FATİHA SURESİNİN TEFSİRİ
“Elhamdulillah” Ayetinin Tefsiri
Bu fasıl ayetinin tefsiri hakkındadır ve bunun birçok yönü vardır:
Birinci fayda: Burada aynı manaya gelen üç lafız vardır: Hamd, medh ve şükür Biz diyoruz ki: Hamd ile medh arasında birçok fark vardır.
Birinci fark: Medh, canlı cansız her şeye yapılır. Görmez misin? Gayet güzel bir inci veya yakut gören kimse onu metheder. Ama ona hamdetmesi imkânsızdır. Buna göre medhetmek. hamdetmekten daha umumîdir.
İkinci fark: Medh, iyilik yapmadan bazan önce, bazan sonra olabilir. Hamd ise, sadece ihsan (iyilikten) sonra olur.
Üçüncü fark: Medh, bazan yasaklanmış olur. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Meddahların (övücülerin) yüzlerine toprak saçın.[78]
Hamde gelince, bu mutlak olarak emredilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)
"İnsanlara hamdetmeyen (teşekkür etmeyen), Allah'a hamdetmemiş olur[79] buyurmuştur.
Dördüncü fark: Medh, fazilet çeşitlerinden birine has olduğuna delâlet eden sözden ibarettir. Hamde gelince bu da, onun belli bir fazilete has olduğuna delâlet eden sözdür. Bu belli fazilet de, nimet verme ve iyilikte bulunma faziletidir Söylediklerimizle medhın hamdden daha umumî olduğu ortaya çıkmıştır.
Hamd ile şükür arasındaki farka gelince; hamd, nimetin sana veya başkasına ulaşmasını içme alır. Şükr ise, sadece sana ulaşan nimetlere mahsustur.
Bu hususu anladığında biz deriz ki medhin, canlı ve cansız bütün varlıklar için, Allah'a ve Allah'dan başkası için olabileceğini daha önce söylemiştik. Bir kimse "Medh Allah'a mahsustur." dediğinde, bu söz, Allah'ın fâil-i muhtar olduğunu göstermez, ama "Hamd Allah'a mahsustur" dediğinde, bu Cenâb-ı Allah'ın fâil-i muhtar olduğunu gösterir. Buna göre Cenâb-ı Allah'ın " " ayeti, bu sözü söyleyenin, Âlemin İlâhı'nın filozofların dediği gibi, zatı gereği mûcıb (mûcib-ı bi'z-zât) olmadığım, tam aksine O'nun fâil-i muhtar olduğunu ikrar ettiğini gösterir. Yine Hakk Teâlâ'nın " " sözü, " sözünden daha üstündür Çünkü " sözü, O'ndan südûr eden ve başkasına ulaşan her nimet sebebiyle, Allah'ı bir övmedir. Ama " sözü ise, sadece bu sözü söyleyene ulaşan nimete karşılık Allah'a yapılan bir övgü olur. Birincisinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Zira, denilmek istenen şudur: Sanki kul, "Bana ister ver, ister verme, senin nimetlerin bütün âlemlere ulaşıyor Sen, en büyük hamde lâyıksın" der. Zayıf bir görüşe göre, hamd Allah (cc.)'ın defettiği belalara karşılık, şükr ise, verdiği nimetlere karşılık yapılır.
Şayet; "Bir şeyi vermedeki nimet, belâları giderme nimetinden daha büyüktür. O halde, "Büyük olan niçin terkedilip az olan ifade edildi?" denirse, biz deriz ki, bunun birkaç izahı vardır.
Birincisi: Sanki kul, "iki nimetten değersiz olana şükrediyorum. Değerli olana nasıl şükrederim, sen bir düşün!" demiş olur.
İkincisi: Gelecek belâları defetmek sonsuzdur. Nimet vermek ise sonludur. Önce, sonsuz olan belaları gidermeye teşekkür etmek daha evlâ olur.
Üçüncüsü: Zararı defetmek, menfaat! celbetmekten daha mühimdir. Bu se-beble mühim olanı takdim etmiştir.
İkinci fayda: Cenâb-ı Hakk. (Allah'a hamdederım) buyurmayıp, (Hamd Allah'a mahsustur) buyurmuştur. Bu ikinci ifade, birçok bakımdan daha üstündür
Birincisi: Eğer Allah Teâlâ, " deseydi, bu, bunu söyleyenin hamdetmeye kadir olduğunu gösterirdi. Ama deyince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, hamdedenlerin O'na hamdetmesinden ve şükredenlerin O'na şükretmesinden önce de hamde lâyık olduğunu gösterir. Bu sebeble kullar, Hakk Teâlâ'ya ister hamdetsinler, ister etmesinler, ister şükretsinler, ister şükretmesinler, Cenâb-ı Hakk, kendi kadîm hamdi ve kelâmı ile ezelden ebede kadar mahmûd {hamdedilmiş)tur.
İkincisi: Bizim," sözümüzün manası şudur: Hamd-ü sena Allah Teâ-lâ'nın hakkı ve mülküdür. Muhakkak ki Cenâb-ı Hakk, kullarına olan sonsuz nimet ve lütuflan sebebiyle hamde lâyık ve müstehak olan yegâne varlıktır
Binâenaleyh bizim " " sözümüzün manası, buna göre şudur, hamd, Allah'ın zatından dolayı müstehak olduğu bir haktır. Şayet Allah, bunun yerine "demiş olsaydı, bu ifade O'nun zatından dolayı hamde müstehak olduğuna delâlet etmezdi. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın hamde müstehak olduğuna delâlet eden lâfız, Cenâb-ı Allah'ı öven tek bir şahıs gösteren " (Ben övüyorum) lâfzından daha üstündür.
Üçüncüsü: Şayet Cenâb-ı Allah " ân demiş olsaydı, kendine lâyık olmayan bir hamd ile kendini övmüş olurdu. " dediği zaman, insan sanki "Ben kimim ki O'nu öveyim. O, hamdedenlerin hepsinin hamdi ile övülmüştür." demiş olur. Bu şuna benzer: Şayet sana, "Falancanın senin üzerinde bir hakkı var mıdır?" denilse, sen de "Evet." desen, onu övmüş olursun. Fakat zayıf bir şekilde, . Cevap olarak, "Benim değil, bütün insanlar üzerinde hakkı vardır." der isen, o takdirde onu en mükemmel bir şekilde övmüş olursun.
Dördüncüsü: Hamd, kalbin bir sıfatı olmaktan ibarettir. Bu da, övülen varlığın, üstün, nimet veren, tazım ve ihtirama layık olduğuna inanma sıfatıdır. Bunun için insan kalbi Allah'ın azametine yakışan ta'zimin anlamından habersiz olduğu halde, "iîiı Juiİ" derse, yalancı olmuş olur. Çünkü o, hakikatte böyle olmadığı halde, hamdedici olduğunu söylemiştir Ama kul, bu tazimin manasından ister haberli ister habersiz olsun, " dediği zaman doğru söylemiş olur. Çünkü bunun manası, hamdin, Allah Teâlâ'nın hakkı ve mülkü olduğudur. Bu ise, kul, tazim ve ihtiram duygusuyla ister dolu olsun ister olmasın, daima böyledir. Böylece"sözünün " sözünden daha evvelâ olduğu ortaya çıkmış olur.
Bunun bir benzeri de " dememizdir. Bu söze, sözümüzün aksine, yalan girmez. Çünkü kul," (Şehadet ediyorum ki...) sözünde bazan yalancı olabilir. Bunun için, Cenâb-ı Hakk, münafıkları yalanlarken,
"Allah Teâlâ şehâdet eder ki, o münafıklar yalancılardır." (Mûnâfikûn, 1) buyurmuştur. Bu incelikten dolayı ezanda, denilmesi emredilmiş ve ezan ile bitirilmiştir.
Üçüncü fayda: deki, Allah lafzının başındaki (harf-i cer olan) "lâm" bir çok manayı ihtiva eder.
Birincisi: " (Çul âta aittir) ifadesinde olduğu gibi, âidiyyet manası taşıyan tahsisi (has olmayı) gösterir.
İkincisi: Mülk ifade eder.(ev Zeyd'indir) sözündeki gibi...
Üçüncüsü: "(ülke sultanındır) sözünde olduğu gibi kudret ve hâkimiyet ifade eder."deki "lâm" harfi bu üç mananın hepsini ihtiva eder. Eğer sen, "Lâm"t, âidiyyet ifade eden tahsis anlamında alırsan, malûmdur ki, ihsanının ve lütfunun çokluğu, azametinin yüceliği sebebi ile, hamd sadece Allah'a aittir ve O'na yakışır; mülk manasına alırsan, yine malûmdur ki, Allah Teâlâ her şeyin mâlikidir. Bu sebeble de. kendi hamdi ile meşgul oldukları halde de onların maliki olması gerekmiştir.
Eğer, "lârrfı, kudret ve hâkimiyet manasına alırsan, Allah Teâlâ zaten böyledir. Çünkü O, zatı gereği vâcıb (vâcibu'l-vücûd)'tir. O'nun dışındaki varlıklar ise. zâtları gereği mümkün varlıklardır. Zatı gereği vâcib olan, zatı gereği mümkün olana hükümrandır. O halde " , Hamd, ancak O'na lâyıktır; Hamd, O'nun mülkü ve milkidir; O, her şeye hükümran, her şeye hâkimdir" manasına gelir.
Dördüncü fayda:" sözü sekiz harftir. Cennetin kapıları da sekiz tanedir. Her kim, tam bir kalb temizliği ile bu sekiz harflik cümleyi söylerse, cennetin sekiz kapısından da girmeye hak kazanmış olur.
Beşinci fayda:" " kelimesi, başında harf-i tarif olan müfred bir lâfızdır Bu harf-i tarif hakkında iki görüş vardır.
Birincisi: Eğer, kendisinden önce, geçmiş bilinen bir isim var ise, mana ona hamledilir. Aksi halde, sözü kapalılıktan korumak için, bu lâm'ın "istiğrak" manasına olduğu söylenilir.
İkincisi: Buradaki harf-i tarif, umum ifade etmez. Ancak o, sadece mahiyet ve hakikati gösterir. Bunu anladığın zaman deriz ki, birinci görüşü benimsersek, " "Hamd-ü senaya sebeb olabilecek her şey Allah'a aittir. O'nun hakkı ve mülküdür" manasına gelir. O zaman, Allah Teâlâ'dan başka hiç bir şeyin, hamde ve övgüye müstehak olmadığını söylemek gerekir. Eğer ikinci görüşü benimsersek bunun manası, "Hamdın mahiyeti, Cenâb-ı Allah'ın hakkı ve mülküdür" şeklinde olur. Bu da, bu mahiyetin fertlerinden her hangi birinin Allah'tan başkası için olmasını nefyeder. O halde bu iki görüşe göre de," s°zu. hamdin, Allah'tan başkası için olmadığını ifade eder.
Eğer, "Nimet veren, kendisine nimet verilenden; hoca, öğrenciden ve âdil hükümdar da halkından gelecek hamde müstehak değil midir? Nitekim Hz. Peygamber (sas) "İnsanlarahamdetmeyen (teşekkür etmeyen), Allah'a da hamdetmemiş olur[80] buyurmuştur, denilirse deriz ki; nimet vermek suretiyle başkasına in'âm eden herkes bilmelidir ki, gerçek nimet veren Allah Teâladır. Çünkü, şayet Cenâb-ı Hakk, başkasına ın'âmda bulunan kimsenin kalbinde bu temayülü yaratmamış olsaydı, o kişi ikramda bulunmaya yönel-mezdi; şayet Allah Teâlâ, bu nimeti yaratmasa, nimet veren kimseyi bu nimete mâlik kılmasaydı ve kendisine nimet verilen kimseye de bu nimetten istifade imkanı vermeseydi, bu nimetten faydalan itam azdı İşte bu sebeble, gerçek nimet verenin sadece Allah Teâlâ olduğu ortaya çıkar.
Altıncı fayda: " sözü, Allah'tan başka, hamde lâyık hiç kimsenin olmadığına delâlet ettiği gibi, akıl da buna delâlet etmektedir. Bunu birkaç yönden izah ederiz.
Birincisi: Şayet Allah Teâlâ, nimet veren kimsenin kalbinde, nimet verme duygusunu yaratmamış olsaydı, o kimse nimet vermezdi. Öyleyse, gerçekte nimet veren, bu duyguyu yaratan Allah Teâlâ'dır.
İkincisi: Başkasına nimet veren herkes, buna ister mükâfaat. ister övgü, ister bir hakkı elde etmek, isterse nefsini cimrilik ahlâkından kurtarmak için olsun, bir karşılık ister. Yaptığına bir karşılık isteyen kimse ise, ın'amda bulunmamış olur Binâenaleyh gerçekte hamde müstehak olamaz. Cenâb-ı Hakk ise zatı gereği kâmildir. Zatı gereği kâmil olan, kemâl istemez. Çünkü elde edilmişi elde etmek imkânsızdır. Öyleyse O'nun ikram ve bağışları sırf cömertlik ve katıksız ihsandır. Bu sebeble de O. hamde müstehaktır. Böylece hamde ancak Allah Teâlâ'nın müstehak olduğu ortaya çıkar
Üçüncüsü: Her nimet, varlığı mümkün olan mevcudat zümresindendir. Her varlığı mümkün otan ise, ister doğrudan, ister dolaylı olsun, Hakk Teâlâ'ntn yaratma-sıyla var olur. Bu da her nimetin Allah'tan olduğu neticesini verir. Cenâb-ı Hakk: "Sizde olan her nimet Allah'tandır" (Nahi. 53) ayeti de
bu manayı teyid etmektedir. Hamdin manası, ancak ın'âma karşılık bir övgü ve senadır, in'âm, ancak Allah Teâlâ'dan olduğuna göre. AllatYdan başka hamde müstehak olan hiç bir varlığın olmadığını kesin olarak söylemek gerekir
Dördüncüsü: Nimet, şu üç husus bir arada bulunduğu zaman tam olur:
a-) Nimetin bir menfaat olması. Bir şeyden faydalanma, faydalanan varlığın canlı ve idrak edici {his edici) olmasına bağlıdır. O şeyin canlı ve idrâk edici olması ise. ancak Allah'ın yaratmasıyla mümkün olur.
b-) Menfaat, ancak zarar ve keder şaibesinden uzak olduğu zaman tam bir mmet qlur. Menfaatleri, zarar şaibesinden uzak tutmak ise. ancak Allah Teâlâ tarafından gerçekleştirilebilir.
c-) Menfaat, kesintiye uğrama korkusundan emin olunduğu zaman, tam bir nimet olur. Bu da ancak Allah Teâlâ tarafından temin edilir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, tam nimetin ancak Allahdan olacağı; binâenaleyh tam hamde de ancak Allah'ın müstehak olduğu anlaşılır Bu deliller ile " sözünün doğruluğu kesinlik kazanır
Yedinci fayda: Hamdın, nimet verdiği ve lütufkâr olduğu için bir başkasını med-hetmekten ibaret olduğunu görmüştün. İnsan, kendisine nimetin uzaklaştığını hissetmezse ve duymazsa, onun, harnd ve şükür ile mükellef tutulması imkânsız olur. Bunu anladığın zaman deriz ki, insanın Allah Teâlâ'ya hamdetmekten ve şükretmekten, gerçek manada, aciz olması gerekir. Buna birçok şey delâlet eder.
Birincisi: Allah Teâlâ'mn insana olan nimetleri, insan aklının vâkıf olamayacağı kadar çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız." (Nahi. 18) buyurmuştur. İnsanın Allah'ın nimetlerine vâkıf olması imkânsız olunca, bu nimetlere lâyık bir hamde, şükre ve sena'ya muktedir olamayacağı da ortaya çıkar.
İkincisi: İnsanın, Allah'a karşı hamd ve şükrü eda edebilmesi, ancak Allah'ın onu buna muktedir kıldığında mümkün olur Allah Teâlâ, onun kalbinde hamd ve şükre yönelik bir duygu yarattığında ve önündeki bütün engel ve manialar kalktığında, bunların hepsi Allah'ın birer irîâmı olur. Buna göre, kulun, Allah'ın şükrünü edâ edebilmesi, ancak Allah Teâlâ'mn ona vereceği büyük bir mmet sayesinde mümkün olabilir. Bu nimetler de ayrıca şükrü gerektirir. Bu duruma göre kulun, şükür ve hamdı edâ edebilmesi, sonsuza kadar tekrarladığı zaman mümkün olur. Bu ise imkânsızdır. İmkânsıza dayanan şey de imkânsızdır. Öyleyse insanın, O'na lâyık olacak şekilde Allah'a hamd ve şükretmesi imkânsızdır
Üçüncüsü: Hamd ve şükrün manası, kulun sadece diliyle demesi değildir. Tam aksine, bunun manası, kendisine nimet verilen kimsenin, nimet verenin kemâl, celâl sıfatları ile mevsûl olduğunu bitmesidir İnsanın aklına gelen hertürlü kemâl ve celâl sıfatlarından, Allah'ın kemâli ve celâli daha büyük ve daha yücedir. Bu böyle olunca, insanın Allah'a lâyıkı veçhile hamdetmesi, şükretmesi ve sena etmesi imkânsız olur.
Dördüncüsü; Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükürle meşgul olmak demek, kendisine nimet verilen kimsenin, bu nimetin geldiği zata, şükür ve hamd ile karşılık vermesidir. Bu da birkaç yönden, kolay kolay olacak bir iş değildir.
a-) Allah'ın nimetleri sınırsız derecede çoktur. Bu nimetlere sadece bu tek inanç ve tek lâfızla karşılık vermek son derece zordur.
b-) Cenâb-ı Allah'a hamd ve şükretmesınin Allah'ın nimetlerine karşılık olacağına inanan kimse şirk koşmuş olur. Buda Vâsıtî'nın "Şükür, şirktir" sözünden kastettiği manadır,
c-) İnsan, zatında, sıfatlarında ve bütün durumlarında Allah'ın nimetlerine muhtaçtır Halbuki Cenâb-ı Hakk, şükredenlerin şükrüne ve hamdedenlerin hamdine muhtaç değildir. O halde, bu şükür ve hamd ile Allah'ın nimetlerine karşılık vermiş olmak nasıl mümkün otur? Böylece, şu saydığımız sebebierden ötürü, kulun lâyıkı veçhile Allah Teâlâ'ya hamd ve şükürden âciz olduğu ortaya çıkar. İşte bu incelikten dolayı Cenâb-ı Allah, sözünün yerine, " (Allah'a hamdediniz) dememiştir. Çünkü O "Allaha hamdedinrz" demiş olsaydı, insanlara güçlerinin yetmeyeceği bir mükellefiyet vermiş olurdu. Ama," deyince bunun manası, tam hamd, O'nun hakkı ve mülküdür. İnsanlar, ister yerine ge-tirebilsinler ister getiremesinler, bu böyledir.
Dâvûd (a.s.)'un şöyle dediği nakledilir: "Yâ Rabbi, Sana nasıl şükretmiş olurum ki! Benim Sana şükrüm de, ancak Senin nimet vermenle tamamlanır. Bu nimet de beni bu şükre muvaffak kılmandır." Bunun üzerine Hakk Teâlâ şöyle nıdâ etti: "Bana şükretmekten âciz olduğunu anladığına göre, takatin ve gücüne göre şükretmiş oldun."
Sekizinci fayda: Hz. Peygamber (s.a.s.)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Allah Teâlâ, kuluna bir nimet verdiğinde, kulu " der. de bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: Kuluma bakınız. Ben, ona kıymetsiz bir şey verdim de o. Bana değer biçilmez bir şey verdi." Bu hadisin izahı şudur: Cenâb-ı Hakk, kuluna nimet verdiğinde, bu, o açken onu doyurması, susuzken ona su nasıp etmesi, çıplakken onu giydirmesi gibi alışıla gelmiş şeylerden bindir. Ama kul " dediğinde bunun manası: Hamdedenlerden birisinin yaptığı her hamd Allah'a mahsustur ve hamdedenlerden birisinin yapmadığı fakat aklen yapılması gereken her hamd de Allah'a mahsustur.
Arş'ın ve Kursî'nın meleklerinin, gök tabakalarında bulunanların, Hz. Âdem (a.s.)'den Hz. Muhammed (s.a.s.)'a kadar olan bütün peygamberlerin, velîlerin, âlimlerin, bütün mahlûkatın ve cennet ehlinin,
"Bunların oradaki duaları "Ya Allah. Seni tesbîh ederiz" sözüdür. Orada (birbirlerine sağlık temennileri ve iltifatları) "selâm" (demeleridir.) Dualarının sonu da "elhamdülillahirabbilâlemin'dir." (Yûnus. ıo) diyecekleri bu vakte kadar yaptıkları bütün hamdler. bu hamde dahildir. Sonra bu hamdler sınırlıdır. Kulların ebedî olarak ve mütemadiyen yapacakları hamdler ise sınırsızdır. İşte bu sınırsız övgülerin tamamı, kulun sözünün içinde bulunmaktadır, işte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Allah hadîs-i kutsisinde: "Kuluma bakınız. Ben ona kıymetsiz tek bir nimet vçrdim de o, Bana. sonsuz ve sınırsız şükürde bulundu " demiştir.
Burada diğer bir incelik daha vardır. O da şudur: Bu dünyada Cenâb-ı Hakk; m kuluna verdiği nimetler sonludur Halbuki kulun, " sözü, sınırsız bir hamdi ifade eder. Sınırsız olandan sınırlı olan çıkarıldığında, geriye kalan yine sınırsız olur. Bu sebeble sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: "Ey kulum, sana verilen nimete karşılık dediğinde, bundan ötürü geriye sonsuz taatlar kalır. Bu nedenle o taatlara sınırsız nimetlerle karşılık vermek gerekir" İşte buna binaen kul. ebedî bir mükâfaata ve sonsuz bir hayra hak kazanmış olur. O halde, kulun " demesinin, sonu olmayan mutlulukları ve sınırsız iyilikleri gerektirdiği ortaya çıkar.
Dokuzuncu fayda: Şüphesiz var olmak, yok olmaktan hayırlıdır. Bunun delili, her canlı varlığın kendisinin yokluğunu istememesidir. Şayet var olmak yok olmaktan hayırlı olmasaydı bu böyle olmazdı. Bunun böyie olduğu sabit olunca deriz ki, Allah Teâlâ'dan başka her şeyin var olması, Allah'ın onu yaratması ve ona lütuf ile ihsanda bulunmasıyla olur. Daha önce var olmanın bir nimet olduğu sabit olmuştu. Yine sabit olmuştur ki ruhlar, bedenler, ulvi ve süflî alemlerdeki bütün mevcudat üzerinde Allah'ın nimeti, rahmeti ve ihsanı vardır Nimet, rahmet ve ihsan ise. hamd ve şükrü gerektirir. Öyleyse kul, dediği zaman, onun maksadı, kendisine ulaşan nimetlere hamdetmek olmayıp, aksine, Cenâb-ı Allah'tan gelen bütün nimetlere karşılık Allah'a hamdetmektır. Çünkü daha önce Allah'ın nimetinin, Allah'tan başka her şeye ulaştığını açıklamıştık. Kul, dediği zaman, buna göre. onun manası, "Yarattığı her mahlûka ve nur zulmet, sükûn, hareket. Arş, Kursî. Cm, İnsan. zat. sıfat, cisim, araz gibi ebediyete kadar ve sonsuza kadar var edeceği her sonradan olma varlığa vereceği nimetinden dolayı Allah'a hamdolsun" demektir. Yine bu sözün manası, kulun, "Bu nimetlerin hepsinin Senin hakkın ve mülkün olduğuna, bunlarda hiç kimsenin Sana bir ortaklığı ve hak iddiası olmadığına şehadet ederim" demesıdır.
Onuncu fayda: Bir kimse. 'Tesbîh, hamdden ileridir Çünkü denilir, Burada ise önce hamd gelmiştir. Bunun sebebi nedir?" derse, şöyle cevap verilir: Allah'a hamdetmek zımnî bir delâletle, tesbîhe de delâlet eder. Çünkü tesbîh, Allah'ın zatı ve sıfatlarında hertürlü noksanlıklardan ve kusurlardan münezzeh olduğuna delâlet eder. Hamd ise, bu sıfatın bulunmasıyla birlikte. O'nun, kullarına ihsan sahibi, nimetler veren, onlara acıyan biri olduğuna da delâlet eder Bundan dolayı tesbîh. Allah'ın kâmil olduğunu; hamd ise Onun tam olmanın da üstünde olduğunu gösterir. İşte bu sebeble başlamak daha evlâdır Bu husus hikmet kanunlarından elde edilmiştir. Usul kânunlarına uygun olan izahımız ise şöyledir: Allah Teâlâ. ancak kullarının ihtiyaç çeşitlerini bilebılmesi için bütün malûmattan haberdar olması halinde; kendisine muhtaç oldukları şeyleri meydana getirebilmesi için, her şeye kadir olması halinde ve kendisi de hertürlü ihtiyaçtan müstağnî olması şartıyla kullarına ihsan edebilir. Çünkü böyle olmazsa. kendi ihtiyacını gidermekle meşgul olması, O'nu kulun ihtiyacını gidermekten alıkor. Öyleyse şu ortaya çıkıyor ki: Allah'ın ihsan sahibi olması, ancak, O'nun herturlü noksanlık ve kusurlardan münezzeh olmasıyla tamamlanır. Böylece sözü ile başlamanın, sözü ile başlamaktan daha üstün olduğu anlaşılmış olur.
Onbirinci fayda: sözü, hem mazî, hem müstakbele (geçmiş ve geleceğe) taalluk eder. Geçmiş ile ilgisine gelince; hamd, Önceden verilmiş nimetlere bir şükür olarak yapılır. Gelecek ile ilgisine gelince. Cenâb-ı Hakk'ın;
"Andolsun ki eğer şükrederseniz, Ben de size olan nimetimi artırırım " (ibrâhîm. 7) sözünün de gösterdiği gibi, hamdin, gelecekte nimetin devamlı yenilenmesini gerektırmesıdır. Akıl da buna delâlet eder. Şöyle ki geçmiş nimetler hizmete ve taate koşmaya sevkeder. Kut, şükür ile meşgul olduğu zaman aklına ve kalbine, Allah m nimetlerinin, muhabbetinin ve marifetinin kapıları açılır Bu da nimetlerin en büyüğüdür. Bu manadan dolayı. " sözü. geçmişle ilgisi sebebiyle, sana cehennem kapılarını kapatır; gelecekle ilgisi sebebiyle de, cennet kapılarını açar Öyleyse sözünün geçmişle alâkalı tesiri. Allah'a ulaşmaktan bizi engelleyen kapıları kapamak; gelecekle alâkalı tesiri de, Marifetullah'ın kapılarını açmaktır Allah'ın azametinin dereceleri sonsuz olduğu için, kul için Allah'ı tanımanın (marıfetullahın) basamakları da sonsuz olur. Bunun yegâne anahtarı sözümüzdür Bu sebeblede "Hamd" sûresi "Fatiha" sûresi diye isimlendirilmiştir
Onikinci fayda: " lafzı çok şerefli ve yüce bir kelimedir. Ancak yerinde kullanmak gerekir Aksı halde elde edilmek istenene ulaşılmaz.
es-Serıyyü's-Sakatî'ye "Taatı nasıl yapmak gerekir''" denildi de O; "Bir kere elhamdülillah" dediğim için, otuz yıldır. Allah'a istiğfar ediyorum" dedi.
Ona; "Bu nasıl iş?" denilince, şu cevabı verdi: "Bağdad'da bir yangın çıkmıştı. Birçok dükkan ve ev yandı. Bana, dükkânımın yanmadığt haber verilince demiştim. Bunun manası, bütün dükkânlar yanarken, dükkânımın yanmamış olmasına sevinmemdı. Halbuki din kardeşliği ve insaniyet bu hale sevinmememi gerektiriyordu, işte bundan dolayı, bu hamdim sebebiyle otuz senedir istiğfar ediyorum. Bu sebeble. hamd. her ne kadar kıymeti yüce bir kelime ise de. onu yerinde söylemek gerekir." Sonra Allah'ın kuluna nimetleri çoktur. Ancak bu nimetler ilk taksime göre ıkı kısımda mütalâa edilir: Dünya ve din nimetleri... Dm nimetleri birçok bakımdan dünya nimetlerinden daha üstündür. Bizim sözümüz, şerefli ve yüce bir kelimedir. Bu sebeble. insana, bu kelimenin kadrim yüce tutarak dünya nimetleri mukabilinde zikretmemesi, fakat ancak dinî nimetlere ulaştığı zaman zikretmesi gerekir. Sonra,dinî nimetlerde, azanın ve kalblerin işleri olmak üzere, iki kısımdır. İkinci kısım daha şereflidir. Dünyevi nimetler de iki kısımdır Bazen, nimete nimet olması bakımından itibar edilir, bazen de nimet verenin bağışı olması bakımından itibar edilir. İkinci kısım daha üstündür. İşte bütün bunlar gözönünde bulundurulması gereken makamlardır ki, sözümüzü zikretmek, hamd sebebine tâyık ve yerine de uygun olsun.
Onüçüncü fayda: Atamız Hz. Âdem'in söylediği ilk söz, sözüdür. Cennetliklerin söylediği son söz de, sözüdür. Birincisi şöyle olmuştur: Ruh Hz. Ademin göbeğine ulaşınca, aksırdı da, dedi. İkincisi ise, Cenâb-ı Hakk'ın " "Cennetliklerin en son duaları, Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur, demeleridir" (Yûnus. 10) sözüdür. Buna göre, bu âlemin başlangıcı ve sona erişi de, Hamd'e dayanır. O halde, amellerinin evvelinin ve sonunun bu kelimeyle birlikte olması için, çalış. Çünkü, insan küçük âlemdir. Bu küçük âlemin hallerinin büyük âlemin hallerine uygun olması gerekir
Ondördüncü fayda: İnsanlardan bir kısmı, sözünün takdirinin olduğunu söylerler Bu, bana göre zayıftır. Çünkü mukaddes kelâma, sözün doğru olması için başvurulur. Bu takdirde, sözün bozuk olmasını icab ettirir. Birçok şey. buna delâlet etmektedir.
Birincisi: " sözü hamdın Allah'ın mülkü ve hakkı olduğunu haber vermektir Bu manada sözü tam bir kelamdır. O halde, bunun başına bir şey takdir etmeye ihtiyaç yoktur
İkincisi: sözü, insanlar kendisine hamdetsinler etmesinler, Cenabı Hakk'ın zatı ve fiilleri bakımından hamde müstehak olduğuna delâlet eder Çünkü, zâtı gereği olan şey, başkası sebebiyle olandan daha üstün ve daha yücedir
Üçüncüsü: Ulema, günlük hayattaki bir meseleden bahsederek şöyle dediler: Babanın, evlâdına şöyle şöyle yap! demesi doğru olmaz. Çünkü, çocuğun babasının sözünü tutmayıp da, böylece günah işlemesi olabilir Tam aksine baba, şöyle şöyle yapılması gerekir, der Eğer çocuk iyi bir evlâd ise, bu sözü tutar ve babasına itaat etmiş olur. Eğer yaramaz ise, çocuk yapmayacağını sözle belirtmemiş olur. Bu sebeble de. günahı az olur. Burada da böyledir. Allahu Teâlâ, dedi. böylece itaatakâr olan Allah'a hamdeder; asî olursa, günahı daha az olur
Onbeşinci fayda: Cebriye ve Kaderiye (Mutezile) de, sözünden delil getirmeye teşebbüs etmişlerdir. Cebriye mensupları, sözüyle birçok bakımdan ıhtıcâc etmişlerdir
Birincisi: Fiili, daha şerefli ve mükemmel olan; kendisinden sudur eden nimet de en üstün ve en kıymetli olan kimse hamde daha mustehaktır. Yaratılmışların en şereflisinin iman olduğunda şüphe yoktur.
Eğer iman, kulun fiili olsaydı, kulun hamde müstehak olması, Cenâb-ı Hakkın hamde müstehak olmasından daha üstün ve daha yüce olurdu. Böyle olmadığına göre, imanın kulun yaratmasıyla değil, Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğini anlarız.
İkincisi: Ümmet," sözlerinin iman nimetine karşılık söylendiği hususunda ittifak etmişlerdir. Şayet iman, Allah'ın değil de kulun fiili olsaydı, insanların iman nimetine karşılık "demeleri batıl olurdu. Çünkü yapmadığı bir işe karşılık kişiye hamdetmek, Cenâb-ı Hakk'ın "Yapmadıkları şey sebebiyle de, övülmeyi arzu ediyorlar" (Âl i imrân. 188) ayetinden ötürü, batıl ve çirkin bir iştir.
Üçüncüsü: sözünün zahirinin bütün hamdlerin Cenâb-ı Allah'a ait olduğuna ve Allah'tan başka hiç bir kimseye kesinlikle hamdedılmeyeceğme delâlet ettiğini delilleriyle göstermiştik. Buna göre, bütün nimetlerin Allah'dan olması durumunda, bütün hamdler de O'na ait olur. İman, nimetlerin en üstünüdür. O halde imanın Allah tarafından yaratılmış olması gerekir
Dördüncüsü: kendi kendini methetmektir. Halbuki kendi kendini methetmek, insanlar arasında hoş karşılanmaz. Cenâb-ı Hakk, kitabına kendisine methederek başlayınca, bu, O'nun durumunun, insanların durumuna benzemediğine; insanlar tarafından çirkin görülen şeyin Allah tarafından güzel görüldüğüne delâlet eder. Bu da, Allah'ın fiillerinin mahlûkatın fiilleriyle mukayese edilmekten münezzeh olduğuna delâlet eder. Bazı şeyler kullardan olunca çirkin görülür, ama bu aynı şeyler Allah'dan olunca çirkin görülmez. Bu da, Mutezile'nın prensiplerini tamamıyle yıkar.
Beşincisi: Mutezıle'ye göre Allah'ın fiillerinin güzel (hasen) olması ve bu fiillerin güzelliğe ilâve olarak başka bir sıfatı daha olması gerekir. Aksi takdirde Allah'ın fiilleri, anlamsız olur. Bu ise, Allah için düşünülemez. Cenâb-ı Hakk'ın fiillerindeki hasen vasfına ilâve olan sıfatın, ya "vâcib" olması veya tafaddul (lütuf) nevinden bir şey olması gerekir. Vâcıb olmasına gelince, bu mükâfatı ve karşılığı mükelleflere ulaştırmak kabilinden olandır. Tafaddul nevinden olması durumuna gelince, bu da, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın lütfederek vermesi gereken miktarın üzerinde vermesidir Buna karşı biz deriz ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın hamde müstehak olması hususunu zedeler ve sözümüzün doğruluğunu yok eder. Bunu şöyle diyerek izah edebiliriz: Görevleri yerine getirmek, hamde müstehak olmayı göstermez. Görmez misin? ki, bir başkasına bir dinar borcu olan kimse onu ödediğinde övülmeye müstehak olmaz
Eğer, Cenâb-ı Allah'ın bir şeyi yapması vâcib oisaydt, o ful. Allah'ı zemmolun-maktan kurtarır, ancak hamde müstehak olmasını gerektirmezdi. Tafaddul fiiline gelince, muhalife göre bu, fazla hamdetmeyı gerektirir. Zira, O'ndan bu fiil sudur etmemiş olsaydı, onun için bu hamd meydana gelmiş olmazdı. Durum böyle olunca da, Allah zatı gereği noksan ve başkasıyla tamamlanmış olurdu. Bu da Cenâb-ı Hakkın hamde ve medhe müstehak olmasına mâni olur.
Altıncısı: sözü Allah'ın övülmüş olduğuna delâlet eder Buna göre biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın hamde ve medhe müstehak olması ya O'nun zatından dolayı sabit olan bir iş olmuş olur veya zâtından ötürü sabit olmayan bir iş olur. Eğer birincisi olursa, onun fiillerinden her hangi bir şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın medhe müstehak olmasını gerektirmesi imkânsız olur. Çünkü zatından ötürü var olan bir şeyin, başkasından ötürü var olması imkânsız olur. Yine Allah'ın fiillerinden herhangi bir şeyin, O'nun zemme müstehak olmasını ıcab ettirmesi imkânsız olur. Çünkü zatı gereği var olan bir şeyin, başkası sebebiyle ortadan kalkması imkânsızdır. Durum böyle olunca, Hakk Teâlâ hakkında, O'na herhangi birşeyin vâcib (gerekli) olması uygun düşmez. O halde, kullarına karşılık ya da mükâfaat vermesi, Allah'a vâcib olamaz. Bu da. Mutezile'nin esaslarını altüst eder. İkinci kısma gelince ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın hamde lâyık olmasının zatı gereği olmamasıdır, biz deriz ki, bu durumda O'nun, zâtı bakımından noksan olması ve başkasıyla tamamlanmış olması gerekir ki, Allah hakkında bunu düşünmek imkânsızdır. Mutezileye gelince, onlar şöyle demişlerdir: Allah'a hamdetmek, ancak şöyle dediğimizde tamam olmuş olur: Mutlak manada hamde müstehak olan, fiillerinde çirkinlik, hükümlerinde zulüm ve haksızlık olmayandır. Bize göre, Allah böyledir. Bu sebeble O, en yüce hamd ve övgülere müstehaktır. Cebriye mezhebinde ise, hiç bir çirkin fiil yoktur ki, o, Allah'ın fiili olmasın; hiç bir zulüm yoktur ki, o, Allah'ın hükmü olmasın, hiç bir abes iş yoktur ki, o, Allah'ın işi olmasın... Zira, Cenâb-ı Hakk kâfirde küfrü yaratır, sonra ona azab eder. Bir karşılık vermeksizin, hayvanların canını yakar. Bu duruma göre O'nun hamde müstehak olduğu nasıl düşünülebilir? Ve yine, Allah olması bakımından hak kazandığı hamde, ya kuidan veya kendisinden ötürü hak kazanır. Eğer.birincisi olursa, kulun fiiline kadir olması gerekir ki, bu da Cebrîliği ibtaleder. Eğer ikincisi olursa, bunun manası, Allah'a, kendi kendini medhetmesı vâcibtır demek olur ki. bu da batıldır. İşte
bunun için Cebriye demek ancak bizim görüşümüze göre doğrudur
dediler.
Onaltıncı fayda: Ulema şükrün vücûbunun aklî veya naklî delille sabit olduğu hususunda ihtilâf etmiştir Şükretmenin naklî delille vacib olduğunu söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetlerini delil getirmişlerdir:
"Biz, bir peygamber göndermedikçe, azab edici değiliz."(İsrâ 15)
Müjdeleyici ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdik. Ki böylece, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karsı bir bahaneleri olmasın!" (Nısâ. 165).
Yine ulemadan, bu şükrün mutlak olarak din gelmezden önce de, geldikten sonra da vacib olduğunu söyleyenler vardır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın sözüdür. Bunun birçok bakımdan izahı vardır.
Birincisi: sözü mutlak olarak bu hamdın, Allahu Teâlâ'nın hakkı ve mülkü olduğuna delâlet eder. Bu da, din gelmezden önce bu hakkın var olduğunu gösterir.
İkincisi: Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Usûl-i fıkıhta, uygun bir vasfa göre tertip edilen hükmün, bu hükmün o vasıfla muallel olduğuna delâlet ettiği hususu yer almaktadır. Burada da Allah Teâlâ, hamdı kendi nefsine isbat etmiş ve kendisini âlemlerin Rabbi, onlara acıyan ve onları bağışlayan; kıyamette onların işlerinin yegâne sahibi olarak nitelendirmiştir. Bu da hamde müstehak olmanın ancak, Cenâb-ı Hakk'ın onları terbiye edici olması ve onlara merhamet edip bağışlamasıyla mümkün olacağını gösterir. Durum böyle olunca, Allah'ın hamde müstehak olması, ister peygamber gelmezden önce olsun ister sonra olsun, her zaman yapılabileceğini gösterir
Onyedinci fayda: Hamdin hakikatini ve mahiyetini araştırmamız gerekir. Diyoruz ki, Allah'a hamdetmek bizim, sözümüzden ibaret değildir. Çünkü dememiz, hamdin varlığından haber vermedir. Bir şeyden haber vermek ise. kendisinden haber verilen varlıktan ayrı bir şeydir. Öyleyse, Ailah'a hamdetmenm, bizim sözümüzden başka olması gerekir. İşte diyoruz ki, nimet verene hamdetmek, nimeî veren olması sebebiyle ona tazimi ifade eden hertürlü fiilden ibarettir. Bu fiil ya kalbin fiili olur, ya lisanın fiili, yahut da uzuvların fiili olur. Kalbin fiiline gelince, bu, kalbin, bu fiilinde Allah'ın kemâl ve celâl sıfatlarıyla nitelenmiş olduğuna inanmasıdır. Lisanın fiiline gelince bu da, Allah'ın kemâl sıfatlarıyla mevsûf olduğunu gösteren lâfızları zıkretmesidir. Uzuvların fiiline gelince, bunlar, uzuvların, nimet veren varlığın kemâl ve celâl sıfatları ile mevsûf olduğunu gösteren fiilleri yapmasıdır. İşte hamdden murad bütün bunlardır
İlim ehli, bu konuda iki guruba ayrılmışlardır
Birinci gurup, Allah'ın, kullarına, kendisine hamdetmelerinı emretmesinin caiz olmadığını söyleyenlerdir. Bunlar, birçok bakımdan görüşlerine delil getirmişlerdir.
Birincisi: Bu hamd, ya kullara ulaşan nimete karşılık yapılmıştır, ya böyle bir nimete karşılık olmaksızın meydana gelmiştir Birinci ihtimal yanlıştır. Çünkü bu,-Allah Teâlâ'nın, kullardan, inamına mukabil bir karşılık ve mükâfaat istemiş olması manasına gelir ki, bu mükemmel manada cömert olmaya zarar verir. Çünkü kerim olan kimse, bir nimet verdiği zaman, buna bir karşılık istemez. İkinci ihtimale gelince bu. ortada hiç bir şey yokken başkasını yormaktır ki, bu da zulüm olur.
İkincisi: "Hamd ile meşgul olmak, hamd edem yorar ve hamd edilene de bir faydası yoktur Çünkü hamdedılen zatı gereği kâmil bir varlıktır. Zatı gereği kâmil olan bir varlığın ise, başkası ile kemâle ermesi imkânsızdır. Binâenaleyh bu hamd işi ile meşgul olmak boşuna ve zarannadır. Bu sebebten ötürü meşru sayılmaması gerekir" dediler.
Üçüncüsü: İcâbın manası, "eğer kişi işlemezse cezayı hak eder" demektir Buna göre, Allah'a hamdetmenin vâcib kılınmasının manası, O'nun, "'eğer sen bu hamd ile meşgul olmazsan, seni cezalandırırım" demesidir. "Bu hamdın, Allah'a hiç bir faydası yoktur" sözünün manası ise. "Bu işte I uç kimsenin elde edeceği bir fayda yoktur, ama sen onu şayet terkedersen, seni ebediyyen cezalandırırım" demektir ki, bu da hakîm ve kerîm olan bir varlığa yakışmaz.
İkinci gurub, "Allah'a hamdle meşgul olmak, birçok bakımdan edebsizliktir" demişlerdir.
Birincisi: Allah'a hamd etmek, Allah'ın ihsanlarına bu azıcık şükür ile karşılık vermek demektir.
İkincisi: Şükür ile meşgul olmak ancak bu nimetler kalbte hatırlanmaya devam edildiği zaman gerçekleşir. Kalbin nimetleri hatırlamakla meşgul olması ise onu. nimet vereni takmakla uğraşmaktan alı kor
Üçüncüsü: Kulun, nimet bulduğu zaman Allah'a övgüde bulunması, onun bu nimeti elde ettiği için Allah'a hamd-ü senada bulunduğunu gösterir. Bu da onun, ibadet, hamd ve senadan maksadının bu nimetleri elde etmek olduğunu gösterir. Bu adamın, hakikatte ma'bûdu ve maksûdu ancak bu nimet ve menfaattir Bu da düşük bir makamdır. En iyisini Allah bilir. [81]
Rabbü'l-Âlemin'in Tefsiri
Bu fasıl sözünün izahı hakkındadır. Burada birçok faydalar vardır.
Birinci fayda: Var olan ya zatı gereği vâcıb olur. veya zatı gereği mümkün olur. Zatı gereği vâcib olan ise, sadece Cenâb-ı Hakk'dır Zatı gereği mümkün olan da, Allah'ın dışındaki her şeydir ki, bu da "âlem" dediğimiz şeydir Çünkü kelâm-cılar şöyle demişlerdir: Âlem, Allah'dan başka her varlıktır. Bu kısmı âlem diye isimlendirmenin sebebi, Allah'tan başka her şeyin varlığının Allah'ın varlığına delâlet etmiş olmasıdır. İşte bu sebebten ötürü Allah'tan başka her varlık, âlem diye adlandırılmıştır. Bu hususu iyice kavradığında biz deriz ki, Allah'tan başka her şey ya uzayda yer tutandır, ya uzayda yer tutanın bir sıfatıdır veya ne uzayda yer tutandır, ne de yer tutmuş olanın bir sıfatıdır. Bu da üç kısımdır.
Birinci kısım: Uzayda yer kaplayandır. Uzayda yer kaplayan, ya bölünmeyi kabul edici olur veya olmaz. Eğer bölünmeyi kabul edici olursa, bu cisimdir. Eğer böyle olmazsa, bu da atomdur. Cisme gelince, o ya "ulvî" (gök cisimlerinden), ya da "süflî" (yer cisimlerinden) olur. Ulvî cisimlere gelince, bunlar gezegenler ve yıldızlardır Bu iki kısımdan başka, din ile sabit olmuş başka şeyler de vardır: Arş, Kürsî, Sidreti'l-müntehâ, Levh, Kalem ve Cennet gibi...
Yer cisimlerine gelince, bunlar ya basit olur, ya da mürekkeb... Basit olanları, dört unsurdur (enâsır-ı erbaa).
Birincisi, çölleri, dağlan ve mamur ülkeleri ile, yer yüzüdür.
İkincisi, su küresidir ki, bunu da okyanuslarla, yer yüzünün dörtte birini teşkil eden kara parçalarındaki mevcut denizler ve sayısını ancak Allah'ın bileceği vadiler (nehir yatakları) teşkil eder.
Üçüncüsü, hava küresidir.
Dördüncüsü, ateş küresidir. Mürekkeb cisimlere gelince, bunlar bitkiler, madenler ve muhtelif kısım ve farklı çeşitleriyle, hayvanlardır.
İkinci kısım: Uzayda yer kaplayan varlıklara sıfat olan "mümkün" şeylerdir. Bunlar arazlardır, Kelâmcıiar. arazın kırka yakın nevini zikretmişlerdir.
Üçüncü kısım: Üçüncü kısma gelince, bu ne uzayda yer kaplayan, ne de uzayda yer kaplamayan varlığa sıfat olan "mümkün" şeydir. Bunlar da ruhlardır. Ruhlar, ya süflîdir, ya da ulvîdir.
Süflî ruhlar, ya hayırlı ruhlardır, ki bunlar cinlerin iyi olanlarıdır, veya kötü ve pis ruhlardır, Bunlar da, inatçı şeytan îaifesıdir.
Ulvî ruhlarsa, ya cisimlerle beraber bulunur, ki bunlar gök cisimlerinin ruhlarıdır veya cisimlerle beraber bulunmazlar. Bunlar ise, temiz ve mukaddes ruhlar olan meleklerdir. İşte bu. âlemdeki varlıkların taksimatına bir işarettir. Her insan bu kısımları açıklamak için bir milyon cilt kilap yazsa, bunların en alt seviyesine dahi ulaşamaz Ancak şu kadar var ki. zatt gereği varlığı zorunlu olanın bir tek olduğu sabit olunca, O'nun dışındaki bütün varlıkların da, zatları gereği "mümkün" oldukları kesinlik kazanır. Bunun için de bu varlıklar, var olmak için. zatı gereği vâcıb olan varlığın yaratmasına muhtaç olurlar. Aynı şekilde, mümkin olan varlığın da. var olduğu sürece, onu ibkâ edecek bir varlıktan müstağni olamıyacağı da sajDit olmuş olur Allahu Teâlâ. yokluktan varlığa çıkarmış olması sebebiyle âlemlerin Rabbıdır. Yine O, âlemlerin var olmaya devam ettiği, ve istikrarını sürdürdüğü sürece, âlemleri ayakta tutması sebebiyle de âlemlerin Rabbidir. Bunu anladığın zaman sözünün tefsirine dair çok az bir şeyi keşfetmiş olursun. Bu üç kısmın hallerini kim daha çok kavrarsa," sözünün tefsirine de daha çok vâktf olmuş olur.
ikinci fayda: İki türlü terbiye eden vardır
Birincisi: Üzerinden kazanç sağlamak için bir şeyi terbiye eden. İkincisi: Terbiye edilen kazanç sağlasın diye onu yetiştiren.
Bütün mahlûkatın yaptığı terbiye birinci kısma dahildir. Çünkü insanlar, başkalarını, onların üzerinden, ya mükâfaat ya övgü cinsinden bir kazanç elde etmek için başkasını yetiştirirler.
İkinci kısım terbiye eden ise sadece Cenâb-ı Allah'tır. Nitekim Cenâb-ı Allah bir hadis-i kutsî'de şöyle buyurmuştur:
"Ben, Benden kazanç sağlayasmız diye sizi yarattım, yoksa sizin üzerinizden kazanç sağlayayım diye değil'' Bu demektir ki Cenâb-ı Hakk hem terbiye ediyor hem de ihsanda bulunuyor. O'nun terbiye etmesi ve ihsanı, başka eğiticilerin terbiye ve ihsanına benzemez.
Allah'ın terbiye etmesi, O'nun dışındaki varlıkların terbiyesinden farklıdır Bunu birçok yönden izah edebiliriz:
Birincisi: Hak Teâlâ'nın kullarını, kendisi için değil, kullar için terbiye ettiğini; O'nun dışındakilerin ise hem kendileri için hem başkaları için terbiye etmeye uğraştıklarını açıklamıştık.
İkincisi: Allah'ın dışındakiler terbiye ettikleri zaman, bu terbiye nısbetinde hazine ve mallarından noksanîaşma olur. Halbuki Cenâb-ı Allah noksanlık ve zarara uğramaktan münezzehtir. Nitekim O "Hiç bir şey hâriç olmamak üzere her şeyin hazineleri bizim yanımızdadır. Biz onları malum bir miktar dışında indirmeyiz." (Hicr. 21) buyurmuştur.
Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın dışında ihsanda bulunan kimselere, fakır ısrar ettiğinde, ona kızar ve onu mahrum eder, istediğini de vermez. Halbuki Allah Teâlâ böyle değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Cenâb-ı Hakk, duasında ısrar edenleri sever" buyurmuştur.[82]
Dördüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın dışında, ihsanda bulunanlardan, ihsan etmeleri istenmediği müddetçe kimseye bir şey vermezler. Ama O, istemeden de verir Görmez misin ki O, annenin rahminde daha bir cenin ve aklı olmayan bir cahil iken seni terbiye etmiştir. Sen O'ndan istemesini beceremediğin halde de seni korumuş; sen O'ndan istemediğin, aklının ve hidayetinin olmadığı zamanda da sana ihsanda bulunmuştur.
Beşincisi: Cenâb-ı Allah'ın dışında ihsanda bulunanların ihsanları, fakır olmaları, orada olmamaları veya ölmeleri hallerinde sona erer. O'nun ihsanı ise kesinlikle sona ermez.
Altıncısı: Allah'ın dışında, ihsanda bulunanların ihsanları umumî olmaz, belli bir topluluğa has olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın terbiyesi ve ihsanı herkese ulaşır. Nitekim Cenâb-ı Allah; "Benim rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır" (Araf, 156) buyurmuştur. Böylece O: nun âlemlerin Rabbı olduğu ve bütün mahlûkata ihsanda bulunduğu ortaya çıkmış olur. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hakk kendisi hakkında; "Bütün hamöier Alemlerin Rabbi (sahibi ve terbiye edicisi, malikî ve İhsan edip geliştiricisi) Allah'a aittir" buyurmuştur.
Üçüncü fayda: Dünyada, övülen, medholunan ve tazim edilen zat, dört se-bebten dolayı övülür, medhedilir ve tazim edilir:
1. Ya, O, sana lütufta bulunmasa da, zatında kâmil, sıfatlarında da bütün noksanlık ve kusurlardan münezzeh olduğu için...
2. Ya, sana ihsanda bulunup nimet verdiği için...
3. Ya, sen gelecekte ihsanının sana ulaşacağını umduğun için...
4. Veya hükümranlığının tam olmasından, kudretinden ve kahrından korktuğun için...
İşte bunlar tazimi gerektiren sebeplerdir Sanki Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Zatî kemâlimi tazim edenlerden iseniz Bana hamdediniz. Çünkü Ben âlemlerin ihâhıyım." İşte bu da Cenâb-ı Allah'ın " sözündeki bir maksaddır. "Eğer ihsanda bulunmamı tazım edenlerden iseniz bilin ki, ben âlemlerin Rabbiyim. Eğer istikbalde bir şeyler umduğunuz için tazimde bulunuyorsanız, bilin ki Ben Rahman ve Rahfm'im. Korktuğunuz için tazim ediyorsanız, bilin ki, Ben din gününün yegâne sahibiyim."
Dördüncü fayda: Cenâb-ı Allah'ın kulunu terbiye şekilleri çoktur ve sınırsızdır.
Buna dair birkaç misal verelim:
Birinci misâl: Babanın sulbünden nutfe damlası ana rahmine düştüğünde, bir düşün, nasıl o nutfe ilk önce rahme tutunmuş bir damla kan, sonra bir et parçası olur, daha sonra bu et parçasından, kemikler, kıkırdaklar, sinirler, kasların kirişleri, atar ve toplar damarlar gibi çok çeşitli organlar çıkar. Daha sonra da bunlar birbirlerine bağlanarak bir araya gelirler. Sonra bunların her birinde özel bir kuvvet hasıl olur: Böylece de gözde görme, kulakta işitme ve dilde de konuşma kuvveti meydana gelir Kemikle işittiren, yağ ile gördüren, et ile konuşturan Cenâb-ı Allah'ı teşbih ederiz. İnsan bedenini konu alan anatomi kitapları çok yaygındır Bütün bunlar, Allah'ın kulunu nasıl terbiye ettiğini gösterir.
İkinci misâl: Bir tek tane yere düşüp de ona toprağın nemi bulaştığı zaman, o şişer, her tarafı şiştiği halde sadece onun en üstü ve en altı yarılır En üstteki yarığa gelince, bitkinin ucu buradan çıkar. Alttaki yarıktan ise bitkinin toprağa dalan kökleri çıkar Bunlar sanki bitkinin damarları gibidir. Bitkinin üst ucuna gelince, yükseldikten sonra bunun bir gövdesi (veya sapı) meydana gelir. Sonra bu gövdeden birçok dallar ayrılır Daha sonra bu dallar üzerinde, nur parçacıkları gibi çiçekler görülür. Bundan sonra meyveler ortaya çıkar. Bu meyvelerin de sertlik ve yumuşaklık bakımından birbirinden farklı kısımları meydana gelir. Bunlar meyvenin kabuğu, içi ve yağlarıdır. Bitkinin toprağa dalan köklerine gelince, bu damarların bir ucu da bitkinin en uç kısımlarına kadar gider. Bu uçlar, yumuşaklık bakımından, dizilmiş su tanecikleri gibidirler. Son derece yumuşak olmalarına rağmen bu uçlar sert ve kayalık yerlere bile nüfuz edebilirler. Cenâb-ı Allah, bu uçlara topraktaki kendisine faydasi olan tün bu işlerdeki hikmet kulun kendisine ihtiyaç duyduğu gıda, katık, meyve, içecek şeyler ve ilâçlar kabilinden olan varlıkları meydana getirmektir Nitekim Cenâb-ı Allah:
"Hakikaten Biz, o (yağmur) suyunu bol bol döktük, sonra toprağı iyiden iyi yardık. Bu suretle onda tane(ler) bitirdik, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalıklar, sık ve bol ağaçlı (diğer) bahçeler, meyveler, mera(lar) bitirdik. (Bütün bunları Biz) hem size. hem davarlarınıza faide olarak (yarattık.)" (Abese 25-32)
Üçüncü misâl Cenâb-ı Hakk. gezegenleri ve yıldızları, kulların istifadesine birer vesile olacak şekilde yaratmıştır Meselâ, geceyi rahatlık ve sükûnete bir vesile olmak üzere, gündüzü de kazanç teminine ve yeryüzünde gezip dolaşmaya bir vesile olmak üzere yaratmıştır.
"Güneşi ziyalı, ayı nurlu yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için, o aya muhtelif menziller tayin eden O Allah'tır. Allah, bunları (boş yere değil) hak ile yarattı." (Yûnus 5)
"O. karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yollarınızı doğrultmanız (bulmanız) için. sîzin faidenize yıldızlan yaratandır." (Enam 97)
Cenâb-ı Allah'ın şu ayetini okuyun:
"Biz yeri bir beşik, dağları kazıklar yapmadık mı?Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme yaptık; geceyi örtü kıldık; gündüzü maişet vakti yaptık. Üstünüze sağlam sağlam yedi (gök) bina ettik. Ona parıl parıl parıldayan bir kandil astık. O sıkıcı mengenelerden (bulutlardan) de sarıl şarıl su indirdik. Onunla tane, nebat ve sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye." (Nebe 616)
Madenlerin, bitkiler hayvanların dikkat çekici hallerini ve Rahman Allah'ın insanı yaratışındakı hı-;netınin belirtilerini iyice bir düşündüğün zaman, senin akl-ı selimin Allah'ın terbiye tme şekillerinin pekçok olduğuna ve O'nun rahmetinin heryerde apaçık izlerinin görüldüğüne hükmedecektir. İşte o zaman Allah'ın " sözünün sırlar deryasından bir katre sana tecelli edecektir.
Beşinci fayda: Cenâb-ı Hakk, hamdi kendi nefsine nisbet ederek, önce dedi, sonra diyerek kendisini âiemlere nisbet etti. Bu şu demektir: "Ben hamdi seviyorum, bu sebebie onu. Benim mülküm olduğu için onu kendime nisbet ettim. Sonra Kendimi zikrettiğim zaman, bunun peşinden Kendimi âlemlerin Rabbi olarak tanıttım." Bir kimse bir zatı, bir tek sıfat ile tanıtırsa, o, sıfatların en güzelini ve en mükemmelini söylemeye gayret eder. Bu, Allah1 in, âlemlerin Rabbi oluşunun, O'nun en mükemmel sıfatı olduğuna delâlet eder. Bu böyledir. Çünkü derecelerin en mükemmeli, tam ve tamın da üstünde olmaktır. Öyleyse bizim, dememiz), O'nun zatı gereği, zatında ve zatı ile "vâcib-ül-vucûd" olduğunu göstermektedir ki, işte bu tam olmadır." sözünün manası ise, O'nun dışındaki her şeyin varlığının, Allah'ın terbiyesinden, ihsanından ve cömertliğinden neşet ettiğidir ki, bu da "tam"ın da üstünde olmak" ibaresiyle kastedilen şeydir
Altıncı fayda: Cenâb-ı Hakk; Ey İnsan! Senden başka kullara da sâhibdir. Nitekim Rabbinın ordularını ancak O (Allah) bilir." (Müddessır. 32) buyu rulmuştur
Halbuki senin O'ndan başka Rabbın yoktur. Hem sonra O, sanki senden başka hiç bir kulu yokmuş gibi seni terbiye eder (bakıp, büyütür, besler) Sen ise, sanki O'ndan başka bir Rabbin varmış gibi O'na hizmet ediyorsun. Allah'ın bu terbiyesi, ne güzel bir terbiyedir. Allah Teâlâ seni, gündüz, bir karşılık beklemeksizin belâlardan; gece, yine bir karşılık beklemeksizin her türlü korkudan muhafaza etmiyor mu?
Nöbetçiler her gece hükümdarı beklerler. Acaba onu. zararlı böceklerin sokmalarına karşı, başına birçok belânın gelivermesine karşı koruyabilir mi? Hak Teâlâ'ya gelince O, onu, o gecenin başında çok çeşitli haramlara, yasaklara ve çirkin fiillere dalıverip gittikten sonra, her türlü musibet ve korkuya karşı koruyup bekliyor. Bu ne büyük ve ne güzel bir terbiye! Yine, Hz. Peygamber {s.a.s.)'in;
"Ademoğlu Allah'ın binasıdır. Allah'ın binasını yıkan mel'ûndur" demesi de, bu terbiyeyi göstermez mi? İşte bu manadan dolayı Cenâb-ı Allah
"De ki: Allah'ın geceleyin, gündüzün (gelebilecek azabına karşı) Rahman olan Allah'tan sizi kim koruyabilir?" (Enbiya, 42) buyurmuştur.
Bu, ancak gücü sonsuz olan Melik, hükümran kudreti olan tek, kalbleri ve gönülleri evirip çeviren ve vicdanlarda saklı gizli olanlara muttali olan Allah'tır.
Yedinci fayda: Kaderiye (Mutezile) şöyle söyledi: “Eğer Allah onlara ihsanda bulunuyor ve sıkıntılarını gideriyor ise ancak o zaman âlemlerin Rabbi ve terbiye edicisi olur Ama kâfirde küfrü yaratıp, sonra bundan dolayı ona azab ederse; imanı emredip onu imandan alıkorsa, o zaman, O, Rabb ve mürebbî değil, aksine zarar veren ve eziyet eden olmuş olurdu."
Cebriye ise şöyle dedi: "Şayet nimet O'ndan südûr eder ve lütuflar da O'nun rahmetinden feyezan ederse, Allah bir Rabb ve terbiye edici olur. İman nimetlerin en büyüğü ve en kıymetlisi olduğuna göre, onun Allah tarafından meydana getirilmesi, O, âlemlerin Rabbi olduğu için ve onlara, onlarda imanı yaratmak suretiyle ihsanda bulunduğu içindir."
Sekizinci fayda: Allah'ın isimlerinin tefsirinde birçok şekilde açıkladığımız gibi, "Allah" ismi, "Rabb" isminden daha üstündür. Sonra, dua eden kimse çoğu işlerinde "Ya Rabb" "Ya Rabb" diyerek dua eder Bunun sebebi, yine Allah'ın isimlerinin tefsin sırasında zikrettiğimiz hususlar ve nüktelerdir ki, onları burada tekrarlamayacağız. [83]
Er-Rahmani’r-Rahim’in Tefsiri
Bu fasılin tefsin hususundadır. Bu konuda birçok faydalar vardır.
Birinci fayda: "Rahman", kullardan bir benzerinin çıkması tasavvur olunamayan nimetler veren demektir.
"Rahim" ise, kullardan da benzerinin çıkması düşünülebilen şeylerle nimet veren demektir
İbrahim b. Edhem'in şöyle dediği hikaye edilmiştir; "Bir yere misafir oldum. Derken sofra getirildi. Birden bir karga sofraya konup çöreği kapıp kaçtı. Hayretle onun halini izlemeye başladım, O, bir tepeye kondu. Birden iki eli bağlı bir adamı farkettim. Karga çöreği o adamın yüzüne bıraktı.
Zinnûni Mısrî'ntn şöyle dediği rivayet edilmiştir; "Evde bulunuyordum. Birden kalbimde bir velvele koptu. Öyle ki, kendime hakim olamaz hale geldim. Bunun üzerine evden çıktım ve Nil kenarına vardım. Birden koşmakta olan kuvvetli bir akrep gördüm ve hemen onu izlemeye koyuldum. Sonra akrep nehrin tam kıyısına varınca, orada tam kenarda durmakta olan bir kurbağa gördüm. Birden akrep kurbağanın üstüne atlayınca kurbağa yüzmeye ve gitmeye başladı. Bunun üzerine bir kayığa binerek, kurbağayı takıp etmeye başladım. Kurmağa Nil'in karşı kenarına ulaşmıştı. Kıyıya varınca akrep kurbağanın sırtından indi ve koşmağa başladı; ben de takıp ettim. Birden, ağacın altında uyumakta olan bir genç gördüm; bir de, ona doğru gelmekte olan bir yılan...Yılan bu gence yaklaşınca, ak rep de yılana yetişmişti; birden, akrep yılanın üstüne atladı ve yılanı soktu. Yılan da akrebi sokmuştu. Bunun üzerine her ikisi de ölmüş, o adam da onlardan kurtulmuştu."
Anlaşıldığına göre, bir karga yavrusu yumurtasının kabuğunu kırarak çıktığı zaman, hiç bir tüyü olmadığı için, nerdeyse bir et parçasına benziyormuş. Bu se-beble ana karga ondan kaçıyor ve terbiyesiyle de meşgul olmuyormuş. Sonra, bir et parçasına benzediği için, yavrunun başına sinekler üşüşüyormuş. Sinekler yavrunun yanına vardığı zaman, sinekleri yutar ve onunla beslenir. Bu durum, güçlenınceye, tüyleri büyüyünceye ve tüyleri altında eti gizlenınceye kadar devam eder. O zaman annesi ona döner. Bu sebeble Arapların duasında şu ifade geçmektedir: "Ey, karga yavrusunu yuvasında besleyen Allah'ım."
Bu misallerle, Allah'ın lütfunun umumî, ihsanının yaygın ve rahmetinin geniş olduğu ortaya çıkmış olur.
Hadiseler iki kısımdır. Rahmet olmadığı halde rahmet sanılan, fakat hakikatte bir azap ve belâ olan hadiseler ve, hakikatte bir lütuf, ihsan ve rahmet olduğu halde, bir azap ve ceza olduğu sanılan hadiseler.
Birinci kısma şu misali verebiliriz: Baba çocuğunu, ihmal edip, dilediğini yapacak şekilde, onu terbiye etmez, öğrenmeye teşvik etmezse... İşte bu durum, görünürde bir merhamet, hakikatte ise bir cezadır.
İkinci kısmın misali ise; çocuğunu okula hapsedip, onu tahsil yapmaya zorlayan baba gibidir. Bu zahirde bir ceza sanılsa da, hakikatte bir rahmet ve merhamettir.
İnsan da böyledir. Bir insanın elinde kangren hastalığı olsa... Bu adamın eli kesilse, bu, görünüşte bir azap, gerçekte ise bir rahmet ve acımadır Bundan dolayı aklı az olanlar, işlerin zahirine aldanırlar, gerçek akıllılar ise, İşın aslına ve hikmete bakarlar.
Bunu iyice anladığında, âlemde bulunan çile, belâ, elem ve bütün meşakkatler, her ne kadar görünürde böyle olsalar da gerçekte onların bir hikmet ve rahmet olduğunu anlarsın. Bunun özü, hikmet konusunda söylenen şu sözdür: Küçücük bir serden dolayı, çok hayırları terketmek, büyük serdir. Buna göre, tekliflerden maksadın, ruhları bedene ait ilgilerden temizlemek olduğunu anlarsın. Nitekim Cenâb-ı Hakk:
"Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz" (isrâ, 7) buyurmuştur.
Ateşin yaratılmasından maksat, kötü olanları iyilerin amellerine çevirmek ve o kötüleri dünyadan, ahıret yurduna çekmektir Nitekim Cenâb-ı Hakk,
"Allah'a kaçınız." (Zariyat. 50) buyurmuştur.
Bu konunun en açık misali. Hz. Mûsâ ve Hızır (a.s.)'ın kıssasıdır. Çünkü Hz. Mûsâ hadiselerin zahirine göre hüküm veriyor, böylece de Hızır (a.s.)'ın gemiyi delmesini, çocuğu öldürmesini, yıkılmak üzere olan duvarı onarmasını yadırgıyordu. Hızır (a.s.) ise, hükümleri hakikatlerine ve iç yüzlerine bina ediyor ve şöyle diyordu:
"Gemiye gelince: Denizde iş yapan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim ki, onların arkasında her sağlam gemiyi, zorla alan bir hükümdar vardı. Çocuğa gelince, onun anası da babası da iman etmiş kimselerdi. Bunun için onları bir azgınlık ve kâfirliğin bürümesinden endişe ettik de, diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhametçe daha yakınını versin. Duvara gelince, bu o şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Altında da, onlara ait bir hazine vardı. Babaları iyi bir adamdı. Bundan dolayı Rabbin diledi ki, ikisi de buluğ çağlarına ersinler de definelerini çıkarsınlar. Bu Rabbinden bir merhamettir" (Kehf. 79-82).
Bu kıssayla, olayların hakikatine vâkıf olan Hâkimin, işini zahire değil de hakikatlere bina ettiği anlaşılmış oluyor. Tabiatının hoşlanmadığı, aklının nefret ettiği bir şeyi gördüğünde, onun altında nice gizli sırlar, erişilmez nice yerli yerinde hükümler olduğunu ve O'nun hikmetinin ve rahmetinin bunu gerektirdiğini iyi bilesin! İşte o zaman, O'nun " sözünün sır deryasından bir iz, sana tecelli eder.
İkinci fayda: "lâfzı, Allah'a has bir isimdir.
ismi ise, hem O'na hem de başka varlıklara verilebilir. Eğer, "buna göre in ifade ettiği mana daha büyüktür; o halde büyük olanı zikrettikten sonra, küçük olanı niye zikretmiştir?" denilirse, buna cevabımız şudur:
Çünkü büyük olandan, önemsiz ve basit şey istenmez.
Anlatıldığına göre, birisi bir büyüğün yanına giderek, "ufak bir şeyden ötürü sana geldim" demiş. O da bunun üzerine, "önemsiz şeyler İçin önemsiz bir adam ara!" diye cevap vermiştir.
Buna göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiş olur: Şayet Rahman lâfzını zikretmekle yetinseydım. benden utanır ve benden basit isteklerde bulunman imkânsız olurdu. Ancak sen benim "Rahman" olduğumu bildiğin için, benden büyük şeyler istersin; ama ben aynı zamanda ı'Rahîm"ım1 o halde benden ayakkabının bağım ve tencerenin tuzunu da iste!". Nitekim Cenâb-ı Hakk, Hz. Musa'ya şöyle demiştir: "Ey Mûsâ, benden tencerenin tuzunu ve koyununun yemini bile iste!"
Üçüncü fayda: Cenâb-ı Hakk. kendisini Rahman ve Rahîm olarak niteledi. Sonra O, Hz. Meryem'e, "Bizden bir rahmet olarak... Ve, iş bitirildi." (Meryem 21) diyerek, tek bir rahmet verdi, İşte bu tek rahmet de, kâfirlerin ve tacirlerin onu ayıplamalarından kurtulmasına sebep oldu. Sonra biz Allah'ı her gün otuzdört kerre, Rahman ve Rahîm olarak vasfediyoruz. Bu böyledir, çünkü namazlar onyedi rekâttır.[84] O Rahman ve Rahîm lâfzı, besmelede ve Fâtiha'da olmak üzere, her rekâtta ikişer kere tekrar edilir. Tek bir rahmetin zikri, Hz. Meryem'in kötülüklerden kurtulmasına sebep olunca, ömür boyu bu kadar çok rahmeti zikretmek, müslümaniarın cehennemden, rezîl rüsvay olmaktan ve helak olmaktan kurtuluşlarına sebep olmaz mı?
Dördüncü fayda: Allah Teâlâ Rahmân'dtr. Çünkü o, kulun takat getiremiyeceği şeyleri yaratır. O, Rahîm'dir, çünkü O, kulun benzerine güç yetiremiyeceği şeyi yapar. Bu sebeple sanki Cenâb-ı Hakk şöyle demiştir: Ben, Rahmanım; çünkü sen bana atılmış bir meni teslim ettin, ben de onu sana güzel bir biçimde teslim ediyorum. Nitekim O, "Sizi şekillendirdi ve şekillerimizi ne de güzel yaptı" (Ğafır 64) buyurmuştur. Ben Rahîm'im, çünkü sen bana eksik taât getirdin, Ben de sana halis bir cennet verdim.
Beşinci fayda: Anlatıldığına göre bir genç, ölmek üzere iken, kelime-i şehâdet getiremedi. Bunun üzerine, yanında bulunanlar Hz. Peygamber'e gelerek, durumu O'na haber verdiler. Resûlullah (s.a.s.) da kalkip, bu gencin yanına gelerek ona, kelıme-i şehâdeti telkin etmeye başladı. O genç hareket ediyor, sağa-so!a dönüyor, ama bir türlü dilini kımıldatamıyor Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle sormaya başladı: "Bu namaz kılmaz, oruç tutmaz ve zekât vermez miydi?" Orada bulunanlar, "Hayır Ya Resûlallah, bunların hepsini yapardı" dediler. Hz. Peygamber "Ebeveynine asî olur muydu?" diye sorunca, "evet, asî olurdu" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.), "o halde annesini getirin bakalım" dedi. Bunun üzerine, yaşlı ve gözleri şaşı olan, bir kadıncağız geldi. Hz. Peygamber (s.a.s.), "Onu, affetmez misin? Keşke affetsen" deyince, kadın, "hayır, onu affetmeyeceğim, çünkü o beni tokatlayarak, gözlerimi bu hale getirdi" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "odun ve ateş getirin." dedi. Kadıncağız, "ateşi ne yapacaksın?" deyince de, Hz. Peygamber {s.a.s.). "onu, sana yaptığının karşılığı olarak, gözünün önünde yakacağım" diye cevap verdi. Bunun üzerine kadın, "affettim, affettim!" dedi. "Ateş için mi onu dokuz ay taşıdım; ateş için mi onu iki sene emzirdim! Nerede annelik merhameti?" Bunun üzerine, delikanlının dili çözüldü ve kelime-i şehadet getirdi. "Şehâdet ederim ki, Al-landan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisîdir!"
Buradaki incelik şudur: Bu kadın Rahmâne olmadığı halde, sadece Rahîme-dir (bu vasıf onda bulunur).Rahmetin bu kadarcığıyla, kadın oğlunun ateşte yakılmasına müsaade etmedi. O halde, kullarına yardım ettiği haide, kendisine karşı işledikleri suçlardan zarar görmeyen Rahman ve Rahîm olan zât, yaklaşık yetmiş yıl kelime-i şehâdeti söylemeye devam eden kimsenin ateşte yanmasına nasıl müsaade eder?
Altıncı tayda: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, rebâiyyesi (köpek dişi iie öndişler arasındaki diş) kırıldığı zaman şöyle dediği meşhurdur: "Allah'ım kavmimi hidayete erdir; çünkü onlar bilmiyorlar" Bundan, Hz. Pey-gamber'in kıyamet günü, "Benim ümmetim, benim ümmetim!" diyeceği anlaşılmış olur. Bu da, hem dünya hem de ahiret hususunda O'ndan sudur etmiş büyük bir lütuftur. Bu lütuf ve ihsan, Hz. Peygamber bir rahmet olduğu için onda meydana gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olsun diye yolladık." (Enbiya. 107) buyurmuştur. Tek bir rahmetin tesiri, bu dereceye varırsa, Rahman ve Rahîm olan zâtın keremi ya nasıl olur? Ve yine Hz. Peygamberin şöyle dediği rivayet edilir:
"Ey Allah'ım, ümmetimin hesabını benim önümde gör". Sonra, Hz. Peygamber (s.a.s.), iki dirhem borçlu olarak öldüğü ve ilk (iftira) atmak sebebiyle Hz. Aişe'nin evinden çıkmasına sebep olduğu için, bir ölünün cenaze namazını kılmaktan kaçındı. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak, sanki ona şöyle demiştir: Senin tek bir merhametin vardır bu da;
"Seni, ancak âlemlere rahmet olarak yolladık " {Enbiya. 107) sözüdür. Tek bir merhamet, mahlûkat âlemini ıslâh etmeye kâfi gelmez. Beni, kulumla başbaşa bırak. Beni ümmetinle başbaşa bırak. Çünkü ben Rahman ve Rahîm'im, benim rahmetimin sonu yoktur. Onların günanları ise, mahdut ve sayılıdır. Sınırsız olanın yanında, sınırlı ve mahdut olan yok olur. Bütün mahlûkatın günahlarının benim rahmet deryamda yok olacağında şüphe yoktur. Zira ben Rahman ve Rahîm'imdir.
Yedinci fayda: Kaderiye (Mutezile), "Ateşte yakmak ve devamlı azab etmek için mahlûkatı yaratan kimse, nasıl Rahman ve Rahîm olur; kâfirde küfrü yaratıp ve bundan dolayı ona azabeden kimse, nasıl Rahman ve Rahîm olur?; İman etmeyi emredip, sonra ona mâni olan kimse nasıl Rahman ve Rahîm olur? Bu böyle olmaz" demişlerdir.
Cebrıyye ise. 'Nimet ve rahmet nevilerinin en büyüğü Allah'a imandır. Eğer iman Allah tarafından değil de kul tarafından yaratılmış olsaydı, Rahman ve Rahîm isimlerinin kula verilmesi, Allah'a verilmesinden daha uygun olurdu" demiştir. Allah en iyi bilendir. [85]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder