FATİHA AYETLERİNİN TEFSİRİ

 

“Mâliki Yevmi’d-din” Sözünün Tefsiri       

Bunda birçok faydalar vardır.
Birinci fayda:  sözünün anlamı, diriliş ve ceza gününün sahibi demektir. Bunun izahı şudur: Kötülük yapanla iyilik yapanın, itaatkârla asînin, uyan­la uymayanın birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Bu da, ancak Cenâb-ı Allah'ın:
"Kötülük yapanları yaptıklarına karşılık cezalandırmak ve iyilik yapanları da en iyi mükâfatla mükâfatlandırmak îçın".(Necm. 31).
"Yoksa biz iman edip de güzel amel işleyenleri, yer yüzünü bozguna verenler gibi mi tutacağız? Yahut müttakileri, günahkârlar gibi mi tutacağız?" {Sad. 28) ve
"Kıyamet gelecektir. Nerdeyse Ben, her nefis yaptığının karşılığını görmesi için, onu gizliyorum " (Tâhâ. 15) ayetlerinde ifade ettiği gibi, ancak ceza gününde ta­hakkuk edecektir. Zâlimi mazluma musallat edip de, sonra mazlumun hakkını za­limden almayan, ya aczinden, ya cehaletinden veya bu zulme razı olmasından do­layı böyle yapmaktadır. Bu üç sıfat da, Cenâb-ı Allah için düşünülemez. Bundan dolayı, Cenâb-t Allah'ın zalimlerden mazlumların intikamını alması gerekir. Bu in­tikam dünyada alınmazsa, bu dünyadan sonra ahirette alınması gerekir. İşte
"Din gününün yegâne sahibi" (Fatiha. 4) ve:
"Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun karşılığını görecek; kim de zerre miktarı kötülük işlerse, onun da karşılığını görecektir" (Zıizâi. 7) ayetleriyle kaste­dilen budur.
Rivayet edildiğine göre, kıyamet günü bir adam getirilir. Bu adam kendi du­rumlarına bakar da, hiç bir iyiliğinin olmadığını görür. Tam o esnada, "ey falanca, yaptığın amele karşılık, gir cennete!" diye bir ses gelir. Adam, "Ya Rabbî, ben ne yaptım ki!" der. Cenâb-ı Allah buyurur ki; "Falanca gece sen uyurken, bir ta­rafından bir tarafına döndüğünde, o esnada Allah! demiştin. Sonra, o anda sana uyku baskın çıktı da, sen bunu unuttun. Bana gelince, beni uyku ve uyuklama tutmaz. Onun için, ben onu unutmadım."
Yine bir adam getirilir. İyilikleri ile kötülükleri tartılır Ama, iyilikleri hafif gelir Der­ken adama bir kart gelir. Kart teraziye konulunca, terazinin iyilik kefesi ağır basar. Bir de ne görsün, o kartta kelime-i şehâdet var. Ke!ime-i şehâdet karşısında hiç bir şey ağır olamaz.
Mükellefiyetler iki kısımdır: Allah'ın haklan ve kulların hakları.. Allah'ın hakları­nın esası hoşgörüdür. Çünkü Cenâb-ı Hakk, âlemlerde müstağnidir. Kulların hak­larına gelince, işte esas bunlardan kaçınmak lâzım.
Rivayet edildiğine göre, Ebû Hanîfe (radıyallahu anh)'in bir mecusîde malı vardı, onu istemek için mecusînın evine gitti. Evin kapısına gelince, ayakkabısına bir pislik bulaştı. Bunun üzerine ayakkabısını silkeleyince, pislik mecusînın evinin du­varına bulaştı. Şaşıran Ebû Hanîfe, şöyle dedi: Eğer bunu böyle bıraksam, me-cusînin evinin duvarının çirkin görünmesine sebeb olacağım. Yok. oradan pisliği kazısam, duvarın toprağı dökülecek.. Derken kapıyı çaldı; bir cariye çıkınca da, cariyeye şöyle dedi: Efendine "Ebû Hanîfe kapıda... de" dedi. Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve, Ebû Hanîfe'nın malını isteyeceğini zannederek, özür dile­meye başladı. Ebû Hanîfe (r.a.) de. şu anda bu önemli değil dedi ve, duvarın hikâyesini anlattı. Bu duvarı nasıl tem izleyebilirdi? Bunun üzerine, Mecusî. bu du­varı ben kendim temizlerim dedi ve o anda müslüman oldu. Buradaki nükte şu­dur: Ebû Hanîfe, bu ufacık şeyde mecusîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı için, mecusî küfürden imana geldi. Zulümden çekinen kimsenin, ya Allah katındaki durumu nasıl olur?
İkinci fayda: Kıraat âlimleri, kelimesini farklı okumuşlardır. Kimisi, , kimisi de diye okudular" kıraatinin hücceti şudur:
Birincisi: Bu kelimede kelimesine göre) fazla olan bir harf vardır. Bun­dan dolayı bunu okumak daha sevaplıdır.
İkincisi: Kıyamet gününde birçok melik ortaya çıkacaktır. Fakat, din gününde gerçek mâlik, ancak Allahu Teâlâ'dır.
Üçüncüsü: Melık'in bazan mâlik olup bazan olmadığı gibi. mâlik de bazen melik olur bazen de olmaz. Buna göre melik olmak ve mâlik olmaktan herbıri bazen diğerinden ayrıdır. Ancak mâlikıyyet mutlak tasarrufun sebebidir Melıkıyyet ise böyle değildir. O halde mâlik, melikten evlâdır.
Dördüncüsü: Melik, tebaanın melikidir, mâlik ise kulların mâlikidir. Kul nitelik bakımından tebaadan daha aşağıdır. Bu sebeble mâlikıyette bulunan hakimiye­tin, melikiyyettekinden daha çok olması gerekir. Böylece de mâlikin nitelik bakı­mından melikten daha üstün olması gerekir.
Beşincisi: Tebaanın kendi istekleriyle melikin tebaası olmaktan çıkmaları müm­kündür. Köleye gelince, onun kendi isteği ile bu mâlikin mülkü olmaktan çıkması mümkün değildir. Böylece mâlıkiyyette olan hâkimiyetin, melikiyyettekinden da­ha mükemmel olduğu ortaya çıkar.
Altıncısı: Melikin, tebaasının durumunu gözetmesi gerekir. Zira, Hz. Peygam­ber (a.s.)   "Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden (idare ettikleriniz kimselerden) mesulsünnüz.[86] buyurmuştur. Tebaanın melike hizmet etmeleri şart değildir. Kö­lenin ise malikine hizmet etmesi şarttır O, sahibinin izni olmaksızın, müstakil ola­rak hareket edemez. Hatta onun hüküm vermesi, imam olması, şahidlık yapma­sı bile doğru olmaz, efendisi yolculuğa niyet ettiğinde, o da onunla birlikte yolcu (-seferi) olur. Yine efendisi mukim olmaya nıyeî ettiğinde o da mukim olur. Böylece memiûkiyyette (kölelikte) bulunan emre itaat edip boyun eğmenin, tebaa­daki itaat ve boyun eğmeden daha ileri derecede ve tam olduğunu anlamış ol­duk. İşte bütün bunlar mâlikin melikten daha üstün olduğuna delâlet eden hu­suslardır.
"Melik"in, "Mâlik"ten daha üstün olduğunu söyleyenlerin delilleri şunlardır.
Birincisi: Belde halkından her biri mâlik olabilir. Melike gelince, sadece insan­ların en yüce ve en üstünlerinden olur. O halde melik mâlikten daha şereflidir.
İkincisi: Onlar Cenâb-ı Allah'ın   "De ki insanların rabbine ve melikine sığınırım." (Nas 1) ayetinde melik lâfzının yer aldığında ittifak etmişlerdir Şayet melikin durumu mâlikten üstün olmasaydı ayette bu lafız yer almazdı.
Üçüncüsü: Daha kısa olduğu için melik lâfzı evlâdır. Öyle vakit olur ki insan o durumda yalnız melik kelimesini söyleyebilir, mâlik (diye uzatmaya) vakit yet­meyebilir. Demek ki, mâlik kelimesini tamamıyla telaffuza yetecek bir zamanın bu­lunamaması ihtimali vardır Ebû Amr'dan da bu şekilde rivayet edilmiştir Kisâi" de Ebû Amr'e şöyle cevap vermiştir: "Bu kelimeyi söylemeye başlarım. Onu ye-tıştirememişsem bile. onu tamamıyla söylemeye niyet ettiğim için, yetiştirmiş gibi olurum. Bunun fıkhı hükümlerdeki benzen şudur: Ramazan ayında, güneş bat­madan yarının orucunu tutmaya niyetlenen kimseye bu niyeti yetmez. Çünkü o, bu günde henüz bu günün orucunu tutmakla meşguldür. Bundan dolayı, yarı­nın orucuna niyetlendiğinde bu tûl-u emel olur. Ama güneş battıktan sonra, erte­si günün orucuna niyet ederse, bu niyet ona kâfidir Çünkü, bu da her ne kadar tûl-u emel olsa da. bu kimse, güneş battığı için o günün orucunu tamamlamıştır. Bu kimsenin o gecede ölmesi mümkündür. Eğer ölürse şöyle diyebilir: "Yarına çıkamazsam da hiç olmazsa oruç tutmaya niyet ettim ya." Burada da durum ay­nıdır. Okuyan mâlik lâfzını söylemeye başlar, eğer tamamlarsa ne âlâ, yok eğer tamamlayamazsa, tamamlamaya niyet etmiş olur ya. Bu izahtan kastedilen de budur."
Sonra biz deriz ki: âyetteki lâfzın "melik" okunmasına terettüp eden hükümler vardır.  'Mâlik" okunmasına terettüp eden başka hükümler de vardır.
Melik okunmasına terettüp eden hükümler şunlardır:
Birinci hüküm: Dört çeşit siyaset (idare) vardır: Halktan olan yöneticilerin ida­resi, padişahların (meliklerin) idaresi, meleklerin idaresi ve Melıkü'l-mülûk (padi­şahlar pâ'dişahı) olan Allah'ın siyaseti (idaresi).
Meliklerin idaresi, halktan olan yöneticilerin idaresinden daha güçlüdür. Hal­kın yöneticilerinden bir topluluk bir araya gelse tek bir padişaha mukavemette bulunamazlar. Görmezmısın ki Ebû Hanîfe'ye göre köle sahibi kölesine hadd cezası uygulayamaz. Halbuki âlimler melikin (hükümdarın) insanlara hadd cezası uygulayabileceğine ittifak etmişlerdir
Meleklerin tdaresıne gelince, bu hükümdarların idarelerinin üstündedir. Zira büyük hükümdarların teşkil ettiği bir grup. tek bir meleğin idaresine bile karşı ko­yamazlar.
Melıkü'l-mülük olan Allah'ın idaresine gelince bu idare de meleklerin idaresi­nin üstündedir. Cenâb-ı Allah'ın şu ayetine bakmaz mısın:
"O gön Rûh ve melekler saf halinde'ayakta duracaktır. Rahman olan Allah'ın kendilerine izin verdiğinden başkaları o gün konuşamazlar. Onlar da ancak ruyu söylerler." (Nebe 38) ve"izni olmadan Cenâb-ı Allah'ın yanında şefaatte bulunacak kimdir." (Bakara 255) Yine Cenâb-ı Allah, meleklerin sıfatları hakkında.
"O melekler ancak Allah'ın razı olduğu kimse hakkında şefaat ederler." (Enbi­yâ. 28) buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: "Ey hü­kümdarlar! Malınıza ve mülkünüze aldanmayınız. Çünkü sizler de Din Günü'nün yegâne sahibinin kudret elinde esirsiniz. Ey idare edilenler sizler, hükümdarların (meliklerin) idaresinden korkuyorsunuz da, Dm Günü'nün yegâne Sahibi olan O, Melikler Melikinin idaresinden korkmaz mısınız?"
İkinci hüküm: Cenâb-ı Hakkın "melik olmasının hükümlerinden ikincisi şu­dur; O'nun melik olması, diğer melıklerinkine benzemez. Çünkü diğer melikler her hangi bir şey verdiklerinde mülkleri noksanlaşır ve hazineleri eksilir. Ama Cenab-ı Allah'ın mülkü, vermekle, ihsan etmekle eksilmez, aksine artar. Bunu şöyle izah edebiliriz: Hakk Teâlâ sana. tek bir çocuk verdiğinde. O'nun hükmü bu tek çocuğa yönelmiş olur Ama on çocuk verdiğinde, O'nun hükmü ve teklifi bunla­rın hepsine şamil olur. Böylece Cenâb-ı Allah çok verdikçe, mülkü artar eksilmez.
Üçüncü hüküm: Rahmetinin tam olmasıdır Bunun delili ise şu ayetlerdir:
Bu ayetlerden birincisi. Fatihada zikredilen. Allah'ın rabb. rahman, rahîm ol­duğunu bildiren ayettir.
İkincisi:
"O Öyle Allah'tır ki. kendisinden başka hiç bir Tanrı yoktur. O gizliyi de bilir aşikârı da. O rahman (çok esirgeyen) ve rahîm (çok bağışlayandır)." (Haşr 22) ayetidir
Bunun peşinden Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "O öyle Allah'tır ki kendisinden başka hiç bir Tanrı yoktur. O meliktir." (Haşc 23) Bundan sonra O. kendisinin zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzeh olduğunu, daha sonra, kendisinin "Selâm" (emniyetin taa kendisi) olduğunu söyle­miştir ki, bu da kullarının, kendi zulmünden ve haksızlığından salim olduklarını ifade eder. Yine kendisinin "mümin" olduğunu ifade etmiştir ki bu, kulunun, ken­disinin zulmünden ve haksızlığından emin olduğunu gösterir Böylece de O'nun "melik" olması, ancak rahmetinin tanrılığı ile tamamlanır
Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakkın   "O gün gerçek mülk Allah'a aittir" (Furkân 26) ayetidir Cenâb-t Hakk mülkün kendisine âit olduğunu bildirmesinin peşinden. "Rahman" olduğunu söylemiştir. Yani, bu günde mülkün kendisinin olması, O'nun hükümran gücünün kemâline delâlet eder Buna göre de O'nun rahman olması, bu korkunun giderek rahme­tin meydana gelmesini gösterir.
Dördüncüsü: "De ki: İnsanların rabbine ve melikine sığınırım " (Nas, 1) ayetidir Cenâb-ı Allah bu ayette, önce kendisinin insanların rabbı olduğunu zikretmiş, peşinden de in­sanların meliki olduğunu eklemiştir İşte bütün bu ayetler Cenâb-ı Hakk'ın "melik" olmasının ancak ihsanı ve rahmeti ile güze! ve mükemmel olacağına delâlet eder­ler. Buna göre Allah, sanki şöyle demektedir: "Ey hükümdarlar (idareciler) bu ayetleri dinleyin, şu miskinlere acıyın da mülkünüzde, Allah'ın mülkü karşısında. bir derece istemeyiniz."
Dördüncü hüküm: Tebaanın hükümdara itaat etmeleri gerekir. Eğer tebaa me­like itaat etmez de karşı çıkarlarsa, âlemde karışıklık, anarşi ve kargaşa meydana gelir. Bu da âlemin harap olup halkın yok olmasına sebeb olur. Mecazî manada melik olana muhalefet etmenin neticede âlemin harap edilmesine ve halkın yok olmasına sebep olduğunu gördüğümüze göre, Hükümdarlar Hükümdarı olan Allah'a muhalefet etmenin neticesini bir düşünün. Bu muhalefetin, faydalı şeyle­rin ortadan kalkması ve bozuklukların ortaya çıkışındaki tesirlerinin nice olacağı­nı bir düşün! Bunu tam olarak şöyle izah edebiliriz: Cenâb-ı Allah, küfrün, âlemin harap olmasına sebeb olacağını beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Onlar O, Rahman olan Allah'a çocuk nisbet ettiler diye neredeyse gökler par­çalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti." (Meryem,9C-91).
Yine Cenâb-ı Allah, kendisine itaat etmenin, her türlü iyiliğin sebebi olduğunu şöyle buyurarak açıklamıştır:
"Ehline (ve ümmetine) namazı emret. Kendin de ona sebatla devam et. Biz sen­den bir rızık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandırmz. Güzel akıbet takva (erbâbi)nm-
dır." (Tâhâ. 132) Öyleyse ey yönetilenler, yöneticilerinize itaat ediniz. Ve ey siz hü­kümdarlar (yöneticiler), meliku'l-mulûk olan Bana itaat ediniz ki, âlemin nizamı bozulmasın."
Beşinci hüküm: Cenabı Allah, kendisini Dm Günü'nün Meliki olarak tavsif edin­ce, adaletinin tam olduğunu âlemlere açıklayarak şöyle buyurmuştur:
"Senin Rabbin kullarına asiâ zulmetmez." (Fussiiet. 46) Sonra Cenâb-ı Allah, ada­letinin nasıl olduğunu açıklayarak şöyle buyurdu:
"Biz kıyamet gününde adalet terazileri koyacağız. Artık hiç bir kimse, en ufak bir zulme bile uğratmayacaktır." (Enbiyâ. 47)
Böylece anlaşılıyor ki Allah'ın Din Günü'nün yegâne gerçek Melik'i olması, ada­leti ile tahakkuk edecektir Mecazî manada melik olan (dünya idarecileri) âdil olur­sa, meşru hükümdar, aksi takdirde batıl melik olur. Eğer hak ve âdil bir melik olursa, onun adaletinin bereketinden âlemde hayır ve huzur meydana gelir. Eğer za!im bir hükümdar olursa, âlemden hayır ve bereket kalkar.
Anlatıldığına göre Enûşirvân bir gün ava çıkmış ve atını mahmuzlayarak ka­rargâhından iyice uzaklaşmış. Derken bir müddet sonra iyice susamış. Bir bah­çeye varmış. Bahçeye girince nar ağaçlarını görmüş. Bunun üzerine bahçede bulunan çocuğa: ': Bana bir nar ver." demiş. Çocuk da ona bir nar vermiş. Narı yarıp tanelerini çıkarmış ve sıkmış. Bundan epey bir nar suyu çıkmış. Bunu içmiş ve nar çok hoşuna gitmiş de sahibinden bu bahçeyi satın almak istemiş. Sonra oradaki çocuğa, '- Bana bir nar daha ver." demiş. Çocuk bir nar daha vermiş. Bu narı da sıkarak suyunu çıkarmış, ama bu sefer nardan az miktarda su çıkmış. Bu nar suyunu içince, acı ve buruk olduğunu görmüş. Bunun üzerine. "- Bana bak çocuk! Bu nar niçin böyle çıktı?" demiş. Çocuk, "Belki de beldenin meliki zulmetmeye niyetlenmiştir. Onun zulmünün uğursuzluğundan da nar bu hale gel­miştir" dedi. Enûşirvân, bunun üzerine, gönlünden bu zulümden tevbe etmiş ve çocuğa "Bana bir tane nar daha ver" demiş. Çocuk ona üçüncü bir nar vermiş. O da narı sıkınca, ilk nardan daha tatlı olduğunu görmüş. Böylece de çocuğa, "Narın tadı niçin değişdi" deyince, çocuk: "Belki de beldenin meliki zulmünden tevbe etti." diye cevap vermiş. Enûşirvân, bunu çocuktan duyup kalbindekine tam tamına uyduğunu görünce zulümden kesinkes tevbe etmiş. Hiç şüphesiz onun ismi bu dünyada adaletle şöhret bulmuştur Hatta insanlardan bazıları, Hz. Peygamberfs.a,s.)'den şöyle dediğini rivayet ederler: "Ben âdil bir hükümdarın zamanında dünyaya geldim."
Bu lâfzın "mâlik" olmasına terettüb eden hükümlere gelince bunlar dört tanedir.
Birinci hüküm: lâfzı "mâlik" okumak, "melik" okumaktan daha ümit verici ma­nadadır. Çünkü melikten en fazla beklenen şey, âdil ve insaflı olması, insanların kendi kendilerine onun hükmünden çıkabilmeleridir. Mâlike gelince kul, ondan giyecek, yiyecek, merhamet ve terbiye ister. Bu manada olmak üzere sanki Cenâb-ı Allah şöyle demektedir: Ben sızın mâlikinizim. Sizin yemeniz, giyiminiz, mükâfaatınız ve cennetiniz bana aittir.
İkinci hüküm: Melik, her ne kadar mâlikten daha zengin ise de, yine senden bir şeyler umar. Mâlike gelince, sen ondan bir şeyler umarsın. Bizim hiç bir iyiliği­miz ve ibadetimiz olmadığı halde, Allah, kıyamet gününde bizden her türlü hayrı ve ibadeti istemeyi düşünmez ama aksine O, kıyamet gününde bizim kendisin­den sırf fazlı ile, bağışlanmamızı ve bize cennet vermesini istememizi murad eder. İşte bu sebebten ötürü Kisâî" ^V-fertr Şek'inde oku" demiştir. Çünkü bu şekilde okumak, Cenâb-t Allah'ın çok lütfuna ve geniş rahmetine delâlet eder.
Üçüncü hüküm: Melik'in huzuruna askerler getirildiğinde, o, onlardan sadece güçlü ve sağlam karakterli olanları seçer. Hasta olanları ise kabul etmeyip onlara her hangi bir vazife vermez.-Mâlike gelince, onun kölesi olurda hastalanırsa, o kölesini tedavi ettirir. Köle zayıf ise ona yardım eder. Bir sıkıntısı olursa, sıkıntısın­dan kurtarır. O halde "mâlik" lâfzı ile okumak, günahkârların ve miskinlerin hâli­ne daha uygundur.
Dördüncü hüküm: Melik'in bir heybet ve idaresi vardır. Mâlikin ise acıması ve şefkati vardır. Merhamet ve şefkate olan ihtiyacımız, heybet ve idareye olan ihti­yacımızdan daha fazladır.
Üçüncü fayda: Mülk kudretten ibarettir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın mâlik ve melik olması, Onun kadir olmasından ibarettir. Burada bir husus vardır ki, o da şudur: Cenab-ı Hakk. ya mevcudatın melikidir, veya madûmattn melikidir Birinci­si batıldır, çünkü var olanları yemden icat muhaldir; o halde, Allah'ın mevcudat üzerindeki kudreti, sadece yok etmek iledir. Bu izaha göre, O ancak yokluğun (adem) mâlikidir. İkincisi de, geçersizdir Çünkü bu da, Allah'ın kudretinin ve mül­künün yokluk üzerinde olmasını gerektirir. Buna göre şöyle denilmesi gerekir: Al­lah'ın mevcudatta ne mâlikiyyet hakkı, ne de mülkiyyet hakkı yoktur.. Bu ise, hak­tan uzak bir görüştür.
Buna şöyle cevap veririz: Aüahu Teâlâ mevcudatın mâliki ve melikidir. Şöyle ki, O bu mevcudatı varlıktan yokluğa çevirmeye veya bu mevcudatı bir sıfattan başka bir sıfata geçirmeye kadirdir. Bu kudret de, sadece Allah için söz konusu­dur. O halde, gerçek melik yalnız Allahu Teâlâdır. Cenâb-ı Hakk'ın, gerçek melik olduğunu bildıysen biz deriz ki, O "din gününün melikidir" Bu, böyledir; çünkü öldükten sonra varlıkları diriltmeye sadece Cenâb-ı Hakk muktedirdir. İnsanların bedenlerinden ayrılan bu parçaları bilmek (ilm) sadece Ona aittir. Hasrolunma, diriltilme, ba's ve kıyamet ancak malûmatın hepsine taalluk eden bir ilim sayesin­de, mumkünattn tamamına taalluk eden bir kudret ile meydana geldiğine göre, Allah'tan başka din gününün mâliki olmadığı ortaya çıkar. Bu konudaki sözün ta­mamı "haşr" ve "neşr" meselesiyle alâkalıdır.
"Bir şeye mâlik olmak, ancak memlûk (mâlik olunan) var olduğunda tahakkuk eder; kıyamet şu anda mevcut değildir Buna göre Allah din gününün mâliki ol­maz. Bunun aksine şöyle denilmesi uygundur: "Din gününde mâliktir" Çünkü insan," (Ben, Zeyd'ın katiliyim." dediğinde, bu bir ik­rardır Ama, tenvinle, (Ben zeyd'i öldüreceğim) derse, bu tehdit ve korkutma ifade eder" denilirse, deriz ki sizin söylediğiniz doğrudur Ancak kıya­metin kopması, hikmeti ilâhîde aksinin olması caiz olmayan katî bir iş olunca, kıyametin varlığı şu anda meydana gelen ve var olan bir şey gibi kabul edilmiştir. Yine bunun gibi, birisi öldüğü zaman, onun kıyameti kopmuş olur. Buna göre, bu durumda kıyamet var demektir Böylece bu sual, ortadan kalkar.
Dördüncü fayda: Cenâb-ı Hakk, bu sûrede kendi isimlerinden, " diye beş ismim zikretmiştir. Bunun sebebi şudur: "Sanki O şöyle buyuruyor: İlk önce seni yarattım, o halde Ben ilâhım. Sonra seni çeşitli nimetlerimle büyüterek terbiye ettim, o halde Ben, Rabbim. Sonra sen isyan et­tin, Bense senin isyanlarını örttüm. O halde Ben Rahmân'ım. Sonra sen tevbe ettin, Ben de bağışladım. O halde Ben, Rahîm'im Sonraysa, cezayı sana ulaştır­mak gerekir Bunun için Ben. din gününün yegâne sahibiyim."
"Cenâb-ı Hakk, besmelede bir kere Rahman ve Rahîm kelimelerini söyledi. Fâtıha'da da ikinci kere tekrarladı. O halde, bu iki isimde bir tekrar vardır. Hal­buki, diğer isimlerde bir tekrar söz konusu değildir. Bunun hikmeti nedir? denilir­se, biz deriz ki, sözün takdiri şöyledir: Ben, ilâh ve Rabb olduğumu bir kere; Rah­man ve Rahim olduğumu ise, iki kere söyledim ki, benim rahmet ile olan yardımı­mın, başka şeylerle olan yardımımdan daha çok olduğunu bilesin. Hakk Teâiâ rahmetinin kat kat olduğunu beyan edince, âdeta şöyle demiştir: "Sakın buna aldanma. Çünkü Ben. din gününün de Mâlikiyim" Bunun bir benzen de O'nun
"Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin ve fazl sahibi olandır" (Mu-min. 3) ayetidir.
Beşinci fayda: Mutezile, "eğer kulların amellerinin yaratıcısı Cenâb-ı Hakk olursa,
sevabın. ıkâbın ve cezanın olduğunu söylememiz imkansızlaşır. Çünkü, insana yapmadığı bir şeye karşılık sevap vermek abes; yapmadığı bir şeye karşılık onu cezalandırmak ise zulümdür. Bu duruma göre de, Cenâb-ı Allah'ın din gününün mâliki olması batıl olur" demiştir. Cebriye de, "eğer kulların amelleri Cenab-ı Al­lah'ın takdir ve tercihi ile olmamış olsaydı, O kolların mâliki olamazdı. Müslüman­lar Cenab-ı Allah'ın, kulların ve amellerinin mâliki olduğunda icmâ ettiklerine gö­re, O'nun onları yaratan ve takdir eden olduğunu da anlarız" demişlerdir. En iyi bilen, Allah'tır. [87]

“İyyâke Na’budu Ve İyyâke Nestain” Ayetinin Tefsiri      

"Bu fasıl "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım taleb ederiz." (Fatiha, 4) ayetinin tefsiri.
Bu konuda, birçok fayda vardır.
Birinci fayda: İbadet, başkasına tazım kastıyla yapılan fiilden ibarettir. İbâdet kelimesi, üzerinden herkesin gelip geçtiği yol anlamına gelen "sözün­den alınmıştır. sözünün manası, "Senden başka hiç kimseye ibadet etmem" demektir Bu hasr ifadesine, birçok şey delâlet etmektedir.
Birincisi: İbadet, tazım göstermenin zirvesinden ibarettir. Bu da ancak, kendi­sinden, nimet vermenin en üstün şekli sudur eden kimseye yakışır. Nimet verme­nin en büyüğü ise. faydalanmaya imkân veren hayat ile, kendisinden faydalanı­lan şeyleri yaratmaktır. Birinci mertebeye, ki bu da eşyadan faydalanmayı müm-kın kılan hayattır, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sen bir şey değildin de, ben seni önceden yaratmıştım." {Meryem, 9) ayeti ile
"Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler ölüler İdiniz de, sizi diriltti. Son­ra sizi öldürecek, sonra diriltecek... Nihayet, yalnız O'na döndürüleceksiniz " (Ba­kara. 28) buyruğunda buna işaret edilmektedir
Kendisinden istifade edilenleri yaratmaktan ibaret olan ikinci mertebeye gelin­ce, buna da Yüce Allah'ın
"Yer yüzünde olan her şeyi sizin için yaratan O'dur" (Bakara. 29) ayetiyle işaret olunmuştur. Bu süflî âlemde mevcut olan faydalar, ilahî kanunların icra olunarak, semavî hareketlerle bir düzene girdiği için bunun peşinden Allah "Sonra iradesi göğe yönelerek, onu yedi gök halinde yerli yerinde yaptı. O, her şeyi hakkıyla bilendir" (Bakara. 29) sözünü getirmiştir. Böylece anlattıklarımızla, her nimetin Cenab-ı Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği sabit olmuştur Bundan dolayı da, ibadetin sadece Allah'a yapılması uygun olur. Bu manadan ötürü, O "Sadece, sana taparız" buyurmuştur. Binaenaleyh sözü, hasr ve tahsis ifade eder.
Bu ifadenin hasr ve tahsis ifade ettiğinin ikinci delili şudur: Cenâb-ı Hakk, bu­rada kendisim Allah. Rabb, Rahman. Rahîm ve Mâlik-i yevmı'd-dîn diye beş isim­le isimlendirdi. Halbuki kulun, geçmiş, an ve gelecek diye üç hâli vardır Kışının geçmiş hâli. tamamen yokluktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk. "Sen hiç bir şey değilken, daha önce Ben seni yarattım." (Meryem, 9) buyurmuş­tur İnsan olu idi, Allah onu diriltti. Nitekim O, "Al-lah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler ölüler idiniz de, Allah sizi diriltti." (Ba­kara, 28) buyurmuştur. İnsan cahil idi, Allah ona öâ retti - Nitekim Cenab-t Allah
"Hjç bir şey bilmiyorken~Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı ve sizlere kulaklar, gözler ve gönüller verdi" (Nahi. 78) buyurmuştur. Kul, yokluktan varlığa, ölümden hayata, acizlikten kudrete, cehaletten ilme, Cenâb-ı Hakk'ın kadîm ve ezelî olmasından dolayı, geçebilmiştir. Cenab-ı Hak ezelî kudreti ve ezelî ilmi ile, onu yaratmış, onu yokluktan varlık âlemine geçirmiştir. Bu sebebten dolayı O, ilâhtır. Ama halihazırda kulun ona ihtiyacı daha çoktur. Çünkü kul yokken, Rahman ve Rahîm olan bir Rabbe muhtaçtı. Ama o, varlık âlemine girince, ona birçok ihtiyaç kapısı açıldı ve zaruret sebepleri ortaya çıktı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, "Se­ni yokluktan varlığa çıkardığım için, ben ilâhım. Fakat sen var olduktan sonra, Bana olan ihtiyacın fazlalaştı, onun için Ben, Rahman ve Rahîm olan Rabb'im!" dedi.
Öldükten sonraki halini ve bu hale taallûk eden sıfatları demek olan, kulun ge­lecekteki halını, "Din gününün yegâne mâliki" sözü ifade eder. Cenâb-ı Allah'ın isimlerinden bu beş tanesi kulun şu üç haliyle ilgili olunca, kulun mazi, hal ve istikbaldeki bütün faydalarının ancak Allah ile, O'nun fazi ve ihsanı ile tam ve mükemmel olabileceği ortaya çıkar. Durum böyle olunca, kulun Allahu Teâlâ'ya ibadetinin dışında, herhangi bir şeye ibadet ile meşgul olmaması gere­kir. İşte bu sebeble kul, "hasr" ifadesiyle; "Ancak sana iba­det eder, ancak senden yardım dileriz" der.
Bu ifadenin "hasr" ifâde ettiğine dair üçüncü delil şudur: Cenâb-ı Allah'ın Ka­dir, Âlim, Muhsin, Cömert, Kerîm ve Halim olmasının vâcib olduğuna kesin delil­ler vardır. Ondan başkasının böyle olması ise, şüpheli bir durumdur. Çünkü tabi­ata, gök cisimlerine, yıldızlara, akla ve nefse nisbet edilen hiç bir etki yoktur ki, onun Allah'ın kudretine nısbeti muhtemel olmasın! Bu ihtimalden dolayı, diğer varlıklara bir etki nisbet etmek şüphelidir Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, varlıkların ma­budu olduğunu bilmenin, yakînî bir iş oiduğu ortaya çıkmış olur. Ama Allah'ın dışındakilerin, mahlûkatın mabudu olmaları ise, şüpheli bir iştir Yakînî olana ya­pışmak, şekke yapışmaktan daha üstündür. Böylece, şüpheliyi bırakıp kesin ola­rak bilmeni almak gerekir. Buna göre. Allah'dan başka mabûd olmadığı ortaya çıkar. İşte bu sebeble Allah:  
"Yalnız sana tapar, yalnız senden yardım isteriz" buyurmuştur.
Dördüncü delılse şudur: Kulluk, zelîl ve hakîr olmadır. Fakat Mevlâ şerefli ve yüce olursa, ona kulluk daha güzel ve daha hoş oiur. Cenâb-ı Hakk. var olanla­rın en şereflisi ve en yücesi olduğuna göre. Ona kulluk başkasına kulluktan üstündür. Aynı şekilde Allahu Teâlâ'nın kudreti, başkalarının kudretinden daha üs­tün, ilmi başkalarının ilminden daha mükemmel, varlığı başkalarının varlığından daha efdal olduğuna göre, kesin olarak, Ona kulluğun başkasına kulluktan evlâ olması gerekir. Bundan dolayı kul,"Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım talep ederiz" der.
Bu "hasr"ın beşinci delili: Zatından dolayı vâcib olan varlığın dışındaki her şey, zatı gereği mümkün olur. Zatı gereği mümkün olan her şey de, muhtaç ve fakîr olur Muhtaç olan, kendi ihtiyacıyla meşgul olur. Onun için, başkasının ihtiyacını gidermesi mümkün değildir. Zatında âlemlerden müstağnî olmayan, başkasının ihtiyacı ıı gidermeye güç yetıremez. Zatı gereği müstağnî olansa, sadece Cenâb-ı Allah'dır Binaenaleyh, ihtiyaçları karşılayan da sadece O'dur. Öyleyse, ibadet edil­meye müstehak olan yalnız Cenâb-ı Allah'dır. Bundan dolayıdır ki kul,
"Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz" der.
Altıncı delil: Cenâb-ı Allah'ın ibadete müstehak olması, gök yüzünü bir askı olmadan tutacak, yer yüzünü desteksiz tutacak, güneş ve ayı yürütecek, kutup­ları yerinde tutacak, bulutlardan bazan yıldırım gibi ateş, bazan rüzgâr gibi hava, bazen de yağmur gibi su çıkaracak; yer yüzünde de, herkesin bildiği gibi, bazen kayadan su fışkırtacak, bazen de sudan, kaya çıkaracak -ki bu da buzdur- sonra yer yüzünde dağlar gibi hareket etmeyen sabit cisimler; nehirler gibide, durmak­sızın akan, hareket eden cisimler yaratacak; Karun'u yere batırarak yer yüzünü onun üstüne çıkaracak: Muhammed (s.a.s.)'ı yücelterek, "Kabe kavseyn'i O'nun ayakları altına serecek; suyu Firavun'un kavmine ateş yapıp, onları suda boğa­rak, böylece ateşe sokacak; İbrahim (a.s.)'i de ateşi serinlik ve bir kurtuluş yeri yapacak; Mûsâ (a.s.)'ı Tûr'un üstüne çıkartacak ve O'na, "ayakkabılarını çıkart" diyecek, Tûr'u da, "Sizin üstünüze de Tûr'u yükselttik" diyerek Mûsâ ve Kavmi­nin üzerine yükseltecek; "ocak coştu!" dediği gibi, kuru bir ocaktan dünyayı su­ya boğacak; denizi Hz. Mûsâ için kupkuru hale getirecek bir kudretinin olmasını gerektirir.
Kudreti böyle olana ibadet ile cansızlardan, bitkilerden, hayvanlardan, insan­lardan, meleklerden ve feleklerden her hangi bir varlığa yapılacak ibadet nasıl denk olur?! Eksik ile mükemmeli, kıymetli ile kıymetsizi bir tutmak, cehalet ve bu­naklığa, akıl kıtlığına delâlet eder.
İkinci fayda: Allah'tan ba?ka mâbud olmadığını gösterir İş böyle olunca. Allah'dan başka ilâh olmadığı da ortaya çıkmış olur. " sözü, buna göre, katıksız tevhide delâlet eder. Müşrikler sınıf sınıftır Bu şu demektir: Allah'a her ortak koşan kimsenin koştuğu ortak, ya cisim olur, veya olmaz.
Allah'a cisim olan bir şeyi ortak koşanlara gelince, koştukları bu ortak ya dün­yevî bir cisim veya semavî bir cisim olur.
Dünyevî cisimlerden ortak koşanlara gelince, ortak koştukları bu cisim ya mü-rekkeb olur veya basit.
Mürekkeb olan, ya madenlerden, ya bitkilerden, ya hayvanlardan veya insan­lardan olur.
Madenî cisimlerden şirk koşanlara gelince, bunlar ya taşlardan, ya altından, veya gümüşten putlar edinip, onlara ibadet edenlerdir.
Bitkilerden "şerik" koşanlara gelince, bunlar belli bir bitkiyi kendilerine mâbud, ilâh edinen kimselerdir.
Hayvanlardan Allah'a ortak koşanlar, buzağıyı kendilerine mâbud edinenlerdir.
İnsanlardan Allah'a ortak koşanlar ise, Uzeyr Allah'ın oğludur. Mesîh Allah'ın oğludur, diye söyleyenlerdir.
Basit cisimlerden Allah'a ortak koşanlara gelince, bunlar Mecûsî'ler gibi ateşe tapanlardır.
Semavî cisimleri Allah'a ortak koşanlar ise, bunlar güneşe, aya ve diğer yıldız­lara tapıp, mutluluk ve uğursuzluğu onlara nısbet edenlerdir Bunlar Sabiî'ler ile, müneccimlerin çoğudur.
Allah'a, cisim olmayan ortaklar edinenlere gelince, bunlar da gurup guruptur.
Birinci grup. âlemi idare edenin nûr ve zulmet olduğunu söyleyenlerdir ki. bunlar Manihetstler ile Senevîler (dualistler) dir
İkinci gurup, "melekler felekî (semavî) ruhlardan ibarettir. Her bölgenin, o böl­geyi idare eden. muayyen bir ruhu vardır Bu âlemdeki her nevin de, bu âlemi idare eden semavî bir ruhu vardır" diyenlerdir. Onlar bu ruhlara bir takım şekiller ve kalıplar vererek, bunlara ibadet ederler. İşte bunlar meleklere tapanlardır
Üçüncü gurup, "âlemin biri hayırlı, biri de şerli olmak üzere iki ilâhı vardır. Bu âlemi idare eden Allah ve iblistir ki, bunlar iki kardeştirler. Âlemde meydana ge­len her hayır Allah'tan; yine bu âlemde meydana gelen her şer de iblis'tendir"
diyenlerdir.
Bu ayrıntıları bildiğin zaman biz deriz ki, Allah'a ortak koşan herkesin, ortak koştuğu bu şeye, birçok bakımdan, ibâdete teşebbüs etmiş olması lâzımdır. Ya menfaatini elde etmek veya zararından kaçınmak gibi...
Tevhîd akîdesine devam edip, ortakları ve zıtları (hayır-şer tanrısı, Tann-iblis v.b.) kabul etmeyen. Allah'dan başkasına ibadet etmeyip O'ndan başkasına gönül vermeyenler Allah'dan umar. korkulan Allah'tandır, arzuları Allah'adır, çekinmeleri ve haşyetleri Allah'tandır. Muhakkak ki onlar. Allah'dan başkasına ibadet etmemiş ve sadece O'ndan yardım istemişlerdir. Bu sebeble "Sade­ce sana ibadet eder ve sadece senden yardim taleb ederiz" demişlerdir Böylece kulun sözü, sözünün yerine geçmiş olur. En meşhur zikir, kul olarak senin; "Allah'ı, bütür noksanlıklardan tenzih ederim"
Hamd, ancak Allah'a mahsustur. Ondan başka ilâh yoktur, Allah uludur. Güç ve kudret, ancak yüce ve ulu olan Allah iledir." demendir."  sözümüzün manasına. sözümüzün manasının girdiğine delil getirmiştik. Çünkü kulun " demesi. Cenâb-ı Hakk'ın zatında tam ve kâmil olmasını göste­rir. Kulun, sözü de, O'nun mükemmel ve başkasını da tamamlayıcı, bütünleyici olduğuna delâlet eder. Kendisi tam ve kâmil olmayan bir şeyin, baş­kasını kemâle erdirici ve tamamlayıcı olması düşünülemez. Bu sebeble,"sözümüzün manasına, sözümüzün manası da dahildir. deyip de. hamdin bütün çeşitleriyle Allah'a hamdedince, bütün hamdlerin Allah'a ait olduğunu gösteren sebebin yerini tutacak şeyi zikrederek, açıkladığımız gibi, her üç vakitte de, kulun faydalarının kendisiyle tamamlanmış olduğu beş sıfat ile Allah'ı vasfetmış olur. Bu böyle açıklanınca, sözümüzün manasının sözünün manasına dahil olduğu anlaşılmış olur.
Bundan sonra kul. Ancak sana ibadet ederiz" der.
Biz. bu sözün Allah'dan başka tanrı yoktur" sözünün yerini tuttu­ğunu açıklamıştık.
Sonra kul, ancak senden yardım dileriz" der. Bunun manası şudur: Allah öylesine büyük, öylesine yüce ve öylesine azamet sahibidir ki, onun yardımı, tevfikı ve ihsanı olmaksızın hiç bir gaye ve maksad tamamlanamaz ve kemâle eremez. sözümüzden maksad da, işte bu manadır Böylece Fatiha Sûresi'nin başından sonuna kadar zikrine uygun olduğu, bu sûrenin ayetlerinin, bu zikirde geçen beş mertebenin bir izahı ve açıklaması yerine geçtiği, böylece ortaya çıkmış olur
Üçüncü fayda: Kul"diyerek, "Yalnız sana.." lâfzını, "iba­det ederiz" lâfzından önce söylemiş." " nin "Sana taparız" dememiştir. Bu­nun birçok sebebi vardır
Birincisi: İbadet eden kimsenin, mabudunun, Hak olan Allah olduğuna dikka­tini çekmek ve böylece de Ona tazimde gevşeklik etmemesi ve başka şeylere iltifat etmemesi için. Allah, önce Kendisini zikretti de, dedi. Rivayet edildiğine göre, iki usta güreşçiden birisi, güreş bilmeyen bir köylüyle güreşir. Ama köylü, bu ustayı birkaç defa yener. Bu esnada, o köylüye, bu, falan­ca meşhur güreşçidir denilince, adam o anda olduğu yere yığılır kalır. Bu ancak, o adamın ustadan korkmasından ileri gelmiştir. Burada da böyledir: Cenâb-ı Hakk, kuluna ilk önce zatını tanıttı ki, böylece kulun Cenâb-ı Hakk'a ibadeti saygıyla yapılmış olsun da, gaflete bulaşmamış bulunsun..
İkincisi: Şayet sana vaatlar ağır gelir, kıyam, rükû ve sücûd gibi ibadetler zor gelirse, Beni hatırlaman ve kalbinde Beni tanımayı daima canlı tutman için, önce "" de... Böylece Benim celâlimi, yüceliğimi ve izzetimi hatırlayıp, Benim senin Mevlân, seninse Benim kulum olduğunu bilince, bu ibâdetler sana kolay gelecektir. Bu şuna benzer: Ağır bir cismi taşımak isteyen kimse, bundan daha önce kendisini güçlendirecek şeyleri yer. Buna göre kul, bu zor mükellefiyetleri yüklenmek isteyince ilk önce sözünün kabından Rubûbiyyet bilgisinin ma­cununu alır, böylece de kulluk yüklerini taşımaya güç ve takat elde eder. Bunun bir başka misâli de şudur: Sevgilisinin huzurunda, sevgilisi uğruna dayak yiyen kimseye, bu dayak kolay gelir. Burada da böyledir. Kul."cemâlini müşahe­de ettiğinde, ona kulluğun ağır yükünü taşımak kolaylaşır.
Üçüncüsü: Allah, "Muttaki olanlar yok mu? Onlara şeytandan bir arıza geldiği zaman iyice düşü­nürler. Bir de bakarsın ki, hakikati görüp anlamışlardır" (Araf 201) buyurmuştur. Buna göre nefsi, şeytandan taraf bir tembellik, bir gaflet ve bir başıboşluk tuttu­ğunda onlar, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün nurundan Allah'ın celâlinin hu­zurunda olduklarını anlarlar, böylece de ibadet ve tâatlerı eda etmeye hazır ve müsait olduğunu görür hale gelirler
Dördüncüsü: diyerek, evvelâ kendi nefsinin ibadetini zikrederek baş­lar da. bu ibadetin kime yapıldığını zikretmezsen, ıblis'in, bu ibadetin putlar veya eşya veya güneş veyahut da ay için yapıldığını söylemesi muhtemeldir. Ama bu tertibi değiştirir de, evvela Yalnız sana", sonra da "İbadet ederiz" dersen, önce söylemiş olduğun  sözü, senin nnâbud ve maksûdunun an­cak Allahu Teâlâ olduğunu açıklamış olur. Bu da, tevhîdde daha beliğ ve şi-k ihtimallerinden de daha uzak olmuş olur.
Beşincisi: Zatı gereği vâcib ve kadîm olan, zatı gereği mümkün ve sonradan meydana gelmiş olandan varlık itibariyle öncedir Bundan dolayı O'nun her şey­den önce zikredilmesi gerekir. Hak Teâlânın zikri insanların zikrinden daha önce olsun diye, sözü sözünden önce getirilmiştir.
Altıncısı: Ehl-ı tahkikten birisi şöyle demiştir: Nimet verilirken, nimete değil de, nimeti verene bakan kimse, belâ vaktinde belâya ve musibete değil de, bunların verene bakar Ve o zaman, her halinde, Marifetullâh'a dalmış olur. Böyle olan her­kes de. daima, mutluluk mertebelerinin en yücesinde bulunur. Nimet verildiği va­kit nimeti verene değil de, nimete gözlerini diken kimse ise, belâlar geldiğinde de belâyı verene değil de, belânın kendisine bakar. Böylece de, her halinde, de­vamlı Allah'tan başkasıyla meşguliyette boğulmuş olarak, daima bedbahtlığa bat­mış olur Çünkü nimeti bulduğu zaman, onun elden gitmesinden korkar da, böy­lece bir azap içinde olur; nimet elinden gittiği zaman da, bir zillet ve ceza içme düşer de. âdeta kendisini zincirler ve bukağılar içinde hisseder. Bu incelikten do­layı, Cenâb-ı Allah Hz. Musa'nın ümmetine;  
"Nimetlerimi anınız." {Bakara, 40); Muhammed ümmetine de;
"Beni anınız ki, Ben de sizi anayım" (Bakara, 152) demiştir. Bunu anladı isen de­riz ki, sözünün celâlinin nurunun müşahedesine gark olmak için, sözü " sözünden önce getirilmiştir İş böyle olunca, kul ibadetlerin îfası es­nasında Cenab-ı Allah'ın, hadîs-i kudsîde
"Kul bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder. Öyle ki Ben onu severim. Onu sevdiğim zamansa, onun kulağı ve gözü olurum"[88] buyurduğu gibi.
Yedincisi: Şayet"  " (Sana ibadet ediyorum.) demiş olsaydı, bu ifade, on­ların Cenab-ı Allah'tan başkasına ibadet etmediklerini ifade etmiş olmazdı. Çün­kü onların, müşriklerde görüldüğü gibi, hem Allah'a hem Allah'tan başkasına iba­det etmiş olmaları mümkündü. Ama" dediğinde, bu ifade onların sade­ce Cenab-ı Hakk'a ibadet ettiklerini ve O'ndan başkasına ibadet etmediklerini göstermiş olur
Sekizincisi: lâfzındaki "nün" harfi "azamet nûnu"dur. Sanki kula şöyle denilmek istenmiştir; Namazın dışında olduğun zaman, milyonlarla kişi ile bera­ber de olsan "Biz" deme. Ama namazla meşgul olup Bize kulluğunu gösterdi­ğinde, Bize her kim kul olursa onun dünya ve ahiretin hükümdarı olduğunu cümle âleme ilan etmen için "Juü " (Biz ibadet ederiz) de.
Dokuzuncusu: Kul, şayet  (Sadece sana taparım) deseydi, bu bir te­kebbür ve büyüklenme olurdu ki manası da "ibadet eden ancak benim." şeklin­de olurdu. Ama kul, dediği zaman bunun manası, "Ben Senin kulla­rından biriyim." şeklinde olur Buna göre birinci ifade kibri (büyüklenmeyi), ikinci­si ise. tevazuyu ifade eder. Allah ıçm tevazu göstereni, Cenâb-ı Allah yüceltir, bü­yüklük taslayanı ise alçaltır.
Bir kimse, "Bu söylediklerinizin hepsi, "hamd" sözü, "Allah" sözünden önce gelen " sözünde de mevzu bahistir" derse, Ona şöyle cevap veririz:
Hamd, hem Allah'a, hem de Allah'dan başkasına olabilir. Sen dediğin za­man, hamdin Allah'a ait olduğunu ifade etmiş oluyorsun. Ama, şayet" sözü öne alınmış olsaydı, bu ibadetin hem Allah, hem Allah'tan baş­kası için olabileceğini gösterirdi. Bu ise küfürdür.
Buradaki incelik şudur: Hamd, Allah için caiz olduğu gibi, zahiren Allah'tan başkası için de caiz olduğu için " kelimesinin öne alınması muhakkak ki güzel olmuştur. Ama, de, ibadet Allah'tan başkası için caiz olmadığı­na göre sözünün, den önce getirilmesi gerekmiştir. Böylece iba­det sırf Allah'a tahsis edilmiş, ifadede ibadetin Allah'tan başkası için de olabile­ceği ihtimali kalmamıştır. [89]

“Nabudu”deki Cemi Sîgasının İhtiva Ettiği Nükteler        

Dördüncü fayda: kelimesindeki "nûn" ya cemi nûnu. ya da azamet nû-nudur Birincisi yanlıştır. Çünkü tek kimse çoğul olamaz. İkinci ihtimal de yanlıştır. Çünkü ibadet eda edilirken insana yakışan, kendisinin âciz ve zelil olduğunu, bü­yük ve yüce olmadığını ifade etmesidir." diyen kimseye, her biri üstün bir hikme­te delâlet eden birkaç şekilde cevap vermek mümkündür.
Birinci cevap: Buradaki "nûn" harfinden maksat, onun cemi nûnu olmasıdır. Bu da insana yakışan halın, namazını cemaatle eda etmesi gerektiğine dikkat çekmektir. Cemaatle kılınan namazın faydaları yerinde bahsedilmiştir. Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'ın;
"Cemaatla kılman namazın ilk (iftitah) tekbiri, dünyadan ve dünyadaki şeyler­den daha hayırlıdır" sözü de buna delildir. Sonra biz deriz ki: Soğan ve sarımsak yiyen kimsenin, her hangi bir kimsenin rahatsız olmaması için, cemaatle namaz kılmaya gitmemesi gerekir. Buna göre sanki Cenâb-ı Allah şöyle demiştir: Cema­atle kılınan namazdan elde edilen bu büyük sevap, soğan ve sarımsak kokusuy­la her hangi bir müslümana eziyet vermenin günahını karşılamaz. Bu sevap, bu günaha karşılık olamadığına göre, bu sevap, müslümanlara eziyet vermenin, koğuculuk yapmanın, gıybetin ve laf götürmenin günahını nasıî karşılayabilir?
İkinci cevap: Cemaatle namaz kılan, "(ibadet ediyoruz) der. Bu durum­da, kelimedeki "nûn" île kastedilen, bu cemaattir. Eğer, adam tek başına namaz kılıyorsa, bu nûn ile kastedilen, hem o adam, hem da ibadetinde hazır bulunan meleklerdir Bu durumda kişinin "sözü ile, hem kendisi hem de Allah'a iba­det eden bütün melekler kastedilmiştir
Üçüncü cevap: Mu'mınler kardeştir. Şayet" "denilmiş olsaydı, kişi bu­nunla sadece kendisinin ibadetini zikretmiş, başkalarınınkini zikretmemış olurdu. Ama " ju»; iy " dediğinde, O, hem kendi ibadetini hem de, doğudan batıya bü­tün müminlerin ibadetini zikretmiş olur. Böylece de sanki o, diğer müminlerin işienni de düzeltmeye çalışmış olur. Böyle yapan kimsenin işlerini Cenâb-ı Allah deruhte eder Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) müslümanm ihtiyacını giderine, Cenâb-ı Allah da onun bütün ihtiyaçla­rını giderir[90] buyurmuştur.
Dördüncü cevap: Sanki Cenab-ı Allah, kuluna şöyle demiştir:
"Sözünle Bizi övdün, yücelttin, dünya ve ahiret hamdlerinin hepsini bize ait kıldın. Böylece senin, Bizim yanımızdaki kıymetin arttı ve huzurumuzda makamı­nın ne olduğu iyiden iyiye karar kıldı. O halde sadece kendi işlerini düzeltmeye çalışma, bütün müslümanların ihtiyaçlarını gidermeye çalış da böylece “de”.
Beşinci cevap: Sanki kul şöyle der: "Ya Rabbî, tek başına benim ibadetim, zikre değer bir dereceye ulaşamamıştır. Çünkü onun çeşitli kusurları vardır. Fakat ben, bütün ibadet edenlerin ibadetlerine onu katıyor ve hepsini tek bir ibare ile ana­rak. " diyorum.
Burada fıkhı bir mesele vardır. Adam. başkasına on tane köle sattığında, satın alan kimse, ya bunların hepsini kabul eder veya hiç birini almaz. Bu pazarlıkta satın alan kimsenin, bunların bir kısmını alıyorum, bir kısmını almıyorum demesi caiz değildir. Burada da durum böyledir: Kul" dediğinde, Allah'a iba­det edenlerin hepsinin ibadetini sunmuş olur. Cenâb-ı Allah'ın keremine de, bu ibadetlerin bir kısmını diğerlerinden ayırarak kabul etmesi yakışmaz. Bu durum­da ya hepsi reddolunur ki bu caiz değildir. Çünkü sözüne, meleklerin, peygamberlerin ve velilerin ibadetleri de dahildir. Veya bütün ibadetler kabul olu­nur ki bu durumda," diyen kimsenin ibadeti, diğerlerinin ibadetinin ka­bul olunması bereketıyle makbul olmuş olur. Buna göre kul, sanki şöyle der: "Allahım, her ne kadar ibadetim makbul değilse de beni geri çevirme. Çünkü bu ibadette ben yalnız değilim, aksine çoğuz. Her ne kadar kabul edilmeye lâyık olmadıysam da. diğer ibadet edenlerin ibadetlerini sana şefaatçi olarak sunuyo­rum: O halde benim ibadetimi de kabul buyur."
Beşinci fayda: İbadetteki lezzet: İbadetlerin faydalarını anlayan kimseye, iba­detle meşgul olmak güzel, başka şeylerle meşgul olmak ise ağır gelir. Bunun bir­kaç yönden izahı mümkündür.
Birincisi: Kemâl, bizzat sevilen şeydir. Mutluluk vermesi bakımından, insanla­rın en mükemmel ve güçlü halleri, Allah'a ibadetle meşgul olma halleridir, Çünkü böyle olan insan, kalbinin ilâhî nurla aydınlanmasını, dilinin en şerefli bir zikirle şereflenmesini, uzuvlarının da Cenâb-ı Allah'a hizmet etmenin cemâli ile güzel­leşmesini istemiş olur. Bu haller, insanlık mertebelerinin en şereflisi, beşerî dereçelerin en yücesidir. Bunların meydana gelmesi, o anda insan olmanın en büyük saadeti olunca, bunlar gelecekte de mutlulukların en mükemmelini icap ettirirler Bu durumlara vâkıf olan kimseden, ibadetlerin ağırlığı kalkar ve onun kalbinde ibadetlerin tadı artar.
İkincisi:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ve teklif ettik. Onlar bunu yüklen­mekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. Onu İnsan yüklendi. Çünkü insan çok zulümkâr ve cahildir" jAhzâb 72) ayetinin delâlet ettiği gibi, ibadet etmek bir
emanettir.
"Cenâb-ı Allah, emanetleri ehline vermenizi emrediyor" (Nısâ, 58) ayetinin de­lâlet ettiği gibi, emaneti yerine getirmek dinen ve aklen gereklidir. Emaneti yeri­ne getirmek, bir kemâl sıfatıdır ve bizzat sevimlidir İki taraftan birisi tarafından emanetin yerine getirilmesi, ikincisi tarafından da emanetin yerme getirilmesine sebebtır. Sahabeden bin şöyle demiştir: "Mescide bir bedevî arabtn geldiğini, devesinden inip onu saldığını, sonra mescide girip, vakar ve huzurla namaz kıl­dığını ve uzunca bir dua ettiğini gördüm de buna taaccüb ettim. O, mescidden çıkınca devesini bulamadı ve şöyle dedi: "Ey Allah'ım ben senin emanetini eda ettim, ya benim emanetim nerede?" Bunun üzerine iyice şaşırdık. Çok geçme­den, bedevinin devesi üzerine binmiş bir adam geldi, deveyi bırakıp bedeviye teslim etti. Buradaki nükte şudur: O. Cenâb-ı Allah'ın namaz emanetini eda edin­ce. Allah da onun emanetim koruyup muhafaza etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in,
Ibn Abbas (r.a.)'a, "Evlâdım! Yalnız başına olduğun zamanlarda Allah'ın hakkını koru kî, tek başına kaldığında da Al­lah seni muhafaza etsin[91] demesinden maksadı da budur
Üçüncüsü: İbadetle meşgul olmak, aldatıcı dünya âleminden, surûr âlemine; mahlûkatla uğraşmaktan. Hakk'ın huzuruna geçiştir. Bu durum da lezzetin ve gü­zelliğin tam olduğunu gösterir. Ebû Hanîfe'den nakledildiğine göre, bacadan bir yılan düşmüş, orada bulunan insanlar kaçışmışlar. Ebu Hanîfe. namazda olduğu için. bunun (arkına varamamıştı. Yine, Urve b. Zubeyr'in bir azasında ekzama hastalığı olmuş ve bunun kesilmesine lüzum görmüşler Urve b. Zubeyr namaza durunca bu azayı kesmişler de O. bunun farkına varmamıştır Yine, Hz. Peygam­ber (s.a.s.)den nakledildiğine göre. O. namaza başlayınca, göğsünden sahabe. kaynayan tencerenin çıkardığı ses gibi bir ses duyarlardı. Bunun olmasına ihti­mal vermeyen kimse: Cenab-ı Allah'ın
"Şimdi o kadınlar Yusuf'u görünce, onu gözlerinde büyüttüler (hayranlıkların­dan) ellerini kestiler" (Yûsuf. 31) ayetini okusun. Mısırlı kadınların gönüllerine Hz. Yûsuf'un güzelliği hâkim olunca, bu durum, farkında olmadan ellerini kesmelerine sebeb olmuştur Bir insan hakkında böyle olması mümkün olduğuna göre, Allah'ın azameti kalblere hâkim olunca bu haydi haydi olur Çünkü, heybetli bir hükümdarın huzuruna giren kimseye, orada ebeveyni ve çocukları rastlasa ve
bu onlara baksa bile hükümdarın heybeti adamı bürüdüğü için, bu çoğu kez ada­mın kalbinin onları tanımasına mâni olur. Mecazî manada melik olan bir mahlûk hakkında bu mümkün olunca, âlemin yaratıcısı hakkında haydi haydi olur
Sonra tahkîk ehli şöyle demişlerdir: İbadetin üç derecesi vardır.
Birinci derece: Sevabı ummak veya cezadan kaçmak için Allah'a ibadet etmektir işte ibadet budur Bu derece gerçekten düşük bir derecedir Çünkü gerçekte böy­lesi insanın mabudu, elde etmek istediği şeydir O, Cenâb-ı Allah'ı, istediğini elde etmeye vesile kılmıştır. Bizzat matlûb olanı, mahlûkatın durumlarından biri kabul edip, Allah'ı da ona götüren vesile olarak gören kimse, gerçekten değersiz bir kimsedir.
İkinci derece: Allah'a ibadet etmekle, veya O'nun mükellefiyetlerim kabul etmiş olmakla yahut da O'na intısab etmiş olmakla şereflenmek için ibadet etmektir. Bu derece, birinciden üstündür. Ne var ki tam değildir Çünkü, bu ibadetle bizzat maksud olan Cenâb-ı Allah'tan başkasıdır.
Üçüncü derece: Allah'a, ilâh ve yaratıcı olduğu, kendisinin ise Allah'ın kulu ol­duğu için ibadet etmesidir. Ulûhıyyet, heybeti ve izzeti; ubudiyyet ise, zilleti,bo­yun eğmeyi gerektirir. İşte bu ibadet derece ve makamlarının, en yücesi ve en kıymetlisidir İşte bu, ubudiyyet (kulluk) diye adlandırılır ve buna, namaz kılan na­mazının başında, 'Allah rızası için namaz kılıyorum" sözü ile işaret etmiştir. Çün­kü 'Allah'tan mükâfat elde etmek" veya 'Allah'ın cezasından kurtulmak için na­maz kılıyorum" demiş olsaydı namazı fasit olurdu. [92]

Kulluğun En Yüce Mertebe Olması    

İbadet ve ubudiyyet (kulluk), en yüce ve şerefli bir makamdır. Birçok ayet bu­na delâlet eder
Birinci ayet, Hicr Sûresı'nin sonundaki
"Andolsun, biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından göğsün cidden daralı­yor (Habîbim). Sen hemen Rabbini. hamd ile, tesbîh et ve secde edenlerden ol. Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbine ibadet et" (Hicr 97-99).Bu ayetle iki bakım­dan delil getiririz.
Birincisi: Cenâb-ı Hakk, diyerek, Hz. Peygamber (s.a.s.)e. ölüm gelinceye kadar ibadete devam etmesini emretmiştir. Bunun mana­sı. Hz. Peygamberin, hiç bir vakit, ibadeti kesintiye uğratmasının caiz olmadığı-dır Bu da ibadet işinin son derece önemli oluşuna delâlet eder
İkincisi: Cenâb-ı Hakk," demiş, sonra Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'e dört şey emretmiştir:  sözü ile Allah'ı tesbîh etmeyi,  sözüyle O'na hamdetmeyi; sözü ile Allah'a sec­de etmesini; sözüyle de O'na ibadet etmesini... Bu, ibadetin, kalb daralmasını giderdiğine ve göğse bir ferahlık verdiğine delâlet eder. Bu ancak, ibadet, halktan Hakka dönmeyi gerektirdiği için böyledir. Bu dön­me de kalb darlığının yok olmasına sebeb olur.
Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren ikinci ayet de
"Kulunu geceleyin yürüten Zatı takdîs ve tenzih ediniz." (isrâ. i) ayetidir. Şayet kulluk, makamların en şereflisi olmasaydı, Cenab-ı Hak, Peygamberini en yüce
miraç makamında bu "kul" sıfatı ile niteiemezdi. Kulluğun, peygamberlikten de şerefli olduğunu söyleyenler vardır Çünkü kullukla kişi, halktan Hakk'a döner. Pey­gamberlikle ise Hakktan halka döner. Yine, kulluk sebebiyle kul, tasarrufta bu­lunmaktan elini ayağını çeker; rısalet sebebiyle ise tasarrufa yönelir. Kula yakışan tasarrufta bulunmaktan elini ayağını çekmesidir. Yine. Mevlâ kulun işlerini düzelt­meyi üzerine alır. Peygamber ise, ümmetinin işlerini düzeltmeyi üstlenendir. İkisi­nin arası ne kadar uzaktır.
Kulluğun şerefli bir makam olduğunu gösteren üçüncü ayet; İsâ (a.s.)'ın ko­nuşmaya başladığında söylediği ilk söz "  (Ben, Allah'ın kuluyum) sö­züdür (Meryem. 30).Hz. İsâ {a.s.)'ın bunu söylemiş olması, annesinin iffetini ve ken­disinin babasız olarak dünyaya gelmesinin tandan uzak olduğunu bildirmeye ve­sile olup bütün hayırların anahtarı ve her türlü belâların savuşturucusu olmasın­dan ileri gelmiştir. Ve yine Hz. İsa'nın ilk sözü, kulluğu ifade edince, bunun neti­cesi de Cenâb-ı Hakkın " sen' Kendime yükselteceğim " (Âli imrân. 55) buyurduğu gibi. bir yüceliş oldu. Buradaki nükte şudur: Söz ile kul oldu­ğunu söyleyen kimse, cennete yükseltilir. Yetmiş yıl ameli ile kulluğunu isbata ça­lışan kimse, cennetten nasıl mahrum bırakılabilir?
Dördüncü ayet, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa'ya
Şüphe yok ki, Ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse, bana ibâdet et" (Tâhâ. 14) duyurmasıdır Allah, Hz. Musa'ya tevhîdden sonra kulluğu emretmiştir. Çün­kü tevhîd asıl, kulluk fer'dir Tevhîd ağaç, kulluk ise meyvedir: biri olmadan diğeri­nin varlığı düşünülemez- İşte bu ayetler, kulluğun şerefli olduğuna delâlet et­mektedir.
Kulluğun şerefli olduğunu gösteren aklî delile geiince, bu tartışılmıyacak ka­dar açıktır. Çünkü kul sonradan yaratılmıştır ve zatı bakımından varlığı mümkün olandır. Kulda, Cenâb-ı Allah'ın kudretinin tesiri olmasaydı, o yokluk karanlığında ve yokluk sahasında kalır, var olmanın kemâlâtı bir yana, varlığı bile tahakkuk etmezdi. Kula, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti taalluk edip. kulda cömertliğinin ve onu yoktan var etmesinin neticeleri coşup feyezan edince, kulun var olması ve varlı­ğının kemâlâtı gerçekleşmiş olur. Kulun. Hakkın kudretinin makdûru (konusu) ve Hakk'ın yaratmasının yeri olmasının manası, sadece kulluktur. Buna göre, her şeref ve kemâl, her güzellik ve fazilet ve her sevinç ve iftihar vesilesi, kul için an­cak kulluk sebebiyle gerçekleşir. Böylece kulluğun, iyiliklerin anahtarı, mutluluk­ların dibacesi, yücelik derecelerinin doğuş yen ve iyiliklerin kaynağı olduğu orta­ya çıkar. İşte bu sebebten ötürü de kul, " der. Hz. Ali (k.v.) şöyle buyurmuştur: "Senin kulun olmam, iftihar etmem için bana yeter; senin be­nim Rabbım olmansa, şeref bakımından bana kâfidir. Ya Rabbî, ben Seni, iste­diğim gibi bir ilâh buldum; o halde Sen de beni. senin irade ettiğin gibi bir kul yap!"
Attınct fayda: Makamlar, rubûbiyyet ve ubûdıyyet bilgisi olmak üzere iki maka­ma hasredilmiştir. Bu ikisi bir araya geldiğinde, şu ayette adı geçen akid, gerçek­leşmiş olur:
"Ahdime riâyet ediniz ki. Ben de size verdiğim ahde riayet edeyim " (Bakara 401 Rubûbiyyet bilgisinin en mükemmel işe.
"Hamd, ancak Rahmin ve Rahîm olan, din gününün yegâne mâliki olan Alem­lerin Rabbi Allah'a mahsustur" ayetinde zikredilmektedir. Buna göre kulun geç­miş bir yokluktan varlığa geçişi. Cenâb-ı Hakk'ın ilâh olduğuna; kulun var oldu­ğu zaman da, bütün hayır ve mutlulukların meydana gelmesi O'nun Rab, Rah­man ve Rahîm olduğuna; kulun ahırette karşılaşacağı haller de. Cenâb-ı Allah'ın din gününün yegâne sahibi olduğuna delâlet eder Bütün bu sıfatlan ihata ettiği zaman da. en iten derecede Rubûbiyyet bilgisi meydana gelmiş olur.
Rubûbiyyet bilgisinden sonra, ubûdiyyet bilgisi gelir ki, bu ubûdiyyet bilgisi­nin bir başlangıcı ve bir kemâli: bir önü ve bir sonu vardır. Kulluk bilgisinin önü ve başlangıcı, kullukla meşgul olmadır ki. kulun  sözünden maksadı da budur.
Kulluk bilgisinin kemâl derecesi ise, kulun Allah'ın koruması olmaksızın, Allah'a karşı günah işlemekten alıkoyacak hiç bir güç ve Allah'ın tevfiki olmaksızın da, Allah'a itaat ettirmeye hiç bir gücün yetmeyeceğini bılmesidir. İşte bu durumda kul. bütün isteklerim elde etmek hususunda Allah'tan yardım ister ki, sözüyle kastettiği de budur.
Rubûbiyyet ve ubûdiyyet ahdini yerine getirme tam olunca, bir fayda ve se­mere elde etme isteği de buna terettüp eder ki. bu da kulun " "Bizi dosdoğru olan yoluna hidayet et!" demesıdır. Sûredeki bu tertip, aklen ken­disinden daha şerefli bir tertibin bulunması imkânsız olan yüce. üstün ve şerefli bir tertiptir.
Yedinci fayda: Birisi şöyle diyebilir:
sözlerinin hepsi gâib {üçüncü şahıs) lafzıyla zikredilmiştir. sözünde ise, gâib lâfzından muhatab lâfzına geçilmiştir. Bundaki rayda nedir? Biz deriz ki. bunda birkaç husus vardır.
Birincisi: Namaz kılan kimse, namaza başlarken bir yabancı gibidir. Bu sebeple de. Cenâb-ı Allah'ın, Din gününün sahibi" kadar gâib (üçüncü şahıs) lâfızlarla övmüştür Sonra, sanki Cenâb-ı Allah ona şöyle der: Bana ham-dettın ve benim Rab, Rahman, Rahim ve din gününün sahibi olan bir ilâh oldu­ğumu kabul ettin, ikrar ettin. Sen ne güzel bir kulsun! Bir aradaki perdeyi kaldırıp, uzaklığı yakınlıkla değiştirdik. O halde, muhatap sîgasıyla konuş ve ""Yalnız sana ibadet ederiz" de!
İkincisi: İstemenin en güzel şekli, karşılıklı konuşma yoluyla olandır. Görmüyor musun, peygamberler (a.s), Rabb'lerinden bir şey istedikleri zaman, bizzat ağız­larıyla isterler de, "Ey Rabbimiz, nefsimize zulmettik..." "Ey Rabbimiz, bizi bağışla" "Rabbim, bana hibe et, bağışla.." ve "Yâ Rabbî, bana kendini göster!" demişlerdir.
Bunun sebebi şudur: Kerîm olanın kendisine hitap edilerek, doğrudan doğruya istenildiğinde, istenilen şeyi vermemesi uzak bir ihtimaldir. Aynı şekilde, ibadet hizmettir. Hizmetin, hizmet edilenin huzurunda yapılması daha evlâdır
Üçüncüsü: Sûrenin başında "  ye kadar olan kısım bir övgüdür. Öv­günün, övülenin gıyabında yapılması evlâdır. den sûrenin sonuna kadar olan kısım ise, bir duadır. Duanın ise, dua yapılanın huzurunda yapılması evlâdır.
Dördüncüsü: Kul namaza başladığı zaman." "Allah'a yaklaşmak için, namaz kılmaya niyet ettim, ediyorum" der ve böylece, Allah ile kendisi arasında bir yakınlığın meydana gelmesine niyet eder. Bu niyetten sonra kul. Allah'a çeşitli şekillerde senada bulunur. Öyleyse, Cenâb-ı Allah'ın keremi, O'nun bu yakınlığın elde edilmesi hususunda icabet etmesini gerektirir. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah kulu, "gaybet" makamından "huzur" (Allah'ın huzurunda bulunma) makamına geçirir de, kul" "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" der. [93]

“İyyâke nestain” Ayetinin Tefsiri      

"Ve yalnız senden yardım isteriz"
Allah'ın koruması olmaksızın. Allah'a karşı günah işlemekten gen durmaya guç, yine Allah'ın tevfikı olmaksızın. Allah'a ibadet etmeye kuvvet olmadığı aklî delil­lerle sabit olmuştur. Bunun aklî ve naklî yönden birçok delili vardır.
Aklî yönden olan delillere gelince, bunlar birçok yöndendir.
Birincisi: Kadir olan, bir ışı yapmaya da yapmamaya da aynı şekilde gücü ye­ten kimsedir. Bir tercih eden olmaksızın, tercih olmaz. Bu tercih eden (müreccih) kuldan değildir Kuldan olsaydı, bunu devamlı surette tekrar yapardı. Mademki kuldan değildir, öyleyse müreccih Allah Teâlâ'dandır. Böylece sabit olur ki, kulun bir işi yapmaya yönelmesi, ancak Cenâb-ı Allah'ın yardımı iledir.
İkincisi: Bütün insanlar, kudret, akıl, gayret ve taleb bakımından eşit olarak, Hak dini ve doğru inancı isterler, Fakat onlardan bir kısmı ancak belli bir yardım ile hakka ulaşmaya muvaffak olurlar. Bu yardımı tayin eden de, ancak Cenâb-ı Allah'tır, Çünkü eğer bu tayin eden bir insan veya bir melek olsaydı, bunu de­vamlı surette tekrar yapardı.
Üçüncüsü: İnsan uzun müddet bir şeyi ister, fakat o şey meydana gelmez. Sonra bir anda veya bir durumda, o şey ortaya çıkar ve kul da böylece ona yönelmiş olur. Bu hâl kula, kalbinde o fiili yapmaya sevkeden katî bir sebep bulunduğu zaman, tecellî eder. Kulun kalbine bu sebebi düşüren ve bu sebebe karşı olan diğer sebeplen yok eden, sadece Allah'tır. Yardım etmenin manası işte budur.
Nakle gelince, bu hususa birkaç ayet delâlet etmektedir.
Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve yalnız senden yardım isteriz" (Fâ tıha. 5} sözüdür.
İkincisi: O'nun  "Allah'tan yardım isteyiniz " (Bakara. 153) kavli şerîfıdır Cebriye ve Kaderiye (Mutezile), bu ayetin izahı hususunda harekete geç­mişlerdir.
Bunlardan Cebriye şöyle demiştir: Fiili hususunda kul kendi başına bağımsız olsaydı, o işi yapmak için Cenâb-ı Allah'tan yardım istemesinin bir manası olmazdı.
Kaderiye de şöyle demiştir: Kul, ancak fiilinin aslını yapabilmesi halinde o hu­susta Ailah'dan yardım dilemesi makul olur; aksi halde başkasından yardım iste­mesi anlamsızdır. Fiilin palına güç yetıremediğinde de, Allah'tan yardım istemesi­nin her hangi bir faydası olmaz.
Bana göre, kuiun kudreti ancak fiilde etkili olacak bir sebep ile müessir (etkili) olabilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'dan istenilen yardım, O'nun bu kesin ve etkili sebebi yaratmasından ve, buna zıt olan diğer sebepleri de ortadan kaldırmasın­dan ibarettir. Yardım talep etme (istiâne) sözündeki bazı nükte ve faydaları an­latalım. 94

İstiane Tabirinin İhtiva Ettiği İncelikler       

Birinci fayda: Birisi, "iş hususunda Allah'ın yardımını istemek, o işe başlama­dan önce güzel olur, Halbuki burada kul. önce sözünü söylemiş, daha sonra peşine de demiştir. Biri çıkıp bundaki hikmet nedir?" di­yebilir. Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz.
Birincisi: Namaz kılan âdeta şöyle demiştir: "ibadet etmeye başladım. O hal­de onu tamamlamak hususunda Senden yardım istiyorum. Binaenaleyh, ölüm, hastalık ve sebeplen altüst etmek veya değiştirmek kabilinden sebeplerle bu iba­detimi tamamlamama mâni olma!"
İkincisi: İnsan, sanki şöyle demiştir: "Allahım! Nefsimi getirdim, ancak benden kaçan bir kalbim var. Bu nedenle onu senin huzurunda tutmak için. Senden yar­dım istiyorum. Nasıl böyle olmasın ki, Hz. Peygamber
"Müminin kalbi, Allah'ın parmaklarından iki parmağı arasındadır.[95] buyur­muştur. Bu, insanın kalbini, ancak Allah'ın yardımıyla uyanık bulundurmasının mümkün olacağına delâlet eder.
Üçüncüsü: Yardım hususunda, Senden başkasını, ne Cibril'i, ne de Mîkâil'i istemiyorum. Sadece ve sadece seni istiyorum. Bu hususta, Hz. İbrahim'in yolu­na uydum, Nemrûd O'nun iki ayağını ve iki elini bağlayarak ateşe attığı sırada Cibril yanına gelerek, O'na şöyle dedi: Her hangi bir ihtiyacın var mı? Bunun üze­rine Hz. İbrahim, "Sana ise, hayır! Sana yok ihtiyacım" dedi. Cibrîl, "o zaman Allah'tan iste!" dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim, "O'nun durumumu bilmesi, be­nim O'ndan birşey istememe gerek bırakmaz" dedi. Bilâkis bu konuda, Hz. İbra­him'i de geçerim. Çünkü Onun elleri ve ayaklarının dışında, her hangi bir uzvu bağlanmamıştı. Ama bana gelince benim her iki ayağım da bağlıdır, yürüyemem; her iki elim de bağlıdır, kımıldatamam. Her iki gözüm de bağlıdır, onlarla baka-mam. Kulaklarım da tıkalıdır, işıtemem. Dilim de bağlanmıştır, binaenaleyh konu­şamam. İbrahim (a.s.) Nemrudun ateşiyle yüz yüzeydi; bense Cehennem ateşiy­le yüz yüzeyim. İbrahim (a.s.) Senden başkasının yardımına razı olmadığı gibi, ben de senden başka yardımcıyı istemiyorum. O halde, "ancak Sana ibadet edi­yor ve ancak Senden yardım istiyorum." Bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk da sanki şöyle der: "Ey kulum! İbrahim'in yaptığını yaptın, onu geçtin. Biz de senin mükâ­fatını arttmyoruz. Sonra biz "Ey ateş, İbrahim'e bir serinlik ve kurtuluş ol" (Enbiyâ 69)'dedik. Sana gelince. Biz seni cehennemden kurtardık, cennete eriştirdik. Biz sana, kadîm olan Allah'ın sözünü dinlemeyi, ka­dîm olan varlığı görmeyi de, fazladan bir mükâfat olarak verdik. Nemrûd'un ate­şine; "Ey ateş, İbrahim'e bir serinlik ve kurtuluş ol" (Enbiya. 695 dediğimiz gibi, cehennem ateşi de sana. "Ey mümin, çabuk geç. Se­nin nurun benim ateşimi söndürdü" der.
Dördüncüsü: ifadesi, "Sen­den başkasından yardım istemem" anlamındadır Çünkü başkasının bana yardım etmesi de. ancak Senin o kimseye bu yardım hususunda yardım etmenle mümkün olur. Başkasının yardımı, sadece Senin yardımınla tamamlanınca, ben bu aradaki vasıtayı kaldırıp, doğrudan Senin yardımına başvuruyorum.
Beşincisi: sözü, Allah'a ibadet etmesi sebebiyle, nefsin üstün bir rütbeye ulaşmış olmasını gerektirir ki, bu da kendini beğenme hissini doğurur. İşte bu sebeble, kul sözünü, peşi sıra getirmiştir Bu da, ibadet se­bebiyle meydana gelen bu mertebenin, kulun kuvvetiyle olmayıp, tam aksine Al­lah'ın yardımıyla meydana geldiğine delâlet eder. O halde, sözünü kulun zikretmesinden maksadı, bu kendini beğenme duygusunu yok etmek ve. bu büyüklenmeyi ortadan kaldırmaktır. [96]

“İhdina’s-sırata’l-mustakim” Ayetinin Tefsiri        

"Bizi, dosdoğru olan yoluna ilet!" Bunda birçok fayda vardır.
Birinci fayda: Bir kimse şöyle diyebilir: "Namaz kılanın mümin olması gerekir. Her mümin, hidayete ermiştir. O halde namaz kılan hidayete ermiş demektir. Bu­na göre ise, o "Bizi hidayet et!" dediğinde bu sözü, zaten hidayet üzere bulunduğu halde, yine de hidâyet isteyen kimsenin sözü gibidir, Bu ise. elde edil­mişi yemden elde etme (tahsîl-i hâsıl) olur ki. bu muhal bir şeydir." Ulemâ, buna birkaç şekilde cevap vermiştir. Şöyle ki:
Birinci vecih: " sözünden maksad. Allah rızası için büyük me­şakkatlen sırtlanan öncülerin yoludur, Anlatıldığına göre Hz. Nüh (a.s.), her gün bayılıncaya kadar dövülürdü. O, buna rağmen, yine her vurulduğunda. "Allah1 im. kavmime hidayet et. çünkü onlar ne yaptıklarım bilmiyorlar' derdi. Şayet, "bi­zim peygamberimiz (s.a.s.) bu cümleyi sadece bir kere söylemiştir. Halbuki, Hz. Nûh bir günde aynı cümleyi defalarca söylemiştir. Bu nedenle. Hz. Nuh'un Pey­gamberimizden üstün olduğunu söylemek gerekir?" denilirse, buna bizim ceva­bımız şu olur: Cenâb-ı Hakk'm " sözünden maksadı, kendisin­den bu üstün ahlâkın istenmesi olup. Hz. Peygamber (s.a.s.) de. Fâtıha'yı her gün şu kadar defa okuduğuna göre. Hz. Peygamber (s.a.s.)'tn bu kelimeyi söylemesi Nûh (a.s.)'m söylemesinden daha çok olur.
İkinci vecih: Ulemâ, her ahlâkın ifrat ve tefrıdı olmak üzere, iki tarafı bulundu­ğunu açıklamıştır ki, bu ıkı taraf da kınanmıştır. Hak olan. orta olandır Bu husu­su. Cenâb-ı Hakk "İşte böylece Biz sizi orta bir Ümmet kıldık " {Bakara. 143) ayetiyle tektd etmek­tedir Ayette geçen,"sözünden maksad, âdil ve dosdoğru olandır. Mümin delillerle Allah'ı tanıyınca, hidayete ulaşmış bir mümin olur. Bu halin meydana gel­mesinden sonra, onun şehevî ameller, öfke dolu fiiller ve malını infak etme husu­sunda ifrat ve tefritin iki ucu arasındaki orta bir yol olan adaleti bilmesi gerekir. Böylece mümin kul, Allah'tan her türlü ahlâk ve her türlü fiil hususunda bu iki aşın ucun arasında kalan ve orta yoi olan, dosdoğru yola iletilmesini ister. Bu iza­ha göre. ortaya atılan sual kendiliğinden zail olur.
Üçüncü vecih: Mümin Allah'ı tek bir delille tanıyınca, mümkinu'l-vücûd olan bü­tün varlıklarda O'nun varlığına, ilmine, kudretine, cömertliğine, rahmetine ve hik­metine delâlet eden nice deliller olduğunu anlar. Çoğu kez insanın dini, bu insan diğer delillerden habersiz olduğu halde, tek bir delille sahih olur. Buna göre ku­lun. " sözünün manası: "Ey Rabbimiz! Her şeyde, Senin zâtı­na, sıfatlarına, kudretine ve ilmine delâiet eden nice deliller bulduk" olur. Bu tak­dire göre, söz konusu olan sual kendiliğinden bertaraf edilmiş olur.
Dördüncü vecih: Cenâb-ı Allah:
"Muhakkak ki sen, doğru bir yola hidayet ediyorsun: Göklerde ve yerde bulu­nan her şeyin kendisine ait olduğu Allah'ın yoluna..." (Şûra. 52-53) ve Hz. Mu-hammed'e
"Ve bu, benim dosdoğru olan yolumdur, öyleyse ona uyunuz!" (Enam 153) bu­yurmuştur.
Ayetlerde geçen "Sırât-ı müstakim" insanın, Allah'dan başka her şeyden yüz çevirmiş; bütün kalbi, fikri ve zikriyle Allah'a yönelmiş olmasıdır. Buna göre sözünden kulun maksadı, onu Allah'ın bahsedilen nitelikteki Sırât-ı müstakime iletmesıdir. Bunun misali şudur: Kul öyle bir hale gelmelidir ki, şayet Cenâb-ı Hakk ona çocuğunu keseceksin dese, Hz. İbrahim'in yaptığı gibi, derhal itaat etmelidir. Kendisini başkasının kesmesini emrettiğinde, Hz. İsmail'in yaptığı gibi. boyun eğmelidir Yine kendisine, kendini denize atmasını emrettiğin­de. Yûnus (a.s)'ın yaptığı gibi, Allah'ın emrine uymalıdır. En üst makamlara eriş­mesinden sonra, kendisinden daha bilgili kimseye talebe olmasını emrettiğinde, Hz. Musa'nın Hızır (a.s.)'la yaptığı gibi. o emre uymalıdır Emr bi'l-ma'rûf ve nehy an'ıl-münker hususunda, ölüme, iki parçaya bölünmeye sabretmesini emrettiğin­de. Hz. Yahya ve Zekerıyyâ (a.s.)'ın yaptıkları gibi, itaat etmelidir. Bütün bunlara göre kulun demesinden maksadı, musibetlere sabretme ve belâ geldiğinde de bırakıp kaçmayıp sebat etmek hususunda Peygamberlere (a.s.) uymaktır Şüphesiz bu makam, son derece dehşet verici bir makamdır Çünkü yaratıklarının çoğunun bu makama dirençleri yoktur. Ne var ki, biz yine şöyle diyoruz: Ey insanlar, korkmaymız, üzülmeyiniz, zira Allah'ın dini hususunda hiç bir dar iş yoktur ki, o genişlemesin... Çünkü bu ayette, kolaylığa ve suhulete delâlet eden hususlar bulunmaktadır. Zıra Cenâb-ı Hakk. "dövülenlerin, öldürenlerin yo­luna ilet..." dememiş de, tam aksine, "Kendilerine nimetler verdiklerinin yoluna (ilet)" demiştir. O halde, bu ayeti okurken, senin niyetin şöyle demek olsun: "Al­lah'ım, babamın büyük günahları işlediğini gördüm.. Tıpkı benim işlediğim gibi.. Benim günahlara cüret ettiğim gibi, onun da masiyetlere cüret ettiğim gördüm. Sonra ise. ölümü yaklaştığında tevbe ettiğini ve kötülüklerden döndüğünü, bu­nun peşinden Senin de. onun cehennemden kurtulmasına ve cennete girmesi­ne hükmettiğini gördüm. Buna göre o, kendisini tevbe etmeye muvaffak kılman ve tevbesını kabul etmiş olman suretiyle, kendilerine nimet vermiş olduğun kim­selerden birisidir. Öyleyse ben de diyorum ki, bu tevbe edenlerin derecesini iste­yerek, "bizi bunun gibi dosdoğru yola ilet!". Bu mertebeyi elde edince de, pey­gamberlerin (a.s.) derecelerine uymayı iste.. İşte,sözünün tefsiri budur.
Beşinci vecih: "Yol" hususunda da, insan âdeta şöyle demiş oluyor "Birçok eşim ve dostum, beni bir yola; düşmanlarım, ikinci bir yola. şeytan ise, üçüncü bir yola çekmek istemektedirler. Şehvet, kızgınlık (gazab), km ve hased; ta'tîl, teş­bih, cebr, kader, ırcâ,[97] vaîd, rafz (rafızîlik) ve hurûc (hancılık).hususlarında da böyledir (onlar da beni bir yola çekerler). Bütün bunlara karşılık akıl güçsüz, ömür kısa, yapılacak iş çok, her şeyi denemek tehlikeli, bütün bunlar karşısında hü­küm vermekse zordur. Bütün bunlar arasında şaşırıp kaldım. O halde, beni ken­disinden cennete çıkacağım bir yola hidayet eyle!" "Müstakim" ise, pürüzsüz ve dosdoğru demektir.
İbrahim b. Edhem'den nakledildiğine göre O, Beytullah'a gidiyormuş. Karşısı­na, devesine binmiş bir bedevî çıkmış ve, "ey Şeyh nereye?" demiş. Bunun üze­rine, İbrahim b. Edhem, "Beytullah'a" diye cevap vermiş. Bedevî, "Sen deli mi­sin? Ne bineğin, ne azığın var, halbuki, yolculuk da alabildiğine uzun" deyince, İbrahim b. Edhem, "benim birçok bineğim var. Ne var ki, sen göremiyorsun" der. Bunun üzerine bedevî, "onlar nedir?" diye sorar. İbrahim b. Edhem şöyle cevap verir: "Bana bir belâ geldiğinde bineğine; bir nimet verildiğinde şükür bi­neğine; başıma kaza geldiğinde r'iza bineğine binerim. Nefsim beni her hangi bir şeye çağırdığında, kalan ömrümün geçenden daha az olduğunu bilirim." Bu­nun üzerine bedevî. "Allah'ın izniyle yürü git. Sen binitlısin, bense yayayım" dedi.
Altıncı vecih: Bazıları sırât-ı müstakîm'in İslâm; bazıları jse Kur'an olduğunu söy­lemişlerdir ki, bu doğru değildir. Çünkü, "Kendilerine in’âm ettiğin kimselerin yola..." (Fatiha. 6) ifadesi sözünden bedel­dir. Durum böyle olunca, takdir şöyle olur: "Bizi, öncekilerden kendilerine in'âm ettiğin kimselerin yoluna ilet!" Bizden önce geçenlerinse, ne Kur'ân'ları vardı, ne de müslüman idiler. Bu geçersiz olunca, " ıiaii " sözünden maksadın, "Bizi, cenneti hak bilmiş ve onu hak etmiş kimsele­rin yoluna ilet!" olduğu ortaya çıkar. Cenâb-ı Hakk, lâfzı, cehennemin köprüsünü hatırlatması için, hepsi aynı manaya olduğu halde lâfzını kul­lanmış, fakat ve lâfızlarına yer vermemiştir. Bu nedenle insan, bu kelimeden ötürü kendisini fazla bir korku ve ürperme içinde hisseder.
" ifadesinin tefsirinde ikinci görüşdeşudur: "Bizi, bize bağışladığın hi­dayet üzre kıl!" Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey Rabbimiz, bizi hidayete ulaştırdıktan sonra, kalblerimizi sapıtma. (Ali imrân, 8) ayetidir ki, bunun manası da: "Ey Rabbimiz! Bizi hidayet üzerinde tut!" Nice âlim vardır ki, onun kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hakk'dan sap­mış, ayağı kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakîm dinden dönmüştür.
İkinci fayda: Birisi, "Niçin " (Bize hidayet et) dedi de " (Bana hi­dayet et) demedi?" derse, buna iki şekilde cevap verilir:
Birincisi: Dua daha umumî olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın cHur. Alimlerden biri talebesine. "İlk hutbede " (Cenâb-ı Allah senden ve bütün müslümanlardan razı olsun) diye okuduğunda, " ifadenle beni niyet edersen, olabilir. Aksi halde bir zorluk yoktur, ancak, saktn hâ, beni dediğinde unutmayasın Çünkü demen duayı birine has kılmandır. Kabul olunmaması da caizdir. Ama," dediğinde ise, bu müslümanlar arasında duası kabul olunacak mutlaka birisi vardır. Cenâb-ı Hakk, birisinin duasını kabul edince, di­ğerlerinin duasını geri çevirmez" demiştir. Çünkü O, son derece kerimdir. İşte bu sebebten dolayı şu, duada örf haline gelmiştir: Dua etmek isteyen kimse, önce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e salat-ü selâm getirir, sonra duasını yapar ve duasını yi­ne Hz. Peygamber (s.a.s.)'e salat-ü selâm okuyarak bitirir. Çünkü Cenâb-ı Hakk. Hz. Peygamber (sa.s.)e salat-ü selâm getiren kimsenin duasına icabet eder. Sonra Peygamber (s.a.s.)'e salat-ü selâm getiren kimsenin duasının başı ve sonu kabul olununca ortasının kabul edilmemesi imkânsızdır.
İkincisi: Hz. Peygamber (s.a.s): "Allah'a, kendisiy­le isyan etmediğiniz dillerle dua edin." dedi. Sahabe: "Ya Resûlallah, hangimizin öyle dili vardır?" deyince de, o,
"Birbirinize dua edersiniz. Çünkü sen onun lisanı ile, o da senin lisanınla Al­lah'a isyan etmemiştir" buyurmuştur.
Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah sanki şöyle demiştir: "Ey kulum, Fatiha Sûresi'nin ba­şında deyip de (Allah'a hamdederim) şeklinde demeyen sen değil miydin? diyerek, sen önce, bütün hamdedenlerin hamdini dile getirdin. Aynı şekilde dua ederken de onları duana kat da " (Bizim hepimize hidayet et) de.
Dördüncüsü: Kul sanki şöyle der: "Senin Resulünün:" Birlik rahmet, ayrılık ise azabtır'[98] dediğini duydum. Sana hamdetmek iste­yince de, bütün hamdlerı dile getirerek, dedim. İbadeti dile getirdiğimde, bütün herkesin ibadetini dile getirerek, dedim. Yardım talebinde bu­lununca da, herkesin yardım talebini söyleyerek, dedim. Şüphe­siz, hidayeti istediğimde, onu herkes için isteyerek de­dim. Salih kimselere uymayı istediğimde, bunların hepsine uymayı isteyerek, dedim. Huzurundan koğulanlardan uzaklaşmayı iste­diğimde, bunların topundan kaçarak, dedim. Dünya­da, peygamberler ve salihlerin yolundan ayrılmadığım için, ahirette de onlardan ayrılmayacağımı umarım Nitekim Cenâb-ı Allah                      
"İşte onlar'ÂlIah'm kendilerine nimet verdiği. Peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır" (Nisa. 69) buyurmuştur.
Üçüncü fayda: Geometri ile uğraşanlar, doğru çizginin, iki noktayı birbirine bir­leştiren en kısa çizgi olduğunu söylemişlerdir. Buna göre doğru çizgi, bütün eğri çizgilerden daha kısadır. Binaenaleyh, kul birkaç bakımdan " demiştir:
Birincisi: "Sırât-ı müstakîm, en yakın ve en kısa yoldur. Ben âcizim. benim aciz­liğime ancak dosdoğru yol uygun olur"
İkincisi: "'Dosdoğru olan bir tektir. Onun dışındakiler ise birbirine benzeyen bir sürü eğri-yanlış yollardır. Bu sebeble yollar birbirine karışır. Ama dosdoğru yola gelince, o başkasına benzemez. Böylece de bu yol, korkulardan ve belâlardan uzak olarak, en emniyetli yol olur."
Üçüncüsü: Dosdoğru yol maksada götürür. Eğri'yollar ise hedefe götürmez. Dördüncüsü: Dosdoğru olan değişmez, eğri olan ise değişebilir. İşte bu se-beblerden ötürü kul, sırât-ı müstakimi istemiştir En iyi Allah bilir. [99]

“En’amte Aleyhim” Ayetinin Tefsiri        

"Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna (İlet)"  (Fatiha, 7)
Burada birçok faydalar vardır.

"Nimet" in Tarifi

Nimetin tarifinde ihtilaf edilmiştir. Bazıları onu, "Başkasına,  ihsanda bulunarak yapılmış bir faydadan ibarettir" diyerek tarif etmişlerdir. Bazıları da, "Başkasına, ihsanda bulunarak yapılmış güzel bir fayda (menfaat)dan ibarettir." demişlerdir Bu ikinciler, "Güzel"sözünü ilâve ettik, çünkü gü­zel olursa nimet şükre müstehak olur. Nimet çirkin olduğunda ise şükre müste-hak olmaz" demişlerdir, Gerçek şu ki, tarifi "güzel" kelimesiyle kayda gerek yok­tur Çünkü yaptığı iş mahzurlu da olsa, ihsanda bulunan kimsenin, ihsanı yüzün­den şükrü haketmesı caizdir. Zira şükre müstehak olma tarafı, günaha ve cezaya müstehak olma tarafından başkadır Bunların bir arada bulunmaları imkânsız de­ğildir Görmez misin ki fâsık, başkasına iyilikte bulunmuş olmasıyla şükre; Allah'a isyan etmiş olmasıyla da kınanmaya müstehak olmuştur. Burada da durumun aynı olması niçin caiz olmasın?
Yukarıda geçen ilk tarifin izahına dönüyor ve şöyle diyoruz: Tarifte "fayda" de­dik, çünkü sırf zarar olan şey nimet olmaz; "ihsanda bulunarak yapılmış" kaydı­na gelince, bu böyledir Çünkü, ihsan gerçek bir fayda olsa ve onu yapan kimse, onunla kendisine ihsan edilen kimsenin menfaatini değil de kendi menfaatini gö­zetmiş olsa, bu da bir nimet olmaz. Bu tıpkı, sırtından daha çok kazanmak için cariyesine ihsanda bulunan kimsenin haline benzer.
Nimetin tarifini iyice anladığında, buna birçok hususun dayanmış olduğunu göreceksin: [100]

"Nimet" Çeşitleri

İnsanlara ulaşan her fayda ve savuşturulan her zarar, Cenab-ı Hakk'ın "Size olan her nimet Allah'tandır"
(Nahl 53) buyurduğu gibi, Allah Teâlâ'dandır. Sonra nimet üç kısma ayrılır.
a-) Yalnız Allah'ın yarattığı nimet; yaratmak ve rızık vermek gibi.
b-) Görünürde bize, Allah'tan başkası tarafından gelen, ama aslında Allah Te-âlâ'dan olan nimet. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, bu nimeti, nimet vereni ve bu nimete vesile olanın kalbinde, bu nimeti verme arzusunu yaratandır. Ancak. Hakk Teâlâ, bu nimeti, şu kulunu vasıta kılarak verdiği için, şu kula teşekkür edil­miştir Fakat gerçekte teşekküre lâyık olan. Allah Teâlâ'dır. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hakk, Bana ve ana-babana şükret. Dönüşün ancak Banadır" (Lakmân, 14) diyerek, mahlûkatın nimet vermesinin, ancak Allah'ın nimet vermesiyle tamamlanacağına dikkat çekmek için, önce kendisini zikretmiştir.
c-) Bizim itaatte bulunmamız sebebiyle bize ulaşan nimetler... Bunlar da Al­lah'tandır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bizi taata muvaffak kılıp taatlara karşı bize yar­dım etmemiş, bizi onlara iletmemiş ve taatlara mâni olacak sebebleri ortadan kal­dırmamış olsaydı, bunlardan hiç birine ulaşamazdık. Bu izahımıza göre gerçek­te, bütün nimetlerin Allah'tan olduğu ortaya çıkmış olur. [101]

Allah’ın Kullarına Verdiği İlk Nimet

Cenâb-ı Hakkın kullarına verdiği ilk nimet, onlara hayat vermesidir. Bunun böyle olduğuna akıl da nakil de delâlet eder
Aklî delil şudur ki: Bir şeyin nimet olması için, ondan faydalanılması mümkün ol­malıdır. Bir şeyden faydalanmak ise, hayatın bulunmasıyla mümkün olur. Çünkü cansız ve ölü kimsenin her hangi bir şeyden faydalanması mümkün değildir. Böy­lece nimetlerin tamamının aslının "hayat" olduğu ortaya çıkmış olur.
Naklî delile gelince, bu Cenâb-ı Allah'ın "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz. Halbuki siz ölüler iken, O sizi diriltti" (Bakara, 28) deyip, peşisıra, "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" (Bakara. 29) buyurarak, önce "hayaf'ı, ikinci kez de kendisinden faydalanılan şeyleri zikretmiştir. Bu da bütün nimetlerin aslının "hayat nimeti" olduğunu gösterir. [102]

Allah, Kâfire Nimet Vermiş Midir?        

Alimler, Allah'ın kâfire nimet verip vermediği hususun- da ihtilaf etmişlerdir Bazı arkadaşlarımız, "Allah'ın kâ-
fire nimeti yoktur" demişlerdir. Mutezile de, "Allah'ın kâfire hem dJnî hem dünyevî nimetleri vardır" demişler-
dir. Arkadaşlarımız görüşlerinin doğruluğuna aklî ve naklî bakımdan delil getirmişlerdir. Nakfî delilleri bazı ayetlerdir:
Bunlardan birincisi: Cenâb-ı Allah'ın "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna (ilet)" (Fatiha. 6) ayetidir. Bu böy­ledir, zira, Cenab-ı Hakk'ın kâfire nimeti olsaydı, onlar da "kendilerine nimet verdiğin" sözüne dahil olurlardı. Şayet bu böyle olsaydı, o zaman;
"Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiğin'kimselerin yoluna ilet" (Fatiha. 6) sözü kâfirlerin yolunu da istemek manasına gelirdi ki bu batıldır. Böylece bu ayetle, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirlere her hangi bir nimetinin olmadığı ortaya çıkmış olur. Eğer muhalifler, "Ayetteki, (harfi tarifi cins ifade eden)" kelimesi bu görüşü reddeder" derlerse, deriz ki;"  sözü," den bedeldir. Bu sebeble takdir "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet" şeklinde olur. Böylece de söz konusu oian mah­zur geri dönmüş olur.
İkinci ayet; Cenâb-ı Allah’ın
"İnkâr edenler, onlara, onların iyiliğine olarak mühlet tanıdığımızı sanmasın­lar. Onlara fırsat verişimiz, ancak günahlarım artırmaları içindir" (Âl-ı imrân. 178) ayetidir.
Aklî delile gelince bu şudur: Dünya nimetleri, devamlı olacak olan ahiret aza­bına karşılık, deryadaki bir damla kadardır. Böylesi bir şey ise nimet olmaz. Bu­nun delili şudur: Helvaya zehir katan bir kimse, meydana gelecek büyük zarara karşılık faydası önemsiz kalacağı için, bu helvadan meydana gelecek faydayı bir nimet kabul etmez. Bunda da durum aynıdır
'Allah'ın kâfire birçok nimeti vardır'" diyenler, bu görüşlerine, şu ayetleri delil getirdiler:
Birincisi: Cenâb-ı Allah'ın
"Ey insanlar, sizi ve sizden Öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Tâki takva sahibi olasınız. O Rabb ki, yeryüzünü sizin için bir döşek, gökyüzünü de bir bina yaptı." (Bakara. 21-22) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Allah, bu büyük nimetlerden dola­yı, herkesin Allah'a itaat etmesinin farz olduğuna dikkat çekmiştir.
İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizler ölüler idiniz de O sizi diriltti" (Bakara. 28) ayetidir. Cenâb-ı Hakk, bunu başa kakma ve verdiği nimetleri açıkla­ma sadedinde söylemiştir
Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın   
"Ey İsrâiloğullan, size in'âm ettiğim nimetlerimi hatırlayınız " (Bakara, 40) ayetidir. Dördüncüsü: Allah'ın
"Kullarımdan hakkıyla şükreden azdır" (Sebe. 13) ayeti ve iblisten (nakledilen)
"Sen, o kulların çoğunu şukredici bulamayacaksın " (Araf, 17) sözüdür. Şayet kâ­firler için nimet olmamış olsaydı, (ayetlerde geçtiği gibi) onların şükretmeleri gerekmez ve şükretmemeleri de bir günah olmazdı. Çünkü şükretmek, ancak ni­met bulunduğu zaman mümkündür. [103]

Hz. Ebubekir’in Halifeliği Nimeti

Cenâb-ı  Allah'ın "Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet" (Fatiha. 6) ayeti, Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın halifeliğine delildir. Çünkü, daha önce, ayetin takdirinin "Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidâyet et" şeklinde olduğunu zikretmiş idik. Allah Teâlâ ise, bir başka ayetle, "kendilerine nimet ver­dikleri kimselerin" kimler olduklarını açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
"İşte onîâr, Allah'ın kendilerine nimet verdiği, peygamberler, siddıkler, şehid-ler ve sâlih kimselerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştır" (Nisa. 69),Şüphe yok ki sıddîklerin başı ve reisi Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)'dır: Öyleyse ayetin manası, "Allah, bize Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve diğer sıddîk kulların üzerinde oldukları hida­yeti istememizi emretmiştir" şeklindedir. Şayet, Hz. Ebu Bekir bir zalim olsaydı, ona uymamız caiz olmazdı. Bu söylediğimiz husus ile, ayetin Hz, Ebû Bekir'in halifeliğine delil olduğu ortaya çıkar. [104]

İman Nimeti       

Asıl nimet iman nimetidir.
Allah Teâlâ'nın (Kendilerine in'âm ettiğin (kimseler)" (Fatiha'efayetı, üzerinde Allah'ın nimeti olan herkesi içine alır. Bu nimetten murad ya dünya nimetidir ya da dm nimetidir. Bunun dünya nimeti olması yanlış olunca, bundan muradın din nimeti olduğu anlaşıl­mış olur Bu sebeble diyoruz ki: İmanın dışındaki her dinî nimet, imanın bulun­masıyla kayıtlıdır. İmanı meydana getiren nimete gelince, bu nimetin diğer dinî nimetler olmaksızın da meyd îna gelmesi mümkündür. Bu, sözün­den muradın, iman nimeti olduğuna delâlet eder. Böylece. Cenâb-ı Hakk'ın "Bizi dosdoğru yola (sırât-ı müstakime), kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet" (Fatiha. 6) sözünün özü, bunun iman nimetini istemek olduğudur Bu temel sabit olunca, deriz ki: Buna bazı hü­kümler istinad eder:
Birinci hüküm: Bu ayetteki nimetten muradın iman nimeti olduğu sabit olun­ca, ayetin lafzı, bu nimeti verenin Allah Teâlâ olduğunu açıkça gösterir. Böylece sabit olur ki: İmanı yaratan ve imam veren Allah Teâladır Bu da.mutezilemin gö­rüşünün yanlışlığını gösterir Çünkü iman, en büyük nimettir. Eğer imanın faili kul olursa, kulun nimet vermesi, Allah'ın nimet vermesinden daha şerefli ve daha yüce olur. Eğer bu da böyle olsaydı. Allah'ın, nimet vermeyi tazim mevkiinde zikretme­si güzel olmazdı.
İkinci hüküm: Müminin, cehennemde ebedî olarak kalmaması gerekir Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, bu nimet vermeyi, yüceltme mevkiinde zik­retmiştir. Şayet bu nimetin, ebedî azabı savuşturmada bir tesiri olmasaydı, bu­nun faydası az olur, Cenâb-ı Hakk'ın da bunu tazim makamında zikretmesi güzel olmazdı.
Üçüncü hüküm: Ayet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk'a, din hususunda "salah" ve "âslah"[105] gözetmesinin farz olmadığına delâlet eder. Çünkü, eğer doğruya ilet­me (irşâd), Allah'a farz olsaydı, bu bir nimet sayılmazdı. Zira, yapmaya mecbur olunan bir şeyi yapmak, bir nimet verme değildir. Cenâb-ı Hakk, bunu bir nimet verme olarak isimlendirdiği için, bunun Allah'a vâcib olmadığını anlıyoruz.
Dördüncü hüküm: Ayetteki, "nimet verme"den kastedilenin, "Allah Teâlâ'nın mü­kellefi imana kadir kılması, ona iletmesi ve onun mazeret ve engellerini kaldırması" olduğunu söylemek caiz değildir. Çünkü bunların hepsi, kâfirler için de vardır Cenâb-ı Allah'ın, bu muktedir kılma ve imanın engellerini kaldırma bütün insan­lar için umumî olduğu halde, bu nimet vermeyi bazı mükelleflere ait kılmasından, ayetteki in'âmdan muradın, imana muktedir kılmak ve onun önündeki engelleri kaldırmak olmadığını anlamış oluyoruz. [106]

“Ğayri’l-mağdubi Aleyhim vela’d-dâllin” Ayetinin Tefsiri

"Gazaba uğrayan ve sapıkların (yoluna değil)" (Fatiha 7)
Burada birçok faydalar vardır.
Birinci fayda: Meşhur olan görüşe göre "gazaba uğrayanlar" yahûdîlerdir. Ni­tekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
"Allah'ın lanet edip aleyhine şazab ettiği kimseler" (Mâide 60) Ayetteki "Sapıklar";
"Daha önce muhakkak ki saptılar ve birçok kimseyi de sapıttılar. Onlar düm­düz yoldan sapmışlardır" (Mâde. 77) ayetinin de gösterdiği gibi hıristıyanlardır, "Ya­ratıcıyı inkâr edenlerle müşrikler din bakımından hırıstıyan ve Yahûdîlerden da­ha pistirler; bu nedenle, onların dinlerinden sakınmak daha evlâ olur denilerek bu görüşün zayıflığı ileri sürülmüştür. Tam aksine evlâ olan, "kendilerine gazab olunan kimselerin görünen amellerde hata eden kimselere (ki bunlar da fasıklardır), "sapıtanlar" sözünün de, inanç bakımından hata eden kimselere hamle-dilmesidir. Çünkü lâfız, umumîdir; umumî olan lâfzı kayıtlamaksa, aslolanın aksi­ne bir hareket tarzıdır. "Kendilerine gazab edilmişlerin kâfirler; "sapıtanların" ise, münafıklar olduğunu söylemek ihtimal dahilindedir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresi'nin ilk beş ayetinde müminleri zikrederek, onları medhet-miş; sonra, O kâfirler yok mu,,.." (Bakara, 6) diyerek, kâfirlerden bahsetmiş; daha sonra da
"İnsanlardan, iman ettik diyenler vardır" (Bakara. 8) diyerek, münafıklardan bah­setmiştir. Burada da, aynı şekilde " diyerek önce müminlerden baş­lamış, sonra diyerek kâfirleri zikretmiş, daha sonra da diyerek, münafıklardan söz etmiştir.
İkinci fayda: Cenâb-ı Hakk, onların sapıtmış olduklarına hükmedince, onların
mümin olmaları imkânsız olmuştur. Aksi halde, Allah'ın doğru olan haberi, yala­na dönüşmüş olur ki; bu imkânsızdır. Muhal olana götüren şey de, imkânsızdır.
Üçüncü fayda: Allah Teâlâ'nın sözü, melekler ve peygamberlerden hiçbirinin, Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerin amel­lerine ters olan bir amele; kendilerine nimet verdiği kimselerin inancına ters olan bir inanca yönelmediklerine delâlet eder. Çünkü, bunlardan böyle bir şey sadır olmuş olsaydı, muhakkak ki haktan sapmış olurlardı. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Hakdan sonra, ancak sapıklık vardır" (Yûnus. 32) buyur­muştur. Eğer onlar sapıtmış olsalardı, onlara tâbi olmak caiz olmaz ve onların yoluyla da hidayete erişilmezdi, Böylece de onlar, Cenâb-t Hakk'ın sözünün kapsamının dışına çıkmış olurlardı. Bunun böyle olması geçersiz olun­ca, biz bu ayetle peygamberler ve meleklerin ismetini anlamış oluruz.
Dördüncü fayda: İlâhî gazab ne demektir? "Gazab", intikam alma arzusuyla, kalbteki kanın kabardığı sırada meydana gelen bir değişikliktir. Bil ki, böyle bir şey Allah hakkında imkânsızdır. Ancak burada umumî bir kaide vardır ki, o da şudur: Nefsanî hallerin tamamının, {ki bunlardan maksadım acıma, neşe, sevinç, öfke, utanma, kıskançlık, hile ve tuzak, kibir ve alaydır) bir başlangıç) bir de sonu vardır. Meselâ öfkenin başlangıcı, kalbdekı kanın kabarması; sonu ise, kendisine kızdığı kimseye zarar vermek istemesidir. Buna göre "gazab" lâfzı, Cenâb-ı Allah hakkında, kalbteki kanın kabarması manasında olan başlangıcına hamledilemez. Belki, "zarar vermeyi istemek" manasına olan neticesine hamledilebilir. "Haya" da böyledir Bunun bir başlangıcı vardır. O da insanda meydana gelen bir inki­sar halidir. "Hayâ"nın gayesi de, bir işi terketmektir. Buna göre "haya" lâfzının Allah hakkında, "işi terketme" manasına hamledılmesi caiz, fakat "nefsin inkisarı" manasına hamletmek ise caiz değildir. İşte bu, bu konuda çok kıymetli bir kaidedir.
Beşinci fayda: Mutezile, "Allah'ın onlara gazab etmesi onların, kendi iradele­riyle, yasak olan şeyleri yapmış olduklarını gösterir Aksi halde, Allah'ın onlara ga­zab etmesi, Allah'tan onlara bir zulüm olurdu" dedi. Ehl-i sünnet ise, "Cenâb-ı Hakk, onlara kızdığını zikredip peşi sıra da onların sapıtmış olduklarını ekleyin­ce, bu ifade tarzı, Allah'ın onlara gazab etmesinin, onların sapıtmış olmalarının illeti olduğunu gösterir. Buna göre de Allah'ın sıfatı, kulun sıfatında müessir ol­muş olur. Ama, onların sapıtmış olmaları, onlara Allah'ın gazab etmesini gerekti­rir dersek, bu ifadeye göre, kulun sıfatı, Allah'ın sıfatında müessir olmuş olur ki, bu da imkânsızdır
Altıncı fayda: Fatiha Sûresi'nin evveli Allah'a hamdetmeyı, O'na sena etmeyi ve O'nu övmeyi ihtiva eder Sonu   ise O'na iman etmekten ve O'na itaati kabul etmekten yüz çevirenleri kınamayı ihtiva eder. Bu da bütün hayırların kaynağının ve mutlulukların dibacesinin Allah'a yönelmek; belâların kaynağının ve korkula­rın başının da Allah'tan yüz çevirmek, O'na itaatten uzaklaşmak ve O'na hizmet etmekten kaçınmak olduğuna delâlet eder
Yedinci fayda: Bu ayet, mükelleflerin üç kısım olduğunu gösterir: 1-) İtaat edenler, sözü bunlara işaret eder. 2-) Günah işleyenler, sözü ile bunlara işaret edilmiştir. 3-) Allah'ın dini hususunda cehalet ve küfür içe­risinde olanlar," sözüyle de bunlara işaret edilmiştir. Şayet, Allah'a âsi olanların, niçin kâfirlerden önce zikredildikleri sorulursa, deriz ki: Bu günah işle­yenlerden her biri, küfürden sakınmakla birlikte, fısktan sakınmaz. Bu sebeble fısktan sakınmama mühim bir husus olmuş olur. Bundan dolayı da önce o zikre­dilmiştir.
Sekizinci fayda: Bu son ayet hakkında bir soru vardır. O da şudur: 'Allah'ın gazabı, o çirkin ve günah işin o kuldan sâdır olacağını Allah'ın bilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu bilginin ise ya kadîm ya muhdes (sonradan meydana gelmiş) olduğu söylenebilir. Eğer bu bilgi kadîm ise, kulun varlık âlemine girmesiyle de­vamlı olan bir azabtan başka hiç bir şeyden istifade edemeyeceğini bile bile, Cenab-ı Allah niçin onu yokluktan var edip onu yarattı? Bir şeye kızan kimsenin o şeyi yoktan var etmeye ve icat etmeye yönelmesi nasıl düşünülebilir? Ama bu bilginin hadis (sonradan olma) olduğu söylenirse, o zaman Cenâb-ı Hakk hadis olan şeylere mahal olmuş olur. Bir de bu ilmi ihdas etmek kendinden önce geç­miş bir ilme muhtaç olur ki bu teselsüldür. Teselsül ise muhaldir." Bu sorunun ce­vabı şudur: Cenab-ı Allah istediğini yapar, dilediğine hükmeder.
Dokuzuncu fayda: Ayet hakkında, diğer bir soru da şudur: "Allah'ın nimet ver­diği kimsenin, gazab olunmuşlardan ve sapılmışlardan olması imkansızdır. Cenâb-ı Hakk,"  sözünü zikrettikten sonra, peşine " ayetini getirmesındeki hikmet nedir?" Buna cevabımız şudur: İman, ancak havf (korku) ve recâ (ümit) ile mükemmel olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.): "Eğer müminin korkusu iie ümidi karşılıklı tartılsa, ikisi birbirine denk olurlar[107] buyurmuştur Bu hadise göre, Cenâb-ı Allah'ın sözü tam ümidi; sözü de tam korkuyu gerektirir Bu durumda da iman her iki rüknü ve her iki tarafı ile kuvvet bulmuş olur ve kemâl derecesine ulaşır.
Onuncu fayda: Ayette bir başka soru daha vardır ki o da şudur: "Cenâb-ı Al­lah'ın, makbul kimseleri bir gurup, -ki bunlar Allah'ın nimet verdiği kimselerdir-reddolunan kimseleri de, kendilerine gazab edilmiş olanlar ve sapıtanlar olmak üzere iki gurup kılmasındaki hikmet nedir?" Buna cevabımız şöyledir: Kendileri­ne Allah'ın nimetleri tam olan kimseler (bizzat Hakk'ın bilgisi ve bununla amel ettikleri için, hayrı birleştiren kimselerdir ki Cenâb-ı Hakk'ın " sözü ile kastedilenler işte bunlardır. Burada amel şartı bozulursa bu kimseler fâsıklardır, " ile kastedilenler bunlardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk:
"Her kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası içinde ebedi olarak kala­cağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş ve lânetlemiştir" (Nisa, 93) buyurmuş­tur. Eğer bundan ilim şartı yok olursa, böyle olan kimseler sapıtanlardır. Çünkü Cenâb-ı Allah:
"Artık Hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan ne kalır!" (Yunus. 32) buyurmuş­tur. Bu, Fatiha Sûresi'nin her bir ayetinin tafsilatlı olarak tefsiri hususundaki son sözümüzdür. En iyi Allah bilir. [108]

Fatiha Sûresi'nin Toplu Bir Tefsiri       

Sûreden Çıkarılan Aklî İncelikler

Dünya âlemi, bulanıklık âlemidir Ahiret âlemi ise, sefa âlemidir Buna göre dün­yaya nısbetle ânı ret, fere nisbetle asıl ve gölgeye nisbetle cisim gibidir. Bu se-beble dünyada bulunan her şeyin ahirette bir aslının bulunması gerekir Aksi hal­de dünyadaki şeylerin, aslı olmayan bir serap ve boş bir hayalden başka bir şey olmaması gerekirdi. Ahirette bulunan herşeyin de dünyada bir benzerinin bulun­ması gerekir. Aksi halde ahiretteki o şeyler, meyvesiz bir ağaç ve delilsiz bir med­lul gibi olurdu. Buna göre ruhanî âlem, ışık, nur, güzellik, sevinç, lezzet ve nimet­ler âlemidir. Ruhanî varlıkların da kemâl ve noksanlık bakımından farklı oldukla­rında şüphe yoktur. Bunlardan birinin onların en şereflisi, en yücesi, en mükem­meli ve en değerlisi olması; onun dışındakilerin ise O'nun itaatinde, emrinde ve yasaklan altında olması gerekir Nitekim Cenâb-ı Hakk,
'(Bir elçi ki) çetin bir kudrete mâliktir Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvtr, 20-21) buyurur. Ve yine dünyada da bu âlemin en şerefli, en yüce, en mükemmel ve en değerlisi olan bir şahsın bulunması, onun dışındakilerin ise onun emri altında ve ona itaat eder olması gerekir. Buna göre ilk itaat olunan, ruhanî âlemde itaat olunandır. İkinci itaat olunan ise, cısmanîler âleminde itaat olunandır. Birincisi, ulvî âlemin itaat mercii, ikincisi de süflî âiemin itaat merciidir. Cismanîler âleminin, ruhanîler âleminin bir gölgesi ve bir izi gibi olduğunu zikrettiğimizde, bu iki itaat mercii ara­sında bir mülakatın, bir yaklaşmanın ve bir yakınlığın olması gerekir. Buna göre ruhlar âleminin itaat mercii ışığın kaynağı, cisimler dünyasının itaat mercii ise bir ayna, bir mazhardır. Kaynak olan, melek elçidir; tecellıgâh olansa, beşer elçidir. Bu her ikisiyle de, hem dünya hem ahirette, mutluluklar tamamlanır.
Bunu iyice kavradıysan deriz ki, beşer resulün durumunun kemâli, Allah'a da­vet etmesinde görülür. Bu davet ise, ancak Cenâb-ı Hakk'ın Bakara Sûresi'nin sonunda ifâde buyurduğu yedi şeyle tamam olur. Bu da;
"Müminlerden her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti." O'nun peygamberlerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz bizi bağışlamam dileriz, dönüş sanadır" dediler" (Bakara. 285). Peygamberlerin hükümleri arasında;
"O'nun peygamberlerinden hiç birisini diğerlerinden ayırmayız" sözü de bulu­nur. İşte bu dört husus, rubûbiyyet bilgisi olan, 'mebde" (başlangıç) bilgisine ta­alluk etmektedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk, ubûdiyyet, kulluk bilgisine taalluk eden şeyi zikretmiştir ki, bu da iki şeye dayanır Bunlardan birisi "mebde", ikincisi ise "kemâl"dir. Mebde, Cenâb-ı Hakk'ın;
"Duyduk ve itaat ettik, dediler" sözüdür. Çünkü bu söz, Allah'a doğru yol al­mak isteyen herkes için gereklidir. Kemâl ise, Allah'a güvenme ve tamamıyla O'na sığınmadır. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz" sözüdür. Bu da, beşerî işlere ve insana yönelik itaatlere iltifat etmeyerek, tamamıyla Allah'a sığınmak, O'nun bağışlama­sını ve affetmesini istemektir. Sonra, zikredilen bu dört aslın bilgisi ile,Rubûbyyet bilgisi; yine yukarda zikredilen kula ait şu "mebde" ile "kemâl" bilgisi ile kulluk bilgisi tamam olunca geriye çok bağışlayan melikin huzuruna çıkmaktan, ahirete gitmek için hazırlanmaktan başka bir şey kalmaz. Bu da, Cenabı Hakk'ın Dönüş Sanadır sözünden murâd edilendir. Bu söylediklerimizden, derecelerin "mebde", "vasat" (orta) ve "meâd" (varış yeri) olmak üzere, üç oldu­ğu ortaya çıkar. Mebde'in bilgisi, dört şeyi tanımakla mükemmel olur Bu dört şey, Allah'ı, melekleri, kitapları ve peygamberleri tanımadır. "Vasat" olanın bilgisi ise, iki şeyi bilmekle, yani bedenler âleminin payı olan "Duyduk ve itaat ettik" ve, ruhlar âleminin payı olan "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı düiyoruz"u arılamakla mükemmel olur. "Meâd"ın bilgisi ise. tek bir şeyle tamam olur. Bu da, Allah'ın  "Dönüş Sanadır!" sözüdür. Buna göre, işin baş­langıcı dört, ortası iki ve sonu da bir olmuş olur
Bilgi hususunda bu yedi mertebe sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'a yalvarma, ya­karma ve dua etme hususunda da, bundan yedi mertebe çıkar.
Birinci mertebe: Hakk Teâlâ'nın  "Ey Rabbimiz, unutursak veya yamlırsak, bizi muaheze etme" (Bakara, 286) sözüdür. Unutmanın zıddı, hatırlamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Ey iman edenler, Allah'ı çokça anınız." (Ahzâb,41) "Unuttu­ğun zaman, Rabbini an." (Kehf,24)  "İyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar, hakikati görüp bilmişlerdir." (Araf, 201) ve "Ve, Rabbinin ismini an" {insan. 25) buyurmuştur. Bütün bu zikir ve anmalar, ancak  sözü ile elde edilir.
İkinci mertebe: "Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme" (Bakara. 286) ayetidir Ağır yükü savuşturmak, Cenâb-ı Hakk'a hamdetmeyi gerektirir; bu da O'nun " sözüyle elde edilir.
Üçüncü mertebe: "Rabbimiz, bize takat getiremıyeceğimiz şeyi yükleme" (Bakara. 286) ayetidir. Bu da. Cenâbı Hakk'ın rahmetinin tanrılığına işarettir. sözü de, bunu ifade eder.
Dördüncü mertebe: Cenâb-ı Hakkın sözüdür. "Çünkü sen, din gününde hükmetmeye ve hüküm vermeye mâliksin." Bu da O'nun,  sözüdür
Beşinci mertebe: Allah'ın "Bizi bağışla" sözüdür "Çünkü dünyada biz  sana  ibadet   ettik   ve   her   işimizde  senden   yardım   istedik."   Bu  da  sözüdür.
Altıncı mertebe: O'nun Bize merhamet et!" sözüdür. 'Çünkü, bizi dos­doğru olan yola ilet diyerek, Senden hidâyetimizi istemiştik."
Yedinci mertebe: "Sen bizim Mevlâmızsm, bi­naenaleyh kâfir kavimlere karşı bize yardım et!" (Bakara 286) sözüdür. Bu da sözünden kastedilendir.
İşte Bakara Sûresi'nın sonunda zikredilen şu yedi mertebeyi, Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraca çıkarken, ruhanîler âleminde söylemiştir. Miracdan inince, kayna­ğın eseri mazhar üzerinde coştu da, bu Fatiha Sûresi'yle açıklanmış oldu. Buna göre, kim namazında Fatiha Sûresi'ni okursa, Hz. Muhammed (s.a.s.) zamanın­da bu nurlar nasıl masdardan mazhara yani ışık kaynağından âyineye inmişse kıraat esnasında bu nurlar mazhardan maşdara doğru yükselirler. İşte bu sebebten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Namaz, müminin miracıdır" bu­yurmuştur. [109]

Şeytanın İnsana Girdiği Yollar        

Şeytanın insana nüfuz edebildiği yollar, aslında üçtür. Bunlar şehvet, gazap ve nevadır. Buna göre şehvet, hayvanî; gazap, parçalayıcı ve hevâ da, şeytanîdir. Buna göre, şehvet bir afettir. Ne var ki, gazap ondan daha büyüktür. Gazap, bir afettir, ne var ki, hevâ ondan daha büyüktür. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın
"Çünkü namaz edebsizlikten nehyeder" (Ankebut, 45).Bu ayetteki "fahşâ"dan mu-rad, şehvet eserleridir, Ayetin devamında gelen "münker"den maksad, gazab eser­leridir, "bağy" dan maksat ise hevâ eserleridir. Buna göre insan, şehvet ile nefsi­ne, gazap ile başkasına zulmetmiş olur, hevâ ile de zulmü Cenâb-ı Allah'ın celâli­ne taşmış olur. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.s.)
"Zulüm üç kısımdır: Affolunmayan zulüm, peşi bırakılmayan zulüm, Cenâb-ı Allah'ın peşini bırakması (affetmesi) umulan zulüm. Affolunmayan zulüm, Allah'a şirk koşmaktır. Peşi bırakılmayan zulüm kulların birbirlerine yapmış oldukları zu­lümdür. Allah'ın, peşini bırakması umulan zulüm ise, insanın kendine yapmış ol­duğu zulümdür"[110]
Bu hadîse göre affolunmayan zulmün kaynağı hevâ, peşi bırakılmayacak olan zulmün menşei gazap ve Cenâb-ı Allah'ın, peşini bırakması (affetmesi) umulan zulmün kaynağı ise şehvettir. Sonra bunların her birinin bir neticesi vardır. Buna göre hırs ve cimrilik, şehvetin; kendini beğenme ve kibir, gazabın; küfür ve bidat da hevânın neticesidir. Bu altı şey insanda bulunduğu zaman, bir yedinci şey da­ha meydana gelir ki, o da hasettir. Haset ise, kötü ahlâkın zirvesidir. Şeytan, kı­nanmışların en ilerisi olduğu gibi... İşte bu sebebten dolayı. Cenâb-ı Hakk, insa­na ait serlerin hepsinin,
"Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden sığınırım." (Feiâk, 5) diyerek, "ha-sed ile", zirvesini göstermiştir. Nitekim şeytana ait bütün kötülüklerin zirvesinde Vesvese" olduğunu;
"Gerek cinden gerek insandan olsun, o şeytan insanların göğsüne daima ves­vese verendir" (Nâs, 5-6) diyerek göstermiştir. Şeytan da vesveseden daha şerli bir şey olmadığı gibi, insanda da hasedden daha kötü bir şey yoktur Hatta bundan öteye, "Hased eden, iblisten daha şerlidir" denilmiştir. Çünkü, anlatıldığına göre iblis Firavun'un kapısına varmış ve kapıyı çalmış. Firavun: "Kim O?" deyince de, iblis: "Eğer sen tanrı olsaydın beni bilirdin" demiş. İblis eve girince de Firavun; "Yer yüzünde seninle benden daha şerli bir kimse tanıyor musun?" diye sormuş. Buna cevaben iblis: "Evet, bu hased eden kimsedir. Çünkü hasedimden ötürü ben bu belâya düştüm" demiş.
Bunu iyice kavradığında deriz ki: Kötü huyların temeli şehvet, gazab ve neva­dır. Bu üçünden doğan şeyler ise şu zikredilen yedi şeydir (Hırs. cimrilik, ucub, kibr, küfür, bidat ve haset). İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah yedi ayet olan Fati­ha Sûresi'ni indirmiştir. Bu yedi ayet, geçen yedi belayı defetmek içindir. Fatiha Sûresi'nin kökü besmeledir. Bu besmelede de üç isim vardır Bu üç isim ise te­mel üç bozguncu ahlâka karşılıktır (şehvet, gazab ve hevânın). Buna göre şu temel olan üç isim, kötü ahlâkın üç esasının; Fatiha Sûresi'nin yedi ayeti de, yedi kötü huyun mukâbilindedir. Sonra Kur'ân'ın tamamı sanki Fatiha Sûresi'nden çık­mış dallar budaklar gibidir. Aynı şekilde bütün kötü huylar da, bu yedi kötü huy­dan çıkan dallar ve budaklar gibidir.
Üç esas isim karşılığında olan üç temel kötü huyun izahına gelince, deriz ki Allah'ı tanıyıp, O'ndan başka mâbud bulunmadığını bilen herkesten, şeytan ve hevânın tesiri uzaklaşır Çünkü hevâ, Allah'ın dışında ibadet olunan bir ilâhtır Zi­ra Cenâb-ı Hakk,
"Hevâsını ilâh edineni gördün mü?" (Câsıye, 23) buyurmuştur. Ve yine Allah Hz. Musa'ya- "Ey Mûsâ. hevâna muhalefet et. Çünkü ben nevadan başka benim mülkümde bana karşı koyan bir mahlûk yaratmadım" demiştir. Allah'ın Rahman olduğunu bilen kimse kızmaz, çünkü kızgınlığın kaynağı hükümran olma ve yö­netme isteğidir. Halbuki "velayet". Rahmân'a aittir. Zira Cenâb-ı Hakk,
"O gün gerçek mülk, Rahmân'indır." (Furkân, 26) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahîm olduğunu bilen kimsenin. O'nun rahim olması hususunda O'na benzeme­ye çalışması gerekir. Rahîm olunca da. nefsine zulmetmez, böylece de nefsini hayvanlara ait işlere bulaştırmaz.
Fâtiha'nın yedi ayeti mukabilinde olan bu yedi kötü huya gelince, bu karşılıklı olma durumunu açıklamadan önce, başka bir incelikten bahsedelim. Bu incelik şudur: Cenâb-ı Hakk, besmelede zikretmiş olduğu bu üç ismi Fatihada da zikre­dip, burada bu üç isimle beraber "Rabb" ve "Mâlik" isimlerini de zikredince de­riz ki, "Rabb" ismi Rahîm'e yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hakk
"Rahîm olan Rabb'den sözlü bir selâm vardır" (Yâsm, 58) buyurmuştur. "Mâlik" de Rahmân'a yakındır. Nitekim, Cenab-ı Hak,
"O gün gerçek mülk, Rahmân'mdır" (Furkân, 26) buyurmuştur Böylece bu üç isim "Rabb", "Melik" ve "İlâh" olarak ortaya çıkmış olur. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hakk Kur'an sûrelerinin sonuncusunu bu üç isimle bağladı. Buna göre takdir, sanki şöyle denilmiş olmasıdır: Şayet sana şeytan şehvet tarafından gelmek isterse,
"İnsanların Rabbine sığınırım'' (Nas. 1) de! Eğer gazab tarafından yaklaşmak isterse, "İnsanların Melikine" de; hevâ cihetinden gelmek isterse, "İnsanların ilâhına" de!
Bu yedi şeyin yedi ayete karşılık olmasını izaha başlıyor ve şöyle diyoruz: Kim " derse, Allah'a şükretmiş ve eldekiyle yetinmiş olur. Böylece de, şehveti yok olur. Kim O'nun âlemlerin Rabbi olduğunu bilirse, bulamadığı ve elde ede­mediği şeyler hususundaki hırsı; elde ettiği şeyler hususundaki cimriliği zail ol­muş olur. Böylece de ondan şehvet ve onun lezzetlerinin belâsı savuşmuş bulur. Kim Allah'ın Rahman ve Rahîm olduğunu bildikten sonra, O'nun din gününün sahibi de olduğunu bilirse, gazab ve öfkesi zail olur.
Kim, " derse, birincisiyle (Yalnız sana ibâdet ederiz) kibri; ikincisiyle de (Yalnız senden yardım isteriz) kendini beğenmesi yok olmuş olur. Böylece de ondan, gazab ile ondan meydana gel­miş olan kibir ve kendini beğenme afeti savuşmuştur.
"Bizi dosdoğru yola ilet!" deyince de ondan hevâ şeytanı bertaraf olmuş olur,
"Kendilerine nimetler verdiklerinin yoluna.." deyince ise, kendisinden küfür ve şüphe gitmiş olur.
"Kendilerine gazab olunmuşların ve sapılmışların yoluna değil" dediği zaman­sa, ondaki bidatler savuşmuş olur. Böylece, Fâtiha'nın bu yedi ayetinin bu yedi kötü ahlâkı defetmiş olduğu ortaya çıkar. [111]

Fatiha, Muhtaç Olunan Her Şeyi İhtiva Eder      

"Bu fasıl. Fatiha Süresi'nin mebde' (başlangıç), vasat (orta) ve me'âd (sonuç, âhiret) bilgisi hususunda insana lâzım olan her şeyi ihtiva ettiğini açıklamak hususundadir"
sözü, Hâlik-i muhtar'ın (iradesi hür Yaratıcının) varlığına işarettir. Bu­nun izahı şöyledir: Kur'ân'da Yaratıcı'yı isbat hususunda dayanılan esas, insanın yaratılmasıyla buna istidlal etmektir. Görmüyor musun İbrahim (a.s.) şöyle demiştir:
"Rabbim dirilten ve öldürendir." (Batara. 258), Bir başka ayette de şöyle der:
"O, beni yaratan ve bana hidayet edendir." (Şuarâ, 78). Mûsâ {a.s.)
"Bizim Rabbimiz, herşeyi yaratan ve sonra da onların tutacağı yolu gösteren­dir" (Tâhâ, 50) buyurmuştur. Bir başka ayette de
"O sizin ve geçmiş atalarınızın Rabbidir" {Duhân, 8) demiştir. Cenâb-ı Allah, Ba­kara Süresi'nin başında:
"Ey insanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize kulluk edin. Tâki takva sahibi olasınız" {Bakara. 21) buyurmuştur ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indir­diği ilk ayetlerde şöyle demiştir:
"Yaratan Rabbinin adı ile oku. O, insanı alakadan yaratmıştır" (Alak. l-2).Bu altı ayet, Allah Teâlâ'nın, insanın yaratılması ile Yaratıcının varlığına istidlalde bulun­duğunu gösterir Kur'ân'ı iyice düşündüğünde, onda bu çeşit pek çok istidlalin olduğunu görürsün.
Bu delil, haddizatında bir delil olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir nimettir. Bu durum, kula Allah'ın varlığını tanıtması bakımından bir delil, kula Allah tara­fından gelen büyük bir menfaat olması cihetiyle de bir in'âmdır. Öyleyse o bir cihetten delil, bir başka cihetten de in'ârn (nimet verme)dır. İn'âm ancak in'âm edenin, nimet ulaştırma gayesini taşıması durumunda övgüye değer. İnsan be­deninin yaratılması da böyledir. Çünkü muhtelif karakterli, şekilli ve biçimli uzuv­ların, cüzleri birbirine benzeyen bir nutfeden (meni damlasından) meydana gel­mesi, ancak Yaratıcı olan Allah Teâlâ, bu uzuvları o biçim ve karakterlerde var etmeyi dilediği zaman mümkün olur Öyleyse bu farklı uzuvların meydana gel­mesi, her şeyi bilen, her şeye kadir, rahmetinin ve ihsanının hükmüyle ve her tür­lü faydamıza uygun ve elverişli olacak bir biçimde bu uzuvları yaratmayı dilemiş olan bir Yaratıcının varlığına delâlet eder. İşte durum ne zaman böyle olursa, bu­nu yapan hamd-ü senaya hak kazanır. Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ın sö­zü, Yaratıcının varlığına, ilmine, kudretine, rahmetine, hikmetinin kemâline ve hamd-ü sena ile her türlü tazime müstehak olduğuna delâlet eder Böylece de sözü, bütün bu manalara delâlet etmiş olur.
sözüne gelince, bu da, bu ilâhın bir olduğuna, bütün âlemlerin O'nun mülkü ve milki olduğuna, âlemde O'ndan başka hiç bir ilâh bulunmadığı­na ve O'ndan başka hiç bir mâbud olmadığına delâlet eder.
sözüne gelince, bu, kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan bu tek ilâhın, kul için, ölümden önce, ölüm esnasında ve ölümden sonra, rahmetin, keremin, lütuf ve ihsanın kemâli ile nitelenmiş olduğunu gösterir.
sözü de, bu günden başka, içinde iyinin kötüden ayrılacağı ve mazlumun hakkının zalimden alınacağı bir başka günün (ahiretin) olmasının, Al­lah'ın rahmetinin ve hikmetinin gereklerinden olduğuna delâlet eder. Şayet ölüm­den sonra diriliş ve haşr olmamış olsaydı, bu, Allah'ın rahman ve rahîm olmasına zarar verirdi. İşte bunu iyice anladığın zaman sözünün bir Hâlik-i muh-târ'a;" sözünün, bu Yaratıcı'nın birliğine (vahdaniyetine); sözünün, O'nun dünyadaki ve âhiretîeki rahmetine; sözünün de, ahiret yurdunu yaratmış olduğu için, rahmetinin ve hikmetinin ne kadar mükem­mel olduğuna delâlet ettiğini görürsün. İşte buraya kadar anlattıklarımızla, kulun rubûbiyyet bilgisi konusunda muhtaç olduğu şeyler tamamlanmış oldu.
den itibaren sûrenin sonuna kadar-olan kısma gelince, bu, kulluğun ifade edilmesi konusunda bilinmesi gereken şeylere işaret etmektedir ki, bu şey­ler de şu iki kısımda toplanmıştır: Kulun yaptığı ameller ve bu amellere bağlı olan neticeler... Kulun yaptığı amellerin iki esası vardır:
Birincisi: Kulun ibadet etmesidir. sözüyle buna işaret edilmiştir.
İkincisi: Kulun, Allah'ın yardtmı olmaksızın, bu ibadeti yapmasının mümkün ol­madığını bilmesidir. sözüyle de buna işaret edilmiştir. Bu noktada cebr ve kader konusundaki sonsuz derya karşımıza çıkar. Bu amellere dayanan neticelere gelince bunlar da hidayet, manevî inkişaf ve tecellînin meydana gel­mesidir ki sözüyle buna işaret edilmiştir.
Sonra, âlemdeki insanlar üç guruptur.
Birinci gurup, Hakk'a ulaşmış, ihlâs sahibi kâmil insanlar... Bunlar bizzat Hakk'ın bilgisi ve bu bilgiyle amel etme neticesi elde edilen hayrı kendilerinde cemetmiş olan kimselerdir. sözü ile bu kimselere işaret edilmektedir
İkinci gurup, sâlih amelleri ihlâl etmiş olanlardır ki, bunlar da fâsıklardır.
sözü ile bunlara işaret edilmiştir.
Üçüncü gurup, doğru inancı ihlâl etmiş olanlardır ki bunlar bid'ate ve küfre dalan kimselerdir. İşte sözü ile de bunlara işaret edilmektedir.
Bunu iyice anladıysan deriz ki: İnsan nefsinin marifet ve ilim yoluyla kemâle ermesi iki kısımdır a) İnsanın, bu marifet ve ilimleri, tefekkür, derin düşünce ve istidlal yolu ile elde etmeye gayret etmesidir, b) İnsanın, bu bilgi ve marifeti, kendinden önceki insanların bilgilerinin kendisine ulaşarak bunlarla kemâle er­mesidir. sözü birinci kısma, sözü de ikinci kısma işaret etmektedir Sonra bu ikinci kısımda kulun, sahih inanç ile sâlıh ameli birleştiren hak ehlinin akıllarının nuruna uyması; kendilerine gazab edilmiş olan, sâlih amelleri ihlâl eden taife ile sahih inancı ihlal eden sapıtmışlar taifesine uymaması istenir. İşte bu sûrenin sonudur. Bu özetlediğimiz şeylere vâkıf olunun­ca, Fatiha Sûresi'ninrubûbyyetve ubudiyet bilgisinden muteber olan makamla­rın hepsini ihtiva ettiği ortaya çıkar. [112]

Dördüncü fasıl      

 Hz. Peygamber (s.a.s.) Cenâb-ı Allah'ın şöyle buyurduğunu nakl etmiştir:
"Salât Sûresini (Fatiha Sûresi'ni)kulum ile aramda ikiye bölüştürdüm. Kul. bes­meleyi okuduğunda Cenâb-ı Allah: "Kulum Beni zikretti "der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah, "Kulum bana hamdetti" der Kul dediğin­de. Cenâb-ı Allah: "Kulum Bana tazim etti" der. Kul: dediğinde, Allah: -Kulum Beni yüceltti" der. -Diğer bir rivayette de- "Kulum işlerini Bana havale etti" der. Kul, dediğinde, Cenâb-ı Allah: -Kulum Bana ibadet etti" der. Kul, dediğinde İse, Allah: '-Kulum bana tevekkül etti" der. -Diğer bir rivayette- Kul dediği zaman, Allah: "Bu Benimle kulum arasındadır"der. 'dediğinde de "Bu kuîumundur. Kuluma dile­diği vardır (verilecektir)" der.[113]
Post Navi

Yorum Gönder

0 Yorumlar