HABBAB İBNU'L-ERETT


«Allah, Habbab'a rahmet etsin. O, isteyerek müslüman  olmuş, boyun eğerek hicret etmiş ve cihâd ederek yaşamıştır.»[1]
Ummu Enmar el-Huza'ıyye, Mekke'deki köle pazarına gitti. O, kendisine hizmet edecek ve aynı zamanda elindeki işini ilerletecek bir köle satın almak istiyordu. Satışa arzedilmîş kölelerin yüzlerine bak­maya başladı. Yüzünden sağlıklı ve zekî olduğunu anladığı küçük bir çocuğu seçti. Kölenin parasını ödedi ve yola koyuldular. Yolda gider­lerken Ummu Enmar çocuğa:
«— Adın ne senin çocuk?» dedi.
«— Habbab»,
«— Babanın adî ne?»
«— El-Erett».
«— Nerelisin?»
«— Necîd'lîyim».
«— O halde sen arabsın».
«— Evet, hem de Benî Temîm kabîlesindenim».
«— Peki, neden Mekke'deki köle tacirlerinin eline düştün?!!»
«— Arap kabîlelerinden birisi bizim obamıza baskın yaptı. Hay­vanları alıp götürdüler. Kadın ve çocukları da esir aldılar. Ben de esir alınan çocuklar arasındaydım. Ondan sonra çeşitli kimselerin eline düştüm. Mekke'ye getirildîm ve işte şimdi de senin kölen oldum».
Ummu Enmar kılıç yapma sanatını öğrenmesi için kölesini, Mek­ke demircilerinden birinin yanına verdi. Köle, sanatını pek çabuk, öğ­renip ustalaştı.
Habbab'ın bileği güçlenince, Ummu Enmar ona bir dükkân kira­layıp bazı malzemeler satın aldı. O da kılıç yapmadaki ustalığını git­tikçe ilerletiyordu.
Kısa bir müddet sonra Habbab, Mekke'de meşhur oldu. Halk onun yaptığı kılıçlan satın almak için yarışa girmişlerdi. Çünkü o, emin, dü­rüst, yaptığı işte sağlam birisiydi.
Habbab genç olmasına rağmen olgun kimseler gibi akıllı ve bil­giliydi.
İşini bitirip tek başına kaldığında ekseriya, baştan ayağa kadar fesada boğulan bu câhiliyye toplumunu düşünür, arapların hayatına hâkim olan kara cahillik ve kör sapıklık ona endişe verirdi. Çünkü kendisi de onun kurbanlarındandı.
O şöyle derdi:
«— Bu gecenin başka bir gecesi olması gerek...»
Karanlığın batıp nurun doğuşunu gözleriyle görmek için ömrünün uzamasını temennî ederdi.
Habbab'ın bekleyişi uzun sürmedi. Nurdan bir ipin; Muhammed ibn-i Abdillah isimli Haşim oğullarına mensup bîr gencin ağzında par-ladığı haberini aldı.
Muhammed'in yanına gidip onu dinledi. Ondaki parıltı ve ışıktan etkienip elini ona uzattı. Allah'tan başka tanrı olmadığına, Muham­med'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etti.
Böylece o, yeryüzündeki müslümanların altıncısı oldu. Hattâ şöyle denilmiştir:
«— Habbab, İslâm'ın altıda birlik bir süresini yaşamıştır...»
Habbab, İslâm'a girdiğini kimseden gizlememişti. Bu haber, Um­mu Enmar'a ulaşmakta gecikmedi. Ummu Enmar   öfkeden   kudurdu.
Kardeşi Siba' ibn-i Abdiîuzza'yi yanına aldı. Onlara bazı  gençler de katıldı. Hep birlikte Habbab'ın yanına gittiler. Onu işine dalmış çalı­şır bir vaziyette buldular...
Siba' yanına varıp:
«— Bize seninle ilgili, inanamadığımı bir haber geldi».
«— Nedir o?»
«— Senin   dininden çıkıp Haşim oğullarının   çocuğuna uyduğun
haberi dolaşıyor». Habbab
—istifini bozmadan
— şöyle cevap verdi: ı
«— Dinimden çıkmadım. Sadece tek olan ve ortağı olmayan Al­lah'a inandım... Putlarınızı attım. Muhammed'in Allah'ın kulu ve el­çisi olduğuna şehâdet ettim,..»
Siba' ve beraberindekiler Habbab'ın sözlerini duyar duymaz, üze­rine üşüşüp tokat ve tekme atmaya, çekiç ve demir parçalarıyla onu dövmeye başladılar.
Nihayet Habbab bayılarak kanlar içinde yere yıkıldı... Habbab'la hanımefendisi arasında geçenler hemen yayıldı!!!
Halk, Habbab'ın cesaretine şaştı, çünkü daha önce Muham-ıned'e uyan birisinin herkesin içinde böyle açıkça ve meydan okurca­sına müslümanhğını ilân ettiğini duymamışlardı.
Kureyş'in yaşlıları Habbab'ın haline acıdılar. Habbab gibi kendi­sini koruyacak sülâlesi ve sığınacağı hısımları olmayan bir demirci­nin Ummu Enmar'm otoritesine karşı çıkmaya cesaret edebileceği, açıkça onun tanrılarına sövebileceği ve onun atalarının dinine haka­ret edebileceği akıllarının köşesinden bile geçmemişti...
Artık bugünü başka günlerin takip edeceğine kesinlikle  kanaat
getirdiler.
Kureyş'in korktuğu başına gelmişti. Habbab'ın cesareti arkadaş­larından birçoğunu İslâm'a girdiklerini açıklamaya teşvîk etmişti. On­lar da birer birer kelime-i şehâdet'i açıktan söylemeye başladılar...
Başlarında Ebû Sufyan ibn-i Harb, el-Veiîd ibnu'I-Muğîre ve Ebû Cehl ibn-i Hişâm olmak üzere Kureyş'in ileri gelenleri, Ka'be'de top­lanıp Muhammed'in durumunu görüştüler. Gördüler kî, onun durumu gün gün ve her an gelişip büyümektedir.
Hastalığı ilerlemeden kökünden kesmeye karar verdiler. Her ka-bîle, aralarındaki Muhammed taraftarlarına saldırcak, oniar dinlerin­den dönünceye veya ölünceye kadar onlara işkence edeceklerdi.
Hbbab'a işkence etme görevi Siba' İbn-i Abdiluzza ve kabilesine düşmüştü...
Öğle sıcağı şiddetlenip güneş ışınları toprağı ısıtınca onu Mekke kumlarına çıkarırlar, elbisesini soyarlar ve demir zırhlar giydirirlerdi. Su da vermezlerdi. Nihayet onun sıkıntısı son haddine varınca yanı­na gelip şöyle derlerdi.
«— Muhammed hakkında ne diyorsun?» O da şöyle cevap verirdi:
«— O, Allah'ın kulu ve elçisidir. Bizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, hidâyet ve hak dinini getirmiştir.»
Tokat ve yumruklar savrulur ve tekrar şöyle sorarlardı:
-  Lât ve Uzza hakkında ne diyorsun?»
-  Onlar sağır-dilsiz, fayda ve zararları olmayan putlardır». Bunun üzerine kızgın taşları   getirirler,   sırtına   yapıştırırlar   ve
omuzlarının yağı akıncaya kadar üzerine bırakırlardı...
Ummu Enmar, Habbab'a, kardeşi Siba'dan daha az katı değildi. Resûlüilah'in (s.a.v.) Habbab'm dükkânına uğradığını ve onunla ko­nuştuğunu görünce deliye dönmüştü.
Bunun üzerine her gün Habbab'm yanına gelir, körüğünden kız­gın bir demir alıp duman tütünceye ve bayılmcaya kadar başının üze­rine koyardı.
Habbab ise, ona ve kardeşi Siba'ya beddua ederdi.
Resûiüilah, (s.a.v.) ashabının Medine'ye hicret etmesine izin ve­rince, Habbab şehirden çıkmak için hazırlandı.
S Ancak Mekke'yi, Ummu Enmar için yaptığı bedduanın Allah tara-în kabul edildiğini gördükten sonra terketti...
Ummu Enmar o güne kadar öylesi  duyulmamış bir baş  ağrısına tutulmuştu... Ağrının şiddetinden köpekler gibi uluyordu...
Oğullan her yerde onun derdine derman aradılar. Onlara şöyle denildi:
«— Onun ağrıları ancak başını ateşle dağlarsa geçer». Başını kızgın demirle dağlamaya başladı. Dağlamanın verdiği acılardan baş ağrılarını unutmuş oluyordu.
Habbab, Ensar'ın gözetiminde Medine'de uzun zaman mahrum edildiği rahatın tadını çıkardı. Huzurunu bozan birşey olmadan Pey-gamberi'ne yakın olmak mutluluğuna erdi.
Peygamberle birlikte Bedir'de bulundu ve onun sancağ
dövüştü.
Onunla birlikte Uhud harbine de katıldı. Allah ona, Ummu Enmar'-ın kardeşi Siba' ibn-i Abdiluzza'yı. Allah'ın aslanı Hamza ibn-i Abdil-muttalib tarafından yere serilmiş halde görmek saadetini de verdi...
Habbab uzun süre yaşamıştır. Hatta Rasûlüllah'm (s.a.v.} dört halîfesini de görmüştür.
Bir gün,  Halife  Ömer   Ibnu'l-Hattab'ın yanına   girdi. en yüksek ve kendine en yakın yere oturtup şöyle dedi:
«— Buraya, Bilâl dışında senden başka hiç kimse lâyık değildir.» Daha sonra ona müşriklerden gördüğü en ağır işkenceyi sordu. Habbab ona cevap vermekten utandı.
Ömer ısrar edince sırtından ridâsını çıkardı ve Ömer gördüğün­den tiksindi.
«— Bu nasıl oldu?» diye sordu. Habbab:
«— Müşrikler bana işkence etmek için odun ateşi yaktılar. Odun­lar kor haline gelince, elbiselerimi soydular ve üzerinde yürüttüler. Nihayet etim sırtımın kemiklerinden ayrıldı ve ateşi vücudumdan s
zan su söndürebildi...»
Hayatının son zamanlarında Habbab fakirlikten kurtulup zengin­leşti. Hayâlinden geçirmediği altın ve gümüşlere sahip oldu. Ancak parasını hiç kimsenin hatırına gelmiyecek şekilde harcadı... Paraları­ evinde fakir ve düşkünlerin bildiği bir yere koymuştu.
Onları ne gizlemiş, ne de kilitlemişti. Onlar evine gelirler, sor­madan ve izin istemeden diledikleri kadar para alırlardı...
Bununla beraber o, bu para yüzünden hesaba çekilmekten ve aza­ba uğramaktan korkardı.
Arkadaşlarından bazıları şöyle anlatmışlardır :
-  Ölüm hastalığında Habbab'ın yanına girdik. O şöyle dedi :
—  Burada 80 bin dirhem var. Vallahi şimdiye kadar onları sakla­madım.   İsteyen   hiç kimseye de  vermemezlik etmedim. Arkasından ağladı.
-  Niçin ağlıyorsun? dediler. Şöyle cevap verdi  :
—  Ağlıyorum, çünkü benim arkadaşlarım gittiler. Bu dünya ecir­lerinden hiçbirine nâî! olamadılar. Ben ise kaldım ve yaptığım amel­lerin karşılığı olmasından kortuğum bu paraya, kavuştum».
Habbab Rabbine kavuşunca Emîrulmü'minin, Ali İbn-i Ebî Talib kabri başında durup şunları söyledi :
«— Allah Habbab'a rahmet etsin. O, isteyerek müsiüman olmuş, boyun eğerek hicret etmiş ve cihâd ederek yaşamıştır... Allah iyi iş­ler yapanların ecrini asla boşa gidermiyecektir».[2]




[1] Ali  İbn-i Ebi Talib.
[2] Habbab İbnu'l-Erett hakkında geniş bilgi için aşağıdaki eserlere bakınız
1- El-İsabe, biyografi no:  2210
2- Usdu'I-ğabe,   11/98-100
3- Ei-İstîab, f/423
4- Tehzîbu't-tehzîb, 111/133
5- Hilyetu'I-evliya, 1/143
6- Sıfetu's-safve,  1/168
7- EI-Cemu  beyne ricali's-Sahîhayn, s. 124
8- İbn Kuteybe, el-Maarif,  no; 316
9- Hayatu's-Sahabe (dördüncü  ciltteki fihristlere bakınız).
Dr. Abdurrahman Re’fet el-Bâşâ, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 1/319-324.

Yorum Gönder

0 Yorumlar