İttibau's Sünne (Sünnete İttîba Etmek) ,İmaretü'l Mescid (Mescid İmârı)

İttibau's Sünne (Sünnete İttîba Etmek)


Vahyi öncelikli yaşayanların toplumu, kitaba sarılan toplumdur. Kitaba sarılmak, sünneti yaşamakla mümkündür. Rasûlüllah (sav)'in sünneti, İslâm cemaatinin vazgeçilmez nizamname sidir. Rasûlüllah (sav)'in sün­netine ittiba etmeden İslâm cemaatı varlığını devam ettiremez.
İslâm davasını anlamada, yaşamada ve savunmada müslümanların örnek ve önderi Hz. Muhammed (sav)'dir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Şüphesiz ki sizin için Rasûlüllah'da pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve Âhiret gününe ümit besler olup da Allah'ı çok zikreden kimseler için.” [116]
Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğini önemsemeyen, onun sünnet-i seniyyesine ittiba etmeyi gereksiz görenlerin oluşturdukları topluluk, İslâm düşmanlarının kalabalığından sayılır.
Yeryüzünde peygamberlerin beşeri plandaki sorumluluk ve önderlik çerçevesinin adı, ümmettir. Hz. Muhammed (sav) için bu çerçeve, "ümmet-i davet" ve "ümmet-i icabet" olarak tüm dünyalıları içine almaktadır. Sünnet ise, Rasûlüllah (sav)'in bu sorumluluk ve önderlik çerçevesine göre Kur'ân-ı Kerim'in tefsiri, beyanı ve uygulamasıdır.
Ümmet-i icabet dediğimiz İslâm ümmetinin sosyolojik bir vakıa olarak gerçekleşmesinde Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği ne ölçüde gerek­li, etkili ve vazgeçilmez ise, ümmet yapısının devamında da onun sünneti/uygulamaları prensip ve pratik olarak aynı ölçüde ve değerde gerek­li ve vazgeçilmez bir önderlik ve rehberlik konumuna sahiptir. Sahabeler; .günlük işlerinden, devletlerarası ilişkilerine varıncaya kadar pratik haya­tın her safhasmda vazgeçilmez örnek ve önder olarak Rasûlüllah (sav)'in sünneti seniyyesini almış ve ona uymaya çalışmışlardır.
Ashâb-ı Kiram, "Dünyada sünnet, Âhirette cennet" ilkesiyle hareket ediyordu. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in bilgilendirme ve yönlendirme­siyle şahsiyet bulmuş kimselerdir. Sahabeler, Rasûlüllah (sav) hayatta iken nasıl ondan başka örnek ve önder tanımıyor idiyse, O'nun vefatından sonra da onun yaşayışı, gidişatı demek olan sünnet-i seniyyesinden başka bir hayat ölçüsü ve örneği tanımamışlardır. Ashâb-ı Cirâm, hep onunla, onun yolunda olmaya çalışmış, onun anlayış ve yaşayışını kendi­lerinden sonrakilere fıiii vasiyyet ve "sahabe sünneti" olarak bırak­mışlardır. Buracıkta sahabe sünneti tabirini tarif etmeye çalışalım.
Sahabe sünneti; Rasûlüllah (sav)'in gerek kavlî, gerek fiilî ve gerek­se takrirî/tasvip ve tecviz olarak sünnetine uyma hassasiyeti, dikkati, titiz­liği ve uygulamasıdır.
Sahabe sünneti; özellikle ve öncelikle Rasûlüllah (sav)'in yaşayışının, vazgeçilmez hayat ölçüsü olarak sahabeler tarafından mümkün olduğun­ca aynen yaşanmış olmasıdır. Rasûlüllah (sav)'in sünnetlerini yaşayarak yaşatmak ve sonraki nesillere aktarmak, sahabe sünnetidir.
Sahabe sünneti; ister genişlikte olsun ve isterse darlıkta olsun, Rasû­lüllah (sav)'in sünnetine kesintisiz ittiba etmektir. Hayatta sünnetin neye uygun olup olmadığını değil, neyin sünnete uygun olup olmadığını kont­rol etmek, sahabe sünnetididr. Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav)'in sün­netine uygun olmayan sözleri ve fiilen meşru ve makbul kabul etmezdi. Çünkü İslâm'da imanın sosyalleşme rehberi, sünnettir. Zira inanılan ilkelerin yani dinin emirler, yasaklar ve şüpheliler olarak müslümanlar tarafından nasıl uygulanacağı, İslâm'ın nasıl yaşanacağı sünnet'in örnek­liği, önderliği, Rasûlüllah (sav)'in hayatı/yorumu olmadan bilinmez ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilemez. Sünnet'in önüne geçen bir din yorumu ve yaşantısı olmaz/olamaz. Bilindiği gibi, her hangi bir uygula­manın, amelin amel ve ibadet olarak kabul görmesi için üç temel şart vardır. Bunların birincisi sahih imandır. İkinicisi, sağlam/iyi bir niyettir. Bu, işin görünmeyen yönüdür.
"Ameller niyetlere göre değerlendirilir." [117] hadisi bu şartı ortaya koyar. Üçüncüsü, şekil/uygulama biçimi olarak, Sünnet'e uygunluk. Bu da görünen yönüdür.
"Benim namazı kıldığımı gördüğünüz gibi namazı kılınız/kıldırınız.” [118] hadisi ibadetlerin sünnete uygun olma zorunluluğunu;
"Kim bizim dini­mizde olmayan birşey (amel/inanç) uydurursa o merduddur/reddedilmiştir.” [119] hadisi, genel anlamda, yani prensip olarak sünnet'in bu tayin ediciliğini belirlemekte­dir. Binaenaleyh sosyolojik anlamda dinin kimliğini ve tabiî müslüman kimliğini de tayin, tesbit eden ve tanımlayan sünnettir. Bir başka deyişle sünnet, dinî kimlik ve kişilik için sıhhat ölçüsüdür.
Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetini reddetmeyi ve keyfi olarak terketmeyi, küfrî bir dvaranış olarak görüyorlardı. Nitekim Ashâb-ı Kirâm'dan Abdullah İbn-i Mes'ud (rh.a.) şunları söylüyor:
"Şu beş vakit namazı, ezan okunan mescidlerde cemaatle kılmaya bakın. Şüphesiz ki bunlar sünen-i hüda'dır. Allah, Rasûiüne sünen-i hüdayı açıklamıştır. Allah'a yemin ederim ki ben, kesin münafıklar hariç, sahabelerin beş vakit namazı cemaatla kılmayı hiçbir zaman terketmediklerinm şahidiyim. Vallahi ben, iki kişinin koltuklarına girip -ayakları yerde sürünerek- saftaki yerine kadar götürülen saha­beler gördüm. Sizden evinde namaz kılacak bir yeri olmayan yoktur. Eğer mescidleri terkeder de farz namazları evlerinizde kılarsanız, Nebinizin sünnetini terketmiş olursunuz. Eğer Nebinizin sünnetini terkederseniz, sapıttınız gitti demektir.” [120]
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'in görüşü; sünnetin işlenen amellerin sıhhat ölçüsü olduğu yönündedir: "Söz ancak amel ile, amel ve söz ancak niyet ile, niyet, söz ve amel de ancak sünnet'e uygun olmakla mak­bul olur/bİr değer ifade eder.”[121]
Şunu kabul etmek gerekir ki; Hz. Peygamber (sav)'in ilk işi; İslâm'ın şahıslarında canlandığı bireyler yetiştirmek olmuştur. Sahabeler de bu kıvamı temsil eden ilk müslüman nesildir.
"Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz ve Celil olan Allah'ın hatırlandığı kimse­lerdir.” [122] hadisi, sahabe neslinin genel niteliğini tesbit ve tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki; Sahâbîler, Kitap ve Sünnet ehlidir.
Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine tabi idiler. Sünnet'e ittiba eden Kur'an'a tabi olmuş demektir. Sahabeler, bu konuda en önde gelen­lerdir. [123]
Sahabeler, her hangi bir ameli işleyecekleri zaman önce o amel husu­sunda Rasûlüllah (sav)'in, sözlerini, uygulamalarını araştırırlardı. Ra­sûlüllah (sav)'in uygulamalarına uygun amelde bulunmak, onlar için meşruluk alâmetiydi. Bu durum, aynı zamanda bütün müslüman nesiller için geçerlidir. Sünnete uygun olmayan hiçbir amel meşru sayılmaz.
Allah'ın kitabını Allah'ın muradına göre anlama ve yaşama hususunda "Rasûlüllah (sav)'in sünneti/uygulaması bize yeter" demek, sahabe nesli kıvamında müslümanlık kalitesine ulaşmış olmak demektir. Hayat örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav) Kitaptan sonra bize sünneti miras bırakmıştır. Sünnet'e karşı en ufak bir kayıdsızlık, laubalilik, Peygamber (sav)'e ihanet sayılır. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Size sımsıkı yapıştığınız zaman asla yolunu sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve.[124] Sünnet,  Müslüman  kimliğini  dokuyan  ve  koruyan  Peygamber mirasıdır.[125] Bu nebevi mirası gözünün nuru gibi koruyup kendisinden sonraki nesillere aktaran nesil, sahabe neslidir.”
Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba, sahabe sünnetidir. Sahabe sünneti de sünnetten sayılır ve İslâm ümmetini bağlar. Onunla amel edilmesi gerekir. [126] Ashâb-ı Kiram, İslâm ile ilgili hemen herşeyi ilk kez duyan ve ilk kez yaşayan, uygu­layan, İslâm yapılanmasına kuruluş aşamasında şahid olan ve katkıda bulunan hayırlı nesildir. Sahabeler için Sünnet en tartışılmaz pratik delil ve örnekti. Sünnette yerini bulamadıkları şeylere asla iltifat etmezlerdi. Bir çok soruya; "Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu veya şöyle yaptı, yapardı" diye cevap vermeleri, hem kendileri ve hem de tüm müslümanlar için sünnetin tartışılmaz, itiraz edilemez bağlayıcı bir delil olduğu anlayışından kaynaklanıyor ve meseleleri çözmede onların öncelikli yön­temi yani "sahabe sünneti" anlamına geliyordu.
Ashâb-ı Kiram, Rasûlüllah (sav) ile birlikte iman eden ve inançları ile ilgili öğrendiklerini asla tartışma konusu yapmadan "duyduk ve uyduk" pratikliği içinde yaşayan amele dönüştüren ve bunda asla tembel davran­mayan model nesildir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde mü'minlerin sözü ancak "duyduk/işittik ve uyduk/itaat ettik" demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.”[127]
Sahabeler, kitap ve sünnete uyma hususunda pratik insanlardı. Sahabelerin pratikliği, genellikle en küçük bir teredüde yer vermeyecek ölçüdeydi. Sahabeler bu dünya hayatını Allah'ın bir nimeti, her türlü hay­rın temeli ve sebebi olarak kabul ediyor, bu hayatta Allah'a yaklaşıyor, kendilerine takdir edilen insanlığın kemal derecesine amel ve gayret­leriyle ulaşmaya çalışıyorlardı. [128] Onların tek amaçları Allah'ın rızası idi. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmeyi, Allahû Teâla'ya olan sevgi­lerinin bir gereği biliyorlardı.Allahû Teâla buyuruyor:
"De ki: Eğer siz Allah seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[129]
Bu ayet-i kerime'nin ilk muhatablan, hiç kuşkusuz sahabelerdi. Sahabeler, Allah'ın rızası peşinde koşan müslümanlar olarak, bu koşu­larını Rasûlüllah (sav)'e uyulması gereken her konuda imkânları nisbetinde ona/sünnet-i seniyyesine uymak suretiyle ameliliğin değişmeyen ve en doğru yöntemini uygulamışlardı.
Sahabeler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bir amel işleyecek­leri zaman hemen Rasûlüllah (sav)'in o hususla ilgili sözlerini ve uygula­malarını soruştururlar, araştırırlar, sünnete uygun olanı yaparlardı, sün­nete uygun düşmeyenleri de tereddüdsüz terkedip redederlerdi. Sünnete ittiba etme hususundaki bu tavır, bu hassasiyet, sahabelerin vazgeçilmez ameli/pratik müşterekleri idi.
Kur'ân-ı Kerim, nasıl Efendîmiz'in risaleti ve sunduğu mesaj mevzuunda hassasiyet gösteriyor, sahâbe-i kiram da, aynı şekilde O'ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı. Ne Efendimiz'in (sav) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı düşünüyor, ne de O'na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden geçiriyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'in tabiriyle, O'ndan gelen her şeyi "içiyor" gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, İsrâiloğulları'nın ruhuna buzağı sevgisi içirildiği gibi, onların ruhuna da hakikat sevgisi, hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (sav) sevgisi öyle içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz olmasınlar ki, Kur'ân-ı Kerim, mes'eleyi bir iman mevzuu olarak ele alıy­or ve:
"Hayır hayır; Rabbine aııdolsun ki, aralarında anlaşmazlığa bâdî mes'elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir tes­limiyetle sana teslim olmadan iman etmiş olmazlar” [130] buyuruyordu. Onların yaşadıkları hayatın saniyeleri, saliseleri, âşireleri hep bu hassasiyet içinde geçiyordu. Hayatlarını bu ölçüde bir hassasiyet içinde geçiren insanların, O'nun sünnetine karşı lâkayd kalmaları düşünülemez.
Netice olarak Ashâb-ı Kirâm'ın lügatmda sünnete ittiba necattır/kurtu­luştur. Sahabelerin sünnet fıkhını kısaca; "Rasûlüllah (sav)'in yaptığını yapmazsak helak oluruz, inancı doğrultusunda her yönüyle bütün bir hayatı sünnet'e göre, sünneti de lafız mana ve maksadıyla anlayarak hay­atı değerlendirmek ve disipline etmektir." diye özetlemek mümkündür. Dolayısıyla sünnetin önüne gerek kendi din yorumlarını ve yaşantılarını ve gerekse başkalarının din yorumlarım ve yaşantılarını geçirenler, Ashâb-ı Kirâm'm yolundan ayrılanlardır.

İmaretü'l Mescid (Mescid İmârı)


Ashâb-ı Kiram, yüzlerinde secde izi olan mâbed neslidir. Çünkü sahabeler, kendi İslamî kimlik ve kişiliklerinin farkına mescidde varmışlar ve kendilerini mescidde tanımışlardır. Mâbed nesli olmak, sahâblerin alâmet-i farika niteliğindeki özelliklerinden birisidir.
Mescid; alnı secdeli olanların şahsiyet üniversitesidir. İslâm öncesi Mekke toplumu için Kabe ne idiyse, Medine İslâm toplumu için de Mescid-i Nebî o idi. İlk İslâm toplum yapısının Mescid-i Nebî merkezli ve eksenli inşâ edilip geliştirildiğine tanıklık etmiş olan sahabeler, gerek ferdî ve gerekse toplum hayatları bakımından "olmazsa olmaz İslâm müessesesi" olarak mescidi tanımış bilmişlerdir. Sahabeler açısında mescidde olmak, hayatta olmakla eşdeğerdi. Bundan ötürüdür ki, müslümanlar tarihi boyunca mescid, merkez kurum, İslâm şehirciliğinin kalbi, baş müessesesi olarak varlığını devam ettirmiştir. Bu durum, sahabelerin fethettikleri yerlerde mescid merkezli bir yapıyı kurmuş ve geliştirmiş olmalarındandır.
Mescid îmân İslâm dinine mensub olmanın tabiî bir sonucudur. Çünkü her din kendi çevresini oluşturur, kendi çevresinde yaşanır ve oluşturduğu çevresiyle tanınır. Bu gerçeklik, sahabeler eliyle bütün müslüman hal­kalara intikal ettirilmiştir. Mescid îmân, İslamî kimlik ve kişiliğin misyonundandır. Mescidlerin îmân; maddî îmâr ve manevî îrnâr yani inşâ ve ihya olmak üzere iki şekilde gerçekleşir.
Allahû Teâla tarafından ibadet ihtiyacım karşılama imkân ve mekânı olarak bütün yeryüzü mescid kılınmıştır. Rasülüllah (sav) buyuruyor:
“Tüm yeryüzü bana temiz olarak mescid kılındı.” [131] Bu hadis-i şerife göre mü'minler taralından îmâr edilen mescidler, kâinat mescidinin birer tercümesidirler.
Tüm yeryüzü müslümanlar için mescid kılınmış olmasına rağmen, inşâ anlamında mescid îmân, müesseseleşme, kimlik ibrazı ve fiilî tebliğ bakımlarından toplumsal bir ihtiyaçtır.
Allah'ın arzının her hangi bir yerinde İslâm yerleşiminin gerçekleştiği mescidle ispat edilmiştir. Çünkü mescid; Allah'ın hükmüne ve haki­miyetine mutlak teslimiyetin nişanesidir. Mescidler, Allahû Teâla'dan başkasına kulluk edilemeyeceğinin alâmetleridir. Onları da ancak Allah'tan başka hiç kimseden korkmayan ve zorbalara boyun eğmeyen nıü'minler îmâr edebilir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Müşrikler kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini îmâr etmeleri mümkün değildir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak kalacak­lardır.” [132]
Mescid îmân, tevhid merkezli kutsal bir eylemdir. Küfür, şirk ve tuğyan içindekilerin, inşâ ve ihya olarak mescidleri îmâra ehliyetleri ve haklan yoktur. Mescid îmân, müslüman duruşun müessese planında tanıtımı demektir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'dan başka hiç kimseden kork­mayan kimseler îmâr ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.”[133]
Mescidler, Allahû Teâla'ya kulluk mekânlarıdır. Oralarda sadece ve sadece Allah'a kulluk edilir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Mescitler kuşkusuz Allah'ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvar­mayın.” [134]
Mescidier lillah içindir. Onları özelleştirip şahısların, meşreblerin, öncülerin şahsi malları haline getirenler, mescidlere ihanet edenlerdir. Tağutlara, zorbalara isyan ederek sadece ve sadece Allahû Teâla'ya kul­luk eden hiçbir kimse meşreb, mezheb, kavim ve kabile farkından ötürü mescidlerden menedilemez. Şayet edilirse tuğyan olur.
Sahabeler mescid etrafında kenetlenmişlerdi. Onlar için mescid, salih amellerin merkezi idi. Sahabelerin mescid ile olan ilişkileri askerlerin kışla ile olan ilişkileri gibiydi. Sahabeler; mescidi kışla, kendilerini İslâm ordusunun askerleri, Rasûlüllah (sav)'i de İslâm ordusunun baş komutanı kabul edip itaat ediyorlardı.
Müslümanlar tarafından yapılmış olan her hangi bir mescidde Allahû Teâla'nın şeriatına muhalif kanunların, yasaların propagandası yapılırsa, cahili hakimiyetlere boyun eğmeye nıü'minler teşvik edilirlerse o mescid, mescid olmaktan çıkmış olur.
Sahabeler, mescidleri hem îmâr etmişler ve hem de ihya etmişlerdir. Şunu bilelim ki; ihya anlamında mescid imârının ilk adımı, fiilen mescide devam etmektir. Mü'min insanın fiili olarak mescide devam etmesi, başlı başına bir iman ve İslâm göstergesidir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Mescide devam ettiğini gördüğünüz kişinin imanma/müslüman olduğuna şehadet/tanıklık ediniz.” [135]
Mescidler, medeniyet mektebleridir. Oralarda medenîler yetişir. Mescidlerin imârından, inşâsından, çoğalmasından rahatsız olup nefret edenler, genelde medeniyet düşmanı mürtecilerdir!
Mescid îmân, İslâm'ı yayma ve topluma âmir kılma faaliyetinin merkezidir. İnanç dünyasının mekân planında anlatımı ya da inancın mekâna aktarımı diye de değerlendirilebilecek olan mescid îmân, çevrenin İslâm'la donatılmasının ilk temel adımıdır. Şunu bilelim ki; müslüman kimliğin sosyalleşme rehberi sünnet, merkezi ise mesciddir. Mescidlerin çoğalmasından hoşlanmayan münkir ve müşriklerin değişik yollar ve gerekçelerle mescid îmârım engellemeye çalışacakları hatta aynı yoldan aynı kurumlarla karşı girişimlerde bulunabilecekleri Mescidi Dırar" olayı ile tescil edilmiştir.
Mescidleri işlevsiz kılma teşebbüsleri ve mescidlere yönelik düşman­ca tavırlar, şirk mesabesinde bir zulmü ifade ederler. Allahû Teâla buyu­ruyor:
“Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.” [136]
Bu ayet-i kerime'ye göre İslam'da mescid/cami, mâbed dokunulmazlığı esastır. Müslümanlar tarihi fırasetle incelendiğinde görülecektir ki; İslâmî yerleşim birimlerinde Mescidler, "harem bölgesi" konumunda mukaddes merkezlerdir. Mescidlere yapılan saldın, bizzat İslâm'a ve bütün müslümanlara yapılmış olan saldırıdır. Bundan ötürüdür ki, Mescide karşı mescid anlamına gelen "Mescid-i Dırar" ı ortadan kaldır­maya bizzat Rasûlüllah (sav) karar vermiştir. Özellikle şu gerçeği bilmek­te tayda vardır: Mescid-i Dırar hadisesi, mescid imârında ihyâ'nın inşâ'-dan daha çok önemli oldğunu gösteren Kur'an kaynaklı tarihi bir gerçek­tir.
Devr-i cahiliyyede ruhbanlığa soyunmuş Ebû Amir Rahip adında meşhur birisi vardı. Bu adam, münafıkların reisi İbn-i Selül'ün halasının oğluydu. Rasûlüllah (sav)'in Medine'ye hicreti ve Medine'de İslâm Devleti'ni kurması bunun çok zoruna gitti. Mekke Fethi'nden sonra Taife; Taifliler müslüman olunca da Şam'a kaçtı.
Ebû Amir Küba'da münafıklara; "Ben sizin şu Mirbedinizze(koyun ağılı anlamına gelen bu sözle Küba mescidini kasdederek) giremem. Orada beni tanıyıp başıma iş açacaklar çıkabilir" demiş; onlar da: "Biz bize ait bir Mescid yaparız. Sen de bizimle oturur orada konuşursun" diye cevap verdiler. Sonra da adıyla mescid müessesesini kötüye kullanmasını amaçlayan bir yapının yapılmasını karara bağladı. Ebû Amir, taraftarları­na ayrıca şu talimatı verdi: "Siz gücünüz yettiğince kuvvet ve silah hazır­layın. Ben de Rum Kralı Kayser'e gidip asker getireceğim. Muhammed ve Ashabını Medine'den süreceğim." Kendisi gittiği yerde Hıristiyan olup kaldı. Bu İslâm düşmanı aynı zamanda zifafa girdiği gecenin sabahında Uhud ordusuna katılmakta gecikmemek için acele ederken yıkanması gerektiğini unutan ve savaşta şehid düşen, Rasûlüllah (sav)'in kendisini meleklerin yıkadığını bildirdiği ve dolayısıyla "Ğasilu'l Melaike" diye meşhur Hz. Hanzala (R.a.)'ın babasıdır. [137]
Münafıklar tarafından Ebû Âmir'in talimatlarının gereği yerine getiril­di. Kısa zamanda Ebû Âmir riyasetinde 12 münafık Küba mescidi karşısında bir mescid yaptılar. Ve mescid'in de İmamlığına Mücemmi' b. Câriye'yi tayin ettiler. Böylece Küba mescidinden kopmalar meydana geldi. Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir münafık olmadığı halde ve gerçek durumu de bilmediği için bu mescide kereste yardımında bulundu. Rasûlüllah (sav) Tebük savaşı için hazırlıklarda bulunurken, beş kişilik bir münafıklar heyeti gelip ve gerçek amaçlarını gizleyerek meşruiyet kazanmak adına Rasûlüllah (sav)'e
"Ey Allah'ın Rasûlü! yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve isteyenlerin namaz kılmaları için bir mescid yaptık. Ayrıca sel geldiği zaman Küba mescidine gidemiyoruz. Böylesi durumlarda namazımızı kendi mescidimizde kılmak istiyoruz. Bu arada sizinde gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanızı da rica ediyoruz" dediler. Münafıkların bu isteğini Rasûlüllah (sav) savaş sonrasına erteledi. [138]Tebük savaşı dönüşünde Rasûlüllah (sav) ile ordusu "Zû Evân" denilen Medine yakınlarında bir yerde konakladılar. Münafıklar yine gelip Rasûlüllah (sav)'i mescidlerine davet ettiler. İşte tam bu sırada Allahû Teâla gerek bu mescid ve gerekse bu mescidi yapanlar hakkında Hz. Muhammed (sav)'i bilgilendirip haber verdi:
“Bir de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslü-manlarm arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Râsûlü'ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var. "İyilikten başka bir maksadımız yoktu." diye yemin de edecekler. Fakat bun­ların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.” [139]
“O mescit içinde sen kesinlikle namaza durma. Ta ilk gününde temeli takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz kılmana daha layıktır. Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır. Allah da arınmış, ak-pak olmuş olanları sever.” [140]
“O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.”[141]
“Onların kurmuş oldukları bu türlü binalar, kalpleri parça parça olmadıkça, kalblerinde bir nifak düğümü olup kalacaktır. Allah, Alîmdir, Hakimdir.”[142]
Bu ayet-i kerimelerin inzalmdan sonra Rasûlüllah (sav), Malik b. Duhşum ile Asım b. Adiy'i (Allah kendilerinden razı olsun) o mescidi ortadan kaldırmakla görevlendirdi. Görevli bu iki sahabe yapraklı hurma dallarından bir demet alıp ateşiedikten sonra, Akşam iie Yatsı namazı arasında Mescid-i Dırar'a vardılar ve orayı ateşe verip yaktılar, yıktılar. Mescid'i-i Dirâr'ın yakılması üzerine münafıklar cemaati dağıldı. Ebû Lübâbe, iyi niyetle verdiği kereste enkazını topladı ve evinin yanma bir kulübe yaptı. Ancak o kulübede ne bir çocuk doğmuş, ne bir güvercin yavru yapmış ne de bir tavuk kuluçkaya yatıp civciv çıkarmıştır. [143]
Rasûlüllah (sav) ve ashabı, Mescid istismarını önlemeyi mescid imârından saymışlardır. İslâm ve müslümanlarm aleyhine kullanılmak üzere oluşturulan müessesenin adı mescid de olsa mutlaka yıkılması gerekir. Mescid'e karşı mescid yoluyla İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeye kalkışmak, düşmanlığın en amansız şeklidir. İslâm'a ve müslü­manlara karşı kurulan komplolar mescid görünümünde de olsa asla ve kat'a kabul edilmez.
İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen kurumların ve kuruluşların isimleri ne olursa olsun, mescid-i dırar cümlesinden sayılır­lar. Böyle kurum ve kuruluşları ortadan kaldırmak, mescid-i dırarlan ortadan kaldırmak demektir. Mescid-i dırar katagorisine giren yani İslâm'a ve müslümanlara zararlı olmayı hedefleyen müessesesîerden, kurum ve kuruluşlardan uzak kalmak ve oraları zararsız hale getirmek için çalışmak, gerekirse böyle kurum ve kuruluşları yıkıp ortadan kaldır­mak, başlı başına bir sünnettir. Sahabeler, mescid-i dırarı Rasûlüllah (sav)'in emriyle yıkmakla bu sünneti ihya ettiler.
Dikkat edilirse mescid îmân, sahabe neslinin nezdinde çok yanlı ve yönlü Rabbani bir hizmettir. Mescid-i takvaları inşâ ve ihya etmek, mescid-i dırar'ları ise yakmak, yıkıp ortadan kaldırmak, Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilemez öncelikli müştereklerindendir.
İslâm'a ve müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen tüm mescidler, müesseseler, kurultaylar, parlamentolar, beynelakvam/kavimlerarasi ku­rum ve kuruluşlar, mescid-i dırar hükmündedirler. Bunları ortadan kaldır­mak için mücadele etmeyenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmazlar.
Ashâb-ı Kiram, kimden gelirse gelsin ve hangi seviyede olursa olsun, İslâm'ın müesseselerini, kurum ve kuruluşlarını İslâm karşıtı düşünce ve erin işine gelecek doğrultuda kullanmayı hedefleyen girişimlerin, teşebbüslerin şiddetle karşısında olmuş ve fiili olarak bu girişimci ve teşebbüscülerle savaşmıştır.
Mescid îmân, cennetlik bir faaliyettir. Rasûlüllah (sav) mütevatir bir hadisinde şöyle buyuruyor:
"Her kim Allah için bir mescid bina eder­se, Allah da onun için cennette bir ev bina eder.” [144]
Ashâb-ı Kiram mescid imârını önemsemekle, öncelikli faaliyet haline getirmekle- cennetlik faaliyetleriyle cennetlik bir nesil olduğunu ortaya koymuştur Bu nedenle diyoruz ki; sahabelerin yolu cennet yoludur. Faaliyetleri ise cennetlik faaliyetlerdir. Sahabeler ve sahabelerin Cennetlik faaliyetlerini önemsemeyip küçümseyenler, sahabenin yolun­dan ayrılıp başka başka yollara gidenlerdir.

 KAYNAKLAR
[116] Ahzab: 33/ 21
[117] Buharî, Bedu'l Vahy:l, İman: 41
[118] Beyhakî, Es- Sünenü'l Kübra, C:2, Sh: 345, Haydarabad/ 1355
[119] Buharî, İ'tisam:20, Büyü: 60; Müslim, Akdiye: 17-18
[120] Sahihi Müslim/ Müslim, Kitabu'l Mesacid: 257, Mısır/ 1956; Sünen-i Ebu Davud /Ebu Davud, Kitabu's Salat: 46, Beyrut/ ty.; Sünen-i İbn-i Mace/İbn-i Mace, Kitabu'l Mesacid: 14, Mısır/ 1952
[121] El-Müsned/Humeydî, C:2, Sh:546, Kahire/ty
[122] Sünen-i İbn-i Mace/İbn-i Mace, Zühd:4; EI-Müsned/Ahmed b. Hanbel, C:6, Sh: 409
[123] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan, Sh:57-68, İst/2002
[124] Muvatta/İmam Malik, Kader: 3, El- Müstedrek/Hâkim, 1, 93
[125] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan, Sh: 69, İst/2002
[126] Tahlilu's Sünne/Mustafa Çelik, Sh:231, Ankara/1999
[127] Nur: 24/51
[128] Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybeti?/H. Nedvi, Sh: 94
[129] Âl-i İmran: 3/31.
[130] Nisa: 4/65
[131] Buharî, Salat:56; Müslim, Mescid: 3-5; Ebu Davud, Salat:24
[132] Tevbe: 9/17.
[133] Tevbe: 9/18.
[134] Cin: 72/ 18
[135] Tirmizî, İman:8
[136] Bakara: 2/114.
[137] El-Camiu Ki Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:8, Sh: Sh:257, Mısır/1967.
[138] Es-Siyertü'n Nebiyye/İbn-i Hişam, C:4, Sh; 173-174
[139] Tevbe: 9/107
[140] Tevbe: 9/108
[141] Tevbe: 9/109
[142] Tevbe: 9/110
[143] İslam Tarihi/M. Âsim Köksal, C:9, Sh:251-256
[144] Nazmu'l Mutenâsire Minel Hadisi'l Mütevatire/Kettanî, Sh: 89, Beyrut/1983

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder