28 Kasım 2010 Pazar

Hz. Peygamber (s.a.v)'in Davranışlarının Sınıflandırılması

Hz. Peygamber (s.a.v)'in Davranışlarının Sınıflandırılması


Hz. Peygamber (s.a.v)'in sıfat ve davranışlarında hakim olan peygam­berlik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple sayısız ayet ve hadiste ona uyulması, itaat edilmesi, örnek alınması, sünnetine dört elle sarılmması istenmiştir, islam'ın yorumcuları ve gerekse uygulayıcıları, hadislerin, hangi sıfattan kay­naklandığını ve bu bakımdan bütün Müslümanlar için bağlayıcı olup olmadı­ğını araştırmak ve göz önüne almak durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar söz konusu sıfat ve durumları 12'ye kadar çıkarmışlar­dır.

 

1. Dini Tebliğ Etmek ve Tamamlamak:


Resul, kendisine gelen vahyi, hem uygulamak ve hem de tebliğ etmekle görevli insan demek olduğuna göre onun önde gelen vazifesi- tebliğdir ve davranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir... Resulullah (s.a.v)'in şu hadisle­rinde bu sıfat ve selahiyetlerini anlatmaktadır:
"Gafil olmayın! Bana Kur'an verildiği gibi, onun yanında, onun kadar daha (bilgi ve hüküm) verilmiştir. Bilin ki, yakın bir gelecekte karnı tok, koltuğunda gömülmüş biri çıkıp şöyle diyecektir: Siz şu Kur'an'dan ayrılmayın, onda helal bulduğunuzu helal, haram bulduğu­nuza da haram bilin.[72]
Peygamberimizin bu sıfatına bağlı fiil ve sözlerini diğerlerinden ayırmak için bazı ipuçları vardır: Örneğin, Veda Hutbesini okurken herkes duysun di­ye uygun aralıklarla yüksek sesli tebliğciler koymuştur, "burada bulunanlar, bulunmayanlara duyursun" demiştir. Veda haccını ifâ ederken de "yaptık­larıma bakarak hac ibadetini öğrenin" buyurmuştur.

 

2. Fetva Vermek:


Dini tebliğ ve\ tamamlama mahiyetinde olan fetvanın farkı, hükmün soru üzerine açıklanması, bu açıklamada soru soranın hali ve çevre şartlarının gözönüne alınmasıdır.
Abdullah ibn Abbâs'm nakline göre; Veda Haccmda Resulullah (s.a.v) Mina'da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve bunları cevap­landırmıştır. Bu cümleden olarak birisi: "Kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayım?" diye sormuş, "Şimdi kes, zararı yok" cevabını vermişler. Bir ikincisi gelerek "Şeytan taşlamadan önce gidip Kabe'yi tavaf ettim, ne ya­payım?" diye sormuş, "zararı yok, şimdi şeytanı taşla" buyurmuşlar.
Hâsılı; bilgisizlik veya unutma yüzünden insanların önce veya sonra yaptıkları her iş için "zararı yok, yap" cevabını vermişlerdir.[73]
Amellerin en iyisi, insanların en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, so­ranın durumuna göre farklı cevaplar vermiştir. Cahiliye devrinde içinde şa­rap yapılan bazı kaplarda haram olmayan- nebiz (bir nevi şerbet) yap­mak isteyenleri bundan menetmiştir. Çünkü hem bu kaplann kötü hatıraları vardır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebîz kısa zamanda şaraba dönüş­mektedir.
İbnu'l'Kayyim, "İ'lâmu'l-muvakkiîn" isimli eserinin dördüncü cildinin so­nunda, Resûlullah'm fetvalanni 147 sayfada toplamıştır.

3. Dâvaları Hükme Bağlamak (Kazâ):


Kazanın iki yönü vardır:
a. Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımın­dan kaza, fetva gibi bir tebliğ ve teşridir. Aynı durumlarda aynı hükmün verile­ceğini, ilâhî iradenin böyle olduğunu gösterir.
b. İspat delillerine göre adaletin tevziî bakımından kaza isabetli de, hatalı da olabilir, İsbat delilleri hakkın yerini bulmasını sağlamış ise hem hâkim isabet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar sorumluluktan kurtulmuşlardır.
Hak sahibi dâvasını isbat edememiş, karşı taraf is-batta daha başanlı ol­muş, hüküm de buna göre verilmiş ise hâkim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir almış, adaleti yanıltan taraf ise manevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Re-sûlullah (s.a.v) kazanın bu yönünü şöyle anlatıyor: "Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu ko­nusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen konularda ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nispetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verir­sem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum.[74]
Hz. Peygamber'in kazâî hükümlerini diğerlerinden ayırmak oldukça kolay­dır; çünkü bu hükümler genellikle açılan bir davayı takip etmekte, şahit ve delil istenmekte, hükmediyorum (akdî) vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hükümleri toplayan hususî kitaplar yanında hadis kitaplarının kaza bölümleri de birçok ömek ihtiva etmektedir.

4. Devlet Başkanlığı (İmaret, İmamet):


Resûlullah'm devlet başkanlığı; peygamberlik, iftâ ve kaza selâhiyetlerinden farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selâhiyettir.
Devlet başkanına toplumu idare etmek, onun menfaatini gözetmek, sosyal adaleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mücadele etmek, ülkeyi dışa karşı savunmak vb. görevler verilmiştir. Bu görevler her peygam­bere verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca tebliğ vazifesi almışlardır.
Peygamberimiz'in risâlet ve iftâ selahiyetine dayanan davranışları bü­tün ümmet için geçerli ve bağlayıcıdır; bunlann icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın iznine veya hükmüne bağlı değildir. Devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları ise hem diğer başkanları bağlamaz, hem de devrin devlet baş­kam izin vermedikçe benzeri haklar, mü'minler tarafından re'sen elde edi­lemez.
Ganimetin paylaştınlması, devlete ait mal varlığının en uygun bir şekil­de kullanılması ve sarfı, cezaların infazı, orduların tertibi ve şevki, isyan ve terör hareketlerinin basünlması, toprak, maden, su gibi kaynakların Özel şahıslar veya kamu kuruluşlarınca işletilmesi; devlet başkanının selâhiyeti altındadır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bun­ların alınması, yapılması, icra edilmesi caiz değildir. Bu konularda bir önceki başkanın yaptıklarını, sonra gelen başkan amme menfaatini gö­zeterek- değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i kulûba zekâttan pay vermeyi terketmiştir, Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir...
Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı selahi­yetine dahil olduğunda birleşmekle beraber bazı konularda farklı anlayış­ları olmuştur:
a. Buhârî'nin, Hars 15'te rivayet ettiği hadiste; Peygamberimiz: "Bir toprağı işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur" buyurmuştur.
Buna göre bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan toprağı imar ve ıslâh ederek verimli hale getiren şahıs toprağın sahibi olmaktadır. Ancak bu ifade Resûlullah'ın hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz; her biri kendi çağ ve ülkelerinde amme menfaatini gözönüne alarak devlete ait topraklar üzerin­de tasarrufta bulunurlar ve toprak iman mülkiyet sebebi olması daima devletin iznine bağlı bulunur.
Ebû Hanîfe'nin içtihadı işte bu istikamettir. Çünkü toprak üzerinde ıktâ vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir, imam Şa­fiî bu hadisi fetva ve tebliğ sıfatına bağlamış, "Çünkü Resûlullah'ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadisleri buna göre yorumlamak gerekir" demiştir. Hadisin tebliğ (dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkı kullanmak, hiçbir kimsenin iznine tabî ol­maz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslâh ederek ona sahip olur. îmam Mâlik bu konuda şehir ve mücavir alan topraklan ile yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki toprakları birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkamlığı sıfatına bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaat­lerini korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır.
b. Ebû Süfyân'ın karısı Hind b. Utbe, Resûlullah'a başvurarak "Kocası Ebû Süfyân'ın cimri bir adam olduğunu, kendisine ve çocuğuna yetecek nafakayı vermediğini" söyledi, Peygamberimiz ona "normal ölçülerde sa­na ve çocuğuna yetecek kadarını bizzat al" buyurdu.[75]
Bu hadis-i şerifi tebliğ ve fetva telakki eden müctehidler (Şâfiîler ve kısmen Hanefîîer) bundan şöyle bir kaide çıkarmışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağını borçlu ödemekten imtina ederse alacaklı icra safhasında hâkime başvurmadan ve hattâ borçlunun haberi olmadan alacağına teka­bül eden malı bulduğu yerde alabilir (Hanefîlere göre alacağı cinsinden ma­lını alabilir). Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadisi kaza sela­hiyetine bağladıkları için "hâkim izin vermedikçe alacağını karşılayan malı bizzat alamaz" demişlerdir.[76]
c. Hz. Peygamber "Savaşta düşmanı öldüren onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur" buyurmuştur.[77]
Şafiî gibi bazı müctehidler bu hadis-i şerifi tebliğ saydıkları için "her za­man, her savaşta, düşmanını öldüren asker onun üzerindekilere sahip olur, bu onun mükâfatıdır" demişlerdir. Ebû Hanîfe ve Şafiî gibi düşünen müc­tehidler bunu, devlet başkanlığı sıfatına bağladıkları için başkan ve komu­tanların iradesine bırakmışlar, onlar izin vermedikçe kimsenin ganimetten birşey alamayacağına hükmetmişlerdir.[78]

 

5. Daha İyiye Teşvik (İrşâd):


Ayet ve hadislerin ifade şekilleri ile uygulama vb. karineleri değerlendiren müctehidler, bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmişlerdir.
Güzel ahlâkı teşvik eden hadisler, cennetliklerin vasıflarını anlatan hadis­ler, nafile ibâdetlerin sevabını dile getiren hadisler böyle yorumlanmıştır. Ebû Zerr'i, takım elbise giymiş kölesi ile birlikte gören birisi "bu ne haldir?" diye sormuş, Ebû Zer de şöyle anlatmıştır: "Birgün köleme kızmış ve anasının durumunu zikrederek ona hakaret etmiştim, Köle beni Allah Resulüne şikâyet etti. O da 'doğru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin mi?' diye sordu, 'evet' dedim, şöyle buyurdu: Sen hâlâ cahiliyye devri izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin kardeşi eri nizdîr, Allah onları sizin himayenize vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin altında bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giy­dirsin, gücünün yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yardım etsin!.[79]
Bu hadiste geçen yedirme, giydirme ve ağır iş buyurmama, köleye yar­dımcı olma emirleri bağlayıcı (farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile sahibinin farklı şeyler yemesi ve giymesi caiz görülmüştür

 

6. Arabulmak, Anlaştırmak (Sulh):


Bir konuda anlaşmazlığa düşen tarafları, mahkemeye başvurup dâvayı isbat ile uğraşmaksızın kısa yoldan anlaştırmak için yapılan teşebbüsler sul­ha yöneliktir. Sulh için aracılık yapanlar hâkim gibi davranmazlar, tarafların iddialarını isbat edip istediklerini almalarını sağlamazlar, onları karşılıklı fedâkârlık ve anlayışa çağırırlar; bu iseteklif onları bağlamadığı için kabul et­memişlerdir.
Yine Peygamberimiz Kâ'b b. Mâlik ile Abdullah b. Ebî Hadred arasında, birincinin ikincisi üzerindeki bir alacağı sebebiyle çıkan anlaşmazlıkta Ka'b1-a, alacağının yansından vazgeçip geri kalanım almasını tavsiye etmiş, o da bu nü kabul ederek sulh olmuşlardır.[80]
Hz. Zübeyr ile Medineli Humeyd arasında, birincisinin bahçesinden geçe­rek ikincisinin bahçesine gelen bir su yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlullah'a arzettiler, O da aralarını bulmak üzere "Zübeyr! Ağaçlannı sulayinca bırak o da sulasın" dedi. Humeyd buna razı olmayıp hiddetlenince de "Zübeyr! Ağaçlarını sula, sonra da havuzlardan taşıncaya kadar suyu tut!" buyurdu.[81]
Birinci tavsiye, anlaşmayı sağlamak üzere fedâkârlık teklifi şeklinde, ikincisi ise karşı taraf anlaşmaya yaklaşmadığı ve haksız olduğu için- haklı olana, hak­kını kullanması şeklinde ifade buyrulmuştur.

 

7. Danışmada Bulunana Yol Göstermek (İstişârî Rey):


Burada Resûlullah (s.a.v) yukarıda gördüğümüz sıfatları ile değil, kendisi ile istişare edilen bir problemin çözümünde yol gösterici olarak hareket etmek­te, çözümler teklif etmektedir.
Hz. Aişe, Berîre isimli bir cariyeyi satın alıp âzâd etmek istemişti. Bağlayıcı kaidelere göre (şerîate göre) bir köleyi âzâd eden kişi ile o köle arasında bir velayet ilişkisi doğuyordu. Berîre'nin sahibi bu velayet hakkının kendilerinde kalmasını şart koşuyor, ancak bu şartla satmaya yanaşıyorlardı. Hz. Aişe, hak­kından vazgeçmeden cariyeyi nasıl alabileceğini sevgili Eşi (s.a.v) ile istişare etti, Peygamberimiz ona şöyle dedi: "Sen onların şartını kabul et ve onu al; sonuç­ta velayet hakkı ancak âzâd edene aittir." Hz. Aişe bunun üzerine gidip cariyeyi satın aldı ve âzâd etti, sonra Resûlullah minbere çıkarak halka şöyle seslendi: "Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın Kitabı'na uymayan şartlar ileri sürüyor­lar!.. Velayet hakkı yalnızca âzâd edene aittir.[82]
Eğer Peygamberimizin ilk ifadesi "teşrî, tebliğ, fetva, kaza" kabilinden ol­saydı şart muteber olacak ve velayet hakkı satanda kalacaktı; sonraki ifadesi bunun böyle olmadığını, ilk ifadesinin ise "meşru bir maksadı elde etmek üzere bulunmuş bir çözüm, bir istişârî reyden ibaret" olduğunu göstermektedir.
Medine'de zirâatçiler hurma meyvasmı daha olgunlaşmadan ağaç üze­rinde satarlardı. Kesim zamanı gelince de meyva çeşitli sebeplerle az çıktı de­nir, karşı taraf buna itiraz eder ve böylece anlaşmazlık çıkardı. Hz. Peygamber bu yüzden meydana gelen anlaşmazlıkların çoğaldığım görünce şöyle buyur­du: "Böyle olup gidecekse (anlaşmazlıkların ardı arkası kesilmeye çekse) ağa­cın üzerinde olgunlaştığı belli oluncaya kadar meyvayı satmayın.[83]
Hadisin Buhârî'deki rivayetinde râvî Zeyd b. Sabit şu yorumda bulun­maktadır: "Hz. Peygamber bu yüzden anlaşmazlıkların çoğaldığını gördüğü için ashaba, istişârî olarak yol göstermiştir." Bunun mânâsı, hadisin bağlayıcı olmadığı, meyvayı daha önce satmanın kesin olarak yasaklanmadiğidir.
Peygamberimiz adetâ "bana sorarsanız şöyle yapın daha iyi..." demekte­dir.

 

8. Öğüt Vermek (Nasihat):


Peygamberimiz, haram ve yasak olmamakla beraber uygun ve yerinde bulmadığı bir davranış veya teşebbüse muttali olduğu zaman ilgililere öğüt vermek, doğru ve uygun olanı söylemek suretiyle nasihat etmiştir; bu da kesin ve bağlayıcı olmayan davranışları çerçevesine girmektedir.
Bu cümleden olarak Beşîr b. Sa'd isimli sahabi, oğlu Nu'mân'a bir hiz­metçi hediye etmiş, diğer oğullarına böyle bir bağışta bulunmamıştı. Karısı­nın isteği üzerine bu bağış-olayına Hz. Peygamber'i şahit tutmak istedi, Peygamberimiz Beşîr'e "bütün çocuklarına bu şekilde bağışta bulundun mu?" diye sordu; "hayır" cevabını alınca "beni haksız bir davranışa şahit kılma" dedi; bir başka rivayette "bütün çocuklarının sana eşit derecede itaatli ve bağlı olmalarını ister misin?" diye sordu, "evet" cevabını alınca da "öyleyse olmaz" dedi.[84]
İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafiî bu hadiste geçen yasaklamayı, kesin ve bağlayıcı bir yasaklama olarak değil, aile düzenini ve akrabalık bağlarını ko­rumak için yapılmış bir nasihat olarak anlamışlar ve "kişinin, çocuklarından birine mal bağışlamasının caiz olduğunu" söylemişlerdir. Mezkûr müctehidler bu yorumu yaparken Resûlullah'ın bu konuda bağlayıcı bir yasaklama­sının yaygın olarak bilinmediğini ve bir rivayette "başkasını şahit tut" de­diğini gözönüne almışlardır. Buna karşı Ahmed, Dâvûd, Süfyân gibi müc-tehidler hadiste geçen yasaklamayı bağlayıcı ve kesin olarak almışlardır.
Aynı çerçevede başka bir örnek, Fâtıma b. Kays ile ilgilidir. Bu hanımı kocası boşamışü, iddeti dolunca Peygamber Efendimiz'e gelerek kendisini, hem Muâviye'nin, hem de Ebû Cehm'in istediğini söyledi. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: "Ebû Cehm eli değnekli bir adamdır. Muâviye b. Ebî Süfyân ise çok fakirdir, sen Usâme b. Zeyd ile evlen!" Fâtıma önce Üsâme'yi istememiş, fakat Resûlullah'ın isran üzerine onunla evlenmiş ve mutlu olmuştur.[85]
Bu hadis bir öğüt ve tavsiye olarak anlaşılmıştır; çünkü islâm'da bir kadının gerek fakir ve gerekse sert kimselerle evlenmesi yasak değildir.

9. Takva Ve Kemâl Eğitimi Vermek:


Eşsiz bir eğitimci olan Peygamberimiz'in bu sıfatla vâki davranışları daha çok ashaba yönelik olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde ashâb öğülmüş, İslâm'ın bu ilk ve büyük neslinin müstesna özellikleri dile getirilmiştir.
Peygamberimiz nasıl en kâmil örnek insan ve peygamber ise, ashabı da öyle kâmil ve örnek bir nesildir. Peygamberimiz bu nesli yetiştirirken, eğitirken onlann bu ö/elliklerini dikkate almış, onlara mahsus yükümlülükler getirmiş, vazifeler vermiştir. Bunların parlak bir örneği hicreti takip eden günlerde ya­şanmış, Peygamberimiz tarafından herbiri bir muhacire kardeş kılınan Ensâr (Medineli müslümanlar) onlarla herşeylerini paylaşmışlardır.
Sahabeden Berâ b. Azib rivayet ediyor: "Resûlullah (sav) bize yedi şeyi em­retti, yedi şeyi de yasakladı: Hasta ziyaretini, cenazeyi kabre kadar götürmeyi, aksırana 'Allah sana rahmet etsin' demeyi, yemin edenin yeminine riâyet et­meyi, haksızlığa uğrayanın elinden tutmayı, herkese selâm vermeyi ve davete katılmayı emretti. Altın yüzük takmayı, gümüş kap kullanmayı, kırmızı eyer yas­tığı kullanmayı,.kabartma çizgili ipek, kalın ipek, ince ipek ve genellikle ipek kul­lanmamızı yasakladı.[86]
Bu ondört maddenin bazılan farz, bazılan haram olmakla beraber, meselâ aksırana dua etmek farz değildir, kırmızı eyer yastığı kullanmak da haram değil­dir. Buna rağmen hepsinin bir arada zikredilmesi ashabı dünya ile fazla içli dışlı olmaktan alıkoymak, lüks ve refaha dalarak asıl maksattan uzaklaşmalarını ön­lemek içindi.
Sahabeden Râfi b. Hadîc'e amcası Zuhayr: "Resûlullah bizim için faydalı olan bir şeyi yasakladı" deyince Râfi: "Resûlullah ne demij ise o haktır, yerinde­dir" demiş ve ne olduğunu sormuştu, amcası anlattı: "Belli yerlerinden çıkan mahsul, yahut belli ölçekte ürün karşılığı kiraya veriyoruz" dedim. Efendimiz: "Öyle yapmayın, yi kendiniz ekin, ya ektirin, yahut da olduğu gibi tutun" bu­yurdu. Râfi amcasından bunu duyunca "emri başımın üstüne!" dedi. Müctehidlerin çoğu, Peygamberimiz'in bir sahâbi aileye yönelik bu emrini ümmetin tamamı için bağlayıcı saymamışlardır. Buharı de bu sebeple hadisi zikrettiği bö­lümün başlığında şöyle demiştir: "Ashabın aralarındaki yardımlaşmalar bölü­mü.[87]
Resûl-i Ekrem'in eşlerine, çocuk ve torunlarına karşı tutumunda, emir ve tavsiyelerinde bu "kemâl, takva ve örneklik" eğitiminin müstesna örnekle­ri vardır.
Canı gibi sevdiği kızı Fâtıma'nın kolunda gümüş bilezik gördüğü için evine girmemesi; yine Fâtıma'nın bir hizmetçi istemesi üzerine evine gelerek hem hizmetçi vermeyeceğini bildirmesi, hem de Allah'ı zikir şeklinde ek vazife­ler vermesi; hanımları, diğer kadınlar gibi giyinip kuşanmak, takıp takıştır­mak isteyince "Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: 'Eğer siz dünya hayatı­nı, zînet ve refahını istiyorsanız gelin -istediklerinizi- size verip güzellikle sizi boşayayım. (Yok) eğer Allah'ı, Resulü nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah, içinizden iyi amel sahibi olanlarınıza büyük bir mükâfat hazırlamıştır [88] mealindeki âyetin gelmesi bu örneklerden yalnız birkaçıdır.

10.  İnce Ve Yüce Gerçekleri Öğretmek:


İslâm, insanların iman ve düşüncelerine de yön vermekte, ışık tutmakta­dır, îman ve düşünce çerçevesine giren çok ince, zor ve yüce konular vardır. Bunları kavrama hususunda, sahabeden de olsa, kişiler aynı seviyede ola­mazlar, "insanın, Allah'ı anlayıp kavrayamayacağıni anlaması, anlamanın ta kendisidir" diyen Ebû Bekir ile "Allah nerede?" sorusunu göğü göstererek ce­vap veren, buna rağmen imanı geçerli sayılan bedevi kadının idrâki aynı se­viye de tutulamaz ve gerçekler bu iki farklı seviyeye aynı üslûb ile anlatılamaz.
Resûlullah (s.a.v) bir akşam üzeri Ebû Zerr'e Uhud Dağını göstererek şöyle demiştir: "Ey Ebû Zer! Şu dağ kadar altınım olsa, üç dinar hariç, hepsini -Allah yolunda- harcamaktan başka bir şey istemezdim.[89]
Peygamberimiz bu sözleri ile dünyaya, servet ve refaha bakışını dile ge­tirmiş, gönlüne hâkim olan asıl sevginin ne olduğuna işaret buyurmuştu; alı­koyduğu üç dinar da borçları ve zaruri ihtiyaçları içindi, Ebû Zerr bunu böyle anlayacağı yerde müslümamn zarurî ihtiyaçları dışında para ve servet sahibi olmasının, bunları dağıtmayrp elinde tutmasının -zekâtını verse dahi- caiz ol­madığı şeklinde anlamış, fakat diğer ashâb bu anlayışa katılmamışlardır.

 

11.  Eğiterek Sakındırmak (Te'dib):


Bağlayıcı, farz ve zarurî olmadığı halde, iyi, güzel uygun olan davranış ve ibâdetleri teşvikte heyecanlı ve itici ifadeler kullanıldığı gibi, bunların zıddı söz konusu olduğu zaman da caydırıcı, alıkoyucu, engelleyici ifadeler kullanılmış­tır.
Eğitimde bu üslûb ve ifade hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Müctehid, bı ifadelerden hangilerinin kesin olduğunu, hangilerinin böyle olmadığını diğeı delil ve karineleri değerlendirerek ayırmak mecburiyetindedir. Meselâ Pey­gamberimiz, namazı evlerinde kılıp cemâate gelmeyenler hakkında şöyle bu­yurmuşlardır:
"Hayatım elinde olana yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, em­redeyim odun toplansın, sonra söyleyeyim ezan okunsun, sonra birisi­ne emredeyim cemâate imam olsun, sonra ben onlardan ayrılıp evle­rinde kalan adamların yanlarına varayım ve onlar içeride iken evlerini yakayım. Allah'a yemin ederim kî onların her biri yağlı bir kemik, ya­hut iyisinden iki ayak (paça) bulacağını bilse hemen yatsı namazına gelirdi.[90]
Şüphe yok ki Allah Resulü, cemâate gelmeyenlerin evlerini yakacak de­ğildir, aynca "yağlı kemik..." gibi sözleri nadiren söylemektedir; burada mak­sat, cemâatle namazın önemini anlatma'k ve cemâate gelmeme âdetini ortadan kaldırmak, müslümanlar cemâat sevabından ve bereketinden istifade etmelerini sağlamaktır.
Peygamberimiz yine bu maksatla "şöyle şöyle yapmayan iman et­miş olmaz" ifadesini çeşitli konular için kullanmıştır.
Bunlardan birinde şöyle buyurur: "Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!" "Kim, yâ Resti lullah?" diye sorarlar, devam eder:  "Komşusu,  kötülüklerindi  de olmayan kimse.[91]
Bu nevi kusurların kişiyi imandan çıkarmadığı kesin deliller ile bilin­mektedir; bu ifadenin yöneldiği maksat sakındırmak ve bu gibi davranışla­rın mü'minlere yakışmadığını etkili bir şekilde ortaya koymaktır.

 

12. Örneklik İle İlgisi Olmayan Tabiî, Beşerî Davranışları:


Peygamberimiz bir insan olduğu, her İnsanda bulunan normal vasıfları, ihtiyaç ve temayülleri bulunduğu için bunlara bağlı davranışlarda bulunması da tabiîdir.
Günah ve yasak çerçevesine girmemek 'şartıyla gerek dinî hayatında ve gerekse dünya işlerindi günlük hayatında bu kabil davranışlarda bu­lunmuş, ümmetini de bu konularda serbest bırakmıştır. Yeme, içme, yat­ma, yürüme, binme şekli, bu konulardaki zevk ve tercihi burada örnek olarak zikredilebilir. Tamamen müsbet ilmin, tekniğin ve teknolojinin konusu olan dünya işleri de böyledir; O'nun bu konulardaki sözleri şahsî görüş, zan ve tecrübesine dayanmaktadır, ümmeti için bağlayıcı değildir.
Bedir savaşında mevzilenme yeri ile ilgili görüşü ve tavsiye üzerine yer değiştirmesi, ağaçlarının tozlaştırıİması konusundaki reyi ve bunun sonucu ile ilgili örneklere daha önce yer verilmişti.
Namazda secdeye giderken Resûlullah (sav) genellikle önce dizlerini, sonra ellerini yere koymuş ve böyle yapılmasını buyurmuştur. [92]
Mâlik ve Evzâî gibi bazı müctehidlerin önce ellerin konması gerektiği şeklindeki görüşlerine, "Peygamberimiz yaşlandığı zaman, önce dizlerini ye­re koymakta güçlük çektiği için böyle yapmıştır, sünnet olan önce dizleri koymaktır" şeklinde cevap verilmiştir. İşte bu önce ellerin konması, ibâdet için de olsa, beşeriyet icabı bir davranıştır.
Peygamberimiz Veda Haccmda, Veda Tavafından önceki gün, Mekke ile Mina arasıdaki Abtah düzlüğünde konaklamış, burada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, biraz istirahat etmiş, sabaha karşı halkı uyandırmış ve Veda Tavafı için Mekke'ye gelmiştir. Abdullah ibn Ömer bu düzlükte konak­lama, namaz ve istirahatı sünnet (tebliğ tasarrufu) olarak yorumlamış ve ömrü boyu buna riayet etmiştir. Hz. Âişe ise şöyle demektedir: "Bu konaklama sünnet değildir, Peygamberimiz buna halka kolaylık olsun burası müsait ol­duğu için rahatça toplanıp hazırlıklarını yaparak veda tavafına gidebilsinlerf. diye yapmıştır, isteyen burada konaklar, istemeyen konaklamaz.[93]
Sabah namazından sonra sağ yanı üzerine yatıp istirahat etmesi de aynı şekilde farklı değerlendirilmiş; bazıları bunu sünnet telakki ederken bazıları be­şerî, tabiî bir olay olarak yorumlamışlardır.
Hz. Meymûne'nin evinde Resûlullah'm (s.a.v) sofrasına kızartılmış çöl ke­leri konmuştu, yemek üzere elini uzattığı sırada bunun keler olduğunu söyledi­ler ve elini geri çekti, "bu haram mıdır?" diye sorulunca "hayır, fakat bu bizim memleketimizde yoktur, ondan hoşlanmıyorum" dedi. Hadisi rivayet eden Hâlid b. Velid diyor ki: "Bunun üzerine Resûlullah'm gözü önünde keleri önüme çekip yedim.[94]
Hâlid b. Velid'in bu davranışı, Hz. Peygamberin keleri yememesini bun­dan hoşlanmamasına, keler eti yemeye alışmadığı için bunu sevmemesine bağlamasına dayanmaktadır. Helal olan bir şeyi sevip sevmemek beşerî, tabiî bir zevk ve tercih meselesidir.
Buraya kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz'in çeşitli sıfatlarla ortaya koyduğu, bağlayıcılık bakımından farklı hükümler ifade eden davranışlarını gördük.
Şüphe yok ki O'nun asıl vazifesi ve Allah tarafından eğitilerek insanlığa gönderilmesinin sebebi peygamberliktir, tebliğdir ve rehberliktir; bu sebeple de davranışlannm çoğu bu sıfatına dayanmaktadır.
Bunun en açık işareti de herkesin duyması için gayret sarfetmesi, herke­sin gözü önünde uygulaması, buna uygun üslûblâr kullanmasıdır. Ancak veri­len ve çoğaltılması mümkün bulunan örnekler O'nun başka sıfatlarla ve bağ­layıcı olmayan davranışlarda da bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu davranışlarının önemli işaretlerden biri herkesin duyması için gay­ret göstermemesi, uygulamada ısrar etmemesidir. Nitekim ebedî âleme in­tikalinden önceki hastalığında bazı tavsiyelerini yazmak üzere bir kâğıt istedi­ği zaman yanında bulunan sahabe konuyu tartışmış, bazıları "Allah'ın Kitabı'nın elde olduğunu, dinin tamamlandığının bildirildiğini, bu halinde Hz. Peygamber'i bunlarla rahatsız etme ve yormanın doğru olmayacağını" veri süre­rek kâğıt getirmeyelim demiş, bazılan İse getirmek istemişlerdi. Peygamberi­miz tartışmayı keserek vazgeçtiğini bildirdi.[95]
Eğer bu isteği bir tebliğ olsaydı, peygamberlik görevinin gereği bulun­saydı, "güneşi sağ eline, ay'ı da sol eline verseler yine bu isteğinden vazgeç­mezdi", ısrar eder ve vazifesini yerine getirirdi. [96]

KAYNAKLAR
[72] Ebu Dâvud, Sünnet 5
[73] Ebu Dâvud, Menâsik 87; Nesâî, Hac 224
[74] Buhân, Ahkâm 20, Hiyel 15; İmam Ahmed, Müsned, 4/320
[75] Buhârî", Büyü1 95; Nesâî, Kaza 31
[76] İbn Hacer, Fethu'I-Bârî, Kahire 1959, 11/435-440
[77] Buhârî, Humus 18, Meğâzî 54; Müslim, Ci-hâd42
[78] Karâfî, İhkâm, s. 96-108
[79] Buhârî, İmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40
[80] Buhârî, Sulh 10, 14, Husûmât 20-21
[81] Bu­hârî, Şirb 6, 7, 8; Müslim, Fezâil 129
[82] Buhârî, Büyü' 73; Müslim, Itk 8, 14
[83] Buhârî, Büyü' 85; Ebu Dâvud, Büyü' 22
[84] Buhârî, Hibe 12; Müslim, Hibât 9, 10, 17
[85] Müslim, Talâk 36
[86] Buhârî, Libâs 28, 36, 45; Müslim, Libâs 2, 28, 31, 64
[87] Buhârî, Hars 18
[88] Ahzâb: 33/28-29
[89] Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 31
[90] Buharî, Ezan 29, 34; Müslim, Mesâcid 251-254
[91] Buhârî, Edeb 29; Müslim, İmân 73
[92] Ebu Dâvud, Salâtl37
[93] Buhârî, Hac 148; Ebu Dâvud, Menâsik 86-87
[94] Buhârî, Zebâih 33; Müslim, Sayd 44
[95] Buhârî, İlm 39; Müslim, Vasiyet 22
[96] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri 2, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 17-30


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder


Boşanma Hakkında Detaylı Bilgiler