yeyip, sonra da yediklerini dışkı olarak atıp, bu dışkının kuruyup dağılan ekin ve saman" şeklinde olmasıdır. Böylece bu ekinlerin, biribirlerinden ayrılışları, dışkının parçalarının dağılmasına benzetilmiştir. Fakat buradaki ifade, Kur'ân'ın edeb üslubuna göre gelmiş bir İfade olup, tıpkı, "O ikisi (yani Isâ (a.s) ile Hz. Meryem) de yemek yerlerdi"(Mâide,75) diyerek, def-İ hacette bulunduklarını kastetmesi) gibidir. Bu, Mukâtilin Katâde'nin ve Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür.
İkinci İhtimal: Bu teşbih, ekinin yapraklarına kurt düşüp, onu delik deşik ettiği zamanki ekin yaprağına yapılmış bir benzetmedir.
b) "Me'kûl", Allah onları, tanesi yenilmiş, geriye samanı kalmış bir ekin gibi yaptı" demektir. Bu takdire göre ayet, "Allah onları, tanesi yenilmiş saman gibi yaptı" manasında olur. Bu tıpkı, "yüzü güzeldir" manasında, "Falanca güzeldir" denilmesi gibidir. Böylece "me'kûl"ün, asf (saman) İle olan ilgisi, tanelerinin yenilmiş olması bakımındandır, ünkü bu mana malumdur. Bu görüş de, Hasan el-Basrî 'nindir.
c) "Me'kûl", ilyer|ilen şeyler" demek olup, canlıların yediği" manasınadır. Çünkü yenilmeye elverişli olan her şeye "me'kûl" denir. Buna göre ayet, "Allah onları, hayvanların yediği saman gibi kıldı" manasındadir. Bu da İkrlme ile Dahhak’ın görüşüdür.[23]

Üçüncü Mesele


Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Hacılar Kâ'be'yi harab etmişlerdir. Fakat bundan ötürü hiçbir hadise meydana
gelmemiştir. Böylece, Fîl hadisesinin, bu şekilde olmadığına delalet etmiş olur. Böyle olsa bile, bu hadisenin sebebi, Kâ'be'ye saygıdan başka birşeydir."
Cevap: Biz, bu hadisenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, peygamber olarak gönderileceğinin bir işareti olduğunu daha önce anlatmıştık. Çünkü böylesi bir hadiseye, o (a.s) gelmezden önce gerek vardır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat peygamber olarak gönderilip, peygamberliği kesin delillerle pekiştikten sonra artık böylesi birşeye ihtiyaç kalmamıştır. Allah Teâlâ en iyi bilen ve en iyi hükmedendir. Salat-u selam, efendimiz Hz. Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)![24]




[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/411.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/413.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/413-414.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/414.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/414-415.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/415.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/415-416.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/416-417.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/417.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/417-418.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/418-419.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/419.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/420-421.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/421-422.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/422.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı