FATİHA SURESİNİN FAZİLETİ-SIRLARI-NÜZUL



Fatiha Suresinin Faziletleri

Surenin Nüzul Keyfiyeti

Bu sûrenin nüzûlu hakkında âlimler üç görüş zikret- mislerdir:
Birinci görüş: Bu sûre mekkîdır. Salebi, senedi ile, Hz. Ali’nin şöy|e dedlğinj rivayet etmiştir. "Fatiha sû­resi, Arşın altındaki hazinelerden inmiştir." Sa'lebî bu­nun peşi sıra. âlimlerin çoğunun bu görüşte olduğunu söylemiştir. Yine Sa'lebî, senedi ile. Anu b. Şurahbil'ia şöyle dedeni rivayet etmiştir. "Kur'ârVdan ilk nazil olan Fatiha Sûresı'dir." Bu böyledir, çünkü {vahyin başlangıcında) Hz. Peygam­ber (s.as.), Hz- Hatîce (r.a.)(ye gizlice şöyle dedi: "Bana bir şeyin karışmasından (yani aklıma bir hale! gelmesinden) endişeleniyorum." Bunun üzerine, Hz. Hati­ce, "O nedir?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle dedi: "Yalnız kaldığımda, "oku" diye bir ses duyuyorum." Sonra Hz. Peygamber Varaka b. Nevfei'e gitti ve bu du­rumu ondan sordu da, O, Peygamber (s.a.s.)'e şöyle dedi: "Sana ses geldiğinde dur.' Böylece Cebrail (a.s.), Hz. Resûl'e geldi ve Sa'lebî, senedi ile birlikte, Ebu Sâlih'den, O'nun da İbn Abbas (r.a.)dan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (ra.) şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s.) kalktı ve hemen dedi. Bunun üzerine Kureyşlıler, "Allah ağ­zını kırsın" dediler.
İkinci görüş: Bu sûre. Medîne'de nazil olmuştur. Sa'lebî senedi iıe birlikte, Mücâhıd'den, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Fatiha Sûresi, Medîne'de nazil oldu."
El-Hüseyin b. El-Fadl şöyle demiştir: "Her âlimin bir hatası olur. Bu da Mücâhidin hatasıdır Zira âlimler bu görüşün aksini söylemiştir." Buna iki şey delâlet eder, Birincisi, Hicr Sûresi, ittifakla Mekkîdir. Fatiha Sûresi'ni gösteren ayeti de Hicr Sûresi'ndedir. (Ayet, 87). Bu da gösterir ki, Allah Teâlâ, Pey-gamberımız (s.a.s.)'e bu sûreyi Hicr Sûresi'nden önce vermiştir. İkincisi: Hz. Pey­gamber (s.a.s.)'in, Fatiha Sûresi olmaksızın, Mekke'de on küsur sene kaldığını söy­lemek doğruluktan uzak bir görüştür,
Üçüncü görüş: Bazı âlimler, bu sûrenin bir kere Mekke'de, bir kere de Medî-ne'de nazil olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Fatiha Sûresi hem Mekkî, hem de Medenîdir. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onu "Mesânî" diye isimlendirmiştir. Çünkü, bu sûreyi iki defa indirmiştir. Bu durum da ancak bu sûrenin ne kadar şerefli olduğunu gösterir.(19)


Surenin Fazileti

Bu sûrenin faziletini açıklamak hususundadır. Ebû Sa' id el-Hudrî (r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivayet, edilmiştir:
"Fatiha Sûresi her türlü zeh­re karşı şifa (ilaçjtır.(20)
Huzeyfe b. el-Yemânî (r.a.)'den, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmişti
"Bir kavme Cenâb-ı Hakk, kesinkes hükmedilmiş azabım gönderir. Ancak, onla­rın çocuklarından birisi mektepte "elhamdülillah! rabbi'İ-âlemîn" diye okuyunca, Allah Teâlâ bunu duyar. Bu sebeble onlardan azabını kırk yıl kaldırır." Hz. Hüseyin (r.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Cenab-( Hak. göJcfen yüzdört kitap indirdi. Bunların yüzünün bilgisini, Tevrat, İncil, Zebur ve Furkân'a koydu. Sonra bu dört kitabın taşıdığı ilimleri Furkâna (Kur­ana); Furkân'ın ilimlerini, Mufassal sûrelere;(21) Mufassal sûrelerin ilimlerini Fâtiha'ya koydu. Kim Fatiha Sûresi'nin tefsirini bilirse, Allah'ın indirdiği bütün kitap­ların tefsirini bilmiş olur. Kim Fatiha Sûresini okursa, sanki Tevrat, İncil, Zebur ve Furkân'ın tamâmını okumuş gibi olur."
Bunun sebebi şudur: İlâhî kitapların hepsinin gayesi, usûl, furû ve mükâşefe ilmidir. Bu sûrenin de, bu üç ilmin tamamını ihtiva ettiğini yukarda izah etmiştik. Bu yüce ve şerefli gaye, bu sûrede bulunduğu için. sanki, bütün ilâhî gayelerin tamamını ihtiva ediyor gibi olmuştur. (22)


Üçüncü Mesele      

Âlimler, bu sûrede elifbanın yedi harfinin bulunmadığını söylemişlerdir. Bu harfler şunlardır: " Bunun sebebi, bu yedi harfin, Al­lah Teâlâ'nın azabını hissettirir olmasıdır. Mesela, se helak ve yok olmaya de­lâlet eder. Nitekim Allah Teâlâ: " "Bu gün bir kere hefâk (olmayı, çağırmayın, birçok defalar helak (olduk diye) çağırın." (Furkân, 14) buyurmuştur. Cim harfi, cehennem kelimesinin ilk harfidir. Cenâb-ı Allah,"Onların hepsine va'dolunan yer cehennemdir." (Hicr. 43) ve "Andolsun ki Biz İnsanlar ve cinlerin çoğunu ce-hennem için'yarattık." {Arat 179) buyurur Hâ harfini de getirmedi, çünkü bu harf. hızyi (rüsvay olmayı) hissettirir. Allah Teâlâ: "Allah o günde. Peygamberini ve Onunla birlikte iman edenleri rüsvay etmez."(Tah-nm 8) ve de Fatiha Sûresı'n-de yoktur. Çünkü bu iki harf, zafîr ve şehîk kelimelerinin ilk harfleri­ndir Cenâb-ı Allah. "(O şakiler) için cehennemde (çok fecî bir) nefes alıp verme vardır." (Hûd. 106) buyurmuştur, Aynı şekilde Ze harfi, zakkuma da delâlet eder. Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:
Zakkum ağacı günahkârın yemeğidir." {Duhân 43-44} Şin harfi de şekâvete delâlet eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "fa­kı olanlara gelince onlar cehennemdedirler." (Hûd. 106). harfi de Fatihada yoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur. "Haydi (cehennemin) üç kola (ayrılmış duman) gölgesine gidin. O gölge, gölge-lendirici de değildir, onları alevden de korumaz." (Murselât 30-31) Yine bu harf çılgın ateş) kelimesine de delâlet eder O, "Fakat ne mümkün. Çünkü o (cehennem) halis ateştir, bedenin bütün uç uzuvlarını sö­küp koparır." (Meânc. 15-16) buyurmuştur. harfi,de bu sureden düşürülmüştür. Çünkü bu da firaka delâlet eder. Allah Teâlâ' "O gün onlar darmadağmık olurlar." (Rûm 14) ve Allah'a karsı yalan düzmeyin. Sonra azab İle sizin kökünüzü kurutur. Allaha kar­şı yalan uyduran (herkes) muhakkak hüsrana uğramıştır." (Tâhâ. 61) buyurmuştur.
Eğer, "hiçbir harf yoktur ki. bir azab türü ifade eden kelimede geçmemiş ol­sun; o halde bu sizin zikrettiklerinizde ne fayda vardır?" derlerse biz deriz ki, bunun şu faydası vardır: Cenâb-ı Hakk cehennemin sıfatı hakkında," "Cehennemin yedi kapısı vardır Onlardan her kapının be­lirli bir payı vardır." (Hicr, 44) buyurmuştur. Bu sûreyi okuyup ona iman ederek ha­kikatlerini öğrenen kimsenin cehennemdeki yedi dereceden emin olacağına dikkat çekmek için, azaba delalet eden lâfızların ilk harfleri olan yedi harfi. Cenâb-ı Al­lah düşürmüştür. Allah en iyi bilendir.(23)


Fatihadan Çıkarılan Akli Sırlar      


Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk deyince, sanki bir soru soran şöyle diyor: sözü, iki şeyden haber veriyor Birincisi, Allah'ın varlığı; ikincisi, O'nun hamde lâyık ol­ması. Allah'ın varlığının ve O'nun hamde lâyık olduğunun delili nedir öyleyse? Bu iki sual tevcih olununca, Aliahu Teâlâ bu iki suale cevap olacak şeyi zikrede­rek, birinci suale" ikinci suâle sözleri ile cevap verdi.
Birinci cevabın izahına gelince, bunda birçok hususlar vardır.
Birinci husus: Bir şeyin varlığını bilmemiz, ya zarurî ya da nazarî olur. Allah'ın varlığını bilmenin zarurî olduğunu söylemek caiz değildir. Zira biz, zorunlu ola­rak, Allah'ın varlığını zarurî bir tarzda tanımadığımızı biliyoruz. Geriye, Cenâb-ı Hakk'ı teorik olarak bilmek kalıyor. Nazarî bilgi de, ancak bir delil ile elde edilir. Halbuki Allah'ın varlığına, bu mahsusat âleminde bulunan göklerin, yerlerin, dağ­ların, denizlerin, madenlerin, bitkilerin ve hayvanların onları idare eden bir Mü­debbire, onları yoktan var eden bir Mucide, onları terbiye eden Mürebbîye ve onların hayatını devam ettiren bir Zata muhtaç olmalarından başka bir delil yok­tur Bundan dolayı Cenâb-ı Allah'ın jıiplij sözü, Kadir ve Hakîm bir ilahın varlığına delâlet eden, bir delile işaret olur
Burada birçok nükte vardır.
Birinci nükte: lâfzı, Allah'dan başka her şeye işaret etmektedir. O halde. Cenâb-ı Hakk'ın sözü, Allah'ın dışındaki her şeyin, O'na muhtaç olduğuna ve var olması hususunda Allah Teâlâ'nın yaratmasına, varlığını devam ettirmesinde ise O'nun ibkâsma ihtiyacı olduğuna işarettir. O halde sözü, her bölünme kabul etmeyen nesnenin ve her cevher-i ferd (atomjun ve her bir maksadın hakîm, kadîr ve kadîm bir ilâhın varlığına kesin bir delil ve açık bir hüccettir. Nitekim HakkTeâlâ: Hiç bir şey yoktur ki, hamdiyle Allah'ı teşbih etmesin. Fakat siz onların teşbihlerini anlayamazsınız." (isrâ, 44)
İkinci nükte: Cenâb-ı Hakk'ın, buyurmayıp da, buyurmuş olmasıdır. Bunun sebebi şudur: Ulema, sonradan meyda­na gelen varlıkların, meydana geldikleri sırada, bir yaratıcıya, bir Muhdise muh­taç olduğunda mutabıktırlar Ancak, bu mevcudun varlığını sürdürdüğü sürece, bu varlığı devam ettiren bir şeye muhtaç olup olmadığı hususunda ihtilâf etmiş­lerdir Bazıları: "Bir şey, varlığını sürdürmek için her hangi bir sebebe muhtaç değildir" diye iddia etmişlerdir. Halbuki Rabb, o şey varlığını sürdürdüğü müd­detçe, onun halini düzelten ve onun devamını sağlayan kimsedir Buna göre, " sözü, bütün âlemlerin, varlığını idame hususunda Kendisine muh-taç'olduklarına bir dikkat çekmedir. Burada maksad, âlemlerin meydana geldiği sırada, bir yaratıcıya muhtaç olduğu hususunun üzerinde ittifak bulunan bir iş; âlemlerin, varlığını sürdürdükleri sırada, bunları bir terbiye edene ve varlıklarının devamını sağlayan birisine muhtaç olduğu hususunun ise, ihtilaflı bir konu oldu­ğunu belirtmektir. Böylece, Cenâb-ı Hakk, Allah'tan başka her şeyin, meydana gelmesinde, ve varlığını idame ettirmesinde, kendisinden müstağni olamıyacak-larına dikkat çekmek için, sözünü özellikle zikretmiştir.
Üçüncü nükte: Bu sûre diye adlandırılmıştır O halde, bu sûrenin bir temel ve kaynak; bunun dışındaki sûrelerin ise, bundan kaynaklanan arklar gibi olması gerekir O halde Cenâb-ı Hakk'ın, sözü, kendinden başka her varlığın, O'nun ulûhiyyetine delil olduğuna dair bir uyarmadır. Allah bunlar­dan sonra başka dört sûreyi de, sözüyle başlatmıştır ki, bu sûrelerin
ilki En'âm Sûresi'dir. Bu sûreye "Gök­leri ve yeri yaratan: karanlıkları ve aydınlığı (nuru) var eden Allah'a hamdolsun."
(Enam. 1) diyerek başlamıştır. Burada zikredilen sözünün ifade ettikle­rinden bir kısımdır Çünkü "âlem" lâfzı, Allah'tan başka her şeyi içme alır. Bu ayetten bahsedilen "gökler", "yer", "nur" ve "karanlıklar" da, Allah'ın dışında var olan şeylerden bazılarıdır. O halde En'âm Sûresi'nin başında zikredilenler, âdeta Fati­ha Sûresi'nin başında zikredilenlerin bir parçasıdır. Ve yine, En'âm Sûresi'nin ba­şında zikredilen husus, Cenâb-ı Hakk'ın gökleri ve yerleri yaratmış olmasıdır. Fa­tiha Sûresinin başında zikredilen husus ise, O'nun âlemlerin Rabbi olmasıdır Âle­m/n varlığın devam ettirmesi hususunda, Cenâb-ı Hakkin ibkâstna muhtaç olduğu sabit olunca, âlemin meydana gelmesi hususunda, onu meydana getirecek bir varlığa haydi haydi muhtaç olması gerektiğini açıklamıştık. Ama, âlemin mey­dana gelmesinde bir "muhdis"e ihtiyacı olmasından, varlığını idamesi hususun­da bir ibkâ ediciye muhtaç olması da gerekmez. Bu sebeple, şu iki izah tarzın­dan En'âm Sûresi'nin başında zikredilmiş hususların, Fatiha Sûresi'nin evvelinde zikredilen kısımların yerini tutan bir kısım olduğu ortaya çıkmıştır.
Hamd ile başlayan ikinci sûre, Kehf Suresi'dir. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurarak, Sûreye başlar: "Kuluna Kitab'ı indirmiş olan Allah'a hamdolsun." (Kehf, 1) Bu ayetten maksad, ruhları bilgiler aracılığıyla terbiye etmektir. Çünkü, Allah'ın kuluna indirdiği kitap, keşiflerin ve müşahedelerin mey­dana gelmesine sebeptir. Buna göre, bu ayet sadece ruh terbiyesine işaret et­miş olur. Fatiha Sûresi'nin başında demesi de, bütün âlemler hak­kında umumî bir terbiyeye işarettir. Bu umumî terbiyeye, meleklerin, insanların, cinlerin ve şeytanların ruhî terbiyeleriyle göklerde ve yerterde meydana ge\en mad­dî terbiye de dahil olur. O halde, Kehf Sûresi'nin evvelinde bahsedilen şeyin, Fa­tiha Sûresi'nin başında zikredilen şeyler nev'inden olduğu anlaşılmıştır
Hamd ile başlayan üçüncü sûre, Sebe' Sûresi'dir. Bu sûre şöyle başlamakta ken­disine ait olduğu Allah'a hamdoisun." (Sebe. 1) Cenâb-ı Hakk, En'âm Sûresi'nin ba­şında, yer ve göklerin kendisine ait olduğunu; Sebe Sûresi'nin başında ise, gök­lerde ve yerde bulunan şeylerin kendisine ait olduğunu açıklamıştır. Bu da, O1 nun    sözünün kapsadığı konulardan bir kısmıdır nun sözünün kapsadığı konulardan bir kısmıdır.
Hamd ile başlayan dördüncü sûre, Fâtır Sûresi'dir. Bu sûre şöyle başlamakta­dır: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsus­tur." (Fâtır. i) En'âm Sûresi'nin başında bahsedilen, Allah'ın göklerin ve yerin yara­tıcısı olmasıdır. "Yaratmak" ise (halk), takdir etmektir. Bu sûrenin başında bahse­dilen ise O'nun gökleri ve yeri yoktan var ederek, onların zatlarını yaratan olması­dır (fatr). Bu ise, birinciden başkadır Ancak Fâtır Sûresi de, Cenâb-ı Hakk'ın sözünün kapsamına giren kısımlardan bir kısımdır Sonra Cenâb-ı Hakk, En'âm Sûresi'nde, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu zikredince, karanlıkların ve nurun yaratıcısı olduğunu da söyledi: Fâtır Sûresi'nde ise, kendisinin göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu bildirdiğinde me­lekleri de elçiler olarak yarattığını açıkladı. Buna göre, En'âm Sûresi'nde gök­lerin ve yerin yaratılmasından sonra, karanlıklar ve nurların yaratıldığını; Fâtır Sû­resi'nde ise, Cenâb-ı Allah'ın göklerin ve yerin yaratıcısı olduğu zikredildikten sonra, ruhanî varlıkların yaratılmış olduğu zikredildi. İşte bütün bunlar, hayranlık uyandı­ran birtakım sırlar ve yüce birtakım inceliklerdir. Şu kadar var ki, bunlar da hepsi Cenâb-ı Hakk'ın sözünde zikredilmiş olan, en büyük okyanusun ihtiva ettiği türlerin yerine geçmektedir. Bu da, sözünün, ka­dîm bir ilâhın varlığına delil olmak üzere zikredildiğine dikkat çekmektedir.
İkinci husus: sözü, bir ilâhın varlığına delâlet ettiği gibi, bunun ya­nında da, O ilâhın zatının bir mekândan, o mekânda yer tutmaktan ve bir cihette bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet eden delilleri de, içine almaktadır. Zi­ra, "âlemin" lâfzının, Cenâb-ı Hakk'tan başka her varlığı kapsadığını izah etmiş­tik. Zaman ve mekân kavramları da, Allah'ın dışındaki varlıklara dahildir. Buna göre mekân, boşluktan, âlândan re sürüp giden boşluktan; zaman ise, kendisi sebebiyle önceliğin ve sonralığm meydana geldiği müddetten ibarettir. O halde,
sözü. Cenâb-ı Hakk'ın zamanın ve mekânın da Rabbi, onların yara­tıcısı've onların yoktan var edicisi olduğuna delâlet eder. Sonra Hâlık'ın varlığının yaratılmışların varlığından kesinlikle önce olduğu bilinen bir gerçektir. İş böyle olunca O'nun zatı da, fezanın, boşluğun ve alanın meydana gelmesinden önce olup, cihet ile mekândan münezzehtir. Şayet O'nun zatı, fezanın meydana gel­mesinden sonra, fezanın cüzlerinden birinde meydana gelmiş olsaydı, o zaman O'nun zatının hakikati değişmiş olurdu ki, bu imkânsızdır O halde, sö­zü, bu manada olmak üzere, Cenâb-ı Hakk'ın zatının mekân ve cihetten münez­zeh olduğuna delâlet eder.
Üçüncü husus: sözü, Allah'ın zatının hıristiyanlar ve Panteistlerin dediği gibi, bir mahalle hululden ve hulule nisbet edilmekten münezzeh olduğu­na delâlet eder. Çünkü O, âlemlerin Rabbi olunca, kendinden başka her şeyin yaratıcısı olur. Yaratıcı, yaratılmışlardan öncedir. O halde, O'nun zatı, her mahal­den önce olur. Bu sebeple, O'nun zatı bütün mahallerden müstağnidir. Mahallin var olmasından sonra, O'nun bir mahalle muhtaç olması doğru olmaktan uzaktır.
Dördüncü husus: Bu ayet, âlemin ilâhının mûcib-i bi'z-zât (zatı icabı yapan) ol­madığına, tam aksine, O'nun fâıl-i muhtar (yani dilediği şekilde iradesiyle iş ya­pan) olduğuna delâlet eder. Bunun delili ise şudur: Mûcib-i bi'z-zât olan, fiillerin­den herhangi birine karşılık hamde, senaya ve yüceltmeye hak kazanmaz. Gör­müyor musun? İnsan ateşin sıcaklığından veya buzun soğukluğundan faydalan­dığında,ateşi de buzu da medhü sena etmez. Çünkü, ısıtma konusunda ateşin, soğutma hususundaysa buzun tesiri, kendi gücü ve ihtiyarıyla değildir. Tam aksi­ne, tabiatlarının gereğidir. Cenâb-ı Hakk'ın, övülmeyi ve senayı hak ettiğine hük­medilince, O'nun kendi ihtiyariyle fail olan bir varlık olduğu anlaşılır. Allah'ın, "Fâil-i Muhtar" olduğunu anladık; çünkü, Fâil-i muhtar zatı gereği mûcib olsaydı, bütün eserler ve malûmatlar bu Müessir ve Mûcıb'in devamıyla devam etmiş olur ve bu eser ve malûmatlarda bir değişikliğin meydana gelmesi imkânsız olurdu. Hal­buki, değişikliğin meydana geldiğini müşahede ettiğimizde, bu değişikliği yapan müessirin ihtiyariyle bir kadir olup. mûcib-ı bı'z-zat olmadığını anlamış oluruz. Durum böyle olunca da, şüphesiz olarak Allah'ın hamde müstehak olduğu ortaya çıkar
Beşinci husus: Cenâb-ı Hakk, âlemi kulların maslahatlarına ve menfaatlerine uygun olarak yaratınca, gökler ve yerler âleminde bu muhkem ve tam yerli yerin­de yapmak işi, apaçık görülür oldu. Bu muhkem ve sağlam işi yapan zatın, âlim olması gerekir. Bu söylediklerimizle sözü, bir ilâhın varlığına; O'nun mekândan ve mekânda yer tutmaktan münezzeh; bir mahalle hulul etmekten berî; kudretinin nihayetsiz; ilminin sonsuz ve hikmetinin de doruk noktasında olduğu­na delâlet ettiği ortaya çıkmış olur.
İkinci sual şudur: Farzet ki, Kadir bir ilâhın var olduğuna dair kesin hüküm verdik. Ne diye O'nun, hamde ve senaya müstehak olduğunu söylüyorsunuz?
Bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın sözüdür. Bu cevabın, izahı da şöyledir: Kulun dünyadaki durumu, iki halden uzak değildir. Ya o, selâ­met ve saadet içinde olur veya kederler, sıkıntılar ve fakru zaruret içinde bulunur. Eğer esenlik ve mutluluk içinde olursa, bu mutluluk ve saadetin sebepleri, an­cak O'nun yaratması, meydana getirmesi ve icad etmesiyle olur Böylece Cenâb-ı Allah, Rahman ve Rahîm olur. Eğer belâ ve sıkıntılar içinde olursa, bu durumda belâlar ve bu kötülükler ya kullardan veya Allah'tan olmuş olur. Eğer kullardan ise, Allah Teâlâ din gününde zalimlerden, mazlumların hakkını ve intikamını ala­cağını vadetmiştir. Eğer bunlar Allah'tan ise, Allah Teâlâ dünyada kullarına indir­diği her sıkıntı ve kötülüğe karşılık bol mükâfaat ve lütufta bulunacağını vadet­miştir. Durum böyle olunca, Allah'ın sınırsız hamd-ü senaya müstehak olduğu ke­sinkes anlaşılır Zikrettiğimiz bu açıklamayla Cenâb-ı Allah'ın sözünün, aklen, kendisinden daha üstün ve mükemmel bir sözün bulunması mümkün olmayacak şekilde, dizilmiş olduğu anlaşılmış olur.
Cenâb-ı Hakk, Rubûbiyet konusunda muteber sıfatları saymayı bitirince, bu­nun peşinden ubûdiyyet (kulluk) konusunda muteber olan açıklamayı getirdi. İn­san ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Bedenin gayesi, ruh için faydalı olan şeyleri elde etme hususunda, ruhun bir âleti olmaktır. Bedenin durumlarının en üstünü, devamlı ruhanî saadetleri kazanmaya dair ruha yardım edecek amelleri yapmış olmasıdır. Bu ameller de, bedenin Ma'bûdu tazime ve O'na hizmete gö­türecek işleri yapmasıdır. Bu ameller ibadetlerdir. O halde kulun bu dünyada en güzel hâli, bu ibadetlere devam etmesidir, işte bu insanın mutluluk derecelerinin ilkidir, JiSâfl sozu ile kastedilen de budur. Kul bu mertebede bir süre devam ederse o'vakit" ona, gayb âleminin nurlarından bırşeyler tecelli eder. Halbuki o, yalnız başına bu ibadet ve taatlan yerine getiremez. Bilâkis Allah Teâlâ, onu mu­vaffak kılmadığı, yardım etmediği ve korumadığı sürece, bu ibadet ve taatlerden her hangi birini yapması mümkün değildir, Bu makam, kemâlatta orta dereceyi işgal eder, sözünden kastedilen de budur. Kul bu makamı geçince, hidayetin ancak Allah Teâlâ tarafından meydana geldiğini ve mukâşefe ile tecellî nurlarının da sadece Allah'ın hidayet etmesiyle hasıl olduğunu anlar sözünden murad ise budur. Burada da birçok nükteler vardır:
Birinci nükte; İnanç ve amellerde izlenecek gerçek yol sırât-ı müstakimdir
İnançlar hususunda sırât-ı müstakîmın gerçek yol olmasına gelince bunu bir­kaç yönden açıklayabiliriz:
Birincisi: Tenzih akidesine iyice dalan kimse, ta'tîle ve sıfatları nefyetmeye ka­dar gitmişlerdir. İsbat cihetinde ileri gidip Allah Teâlâ'ya her sıfatı vermeye kalkı­şanlar, teşbihe ve Hakk Teâlâya cisimlik ve mekân isbat etme çıkmazına düş­müşlerdir, îsbat ve nefy. doğruya götürmeyen iki aşırı uçtur. Sırât-ı müstakîm ise teşbih ve ta'tilden uzak olan bir iman yoludur.
ikincisi: Kulun bütün fiillerinin kulun kendisinden olduğunu söyleyen kimse ka­derciliğe (i'tizâle): kulun, fiilinde her hangi bir rolü ve tesiri yoktur diyen kimse de cebre düşmüştür ki, bunlar doğruya götürmeyen iki yanlış yoldur. Sırât-ı müs­takîm ise her şeyin Allah'ın hükmü ile olduğuna inanarak fiilin kula ait olduğunu kabul etmektir. Ameller konusuna gelince biz deriz ki: Kim şehevî işler hususun­da aşırılığa düşerse ahlâksızlığa düşer. Şehevî işleri tamamen terkeden kimse ise donuklaşır (hiç bir şeye arzu duymaz.) Sırât-ı müstakîm ise, her ikisinin ortası-dır ki, bu da iffettir. Yine kızgınlıkta (gazabta) çok aşırı giden, hiddete düşer. Kız­gınlık göstermemekte aşırı giden ise korkuya düşer. Sırât-ı müstakîm ise bu iki aşırılığın ortasıdır ki, o da şecaattir
İkinci nükte: Cenâb-ı Hakk, sırât-ı müstakimi, iki sıfatla nitelendirmiştir. Bunlar­dan biri müsbet. diğeri selbî (olumsuz)dur. Müsbet olana gelince, bu yolun, Al­lah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerin sıddîklarm, şehîdlerin ve salih kulların yolu olmasıdır. Selbî cihete gelince, bu yolun, Allah'ın gazabını hakedecek kadar şehevî fiilleri işleyerek davranış güçlen bozulan kimseler ile; gerçek inançlardan ve kesin bilgilerden sapacak kadar tefekkür kaabiliyetleri fe­sada uğrayan kimselerin yolu olmamasıdır.
Üçüncü nükte: Bazıları dediği zaman, sırf bununla yetinmeyip, de söylemiş olduğunu; bunun ise mürîdin, hi­dayet ve mukâşefe makamlarına, ancak kendisini dosdoğru yola iletecek ve sa­pıklıklar ile hataların dolu olduğu yerlerden uzaklaştıracak bir şeyhe intisab et­mesiyle ulaşabileceğine delâlet ettiğini ileri sürmüşlerdir. Çünkü demişlerdir man-lükatın pek çoğu noksandır. Akılları hakkı dosdoğru idrak edip de doğruyu yan­lıştan ayıramaz. O halde noksan olan varlığın, kâmil varlığa uyması gerekir. Böy­lece bu noksan olan kimsenin aklı. kâmil olanın aklının nuruyla güçlensin de, ne­ticede saadet derecelerine ve kemâlat basamaklarına ulaşsın.
Anlattığımız şeylerden, bu sûrenin, "Bana verdiğiniz ahdi yerine getirin ki. Ben de size karşı olan ahdimde durayım." (Bakara, 40) aye­tinde zikredilen ubudiyet ve rubûbiyet ahdine dair bilinmesi gereken her şeyin izahını eksiksiz ihtiva ettiği ortaya çıkar.(24)

 

İkinci Mesele    

Bu sûrenin ihtiva ettiği nüktelerin diğer bir kısmının anlatılmasına dairdir
Bu âlemin durumu, hayır ile serden, sevilen ve sevilmeyen şeylerden meydana gelmiş bir karışımdır. Bu manalar şüphesiz bu âlemde görülmektedir Ancak biz denz şer her ne jse de hay|r daha çok; hasta|jk çok ise de sıhhat ondan daha fazla; aç||k çok ise de, tokluk ondan daha çoktur. Durum böyle olun­ca, kendi nefsinin hallerini gözden geçiren her akıllı insan, nefsinin daima deği­şiklikler ve hâlden hâle geçişler içinde olduğunu müşahede eder. Sonra bu de­ğişikliklerde baskın çıkanın, esenlik, huzur, güzellik ve rahatlık olduğunu görür Bunu bildiğinde deriz ki. yokluğundan sonra bir şeyin meydana gelmesini neti­ce veren bu değişiklikler, kadir bir ilâhın varlığına delâlet ederler. Bu değişiklik­lerde galib gelenin rahatlık ve hayır olması, bu ilâhın rahîm, ihsan sahibi ve ke­rîm olduğuna delâlet eder.
Bu değişikliklerin ilâhın varlığına delâlet etmesini şöyle açıklayabiliriz: Fıtrat-ı selîme, yokken var olan her şeyin bir sebebi olması gerektiğine şehâdet etmek­tedir. Bunun için biz, yok iken bir evin yapıldığını duyduğumuzda, akl-ı selîmin, bu binanın yapılmasını üstlenmiş bir ustanın olması gerektiğine şehadette bu­lunduğunu görürüz. Bir insan bu konuda bizi şüpheye düşürmeye çalışsa bile, şüpheye düşmeyiz. Binâenaleyh bu değişen hallerin yaratıcısının da kadir olma­sı gerekir. Çünkü bu ilâh, mûcib-i bi'z-zât olsaydı bu eserin bu ilâhla hep devam etmesi gerekirdi. Eserin, yokken meydana gelmiş olması, Müessir ve Kadir bir varlığa delâlet eder. Bu değişikliklerin, Müessir olan zatın merhametli, ihsan sa­hibi olduğuna delâlet etmesine gelince, bu değişikliklerde baskın olanın rahat­lık, iyilik, güzellik ve esenlik olduğunu açıklamıştık. İşlerinin çoğu rahatlık, iyilik, huzur ve esenlik olan kimseye. Cenâb-ı Hakk merhamet etmiş ve lütufta bulun­muş olur. Böyle olan zat ise, övülmeye müstehak olur. Bu durumlar, herkesin ma­lûmu ve her akıllının aklında olunca. Allah'ı övmenin gerekçesi de her akıllı kim­senin aklında olur. İşte bu sebeple, kullarına nasıl hamdedeceklerini öğretti de,"riamd, ancak Allah'a mahsustur" dedi.
Cenâb-ı Ailah, bu makama dikkat çekince, birinciden daha yüce ve daha üs­tün diğer bir makama da dikkatlerimizi çekmiş ve sanki şöyle buyurmuştur: Ken­disine hamdetmekle meşgul olduğun o ilâhın, sadece senin ilâhın olduğuna iti-kad etmen doğru olmaz. Aksine o. bütün âlemlerin ilâhıdır. Çünkü, sende fakir­lik, başkasına muhtaç olma. sonradan mümkün bir varlık olman hasebiyle, nefsinin bir ilâha muhtaç olduğuna hükmedersin. Bu manalar bütün âlemde vardır Çünkü bu âlem hareket ve sükûnların ve her türlü değişikliklerin yeridir O halde işleri düzene koyan bir ilâha muhtaç olmanın sebebi bu âlemde de vardır Se-bebde ortaklık meydana gelince, müsebbebte (neticede) de ortaklığın meydana gelmesi vacip olur. İşte bu husus, Allah'ın, bütün mahlûkâtın işlerini düzene ko­yan, yerlerin ve göklerin ilâhı, âlemlerin de Rabbı olmasını gerektirir. Böyle bir mana ortaya çıkıp yerleşince, büyüklüğüne rağmen bu âlemi, Arşı, Kürsî'yi. gök­leri ve yıldızları yaratmaya güç yetiren varlığın, bu sayılan şeyleri yok etmeye de Kadir olduğu ve onlara muhtaç olmadığı ortaya çıkar. Bu güç yetiren, helak eden ve başkasına muhtaç olmayan varlığa, son derece saygı ve tazim gösterilmesi gerekir. Bu durumda kul şöyle düşünür: "Son derece zelil ve kıymetsiz olduğu­ma göre, bu yüce varlığa yaklaşmam ve her hangi bir yolla O'na ulaşmam nasıl mümkün olur?" İşte bu durumda, bu derde uygun ilâcın yerini tutacak şeyi Allah Teâlâ, ona hatırlatarak, sanki şöyle der: Ey zayıf kulum, her ne kadar Ben, kudre­ti, heybeti, ve ulûhiyeti büyük olan bir zat isem de, aynı zamanda rahmeti büyük Rahman ve Rahîm; din gününün yegane sahibi Allahım. Bu dünyada yaşadığın müddetçe seni, rahmetimin kısımlarından ve nimetlerimin her çeşidinden mah­rum bırakmam. Öldüğünde de din gününün sahibi benim, hiç bir amelini karşılık­sız bırakmam. Eğer hayır yapmışsan, tek bir hayrına sonsuz hayırlarla karşılık veririm. Eğer günah işlemiş isen, günahını bağışlamak, lütufta bulunmak ve onu örtmekte karşılık veririm.
Bu yolla, Cenâb-ı Allah, rubûbiyyetın durumunu ortaya koyduktan sonra kulu­na üç şeyi emretmiştir.
Birincisi, şeriat makamıdır ki bu, kulun zahirî amellere devam etmesinden iba­rettir. Bu, Allah Teâlâ'nın  ayetinde ifade ettiği husustur.
İkincisi, tarikat makamıdır ki bu da, kulun görülen âlemden gayb âlemine yol­culuğudur. Bu durumda olan kul. görülen âlemin, âdeta görülmeyen (gayb) âle­minin emrine verilmiş olduğunu görür ve bu zahirî amellerden herhangi bir şe­yin, görülmeyen âleme götürecek bir yardım olmadan, kendisi için kolay olma­yacağını anlar Bu, Allah Teâlâ'nır ayetinde ifade ettiği husustur.
Üçüncüsü: Kul, görülen bu âlemin, tamamen terkedilmiş olduğunu, bütün iş­lerin sadece Cenâb-ı Hakka âit olduğunu müşahede eder. İşte bu esnada da .'der. Hem sonra burada bir incelik daha vardır. O da şudur Tek bir ruh, "bir gayeyi elde etmek için bir araya gelmiş bir ruhlar topluluğundan kuvvetçe daha zayıftır. Bu durumda kul, sadece kendi ruhunun bu maksadı elde etmeye yetmeyeceğini anlar da, ruhunu, ilâhî nurları ve ruhanî mükâşefeleri elde etmeye yönelmiş olan tertemiz pak ruhlar zümresine dahil eder. Ruhu, bu züm­reye katılıp onların safında yer alınca, arzusu daha güçlü, istidadı daha mükemmel olur. İşte o zaman, yalnız başına elde edemeyeceğşeyleri, bu manevî züm­re içerisinde elde eder. Bu sebeble O, der.
Cenâb-ı Allah, tertemiz ve pak olan bu ruhlarla bir araya gelmenin, kuvvet ve ısti'dâdı artırdığını açıkladıktan sonra, kötü ruhlu kimselerle bir araya gelmenin de pişmanlığa, zarara, terkedilmişliğe ve umduğunu elde edememeye yol açtı­ğını beyan etmiştir. Bundan dolayı O, fastkları kastederek İ kâfirleri kastederek de demiştir.
sözünün delâlet ettiği şeriat, sözünün delâlet ettiği ta­rikat ve sözünün delâlet ettiği hakikat dereceleri tamamlana­rak, bu üç makam kâmil olup; daha sonra kötülük ve bedbahtlık erbabından uzak­laşması ve ruhî saflığa ermiş kimselerle birleşmesi sebebiyle mutluluk meydana gelince beşerî yükselmeler, insanî kemâller tam olur.(25)


Üçüncü Mesele      

Bu sûrenin ihtiva eniği nüktelerin bir diğer kısmının anlatılmasına dairdir.
İnsan, iyi ve hoş şeyleri elde etme, istenmeyen ve korkulan şeyleri giderme arzusu içinde yaratılmıştır. Hem
sonra bu âlem, sebebler âlemidir. İyi ve hoş şeyleri insan|n e|de edebl|mesi  ancak be|jr|j gebeblere bağlıû|arak mümküp Q|ur Yjne be|âJan ye kQrku|an şey|er|ı ancak belirli sebeblere yapışarak savması mümkün olur. Faydalı olan şeyi elde etmek, zararlı olan şeyi defetmek, bizzat istenen; bu âlemin durumlarının araştırılmasının, hayırlı şeylerin elde edilmesinin ve kötü olan şeylerin de def edilmesinin, ancak bu âlemin belli sebeblerine sarılmak suretiyle mümkün olduğuna, sonra aklen sevilen şeye ulaşmanın, ancak güzel bir vasıta ile mümkün olduğuna delâlet edince, bu mana bu görülen sebeplere karşı aşırı bir sevginin meydana gelmesine yol açar İnsan, bu iyi ve hoş şeylere ulaşması­nın ancak sultana, vezirine, yardımcılarına hizmet ettiğinde mümkün olacağını anladığı zaman, kalbi şiddetli bir sevgi ve büyük bir iştiyakla bu şeylere bağlanır. Sonra hikmet ilimlerinde, fiillerin çok olması, kökleşen meleke ve meziyetlerin mey­dana gelmesine sebep olduğu, ayrıca başkasına benzeme duygusunun insan tabiatında ağır bastığı hususu yer almaktadır.
Birinci hususu, şöyle izah edebiliriz: Uzun müddet bir zenaata ve sanat dalına devam eden kimsede, bu sanat ve zenaat kök salarak güçlü bir meleke hâlini alır. Bu sanata ve zenaata devam etmesine göre, bu meleke de güçlenir ve kök salar. İkincisinin izahı ise şudur: İnsan, kötü kimselerle oturup kalktığında, tabiatı kötülüğe yönelir, çünkü ruhlar, başkalarını taklit etme sevgisiyle yaratılmışlardır. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki, dünya hallerini araştırmanın, faydaları te­min ve zararları da defetmeyi mümkün kılan bu zahirî sebeplere kalbin bağlan­masına sebeb olduğunu açıklamıştık. Ve, insan bu sebeplere ne kadar çok sarılırsa, kalbinde de bunlara meyi ve istek o derece kökleşir ve güç kazanır. Yine, dünyaya bağlananların çoğu, bu vasıfla nitelenmişler ve bu duruma devam et­mişlerdir. Nefislerin başkalarını taklitten hoşlanacak şekilde yaratılmış olduğunu da, beyan etmiştik. Bu da, bu durumun insan ruhunda kökleşmiş olmasını ge­rektirir. Anlattığımız delillerle, dünya sevgisini icap ettiren sebeplerin ve bu se­beplere bağlanmadaki tutkunun, gerçekten çok yoğun ve çok güçlü olduğu or­taya çıkmıştır.
Sonra biz deriz ki, insana kendisini dosdoğru yola iletecek ilâhî bir hidayet ulaş­tığında, onun kalbine bu sebepler hakkında şifa verici, tam bir tefekkür duygusu düşer de, o zaman şöyle der: Bu âleme hükümran olan şu sultan, kendi üstün kudreti ve mükemmel hikmeti ile mi, dünyaya Hükümran oldu, yoksa böyle olma­dı mı? Birincisi geçersizdir, çünkü bu sultan, bazen insanların en acizi ve en akıl­sızı olur. Bu durumda, ona, bu emirliğin ve liderliğin, kendi kuvvetiyle meydana gelmediği ve kendi hikmetinden ötürü, onun için hazırlanmadığı, emirlik ve riya­setin, ancak bir taksimatçının taksimi ve hükmü gen çevrilemeyen, kazası reddo-lunamayan Hakîm ve Alîm olan birinin hükmetmesıyle meydana geldiği anlaşılır.
Sonra, bu kıyas türüne birinci kıyası kuvvetlendiren diğer birçok kıyas nevileri de eklenir. Böylece, bu mukâşefe meydana geldiğinde, onun kalbi zahirî sebep­lerden kopar, her türlü iş ve arzusunda, sebepleri yaratan Müsebbibe, bütün ka­pıları açan bir Fettâh'a başvurmaya yönelir. Sonra, bu kıyaslar birbirini izleyip de bu mukâşefeler peşpeşe gelince, insan öyle bir noktaya gelir ki, kendisine her ne zaman bir iyilik ve fayda ulaşırsa, "şu faydalı"; kendisine her hangi bir şer ve kötülük gelince, "bu da zararlıdır" der. Böylece, her hangi bir şeyden ötürü, Al­lah'tan başka hiç kimseye hamdetmez, herhangi bir şeyi isteme hususunda da kalbi sadece Allah'a teveccüh eder, Bu sebeple hamd ve senanın hepsi Allah'a yapılma olur da, kul der.
Adı geçen istidlal, kula bu âlemin bütün hallerinin, sadece Cenâb-ı Hakk'ın takdiriyle intizam içine girdiğini kula gösterir. Sonra kul, bu küçük âlemden bü­yük âleme yükselir de, bu büyük âlemin hallerinin de, ancak Allah'ın takoıriyle düzene girdiğini anlar. İşte bu husus, O'nun S^ÜlŞu "Alemlerin Rabbi" sö­zünün ifade ettiği durumdur. Sonra kul, bu yüce âlemin halleri hususunda tefek­kür eder de, böylece âlemlerin durumlarının en muhkem niteliğe, en doğru terti­be, en yüce kemâle ve en güzel metoda göre tanzim edilmiş olduğunu müşahe­de eder; böylece her zerrenin Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin, lütfunun ve ihsanının tamlığını dile getirdiğini görür. İşte bu esnada der. Buna göre de kula, bu dünyada faydasına olan bütün şeylerin, sadece Allah'ın merhameti, faz­lı ve insanıyla hazırlanmış olduğu görülür. Sonra, kulun kalbi, öldükten sonra hâ­linin nasıl olacağı sorusuna takılır da. kendisine sanki şöyle denilmiş olur: "Din gününün sahibi, kendisini "Rahman" ve "Rahîm" diye tanıdığın zattan başka, kimse değildir" Böylece, kulun göğsü genişler ve kalbi huzur duyar da, dünya ve ahiret işlerini iyileştirmeyi tekeffül edenin, sadece Allah olduğunu bilir. Bu du­rumda, kişi Allah'tan başkasına olan iltifatlarını sona erdirerek, kalbi O'ndan baş­kasıyla olan ilgilerini keser. Sonra kulun kalbi bu emîr ve vezirine bağlandığında, kalbi her ikisinin hizmetiyle iştigal eder. Bu hizmeti bitirdikten sonra, işleri başar­ma hususunda, bu ikisinden yardım talebinde bulunarak, onlardan iyilik ister. Bu emîr ve vezir ile ilgisi kesildiğinde emîr ve vezirinin hizmetiyle meşgul olmaktan­sa, Ma'bûdunun hizmetiyle meşgul olmasının daha evlâ olduğunu anlar İşte o zaman, 'Ancak sana ibadet ederiz" der. Buna göre mâna şudur: Ben bundan önce, Sen'den başkasına ibadet ediyordum, ama şimdiyse, Sen'den başkasına ibadet etmiyorum. İşlerini başarma hususunda emîr ve vezirinden yardım iste-mesindense, gayelerini gerçekleştirme hususunda Hakk olan Allah'dan yardım talep etmesinin daha isabetli olduğunu anlayarak, böylece, "Ancak senden yar­dım isteriz" der Bunun manası şudur: Bundan önce, Sen'den başkasından yar­dım talebinde bulunuyordum. Ama şu anda, Sen'in dışında hiç kimseden yar­dım istemiyorum. Sona erme ve son bulma çukurunun kenarında olan o mal ve makamı emîr ve vezirinden istemektense, göğün ve yerin Rabbinden hidayet ve ma'rifeti istemenin daha evlâ olduğunu anlar da, böylece efe  "Bizi Sırât-ı Müstakîme hidayet et" der
Sonra, insanlar iki gurupturlar: Birincisi, Allah'tan başka hiç kimseye ibadet et­meyen, sadece Ondan yardım isteyen, bütün maksat ve gayelerinin gerçekleşti­rilmesini, sadece O'ndan isteyenlerdir. İkinci gurup, insanlara hizmet edip, onlar­dan yardım isteyen ve hayrı onlardan umanlardır. Bu durumda şüphesiz kul, şöyle der: Ey Allah'ım! Beni birinci guruba koy ki, onlar kendilerine Rabbanî nurların ve NuranîCelâlınla nimetler verdiğin kimselerdir. Beni, ikinci gurubun içinde bu­lundurma. Bu guruptakiler, kendilerine gazab olunmuş ve sapıtmış kimselerdir. Çünkü bu guruba tâbi olmak, ancak ziyan ve yokluğu ifade eder, Nitekim Cenâb-ı Hakk, Hz. İbrâhîm'den naklederek, şöyle der:
"{Ey babacığım), işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen şeylere niçin tapıyorsun." (Meryem, 42).
Allah, en iyi bilendir.(26)

Fatiha Suresinden Çıkarılan Fıkhi Meseleler

Birinci Mesele

Ulemanın çoğu, namazda kıraatin farz olduğunda ittifak etmişlerdir. el-Asamm ve el-Hasen b. Salih'den ise,
kıraatin farz olmadığı nakledilmiştir
Fatiha Sûresi'nın okunmasının farz olduğuna dair zikrettiğimiz bütün delillerimiz, mutlak kıraatte bulunmanın farz olduğuna delâlet eder. Biz burada, birçok husu­su da ilâve edeceğiz.
Birinci husus: Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur:
"Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl Sabah namazını da eda et." (isrâ. 78)
Buradaki dan maksat, kıraattir. Buna göre ayetteki takdir şöyledir: Burdaki emrin zahirî, vücûb (farz) ifade eder.
İkinci husus: Ebu'd-Derdâdan rivayet edildiğ-ne göre, bir adam Hz, Peygam­ber (s.a.s.)'e sordu da, şöyle dedi:
"Namazda Kur'ân okunur mu° Bunun üzerine Hz. Peygamber (sa.s.): "Evet", de­di. Bunun üzerine, soru soran kimse: "Farz oldu", dedi. Hz. Peygamber (sj.v.) de, o adamın, "farz oldu" sözünü onayladı."
Üçüncü husus: Abdullah b. Mesüd'dan, Hz. Peygamber'e şöyle sorulduğu ri­vayet edilmiştir: "Namazda Kuran okunur mu?" Bunun üzerine, Hz. Peygamber (sa.v.): "Namaz, kıraatsiz olur mu?" buyurdu Bu iki haberi, Şeyh Ebû Hamid el-lsferayinî'nin Ta-lîk'ından naklettim.
El-Esam'ın delili, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu hadisidir: "Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, o şekilde namaz kıhnız.(27) Hz. Pey­gamber (s.a.s.) namazı bu hadîste "görülen" şeylerden saymıştır. Halbuki kıraat (okuyuş) görülmez. 0 halde kıraatin namazdan hariç olması gerekir. Buna ceva­bımız şudur: (Gördü) fiili iki mefûl alınca, "bilmek" manasına gelir.(28)


İkinci Mesele     

Merhum İmam Şâfıî(ra), "Namazda F-âtihaSûresi'ni okumak farzdır. Okuyabilen kimse namazda Fatiha1
dan bir harf bile terkederse namazı sahih olmaz." de­miştir. Ekserî âlimlerin görüşü de böyledir İmam Ebû Hanîfe ise, namazda Fatiha Sûresi'ni okumanın farz olmadığını söylemiştir.(29)
Bizim, Fatihayı namazda okumanın farz olduğu hususunda birçok delilimiz var
Birinci delil: Hz. Peygamber (s.a.s.) ömrü boyunca namazda Fatiha Sûresi'ni hep okumuştur. Buna göre, okumanın bize farz olması gerekir. Zira Cenâb-ı Hakk. "O (Peygambere) uyunuz." (Araf, 185} ve (Pey­gamberin emrinden uzaklaşıp gidenler çekinsinler." (Nûr 63)ve Bana uyun ki Allah sizi sevsin." (Ai-i imrân. 31) buyurmuştur. Ebu Hanfte'ye şaşa­rım, abdestte başa meshetmenin farz olduğuna haber-ı vâhıd ile delil getirmiş. Bu delili de Muğıre b. Şube (ra.)'nin Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın, bir topluluğun çöp­lüğüne gelip bevlettığini ve daha sonra abdest aldığını, başını ve mestlerim mes-hediğini rivayet etmesidir. İmam Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber (sas.)'in, başına mes-hetmış olması hususunda bu haber-i vâhıdı delil getirdi de sonra meshin bu mik­tarını namazın sahih olması için şart kıldı. Halbuki burada âlimler, Hz. Peygam­ber (s.a.s.)'ın. ömrü boyunca Fatiha Sûresi'ni namazda hep okumuş olması husu­sunu tevatür yoluyla nakletmışlerdir. Hem sonra Ebû Hanîfe, "Namazın sıhhati, Fatiha Sûresı'nı okumaya bağlı değildir" dedi. Bu, şaşılacak bir hükümdür.
İkinci delil: Cenâb-ı Allah'ın "Namazı hakkıyla k'lmız." (Bakara, 43 vb)ayetıdır. '"Salât" (Namaz) lâfzı, müfred vema'rıfe(elif-lâmlı)dir. Bunun manası ise, önceden bir şey olmasıdır. Halbuki müslümanlarca,  "saiât" lâfzından, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yapmış olduğu amellerden başka, önceden bilinen bir tarafı yoktur. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ'nın ayeti, "Hz. Pey­gamberin kıldığı namazı kılın" manasına gelir Hz. Peygamber (s.a.s.'in kıldığı na­maz ise, Fâtiha'yı ihtiva eden namazdır. Buna göre, Cenâb-ı Allah'ın ayeti, namazda Fatiha Sûresi'nin okunmasına da bir emir olur. Emrin zahiri ise vucûbtur (Farz oluşu gösterir). Sonra bu "Salât" lâfzı, Kur'ân'da yüzden fazla yer­de geçmiştir. O halde, Fatiha Sûresi'nin namazda okunmasının farz olduğuna, bu, kesin delil olmuş olur.
Üçüncü delil: Hulefâ-i Râşidîn, hayatları boyunca bu süreyi namazlarında hep okumuşlardır Yine buna, Buhârî ve Müslim'de, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, Hz. Ebû Bekr'in ve Hz. Ömer (r.a.)'in, Kur'ân okumaya, ile başlamış ol­duklarının rivayet edilmesi delildir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, namazda Fâtiha'yı okumanın bize farz olması gerekir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.):
"Benim ve benden sonra Hulefâ-i Râşidin in sünnetine yapışın(30) ve "Benden sonra Ebû Bekr ve Ömer'e tabî olun.(31) buyurmuştur. -Yine Allah ondan razı olsun-
Ebû Hanîfe'ye şaşıyorum, O, firarda olan birisinin boş sayılması meselesinde, Ab-durrahman ve Abdullah b. Zubeyr (r.a.)'den aksine rivayet nakdelimiş olmasına rağmen. Sadece Osman (r.a.)'dan gelen haberi delil kabul etmiştir. Halbuki Kur-ân'ın ayeti de böyle birisinin vâris olamayacağını gösteriyor. O halde, Ebû Hanîfe niçin o meselede yaptığına uygun olarak, bütün sahabenin ameline ve Fatiha1 nın namazda okunmasının farz olduğu hususundaki ittifaka tâbi olmamıştır. Hal­buki bu hüküm, Kur'ân'a, haberlere (hadislere) ve akla uygun olandır.
Dördüncü delil: Ümmet. Fatiha Sûresi'nin namazda okunmasının farz olup ol­madığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat, bununla amel etmek, yani namazda okunması hususunda müttefiktirler. Çünkü, dünyanın doğusundan batısına ka­dar, bütün müslümanlann, namazda Fatiha Sûresini okuduklarını biliyorsun. Böyle olduğu için biz deriz ki, namaz kılıp da Fâtiha'yı okumayan kimse, müminlerin yolunu bırakıp, şu ayetin kapsamına girmiş olur: müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, Biz onu döndüğü o yola döndürür, kendisini cehenneme yaslarız. Orası, ne kötü bir varış yeridir." (Nisa, 115). Eğer onlar; "Fâîiha'nın namazda okunmasının farz olma­dığına inanan kimselerin, onu, farz olduğuna inanarak değil de, mendûb oldu­ğuna inanarak okurlar; bu sebeple Fâtiha'nın namazda okunmasının farz olduğuna dair bir icmâ yoktur" derlerse biz de deriz ki, uzuvların amelleri kalbin amel­lerinden farklıdır. Halbuki biz. herkesin Fâtiha'yı okuduğunu açıklamıştık. Kim Fatiha Sûresi okumazsa, namazın kılınması hususunda müminlerin yolunu ter-ketmiş olarak, bu ayetin tehdidine muhatap olur. Bu kadar delil bize yeter. Farz olduğuna inanma hususunda ittifak olduğuna dair her hangi bir delil getirmemi­ze gerek yoktur
Beşinci delil: Meşhur bir hadistir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın şu kudsî hadisidir:
"Namazı benimle kulum arasında iki parçaya ayırdım. Kut, de­diği zaman, AUahu Teâiâ da "Kulum bana hamdetti der.Ilh...(32) Bu hadisten şu şekilde delil çıkarabiliriz: Allah, her namazın, Kendisiyle kulun arasında iki par­çaya ayrıldığına hükmetmiş, sonca bu taksimin, ancak bu sûrenin ayetleri sebe­biyle olduğunu açıklamıştır. Biz de deriz ki, namaz bu ikiye bölünmüş şekilden hiç hâli kalmaz. Bu ikili taksim de, ancak bu sûre sebebiyle husule gelmiştir. Lâ­zımın lâzımı gereklidir. O halde, bu sûrenin namazın lâzımlarından olması gere­kir. Bu lüzum da, ancak, namazda Fatihayı okumak namazın sahih olmasının şartıdır, dediğimizde meydana gelmiş olur.
Altıncı delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür: Tâ-tiha'sız namaz olmaz.(33)
Hanefîler, bu hadisin izahında şunları söylemişlerdir: "Bu hadiste, olumsuzluk ifade eden edat, namaz kelimesinin başına gelmiştir (yani, namaz asla yoktur, asla olmaz.) Halbuki böyle anlamak imkânsızdır. O halde bu hadisi, namazın hü­kümlerinden birisine hamletmek gerekir. Bunu, namazın sahih olmasına hamlet­mek, kemâline hamletmekten daha evlâ değildir (yani, namaz tam olmamış olur; yoksa namaz sahih olmuştur)"
Buna birçok yönden cevap veririz. Birincisi: Bazı rivayetlerde de, "Fatiha Sûresi'ni okumayan kimsenin namazı olmamtştır(34)şeklinde varid olmuştur. Bu rivayete göre olumsuzluk edatı (mana bakımından) "namaz" lâfzına dahil olmamış, ancak namaz kılanın namazının olmayacağını ifade etmiştir. Adamın namazının olması, onun namazdan istifade etmiş ve na­mazdan sorumlu tutulmaktan kurtulmuş olmasından ibarettir. Bu açıklamaya gö­re de nefyin zahirini, sözün zahirine hamletmek mümkün olur.
İkincisi: Bir kimse, Fâtiha'yı okumanın namazın mahiyyetinin cüzlerinden bir cüz olduğuna inanırsa, Fâtiha'yı okumadığı zaman namazın mahiyyeti tahakkuk etmemiş olur. Çünkü, mahiyyetin, cüzlerinden bir cüzünün bulunmaması halin­de, onun meydana gelmesi imkânsız olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, on­ların nefy edatını, namazın müsemmasının, başına getirmeleri, ancak Fâtiha'nın namazın bir cüzü olmadığı kesinlik kazanınca doğru olur. Bu, meselenin başlan­gıcıdır. Bizim sözümüze göre, bu nefy ifade eden lâfzı, zahirine hamletmenin müm­kün olduğu sabit olur.
Üçüncüsü: Farzet ki, bu lâfzı zahirine hamletmek mümkün değildir. Ancak on­lar, hakikatle amel etmek imkânsız olduğunda ve hakîkatin , birisi daha yakın di­ğeri de daha uzak olan, iki mecazı olduğunda, lâfzı en yakın mecaza hamletme­nin şart olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Yok olanla sahih olmayan var arasındaki benzerlik, yok olanla, sahih olup da ancak kâmil olmayan var arasındaki benzerlikten daha tamdır. O halde, lâfzı sıhhatin yokluğuna, yani namazın olmadığına hamletmek evlâ olur.
Dördüncüsü: Lâfzı sıhhatin yokluğuna hamletmek, bir kaç bakımdan daha uy­gundur. Birinci vecih: Aslolan, bir şeyi olduğu üzere bırakmaktır İkinci vecih: Ha-ramlık tarafı, daha ağır basar. Üçüncüsü: İhtiyatlı olan, namazın olmadığıdır.
Yedinci delil: Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.), şöyle buyurmuştur: "İçinde Fa­tiha Sûresi'nin okunmadığı her namaz, noksandır, tam değildir.'(35) Hanefîler, noksan demektir; bu ise, namazın caiz olmadığını göstermez, dediler biz de deriz ki, tam aksine bu, namazın caiz olmadığına delâlet eder. Zira, na­mazla mükellef tutulmak bunda vardır. Var olanda aslolan, onun devam etmesi­dir Biz bu kaideye, namazı tam bir şekilde yapma hususunda muhalefet ettik. Ama, namazı noksan olarak kıldığımızda ise, bu husustaki mükellefiyetimizden kurtulmuş olmamamız gerekir. Bizim bu görüşümüzü, şu husus da güçlendir­mektedir: Ebû Hanîfe'ye göre, bayram günü oruç tutmak sahihtir. Ne var ki, bir kimse bayram günü Ramazan ayından kalan orucun kazasını tutsa, sahih olmaz. Çünkü, ona farz olan tam bir oruçtur. Halbuki, bayram gününde tutulan oruçsa, noksandır. Bu sebeple, bu kaza orucunun, bu kimsenin farz olan borcunu dü­şürmemesi gerekir. Bunun böyle olduğu anlaşılınca biz deriz ki, Ebû Hanîfe bu sözünü, burada niye söylemiyor?
Sekizinci delil: Şeyh Ebû Hâmid el-lsferayinî Talik'inde İbn Münzır'den, O'nun da senediyle Ebû Hureyre (ra.)'de rivayet ettiği hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "İçinde Fatiha Sûresi okunmayan namaz, yetersizdir."(36)
Dokuzuncu delil: Rifâe b. Mâlikin rivayet ettiğine göre, bir adam mescide g-rip namaz kılmıştı. Namazını bitirerek namazla ilgili haberi Rifâe adama anlatın­ca, adam şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü! Bana namazı öğret!" Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kıbleye döndüğünde tekbir al ve Fâtiha'yı oku" der. Bu hadisten elde edilen delil şudur: Bu bir emirdir. Emir ise, vücûb (farz) ifade eder. Ve yine adam, bana namazı öğret, demiştir. O halde, Hz. Peygamber'ın ona anlattığı her şeyin, namazın bir parçası olması ge­rekir. Fâtiha'yı okumasını da ona anlattığına göre, Fâtiha'yı namazda okumanın, namazın cüzlerinden bir cüz olması gerekir.
Onuncu delil: Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Dikkat! Size, benzerinin ne Tevrat'ta, ne incil'de ve ne de Zebur'da olmadığı bir sûreyi haber vereyim mi?" Onlar, evet, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Namazınızda neyi okuyorsunuz?" dedi. Onlar da, deyince, Hz. Peygamber, "İpte o sûre, odur ftan/, Fâf/ha Süresidir)" buyurdu.(37) Bu hadis­ten elde edilen delil şudur: Hz. Peygamber/'Namazlannızda neyi okuyorsunuz?" dediğinde onlar demişlerdir. Onların deyişleri, bu süresiz hiç bir kimsenin namaz'kılmadığının sahabe arasında meşhur olduğunu gösterir. İş­te bu husus, sahabece bilinen bir icmâ teşkil ediyordu.
Onbirinci delil: Cenâb-ı Hakkın "Kur'ân'dan kolayınıza ge­leni, okuyunuz." (Müzzemmıi. 20) sözünü delil getirmektir Delilin izahı şöyledir: Cenâb-ı Hakk'ın sözü emirdir. Emir, vücûb (farz) ifade eder. O halde bu, Kur'ân'dan kolay olanı okumanın farz olmasını gerektirir. Biz deriz ki, "Kur'ân'dan kolay olan"la Cenâb-ı Allah'ın maksadı, ya Fatiha Sûresi'dir, ya başkaları veyahut-ta Fatiha ile başkaları arasında muhayyerliktir. Birincisi, bizzat Fâtiha'nın farz ol­masını gerektirir ki, zaten elde edilmek istenen netice de budur. İkincisi, Fatiha Sûresi'nden başka sûrenin okunmasının bize farz olmasını gerektirir ki, bu icmâ ile batıldır Üçüncüsü, mükellefin Fatihayla, onun dışındaki sûreler arasında mu­hayyer olmasını gerektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Çünkü ümmet, Fâtıha'nın okun­masının, onun dışındakîlerinin okunmasından evlâ olduğunda ittifak etmişlerdir. Ebû Hanîfe (r.a.) de, Fatiha okunmadan kılınan namazın noksan olduğunu kabul etmişti. Noksan ile tam arasında muhayyerlik ise, caiz değildir.
Cenâb-ı Hakk, Fâtiha'yı okumayı, Kur'ân'dan kolay olanı okumak olarak adlandırdı. Çünkü bu sûre, mükellef bütün mü si uman I arın ezberindedir. O halde, herkes için kolaydır Diğer sûrelere gelince, bazen ezberlenmiş olur, bazen ez­berlenmemiş. Böyle olunca da, herkes için kolay olmuş olmaz.
Onikinci delil: Namazla ilgili emir, sabittir, Sabit olanda aslolan ise devamlılık­tır. Zaten, Fâtiha'nın okunmasını ihtiva eden namazı Fatiha ile okuduğumuzda, bu kaideye muhalefet etmiş oluruz, {Çünkü, namaz denince akla Fatiha, Fatiha denince de akla namaz gelir) Zira, haberler Fatiha Sûresinin diğer sûrelerden üstün olduğuna delâlet eder. Bir de müslümanlar, bu sûreyle kılınan namazın, bu sûre okunmadan kılınan namazdan daha mükemmel olduğu hususunda mu­tabıktırlar. O halde bu sûre okunmadığı zaman da. aslı üzere kalması vacip olur. (Yine, namaz namazdır)
Onüçüncü delil: Fâtıha'yı okumak, kesinlikle sorumluluktan kurtulmayı göste­rir. O halde, Fâîıha'yı okumak, en ihtiyatlı yol olur. Öyleyse, hem aklî hem de naklî bakımdan Fatihanın okunmasının farz olduğuna hükmetmek gerekir. Naklî delil, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür: "Şüpheli olan­dan, şüpheli olmayana geç'(38) Aklî delile gelince, o da şudur: Bu, nefsten kor­kunun zararını gidermeyi ifade eder. Nefsten zararı gıdermekse. şarttır. Eğer on­lar. "Biz Fâtıha'yı okumanın farz olduğuna inanırsak, bu hususta hata etmemiz ihtimali ortaya çıkar Böylece, korku var demektir" derlerse, biz deriz ki, farz oldu­ğuna inanmak muhtemel olan korkuyu doğurur. Farz olduğuna inanmamak da, inanmak gibi, muhtemel korkuyu doğurur. O halde, her ıkı zarar da birbirine te­kabül etmiş olur. Amel hususunda Fâtiha'yı okumak, korkuyu gerektirmez. Ama, okumamaksa korkuyu ifade eder. O halde, ihtiyatlı olanın onu okumak olduğu ortaya çıkar
Ondördüncü delil: Şayet Fâtıha'sız veya Fatihayla namaz kılmak caiz olsaydı, Fatihayla namaz kılmak evlâ olmazdı. Çünkü Fatiha okumaya devam, diğer sû­releri terketmeyı gerektirir Bu ise caiz değildir Ne var ki ulema, bu sûreyle na­maz kılmanın evlâ olduğu hususunda ıcmâ etmişlerdir. O halde bu süresiz na­maz kılmanın caiz olmadığı ortaya çıkar
Onbeşinci delil: Bizler rükûya varma ve secde etmeyi başkalarıyla değiştirme­nin caiz olmadığında ittifak ettik. O halde. Fatihayı okumanın da, Fâtiha'dan baş­kasını okumakla değişmenin caiz olmaması gerekir. Burada ortak illet, ihtiyat olana nayet etmektir
Onaltıncı delili: Aslolan teklifin devamıdır. Buna göre, Fatiha okunmaksızın na­maz kılmaya hükmetmek, sorumluluktan çıkmayı gerektirir. Bu husus, ya nas ile, ya da kıyas ile bilinir. Birincisi batıldır, çünkü tutundukları delilin -ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kar'an'dan kolayınıza geleni okuyun." (Müzzemmıi, 20) sözüdür- bizim delilimiz olduğunu açıklamıştık.
Kıyasa gelince, bu da geçersizdir. Çünkü namazlarda, "taabbudî hususlar" (sebebi bilinemeyen) ağır basar. Bu gibi konularda kıyası bırakmak farz olur.
Onyedinci delil: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ömür boyu Fâtiha'yı okumaya de­vam ettiği sabit olunca, bu durumda Fatiha Sûresi'nden başkasını okumak bidat ve Hz. Peygambereıttibâyı terketmek olur ki, bu haramdır. Çünkü Hz. Peygam­ber (s.a.s.): "Tâbi olun, bidat çıkarmayın.(39)"ve yine "Yolların en güzeli Hz. Muhammed'in yoludur. İş­lerin en şerlisi ise, sonradan bidat olarak ihdas edilenlerdir.(40)" buyurmuştur.
Onsekizinci delil: Fâtiha'yla ve Fâtiha'sız namaz kılmak, ya fazilette eşit veya Fâtıha'yla namaz kılmak efdaldir. Birincisi, icmâ ile batıldır. Zira, Hz. Peygamber (s.a.s.), namazlarında Fâtiha'yı okumaya devam etmişlerdir. Geriye ikinci husus kalır. Bu durumda biz deriz ki, Fâtiha'sız namaz kılmak, her hangi bir zorlayıcı sebep olmaksızın, ilâve olan fazileti elden kaçırmayı gerektirir O halde, bu cihete gitmemek gerekir, Çünkü bu, örfte hoş karşılanmayan bir şeydir. Öyleyse bu, şe-riatte de çirkin olur.
Ebû Hantfe, Kur'ân ve haberle ıhticac etmiştir Kur'ân'dan delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun." (Müzzemmıi, 20) ayeti­dir, Habere gelince Ebû Osman en-Nehdi'nin Ebû Hureyre (r.a.)'den nakletmiş olduğu haberdir ki, Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bana, dışarı çıkıp, velev ki Fâtiha'yla olsun Kur'ân okumaksızın namazın olmayacağını duyurmamı emretti."
Birincisine cevabımız şudur: Biz, bu ayetin bizim görüşümüze delâlet eden de­lillerin en güçlülerinden olduğunu açıklamıştık. Çünkü, "Kur'ân'dan kolayınıza ge­leni okuyunuz" ayeti bir emirdir. Emirse, vücub ifade eder. Bu ise Kur andan ko­lay olanı okumanın farz olmasını gerektirir. Biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur: ân'dan kolay olandan" maksadı, onun ya Fatiha, ya Fâtıha'dan başkası veya Fati­ha ile Fâtiha'dan başkası arasında muhayyer bırakmasıdır. Birincisi, bizzat Fâtı-ha'nın kendisinin farz olmasını gerektirir ki, bizim zaten elde etmek istediğimiz de budur. İkincisi, Fâtıha'dan başka bir sûrenin okunmasının vâcib olmasını ge­rektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Üçüncüsü, mükellefin Fâtiha'yla Fâtiha'dan baş­kasını okuma arasında muhayyer bırakılmış olmasını gerektirir ki, bu da icmâ ile batıldır. Çünkü ümmet, Fâtiha'nm okunmasının Fâtiha'dan başka sûrelerin okun­masından evtâ olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ebû Hanîfe de Fatiha okunmadan kılınan namazın noksan olduğunu kabul etmiştir. Noksanla tam olan ara­sında muhayyer bırakmak caiz olmaz.
Cenâb-ı Hakk bu sûreyi okumayı, "Kur'ân'dan kolay olanı okumak" olarak be­yan etti. Çünkü bu sûre, bütün müslümanların ezbere bildiği bir sûredir O halde herkes için kolaydır. Diğer sûrelerin ise bazıları ezberlenmiş bazıları ezberlenme-miştir. O halde herkes için okumak kolay değildir.
İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Bu hadis Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilen diğer bir hadisle çatışır Çünkü o, şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) bana, dışarı çıkıp, Fatiha Sûresi okumadan namazın olmayacağını duyurmamı emretmiştir." Ve yine şöyle demek niçin caiz olmasın: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "ve-levki Fâtiha'y'a olsun Kur'ân okumaksızın namaz olmaz" sözünden maksad, ki­şinin sadece Fâtiha'yı okuması halinde namazının sahih olacağıdır. Tearuz sabit olunca, tercih bize kalır. Çünkü tercih en ihtiyatlı ve efdal olanıdır. Allah en iyi bi­lendir.(41)


 

Üçüncü Mesele      

Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının hükmü, Fâtiha'nın okunmasının farz olmadığı şeklinde olunca, şüphesiz onlar namazda ne kadar Kur'ân okunacağı meselesin­de ihtilâf etmişlerdir Ebû Hanîfe, ayetleri gibi tek bir ayet okuduğunda, bunun yeteceğini; Ebû Yusuf ile Muhammed ise, üç kısa ayet veya "Deyn âyeti" (Bakara, 282) gibi bir uzun ayet okuması gerekti­ğini söylemişlerdir.(42)


Dördüncü Mesele

İmam Şafii (r.a.), besmelenin. Fatiha Sûresi'nın başından bir ayet olduğunu ve Fatiha ile birlikte okunması­nın farz olduğunu söylemiştir. İmam Mâlik ve el-Evzâi (r.a.) ise, Nemi Sûresi'ndeki hariç, sûrelerin başındaki besmelelerin Kur'ân'dan olmadığını, Ramazan ayında (Teravih namazı) dışında, besmelenin namazda ne gizliden ne de açıktan okunamayacağını söylemişlerdir. Çünkü onlar besmeleyi teravih namazında okurlar. Ebû Ha niteye gelince, o bu hususu açıkça izah et­memiştir, ancak besmelenin gizli okunacağını söylemiş, fakat onun, Fatiha Sûre-sı'nin ilk ayeti olup olmadığım belirtmemiştir Ya'lâ, Muhammed İbn Hasan'a bes­meleyi sordum. O: "Kur'ân'ın iki kapağı arasında olan herşey Kur'ân'dır" dedi. Ben de: "O halde niye besmeleyi gizli okuyorsun?" dedim, ama bana cevap vermedi" dedi. Kerhî de. "İlk mezhep âlimlerimizin bu konuda tam tamına ne dediklerini bilemiyorum. Ancak, onların, besmeleyi gizli okumayı emretmiş olma­ları, besmelenin, Fâtiha'dan bir ayet olmadığını gösterir" demiştir Hanefî fakîhle-rinden bazısı: "Ebû Hanîfe ile talebeleri bu meseleye girmekten kaçınmışlardır.
Çünkü, onlar, besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığını isbata kalkışma, önemli bir iştir. Bu sebeple, bu konuda evlâ olan susmaktır" demişlerdir.
Bu konu üç meseleyi ihtiva etmektedir.
Birincisi: Bu mesele ictihadî bir mesele midir ki, bu konuda delillerin zahiri ve âhâd haberlerle istidlalde bulunmak caiz olsun? Yoksa bu, ictihadî meselelerden olmayıp katı olarak belirtilmiş meselelerden midir?
İkincisi: Bunun ictihadî meselelerden olduğunu farzedersek, bu konudaki ger­çek nedir?
Üçüncüsü: Besmelenin açıktan ya da gizliden okunması hususudur. Biz bu üç meseleyi ele alacağız.(43)


   

Besmelenin Kur'an'dan Olup Olmadığı   

Besmelenin Kur'ân'dan olup olmadığı kat'î olarak belirtilmiş meselelerden olmadığını anlatmak hususunda Kâdî Ebû Bekr, bunun kesin olarak belirtilmiş me- selelerden olduğunu; bu meselede hata etmenin, küfre nisbet edilme derecesine götürmese de, en azından
fasıklığa nisbet edilme derecesine götürdüğünü söylemiştir Bu görüşüne O, şöyle delil getirmiştir:"Şayetbesmele Kur'ândan olsaydı, bunu ya tevatür yoluyla ya âhâd haberler yoluyla bilirdik Tevatür yoluyla bilinmesi geçersizdir. Çünkü besmele­nin Kur'ân'dan olduğu tevatür yoluyla sabit olsaydı, bu hususta zarurî bilgi hasıl olurdu. Eğer böyle olsaydı, bunda ümmet içinde ihtilaf meydana gelmesi imkân­sız olurdu. İkinci ihtimal de geçersizdir. Çünkü haber-i vâhid zan ifade eder. Eğer biz, haber-i vahidi, bir şeyin Kur'ân'dan olduğunu ısbatta, yol olarak benimsemiş olsaydık Kur'ân kesin bir hüccet olmaktan çıkar, o da zannî olurdu. Eğer bu caiz olsaydı. Râfı-zîlerin Kur'ân hakkındaki, ilâveler yapılıp bazı yerlerinin eksiltıidığı, onda tahrif ve tağ-yîrlenn bulunduğu şeklindeki iddiaları da geçerli olurdu, ki, bu da Islâmı kökten yok-eder"
Gazali, Kâdî Ebû Bekr'e muhalefet ederek şöyle demiştir: "Besmelenin Kur­andan olmadığı eğer tevatürle sabit olursa, ihtilaf olmaması lâzım. Bu, âhâd ha­berlerle sabit olursa, o zaman Kur'ân zannî olur." Sonra Gazâlî, kendi görüşüne karşı bir soru sorarak, "Eğer bir kimse; "Bu Kur andan değildir" ifadesi ademdir. Bu ademi isbat için de nakle ihtiyaç yoktur. Zira asıl olan ademdir (yani Kur'ân dan olmamasıdır.) Fakat, "Bu Kur an'dır" sözümüz müsbet bir ifadedir. Dolayısıy­la bu hususu isbât etmek için nakle ihtiyaç vardır" derse ona şöyle cevab veri­riz." der. Bu, her ne kadar adem ise de, besmelenin Kur'ân yazısı ile yazılmış olması onun Kur'ân'dan olduğu zannını uyandırmaktadır. Binâenaleyh burada bes­melenin Kurandan olmadığına, ancak ayrı bir delil ile hükmetmemiz mümkün olur. Bu durumda, biraz önce zikredilen, besmelenin "Kur'ân'dan olup olmadığı­nı bilmenin yolu ya tevatür veya âhâd haberlerledir" şeklindeki taksime tekrar dönmüş oluruz ki, böylece Kâdî ebû Bekrin söylediği sözün, aynı derecede kendi aleyhine de olduğu sabit olur İşte bu konuda söylenecek en son söz budur.
Bu konuda benim görüşüm şudur: Mütevâtir nakil, besmelenin, Allah Teâlâ1 nın indirmiş olduğu bir söz olarak ve mushafta onun Kur'ân yazısı ile mevcut bu­lunması ile sabittir. Buna göre, bizim, "Besmele Kur'ân'dandtr veya Kur'ân'dan de­ğildir." sözlerimizin hiç bir faydası yoktur. Ancak ne var ki besmele ile ilgili bazı Şer'î hükümler ortaya çıkmıştır. Bu hükümler de Kur'ân'ın özelliklerindendir. Me­selâ; besmeleyi namazda okumak farz mıdır değil midir; cünübün besmeleyi oku­ması caiz midir değil midir; abdesti olmayanın ona dokunması caiz midir değil midir? gibi. Bu hükümlerin ıctihadî birer hüküm olduğu bilinmektedir.
"Besmele Kur'ân'dan mıdır?" sözümüzün neticesi bu hükümlerin varlığına ve­ya yokluğuna dayanınca ve bu hükümlerin varlığının veya yokluğunun sabit ol­ması birer içtihadı husus olunca, bu konunun ictihadî olup kesin olarak belirtil­memiş bir mesele olduğu ortaya çıkar. Kâdî ebû Bekrin işi bu kadar büyütmesi
kendiliğinden düşer.(44)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder